Logo

Cumhuriyetçi biçimler ve monarşik aygıtlar - H. Fırat


Köleci antik çağdan günümüzün modern burjuva toplumuna, cumhuriyet sorunu her zaman devlet iktidarının biçimlenişine ilişkin bir siyasal sorun olagelmiştir. Dolayısıyla cumhuriyet sorunu üzerine tartışma, özü ve esası bakımından devlet sorununa ilişkin temel önemde bir tartışmadır. Solda bu alandaki her sapma ya da çarpıtma da, kendini özünde marksist devlet teorisine ilişkin bir sapma ya da çarpıtma olarak gösterir. Geçen yüzyılın başında oportünistler, marksist devlet teorisine karşıtlıklarını sınıflar, toplumlar ve tarihsel dönemler üstü, genel ve soyut bir “demokrasi” savunusu ile maskelerlerdi. Günümüz Türkiye’sinde oportünistler aynı tutumu bu kez sınıflar, toplumlar ve tarihsel dönemler üstü, genel ve soyut bir “cumhuriyet” savunusu üzerinden göstermektedirler. 19. yüzyılın son çeyreğinde Engels cumhuriyet sorunu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Lenin demokrasi sorunu üzerinden, bu türden oportünist çabaların içyüzünü sergilerlerken, şaşmaz bir tutumla, tartışmanın özünü ve esasını hep de devlet sorunu eksenine, devletin sınıf özü ve karakteri sorununa bağlamışlardır.

Paris Komünü’nün ezilişi sürecinde ve sonrasında Fransa’da burjuva cumhuriyetinin biçimlenişi bize bu açıdan çok önemli açıklıklar sunmaktadır. Üçüncü Cumhuriyet’in kudurgan bir karşı-devrim sürecinde ve dahası monarşist bir maya ile kurulmuş olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bu, onun kurumsal yapısına da olduğu gibi yansıdı. Cumhuriyeti resmileştiren 1875 Anayasası, çoğunluğu monarşist olan bir meclis tarafından, monarşist bir ruhla ve monarşist mantığa dayalı kurumlara özel bir ağırlık verilerek hazırlandı (buna rağmen de mecliste ancak bir oy farkla kabul edilebildi).

Anayasada monarşist bir bakış açısıyla tasarlanmış başlıca yeni kurumlar, cumhurbaşkanlığı ile parlamentonun senato kanadıydı. Fakat sorun görünüşte öne çıkan iki yeni kurumun çok ötesindeydi. Gerçekte Üçüncü Cumhuriyet, Büyük Fransız Devrimi’nin düzlediği zemin üzerinde, Napolyon Bonapart tarafından burjuva bir sınıfsal içerikle temelleri atılan ve o günden sonra da, yani yetmiş yılı aşkın bir süre boyunca, her yeni evrede sürekli geliştirilen ve böylece baskıcı yönü pekiştirilen askeri-bürokratik aygıtı, İkinci İmparatorluk’tan olduğu gibi devralmıştı. Cumhuriyet, temeldeki bu gerçeği perdeleyen dışsal bir siyasal biçimlenmeden öte bir şey değildi. Hele de başlangıç evresinde tümüyle böyleydi. Yaklaşık bir on yıl sonra cumhurbaşkanlığını ve bir onbeş yıl sonra da senato ağırlığını burjuva monarşist hiziplerden nihayet devralabilen burjuva cumhuriyetçi hizipler, anılan bu iki yeni kurumu belli bakımlardan elden geçirdiler. Fakat askeri-bürokratik aygıtın monarşiden devralınmış yapısına esası yönünden dokunmadılar. Elbette onu, başta emperyalist yayılma ve sömürgecilik olmak üzere, başlamış bulunan emperyalizm çağının yeni ihtiyaçlarına maharetle uyarlamaktan da geri durmadılar

Cumhuriyet sorununa ilişkin tartışmalar bakımından son derece açıklayıcı ve aydınlatıcı bu önemli tarihsel olguya biraz daha yakından bakalım.

4 Eylül Paris İşçi Devrimi’nden geriye kalan

Fransa’da İç Savaş’ın II. Bölümü’nde Marx, cumhuriyeti ilan eden 4 Eylül Paris İşçi Devrimi’nin gerçek temsilcisi olan işçilerin “silahlı Paris”i ile, Prusya işgali ve silahlı Paris korkusu karşısında kendine bir süre için mekân olarak Bordeaux’yu seçmiş bulunan burjuva Ulusal Meclis’i, olaylar içindeki konumları üzerinden karşılaştırır. İkincisinin tüm meşruiyetinin yalnızca birincisi sayesinde olanaklı olabildiğinin altını çizerek, 1871 yılı başlarında işçi sınıfını toplumsal devrime yönelten tarihsel zorunluluk üzerine şunları söyler:

