“Bir krizler bölgesindeyiz. Bizi çevreleyen birden fazla bölge var, neredeyse sürekli kriz içinde bulunan. Bu bölgelerin tam merkezinde bulunan Türkiye de yıllardır çok yönlü bir kriz içerisinde. Hafiflemek bir yana günden güne ağırlaşan bir kriz bu. Şimdilerde krizin ekonomik alanı öne çıkmış durumda. Türkiye halen ekonomik ve mali bir krizin pençesinde kıvranıyor.” (TKİP VI. Kongresi Kapanış Konuşması, Aralık 2018)
Dört yıl öncesine ait bu değerlendirme bugünü de genel çizgileriyle tanımlamaktadır. Şu farkla ki, bölgesel planda olduğu kadar Türkiye’nin kendi bünyesinde de krizin şiddeti ve çok yönlü toplumsal sonuçları, bugün her bakımdan daha da ağırlaşmış durumdadır.
Türkiye’yi çevreleyen kriz bölgeleri denilirken düne kadar akla doğal olarak öncelikle Ortadoğu gelirdi. Bugünse Türkiye’yi kuzeyden/Karadeniz’den kuşatan bölge Ortadoğu’yu ikinci planda itmiş bulunmaktadır. Ukrayna krizi emperyalist dünyanın iç ilişkilerini ve güç dengelerini derinden sarsacak denli önemli bir gelişmedir. Bunun çok yönlü sonuçları tüm dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de doğrudan etkilemekte, dinci-faşist iktidara yeni manevra alanları açsa bile ülkeyi yeni sıkıntılarla yüz yüze bırakmaktadır. Kuzeydoğuda Ermenistan-Azerbaycan ilişkileri üzerinden Kafkasya, batıda gitgide gerginleşen Türkiye-Yunanistan ilişkileri üzerinden Doğu Akdeniz ve Ege belirgin kriz bölgeleridir. Irak ve Suriye’den Libya’ya kriz bölgesi Ortadoğu’nun sözünü bile etmiyoruz.
Türk burjuvazisi Türkiye’yi çevreleyen tüm bu bölgelerdeki krizlerin şu veya bu ölçüde aktif tarafı durumundadır. Yayılmacı heveslerin beslediği bu olgu, görünürde dinci-faşist rejimin saldırgan dış politikasının bir ürünüdür. Oysa tüm kesimleriyle düzen muhalefetinin bu politikaya genel planda onay verdiği, burjuvazinin hiçbir kesiminden buna karşı bir itirazın gelmediği açık bir olgudur. Bunun kısmen tek istisnası Suriye’dir. Suriye Kürtlerine yönelik düşmanca politika ve bunun ürünü askeri müdahaleler de aynı şekilde genel onay görmekte, yalnızca yarattığı ağır bir mülteci sorunu ile ordulaştırılmış cihatçı çetelerle girilen ilişkilere muhalefet edilmektedir.
Türkiye’nin kendi bünyesinde iktisadi temele dayalı çok yönlü toplumsal kriz ise yılların değişmez olgusudur. Değişen yalnızca krizin şiddeti ve ağırlaşan toplumsal sonuçlarıdır. Dört yılın ardından bugün kriz tüm cephelerde ve her bakımdan daha da ağırlaşmış biçimiyle sürmektedir. 2018 ile kıyaslandığında enflasyonun neredeyse on kat artmıştır. Aynı dönem içinde Türk Lirası yaklaşık yüzde dört yüz değer yitirmiştir. Ayyuka çıkmış mali iflas, kronikleşmiş bütçe ve dış ticaret açıkları, ödendikçe artan borçlar, büyüyen işsizlik, çekilmez hale gelen hayat pahalılığı, katmerleşen yoksulluk vb., halen gitgide ağırlaşan krizin öteki göstergeleri ya da sonuçlarıdır.
Bunun böyle olacağı, çıkış yolu bulabilmek bir yana, krizin her alanda daha da şiddetleneceği öngörüsü de 2018’deki aynı değerlendirmenin bir parçasıydı: “... dinci-faşist iktidar, çözüm ve çıkış yeteneği bir yana, krizin etkilerini hafifletmekten bile acizdir. Toplumun önemli bir bölümü tarafından durumun sorumlusu olarak görülmekte, bu ise istikrarsız konumunu daha da zora sokmaktadır.”
Bu son vurgu bizi düzen krizinin ikinci önemli düzlemine, uzun yıllardır süren ve yaklaşmakta olan 2023’te alacağı yön ve varacağı sonuçlar nihayet açıklığa kavuşacak olan rejim krizine bağlamaktadır.