“… Prusya’yla barış yapma yetkisiyle Ulusal Meclis, gerçek cisimleşmiş hali hala silahlı Paris olan devrimin tek bir olayından başka bir şey değildi; bu devrimi yapmış, bu devrim için kıtlığın dehşetini getiren beş aylık bir kuşatmaya dayanmış ve Trochu’nün ‘plan’ına rağmen uzatılmış olan direnişiyle illerdeki kararlı bir savunma savaşının zeminini hazırlamış olan Paris’ten söz ediyoruz. Ve şimdi, Paris, ya Bordeaux’daki isyancı köle sahiplerinin onur kırıcı buyruğu doğrultusunda silahlarını bırakacak ve 4 Eylül’deki devriminin tek anlamının devlet iktidarının basitçe Louis Bonaparte’tan kralcı rakiplerine devredilmesi olduğunu kabul edecekti, ya da, bunu yapmayacaksa, İkinci İmparatorluğu yaratmış ve bu imparatorluğun koruması altında tümüyle çürüyecek kadar olgunlaşmış olan siyasal ve toplumsal koşulları devrimci bir şekilde ortadan kaldırmadan çöküşten kurtarılması ve yeniden doğması mümkün olmayan Fransa’nın kendisini feda eden öncüsü olarak öne çıkmak zorundaydı.” (Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s.301)

“Silahlanmış Paris”, yani işçi sınıfı, Paris Komünü şahsında bu ikinci yolu tutmakta duraksamadı. Ama birkaç ay içinde, ulusa ihanetinin karşılığı olarak, işgalci Prusya’nın tüm desteğini arkasına alan Versay merkezli burjuva karşı-devrimi tarafından ezildi. Böylece 4 Eylül Devrimi tüm devrimci sonuçlarıyla tasfiye edilmiş oldu. Geriye yalnızca, “devlet iktidarının basitçe Louis Bonaparte’tan kralcı rakiplerine devredilmesi” gerçeği kaldı.

Paris Komünü’nün ezilmesi sonrasının katı gerçeği şuydu: Yirmi yıla yaklaşan diktatörlüğünün son evresinde Fransa’ya ağır bir savaş yenilgisi utancı yaşatan bir maceracının imparatorluk tacını artık yok sayma zorunlu sonucu dışında, Fransa’da devlet aygıtı yönünden hemen her şey neredeyse olduğu gibi kalmıştı. Neredeyse diyoruz, zira sözün olumsuz anlamında, dahası vardı.

Paris Komünü, Prusya’ya yenilip esir düşen ve Mayıs’ta (1871) Prusya tarafında serbest bırakılan İkinci İmparatorluk ordusu artıklarıyla ezilmişti. Bu, askeri aygıtın, yeni bir kitlesel işçi kırımı içinde yeni bir biçimlenmesi de demekti. Öylesine ki, Marksizmin kurucuları, 1871 Mayıs işçi kırımıyla karşılaştırıldığında, 1848 Haziran’ının sıradan bir kitle katliam olarak kaldığının altını çizerler: İlkindeki üç bin işçinin yaşamına karşılık, ikincisinde otuz bini aşkın işçinin yaşamı ve o kadarının da (ağırlıklı olarak okyanus ötesi sömürgelere olmak üzere) kürek cezasına mahkûm edilmesi söz konusuydu.

Üçüncü Cumhuriyet işte bu askeri aygıtı devralmış oldu. Ve bu aygıta dayalı Fransız ordusu, birinci emperyalist paylaşım savaşına kadar, yalnızca Fransız militarizminin değil ama aynı zamanda monarşist ruh ve düşüncenin de dokunulamaz kalesi olarak kaldı. Bu dokunulmazlığın en veciz ifadesi, o günün Fransa’sında büyük sarsıntılara yol açan Dreyfus Skandalı’nın, bunda genelkurmayın çok özel rolünün sonradan tüm açıklığı ile ortaya çıkmış olmasına rağmen, neredeyse hiçbir cezai sonuç yaratmaksızın geride bırakılmasıydı. Ve bütün bu dönem boyunca, dolayısıyla Dreyfus Skandalı sırasında da, Fransa’yı, evet onlar, “cumhuriyet” ve “laiklik” şampiyonu burjuva cumhuriyetçileri yönetiyorlardı. Aynı “cumhuriyet” ve “laiklik” söylemleriyle birkaç onyıl boyunca işçi sınıfını sersemletmeyi ve bu arada Fransız sosyalizminin reformist kanadını kurulu düzene yedeklemeyi başarmış o aynı burjuva cumhuriyetçileri.

Paris Komünü’nün ezilmesinin ardından, Marx’ın sözleriyle, geriye yalnızca “devlet iktidarının basitçe Louis Bonaparte’tan kralcı rakiplerine devredilmesi” kalmıştı ama, daha önce de dile getirmiş bulunduğumuz gibi, üç monarşist hizipten birinin Fransa’yı yıkıma sürüklemesinin ardından ve öteki iki hizbin krallık tacını paylaşma olanaksızlığı nedeniyle, Fransa adeta zorunlu olarak cumhuriyetçi bir siyasal biçimle baş başa kalmıştı. Kendisi de monarşist hiziplerin Orleansçı kanadına mensup bir monarşist olan Paris Komünü kasabı Thiers buradaki açmazı, ortada iki hanedan iddiacısı ve dolayısıyla taç adayı var, ama yazık ki Fransa’nın yalnızca bir tahtı var ve buna da aynı anda iki adam oturamaz mealindeki sözleriyle özetlemişti. Bir tacı iki hanedan arasında paylaştırma olanaksızlığı, Fransa’nın nihayet bir cumhuriyet haline gelebilmesinin tek değilse de temel nedenlerinden biriydi.

Devraldığı askeri aygıtın durumunu özetlemiş bulunduğumuz Üçüncü Cumhuriyet’in bürokratik devlet aygıtı da olduğu gibi monarşiden devralınmıştı. Kuşkusuz makamlar izleyen yıllar içinde gitgide burjuva cumhuriyetçilerinin eline geçecekti. Ama bu esasa ilişkin bir değişim değil, yalnızca burjuva hizipler arasında makamların el değiştirmesiydi. Kurumsal yapı ve zihniyet tüm gerici özüyle korunmuştu, öylece de kalacaktı.

Üçüncü Cumhuriyet’in 1875’teki anayasasını hazırlayan, oylayan ve onaylayan meclis ise, bizzat bu meclisin burjuva cumhuriyetçi kanadını oluşturanların kendi ifadesiyle, Fransız tarihinin o güne kadar gördüğü “en gerici” meclisti. Üçte ikisinden fazlası üç ayrı hizbe mensup kralcılardan oluşuyordu. Cumhuriyetçiler cumhuriyeti ilan edecek bu meclisin o sıra henüz küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı.

Bu meclisin hazırlayıp onayladığı yeni anayasaya göre kurulan senato da bileşimi bakımından, tümüyle monarşist bir kurum olarak tasarlanmıştı. Egemen sınıfın seçimle değil fakat atamayla gelmiş elit unsurlarından oluşuyordu. Yeni anayasanın kabulünü izleyen en az bir on yıl boyunca da böyle kalacak, ancak zamanla yapısı kısmen değişecek, bileşimi giderek seçimle oluşturulacak ama gerici işlevi değişmeyecekti.

Öteki yeni anayasal kuruma, cumhurbaşkanlığına gelince. Üçüncü Cumhuriyet’in ilk iki cumhurbaşkanının, sırasıyla, Komün’ün siyasal kasabı Thiers ile askeri kasabı mareşal MacMahon olduğunu hatırlatmış bulunuyoruz. İlki bir Orleansçı idi ve cumhuriyet konusunda fazla ılımlı bulunduğu için, daha süresi dolmadan, mensup olduğu hizbin de desteğiyle görevden alındı. İkincisi bonapartçıydı; monarşist ruh ve uygulamaların güvencesi olarak monarşist ağırlıklı meclisin özel tercihi olmuştu. Koşulları oluştuğunda bir darbeyle monarşiye dönüşü sağlayacağı umuluyordu. Bunu denemedi de değil. Ama girişimi burjuvazinin cumhuriyetçi hizbinin yeni bir düzeyde güç kazanmasına yolaçtı ve böylece cumhuriyetin uzun ömürlü olmasını kolaylaştırdı.

Üçüncü Cumhuriyetin İkinci İmparatorluk’tan askeri-bürokratik aygıtı olduğu gibi devraldığını ve buna cumhuriyetçi biçim içinde iki monarşist kurum eklediğini ifade etmiştik. Ama anlamı ve sembolik değeri son derece önemli bir başka şey daha yaptı Üçüncü Cumhuriyet. Devraldığı aynı devlet aygıtının bir parçası olan tarihsel bir kurumu da bu arada ortadan kaldırdı. Büyük Devrim’in ürünü olarak ortaya çıkan, izleyen tarihsel süreç içinde gündeme gelen tüm yeni devrimler sırasında ve sonrasında çelişkili roller oynayan seksen yıllık Ulusal Muhafız’dan söz ediyoruz. Oysa etkisini kısıtlamakla birlikte diktatör III. Napolyon bile bu yola başvurmamıştı. Üçüncü Cumhuriyet’in birleşik “düzen partisi”, her yeni devrimin, özellikle de radikal ilk aşamasında, savaşçı ve silah kaynağı olarak çok özel bir rol oynayan bu köklü tarihsel kurumun varlığına, Komün’ün ezilişini izleyen yıl içinde ilelebet son verdi. Ulusal Muhafız’ın, önden Prusyalıların Paris Kuşatmasına direnmede ve ardından, Paris Komünü’nün kurulmasında oynadığı özel role verilmiş bir karşılıktı bu. Ulusal Muhafız’ın tasfiyesi, Komün’ü yoketme eyleminin zorunlu bir uzantısıydı. Ve bu, Üçüncü Cumhuriyet’in geçmişten devraldığı devlet aygıtında yaptığı tek gerçek değişiklikti. Kendisini doğuran sürecin karşı-devrimci doğasına tümüyle uygun bir değişiklik.