“Türkiye halen belirsizliklerle dolu bir geçiş süreci içindedir. Son birkaç yılı belirleyen kararsız denge hali sürmektedir. Olayların nereye varacağını kestirmek bugün için kolay değildir. Bunu belirleyecek olan karmaşık bir dizi iç ve dış etken var. Birbirini besleyen ya da çelen ve çatışan bu etkenlerin sonuçta ortaya ne çıkaracağını zaman gösterecektir.” (TKİP VI. Kongresi Bildirgesi)
Sözü edilen rejim krizidir ve aradan geçen dört yıla rağmen belirsizliğin nihayet ortadan kalktığını söylemek için hala da vakit erkendir. Aradan geçen yılların açıklığa kavuşturduğu gerçekler elbette var. Bunların başında dinci-faşist iktidarın ekonomiyi ve toplumu yönetmede gitgide daha aciz duruma düşmesi gelmektedir. Ekonomi iflas halindedir ve artık kontrol kaybedilmiştir. Yaşanan toplumsal faturası ağır bir sürüklenme halidir. Durum günden güne daha da kötüleşmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu geniş kitlelerin büyüyen hoşnutsuzluğu ve iktidarın seçmen desteğindeki sürekli erozyondur.
Bu aynı olgu dinci-faşist iktidarın toplumu yönetebilme yeteneğini de belirgin biçimde zaafa uğratmaktadır. İkna etme ve dolayısıyla rıza devşirme gücünü artık yitirmiş, çıplak zor, dolayısıyla her alanda gündelik baskı ve terör, toplumu kontrol altında tutmanın asıl mekanizması haline gelmiştir. Kural ve kaide tanımaz keyfi diktatörlük günümüz Türkiye’sinin gözler önündeki en temel gerçeğidir.
“… Elinde tuttuğu muazzam güce ve hala da sahip olduğu önemli kitle desteğine rağmen, bu güçler koalisyonu ve onun kurmaya çalıştığı yeni rejim, henüz oturmuşluktan ve dolayısıyla istikrardan yoksundur. Hassas ve kırılgan dengelere dayalıdır. Aradan geçen yıllara rağmen hala da esneme yeteneği gösterememesi bunun bir göstergesidir.” (TKİP VI. Kongresi Bildirgesi)
Dört yılın ardından bugünse “esneme yeteneği” gösterebilmek bir yana, iktidarın artık bu alanda herhangi bir şansı kalmamıştır. Kontrolü yitirmemek için dizginleri sıktıkça sıkmak zorundadır. Nitekim halen yaptığı da budur.
Yirmi yılı dolduran AKP iktidarının en temel meşruiyet silahı düne kadar sahip olduğu seçmen desteği idi. Gelinen yerde bunu da önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Faşist partinin desteğine ve muhtemel seçim hilelerine rağmen yeni bir seçimi kazanmak şansı yoktur. Ama bu hiç de ona artık nihayet kendiliğinden yol göründüğü anlamına da gelmemektedir. Zira o halen günden güne büyüyecek bir kitle hareketinin özel basıncıyla gönderilmeden gitmeyecek bir konuma ve dirence sahiptir.
Nitekim günümüzün en önemli tartışma konularından biridir bu. Birçok kimse AKP’nin iktidarda kalmak için dışarda savaş ve içerde çeşitli türden kanlı provokasyonlar zinciri dahil her yolu deneyeceğine inanmaktadır. Zamanında yapılacak bir seçim için bile zamanın gitgide daralıyor olması, buna ilişkin kaygıları ve tartışmaları da büyütmektedir. Taşınan kaygılar yersiz olmasa da bu tartışmalar bazı tuzaklarla örülüdür. Bizzat dinci-faşist iktidar bu tartışmaların umut kırıcı etkisinden yararlanmaya ve saflarını bu inançla sıkılaştırmaya çalışmaktadır. Düzen muhalefeti sözde provokasyonlara mahal vermemek adına bunu kitleleri seçim sandığı kurulana kadar hareketsizliğe mahkûm etmenin gerekçesi olarak kullanmaktadır. Reformist solun bir kesimiyse açık ya da örtülü söylemlerle bunu düzen muhalefetinin yedeğine yerleşmenin makul gerekçesi haline getirme eğilimi sergilemektedir.
Sorun tartışmalara konu kaygıların yersizliğinde değil fakat bunların teslimiyetçi ya da kuyrukçu politikalara dayanak yapılmasındadır. AKP çok özel koşullar bir araya gelmedikçe ya da çok ağır bir seçim hezimeti yaşamadıkça, iktidarı barışçı biçimde terk etmeyecektir. Herşeyden önce o iktidarının ikinci on yılından beri artık tam manasıyla bir devlet partisidir. Devlet tüm kurumları ve olanaklarıyla onun elinde, denetiminde ve tam hizmetindedir. Bu salt parlamenter “nöbet değişimi”yle terkedilecek, hele de yitirilecek bir konum değildir. İkinci olarak devlet partisi konumu ona muazzam boyutlarda zenginlikleri ele geçirme ya da kontrol etme olanağı sağlamıştır. Üçüncü olarak o, siyasal planda kurduğu mafyatik düzenle ve iktisadi-mali planda yarattığı eşi benzeri görülmemiş talan, soygun ve yolsuzluk düzeniyle, halen çok ağır suçların dolaysız faili durumundadır.