“Kazananın en önemli ganimeti”

Engels, Fransa’da İç Savaş’a yazdığı 1891 tarihli Giriş’te, Üçüncü Cumhuriyet’in monarşiden devraldığı devlet aygıtı için şu tanımlamayı yapar:

“Tam da bugüne kadarki merkezî hükümetten, ordudan, siyasal polisten ve bürokrasiden oluşan baskıcı iktidar, tam da Napoleon’un 1798’de yaratmış ve o zamandan beri her yeni hükümetin uygun bir araç olarak devralmış ve hasımlarına karşı kullanmış olduğu bu iktidar...” (Fransız Üçlemesi, Yordam Kitap, s.265)

Marx’ın aynı düşünceyi, önce Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde ve ardından Fransa’da İç Savaş’ta, marksist devlet teorisine ilişkin temel sonuçlara bağlayarak genişçe ortaya koyduğunu biliyoruz.

Merkezi devlet geleneği, dolayısıyla merkezileşmiş bir monarşist aygıtın varlığı, Fransa’da çok eskiye, mutlak monarşide ifadesini bulan krallık dönemine dayanır. 18. yüzyılın başında, “devlet benim” deyişiyle ünlü XIV. Louis’in uzun iktidarı döneminde, merkezi devlet geleneği zirvesine ve devlet aygıtı en gelişmiş düzeyine ulaşmıştı.

1789 Büyük Fransız Devrimi gelişim süreci içinde bu monarşik aygıta peş peşe darbeler vurdu. 1793’ü izleyen Jakoben Konvansiyon döneminde ise, ifade uygunsa ondan taş üstünde taş bırakmadı. Büyük Devrim’in “büyük”lüğü, sosyo-ekonomik alanda feodal ilişkilerin köklü tasfiyesinden geliyorduysa, siyasal alanda da monarşik devlet aygıtının bu köklü tasfiyesine dayanıyordu. Monarşik aygıt yalnızca fiziki dayanaklarıyla, yani ordusu ve bürokrasisiyle değil, aynı şekilde manevi dayanaklarıyla da, kilisesi ve ruhban sınıfıyla da siyasal-kamusal yaşamdan tasfiye edildi. Bu başarılmasaydı eğer, Büyük Devrim’e gerçek büyüklüğünü kazandıran Jakoben Konvansiyon iktidarından da söz edilemezdi.

Fiziki monarşist aygıtın tasfiyesi Jakoben Cumhuriyet’e gerçek demokratik niteliğini, manevi monarşist aygıtın tasfiyesi ise gerçek laik niteliğini kazandırmıştı. Jakoben Cumhuriyet, güçlü bir merkezileşmeyi, demokratik temellere, dolayısıyla geniş bir yerel inisiyatife dayanan yerel komünal yönetimle birleştirmenin de burjuva devrimleri tarihindeki tek gerçek örneği oldu.

Ama devrimin bu en köklü safhası yoğunluğu ölçüsünde kısa da sürdü. İnisiyatifi kısa bir süre için yitirmiş durumdaki burjuvazi, çok geçmeden aradığı “güçlü kılıç”ı Napolyon Bonaparte şahsında buldu. Daha çok savaşlardaki zaferleriyle anılan Napolyon Bonaparte’ın tarihte Fransız burjuvazisine gerçek hizmeti, sürekli orduya ve kemikleşmiş bir bürokrasiye dayanan devasa bir devlet aygıtını, monarşik bir biçim içinde ama bu kez tümüyle burjuva temeller üzerinde, burjuva bir içerikle ve burjuva bir misyonla, yeniden inşa etmek oldu. Fiziki araçlar olarak sürekli orduyu ve bürokrasiyi, manevi araçlar olarak kilise ve ruhbana siyasal-kamusal alanda yeniden kontrollü bir alan açılması tamamlıyordu.

Napolyon’un yeni temeller üzerinde yeniden yarattığı bu aygıtın Fransa’daki tarihsel evrimini, Marx’ın, marksist devlet teorisine ilişkin tartışmalarda sıkça anılan o ünlü pasajından izleyelim:

“Napoleon, bu devlet mekanizmasını eksiksiz hale getirmişti. Meşru{iyetçi} monarşi ve Temmuz Monarşisi, bu mekanizmaya, daha ileri düzeydeki bir işbölümünden başka bir şey eklemedi; devlet içindeki işbölümü, burjuva toplumu içindeki işbölümünün yeni çıkar grupları, yani devlet idaresi için yeni malzemeler yaratması ölçüsünde derinleşti. Her bir ortak çıkar toplumdan hemen sökülüp alınarak daha yüksek, genel bir çıkar olarak onun karşısına çıkarıldı; bir köy topluluğunun köprüsünden, okul binasından ve ortak varlıklarından demiryollarına, ulusal varlıklara ve Fransa Üniversitesi'ne varıncaya kadar, toplumun organlarının kendi başlarına belirledikleri şeyler onlardan koparıldı ve hükümetin faaliyetlerinin nesneleri haline getirildi. Son olarak, parlamenter cumhuriyet, devrime karşı yürüttüğü mücadelede, iktidar gücünün araçlarını ve merkezileşmesini baskı önlemleriyle artırmak zorunda gördü kendisini. Tüm devrimler, bu mekanizmayı kırmak yerine onu yetkinleştirdi. Dönüşümlü olarak iktidar mücadelesi veren partiler, bu devasa devlet yapısının ele geçirilmesini, kazananın en önemli ganimeti saydı.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Fransız Üçlemesi içinde, s.236)

Komün, son satırlarda vurgulu biçimde verdiğimiz tarihsel çizgiden köklü bir devrimci kopuştu. Zira ilk kez olarak, eski aygıtı bir “ganimet” olarak ele geçirmek yerine, onu “kırma”ya yöneldi. Sürekli orduyu kaldırarak, yerine halkın genel silahlanmasını geçirdi. Kemikleşmiş ayrıcalıklı bürokrasiyi kaldırarak, yerine her türlü ayrıcalıktan yoksun bırakılmış kamusal hizmeti, onun halk tarafından seçilen, denetlenen ve görevden alınabilen görevlilerini koydu. Jakoben Konvansiyon’un izinden giderek, kilise ve ruhbanı yeniden siyasal-kamusal yaşamının tümüyle dışına sürüp attı. Böylece gerçekten demokratik ve gerçekten laik bir cumhuriyetin ancak sosyalist bir işçi cumhuriyeti olabileceğinin tarihteki ilk örneğini oldu.

Ama tüm bunlar yazık ki yalnızca Paris’in sınırları içinde olup bitiyordu. Paris’in dışında, Fransa’nın geriye kalanında, o devasa tarihsel devlet aygıtı tüm varlığın ve gücünü olduğu gibi koruyordu. Komün’ün ezilişinin ardından bu tarihsel “ganimet”, bu kez Üçüncü Cumhuriyet biçimi içinde, artık burjuvazinin monarşist ve cumhuriyetçi hiziplerinin elindeydi. Ve yeni dönemde, yalnızca içerde değil fakat aynı zamanda dışarda da, emperyalist yayılmanın ve sömürgeciliğin bir aracı olarak da, Fransız burjuvazisine hizmet edecekti.

***

Sol Kemalist Genel Sekreter’in, İzmir’deki “Sosyalizm Cumhuriyete Çok Yakışacak” etkinliğinde (28 Ekim 2017) yaptığı skandal konuşmada, 1870’te Fransa’da cumhuriyeti biz kurmuştuk ama 1940’ta onu Hitler yıktı mealindeki sözlerle sahip çıktığı Üçüncü Cumhuriyet gerçeği, işte tamı tamına buydu.

Almanya’da “Weimar Cumhuriyeti” gerçeği

Fransa örneğinin hemen devamında, sözlerini şöyle sürdürüyordu Kemal Okuyan: “Aynı Hitler 1919’da Alman Devriminin yarattığı ilk Alman Cumhuriyetini 1933’te yıkan kişidir.”

Her iki örneği de zamanında irdelediğimizi unutmuş değiliz (Bkz., “Cumhuriyet’in kazanımları” çizgisi / 2). Fakat bunu daha önce, taban tabana zıt cumhuriyetlerin görülmemiş bir hafiflikle karıştırılması üzerinden yapmıştık. Oysa şimdiki konumuz, burjuva devrimleri tarihinde cumhuriyet biçimi içinde monarşik aygıtın neredeyse olduğu gibi sürdürülmesi gerçeğidir.

Bu açıdan baktığımızda 1919 Almanya’sındaki durumun 1871 Fransa’sına çok benzediğini şaşırarak görüyoruz. Şu önemli farkla ki, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyeti yöneten burjuva cumhuriyetçileri, zamana yayılan belli iyileştirmeler ve önlemlerle, monarşik öğeleri ve eğilimleri sınırlamayı, böylece burjuva cumhuriyeti uzun süreli kılmayı başarabilmişlerdi. Oysa Almanya’da, Weimar Cumhuriyeti parıltısı altında gizlenen ama başından itibaren hep yürürlükte ve etkin kalan monarşik aygıt, yalnızca Nazilerin yükselişini hazırlayıp kolaylaştırmakla kalmadı, 1933’den itibaren bu kez faşist biçim içinde bizzat Hitlerci rejimin de hizmetine girdi.

Tam da bu son olgu, iki ülke arasındaki bu farkın, Fransa payına bir şans eseri ya da bir beceri ürünü değil, fakat tarihsel koşullardan kaynaklandığını gösterir. Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’in başlangıcı, tam olarak kapitalizmin barışçıl gelişme dönemine denk gelir. Bu dönemi başlatan Paris Komünü’nün ezilmesiydi. Ama işte Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet de bunun en dolaysız bir sonucuydu. Sonrası ise sınıf mücadeleleri yönünden uzun süreli bir rahatlama dönemiydi. Oysa Almanya’da Weimar Cumhuriyeti, bunalımlar, savaşlar ve devrimlerle belirlenen bir dönemin tam ortasında doğmuştu. Alman Cumhuriyeti de toplumsal devrime büyüme potansiyeli olan Alman Devrimi’nin boğulmasının dolaysız bir ürünü olmuştu. Ne var ki sonrası kurulu düzen için bir rahatlama değil, fakat çalkantılı tarihsel sürecin yeni safhalar halinde sürmesi anlamına geliyordu. Alman tekelci burjuvazisi bundan çıkışı faşizmde ve yeni bir savaşta buldu. Bismarck’ın kurduğu İkinci İmparatorluk’tan neredeyse olduğu devralınıp cumhuriyetçi ara dönem üzerinden Nazilere devredilen askeri-bürokratik devlet aygıtı, bu yeni tarihi dönemde faşizmin dayanağı ve savaşın temel aracı olarak iş gördü.

***

Bir önceki bölümde, toplumsal bir devrimin önünü almak üzere 4 Eylül 1870’te Fransa’da yaşananlarla, yaklaşık bir elli yıl sonra, 9 Kasım 1918’de Almanya’da yaşananlar arasındaki benzerlikleri dile getirirken, sözü şuraya bağlamıştık:

“Tarihi dönemlerin ve dolayısıyla genel koşulların tüm farklılığına rağmen her iki ülkede olayların sonraki seyrinde de şaşırtıcı benzerlikler var. Monarşinin yıkılmasının savaştaki yenilginin bir ürünü olmasından daha baştan itibaren cumhuriyet perdesinin gerisinde dizginlerin monarşistlerin elinde kalmasına, devrimci işçi hareketinin ezilmesinden (ilkinde Paris Komünü ve ikincisinde Spartaküs Ayaklanması) yeni burjuva cumhuriyetinin temelde monarşiden devralınan askeri-bürokratik aygıta dayalı olarak kurulmasına kadar...”

Savaş yenilgisinin yaklaşmakta olduğunu gören ve bir devrimden korkan Alman monarşistleri, bizzat ordu şeflerinin önerisiyle devrimi önceleyen haftalarda SPD’yi de hükümete ortak etmişlerdi. Amaç savaş yenilgisini izleyecek muhtemel bir devrimin önünü kesmek ve böylece hiç değilse monarşiyi kurtarmaktı. Ama hesaplar tutmamış, devrim fırtınası patlak vermiş, devrim dalgası 9 Kasım’da Berlin’e ulaşınca da, Scheidemann’ın anmış bulunduğumuz balkon konuşmasıyla cumhuriyet beklenmedik biçimde ilan edilmişti. Tarihçiler, tanıklıklara dayanarak, SPD’nin o günkü şefi Friedrich Ebert’in, Scheidemann’ın cumhuriyeti ilan eden balkon konuşması karşısında “hiddetinden deliye döndüğünü” ve onu “sersem ne yaptın böyle!” sözleriyle azarladığını dile getirirler.

Bu şaşırtıcı değildir. Zira SPD liderliği, hala da meşruti biçim içinde monarşiyi korumak, böylece Hohenzollern hanedanını kurtarmak peşindeydi. Ülke çapında yayılan devrimin gücü karşısında monarşiyi kurtarmak şansı artık yoktu ama monarşik aygıt pekâlâ kurtarılabilirdi. Nitekim kurtarıldı da, üstelik neredeyse tüm yapısıyla. Bu da yine SPD liderliğinin ihaneti sayesinde başarılabildi. Böylece yaklaşık ondört yıl sonra Hitler faşizminin mutlak iktidarına varacak bir yolun taşları daha baştan ve bizzat SPD liderliği tarafından döşenmiş oldu. Üstelik cumhuriyetin ilan edildiği o ilk günden, 9 Kasım gecesinden başlayarak.

Nazi İmparatorluğu’nun yükselişi ve çöküşü üzerine kapsamlı bir çalışma yapmış olan Amerikalı liberal gazeteci ve tarihçi William L. Shirer, “Cumhuriyet ilân edildikten birkaç saat sonra, 9 Kasım 1918 gecesi”, Ebert ile Genelkurmay Karargâhı arasında gizli bir antlaşmaya varıldığını söyler:

“… Bu anlaşmayı halk birçok yıllar öğrenemedi, ama anlaşma Alman ulusunun alınyazısını çizdi. Ebert, anarşiyi ve Bolşevizmi bastırmayı, Orduyu da bütün geleneğiyle yaşatmayı kabul etti. Bunun üzerine [General] Groener, yeni hükümetin kendini toparlaması ve amacını gerçekleştirmesi için Ordunun hükümete yardımcı olacağına söz verdi. (Nazi İmparatorluğu Doğuşu-Yükselişi-Çöküşü 1, İnkılap Kitabevi, 1992, s.82)

Bunun anlamı şuydu: Monarşik aygıt ordusu, polisi, yargısı ve tüm idari yapısıyla olduğu gibi korunacak, böylece sahnenin ön planında cumhuriyet hükümeti olarak sosyal-demokratlar dursa bile, geri planda tüm dizginler başta savaş suçlusu ordu şefleri olmak üzere monarşistlerin elinde kalacaktı.

Sözlerine “Alman Ordusu kurtulmuştu. Ama Cumhuriyet daha birinci gününden kaybedilmişti.” diyerek devam eden Shirer, tüm liberal iyi niyetiyle, köklü kurumsal bir tasfiye yoluyla değilse bile makamların el değiştirilmesiyle, monarşistlerin pekala devlet aygıtından temizlenebileceğine, yapılması gerekenin de bu olduğuna ilişkin düşüncesini dile getirir. Fakat hemen ardından şöyle devam eder:

“[Ama] Sosyal Demokratlar bunu yapamazlardı. Bunları yapacakları yerde, otoriteyi, modern Almanya’da her zaman hâkim olmuş olan bir kuvvete, yani Orduya bırakmaya başladılar. Ordu savaş alanlarında yenilmişti, ama anayurtta hâlâ ayakta duracağını ve ihtilâli yeneceğini umuyordu. Bu amacına varmak için de sur’atle ve cesaretle harekete geçti.” (age, s.82)

Konuyu daha fazla dağıtmamak için en özet biçimiyle devam edelim:

1871 Mayıs’ının Paris Komünü, Sedan’ın galibi Almanların serbest bıraktığı İkinci İmparatorluk ordusu artıklarıyla ezilmişti. 1919 Ocak-Mayıs’ında Alman Devrimi, İkinci Alman İmparatorluğu’nun emperyalist savaşta yenilmiş ordusunun artıklarıyla ezildi. Fransa’da bu işi yöneten Thiers monarşistlerin temsilcisiydi, Almanya’da bu işe yapan Ebert-Noske ikilisi SPD liderleriydi. Fransa’da monarşistler devrimi ezerek, Üçüncü Cumhuriyet üzerinden burjuva cumhuriyetçilere yolu düzlemişlerdi. Almanya’da sosyal-demokrat liderler, tersinden, aynı işi monarşistler için yapmış oldular.

Tüm ülkeye yayılan güçlü devrim dalgasına rağmen, SPD liderliğinin tarihte örneği az bulunur ihaneti sayesinde, cumhuriyet biçimi içinde monarşik aygıt tüm heybetiyle ayakta kalmıştı.

Cumhuriyet’in ilk cumhurbaşkanı, Fransa’daki Thiers örneğinde olduğu gibi, devrimi boğan ılımlı (gizli) monarşist Ebert’ti. Fransa’da Thiers’den koltuğu, azgın monarşist ve imparator Louis Bonapart’tan hemen sonra baş savaş suçlusu konumundaki Mareşal MacMahon devralmıştı. Ebert’ten koltuğu, azgın monarşist ve imparator II. Wilhelm’in yanı sıra baş savaş suçlusu konumundaki Mareşal Hindenburg devraldı.

Fransa’da ve Almanya’da olayların seyrindeki farklılaşma bu noktada kendini gösterir. Fransa’da, iki cumhurbaşkanlığı döneminin ardından, dizginler burjuva cumhuriyetçilerinin eline geçer. Üçüncü Cumhuriyet uzun ömürlü olur. Almanya’da tersine, 1925’ten itibaren dizginler mareşal Hindenburg ve generaller şahsında monarşistlerin eline geçer. Cumhuriyet demokratik biçimiyle ancak bir on yıl, biçimsel varlığı ile ise ancak ondört yıl yaşar. Sürecin akıbetini William L. Shirer şöyle özetler: “… Generaller Cumhuriyete hiçbir zaman bağlılıkla hizmet etmediler. Sonunda, başlarında Hindenburg olmak üzere, hükümeti Nazilere teslim ederek Cumhuriyete ihanet ettiler.”

Elbette sorun hiçbir biçimde, cumhurbaşkanlığı ve Prusya militarizminin kalesi olarak duran ordudan ibaret değildi. Siyasal polis ile yargının da ordudan geri kalır hiçbir yanı yoktu. Weimar Cumhuriyeti’nin İkinci İmparatorluk’tan olduğu gibi devralınmış yargısının tümüyle siyasal ölçütlere dayalı kararları öylesine utanç vericidir ki, herhalde en iyi durumda ancak bugünün Türkiye’sinin AKP yargısı ile karşılaştırılabilir. Özetle, Weimar Cumhuriyeti biçimi içinde tüm Alman devlet aygıtı gerçekte monarşik bir yapıdaydı ve daha en baştan tüm icraatıyla bunu açıkça ortaya koymaktan da sakınmıyordu.

Fakat öte yandan artık çağ değişmişti. Cumhuriyetçi biçimler içinde monarşist eğilimler, Fransa örneğinde olduğu gibi, ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde hala da bir anlam taşıyabilirdi. Oysa yüzyılın dönümünde emperyalizmin hakimiyeti çağına girilmiş, ilk emperyalist paylaşım savaşı yaşanmış, onu Rusya’da Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, Ekim Devrimi’ni ise Avrupa başta olmak üzere dünya ölçüsünde büyük devrimci sarsıntılar izlemişti. Faşizm, burjuva gericiliğinin buna yeni bir yanıtıydı. Faşizm İtalya’nın ardından Almanya’da, ve daha Alman Devrimi’nin bastırılması süreci içinde, giderek şekillenmeye ve gitgide öne çıkmaya başladı. Monarşik kurumlar ve eğilimler de artık bu yeni oluşumun içinde anlam bulmaya, giderek onun tarafından özümsenmeye başladılar. Prusya ruhunda bir monarşist olan cumhurbaşkanı Hindenburg’un ve ordunun tümü Prusya zihniyetli generallerinin Hitlerci faşist harekete bu denli gönlü rahat yol vermesi de bunun bir göstergesiydi.

Buradaki süreklilik öylesine göze batıcıdır ki, Alman Devrimi’nin ilk ezici darbeleri aldığı ama henüz soluğunu koruduğu bir dönemde ilan edilen Alman (Weimar) Cumhuriyeti, kendisini tarihsel, moral ve siyasal açıdan Kayzer Wilhelm Almanya’sına dolaysız bir biçimde bağlayan Reich (imparatorluk) adından bile vazgeçemedi. Cumhuriyet sıfatının yanı sıra bu sıfat da resmen korundu. Kamusal yaşam ve işlemlerde kullanıldı. Bu, cumhuriyet biçimi içinde monarşik ruhun yanı sıra ayın karakterdeki askeri-bürokratik aygıtın korunduğunun en dolaysız bir itirafıydı gerçekte. İkinci İmparatorluk, 1870 savaşı zaferinin ardından 1871’de, Versay Sarayı’nın aynalı salonlarında Bismarck tarafından ilan edilmişti. Weimar Cumhuriyeti’nin devraldığı askeri-bürokratik devlet aygıtı da bu aşamada en tam biçimine kavuşmuştu. Nazilerin kendi faşist rejimlerini Üçüncü İmparatorluk olarak nitelemeleri bu açıdan rastlantı değildi. Zira kendilerini Prens’in (Bismarck) attığı tarihi adımın (İkinci İmparatorluk) dolaysız mirasçıları ve yeni koşullardaki izleyicileri sayıyorlardı.

***

Tüm bunlar kuşkusuz burjuva sınırlar içinde dahi olsa demokrasinin ya da cumhuriyetin anlamsızlığını ve önemsizliğini değil, fakat gerçek anlamını ve sınırlarını gösterir. Bilimsel teorinin önemle vurguladığı ve tarihin bize tüm açıklığı ile gösterdiği gibi, her ikisinin biçimsel varlığının ötesinde, dolayısıyla siyasal biçimlerin daha derinlerinde, devletin sınıf özü ve karakteri, buna göre şekillenen ve tüm kritik durumlarda belirleyici önem taşıyan militarist-bürokratik aygıt durur.

Devrimin ezilmesi ve yıkıntıları üzerinde 1919 yazında resmen kurulan Weimar Cumhuriyeti, tarihte bunun belki de en açıklayıcı örneklerinden biri olarak duruyor önümüzde. Sahnenin önünde bu cumhuriyetin parıltısı ışıldıyordu ve fazlası ile göz kamaştırıcı görünüyordu. Shirer’a göre, Weimar Cumhuriyeti anayasasına bakıldığında, “Dünyada hiçbir insan bir Almandan daha özgür, hiçbir hükümet Alman hükümetinden daha demokrat olamazdı.” Ama yazar acılı bir alayla hemen ardından ekler: “Hiç olmazsa kâğıt üzerinde...”

Evet, kâğıt üzerinde, yani yalnızca görünürde!..

(Devam edecek…)


Üste