Bu üç temel etken bir arada dinci partinin neden iktidarı bırakmak istemediğinin ve istemeyeceğinin açıklamasını vermektedir. Tayyip Erdoğan’ın yakın zamanlarda çıkarlarını temsil ettiği güçleri “artık kaybedecek çok şeyimiz var” sözleriyle uyarması, bu korkuyla motive etmeye çalışması da işin aslında bu anlama gelmektedir. İktidarı kaybetmek yalnızca en keyfi bir biçimde kullanılan muazzam bir siyasal gücün değil, iktisadi-mali kaynaklar üzerindeki denetimi, yanı sıra yağma ve talanla, yolsuzluk ve hırsızlıkla ele geçirilmiş muazzam zenginliklerin de hiç değilse kısmen kaybedilmesi riski demektir. Daha bir de bu kaybediş toplumsal muhalefetin bir halk hareketi gücüne erişebildiği koşullarda gerçekleşirse eğer, işlenmiş muazzam suçlarla ilgili bir ölçüde olsun hesap verir duruma düşmek riski var.
“Ağır toplumsal kriz koşullarında dinci-faşist iktidar kaçınılmaz olarak yıpranmaktadır. Meşruiyet sağlamakta önemli bir imkân olarak kullanageldiği seçmen desteği giderek erozyona uğratmaktadır. Fakat patlak verecek güçlü bir halk hareketiyle yerinden edilmediği sürece, o bir iktidar gücü olarak kalmak kararlılığındadır. Bunun için iç savaş tehdidi de dahil her türlü gayrı meşru yol ve yöntemi kullanmak niyetinde olduğunu şimdiden göstermiştir.” (TKİP VI. Kongresi Bildirgesi)
Dört yıl öncesine ait bu değerlendirme bugün çok daha günceldir. Biçimsel meşruiyeti tazelemek için bir yıldan az bir zaman var. Oysa iktidarın normal koşullarda bu alanda artık bir şansı yoktur. Bu şansı yaratmak için “normal”in dışına çıkmak zorundadır. Devleti tüm kurumlarıyla kontrol etmenin yanı sıra, elinin altındaki mafyatik çeteler, paramiliter yapılar, her çeşidiyle dinci-cihatçı gruplar, her türlü pisliğe batmış örgütlü tarikatlar, ona bunu deneme olanağı ve cesareti vermektedir. Muhtemeldir ki 7 Haziran 2015’te bunu deneyip sonuç almış olması da onda bu eğilimi ve cesareti beslemektedir. Kuşkusuz bugün koşullar bir dizi açıdan farklıdır ve 7 Haziran’daki kirli oyun fazlasıyla deşifre olmuş durumdadır. Yine de bu kaybedecek çok şeyi olanların yeni kumarlar denemesine engel değildir.
Yukarda vurguladığımız gibi düzen muhalefeti bu türden provokasyonlara fırsat vermemek adına kitleleri seçim sandığı kurulana kadar tam bir edilgenliğe mahkûm etmeye çalışmaktadır. Öylesine ki halen parti mitinglerinden bile özenle kaçınmaktadır. Oysa dünyada şu son on yılın birbirinden farklı ülkelerinin deneyimleri bile başka bir gerçeğe işaret etmektedir. Diktatörler gitmiyor halk hareketinin gücüyle gönderiliyor. Tunus, Mısır, Yemen, Sudan ve nihayet şu günlerde Sri Lanka örnekleri üzerinden gördüğümüz gibi. Ama tüm bu örnekler, kurulu düzenin hiç değilse bir süreliğine denetimi bir ölçüde yitirmesinin bir ürünü olmuşlardır. Bu bize düzen muhalefetinin kitlelerin eylemliliğinden, hele de bir halk hareketinden neden öcü gibi korktuğunun açıklamasını da vermektedir. Düzen muhalefetinin kendine biçtiği misyon, kurulu düzenin dengelerini bozacak hiçbir sarsıntıya mahal vermeden, bunun için de kitlelere hiçbir gerçek inisiyatif alanı açmadan, sermaye sınıfı adına “nöbeti” sarsıntısız bir geçişle devralmaktır.
Doğal olarak bu çizgi, Tayyip Erdoğan’sız bir AKP düzenini devralmak anlamına gelmektedir. Nitekim parçalı yapısıyla düzen muhalefetinin halen üzerinden anlaşabildiği sözde program da budur. Emekçilerin acil iktisadi-sosyal istemleri, bunları elde edebilmenin ve elde tutabilmenin bir olanağı olarak temel demokratik hak ve özgürlükler, saldırgan dış politikaya ilişkin sorunlar, elbette Kürt sorunu vb. yakıcı konuların hiçbir biçimde sözü edilmemektedir. Düzen muhalefeti bunlar üzerine demagojik vaatlerde bulunmaktan bile özenle kaçınmaktadır. Zira bunun bile kitleleri gayrete getirmesinden korkmaktadır. Hizmetine hazırlandığı egemen sınıf çevrelerini huzursuz etmemek elbette bunun bir öteki nedenidir.
“Güçlendirilmiş parlamenter sistem” halen düzen muhalefetinin biricik ortak vaadidir. Bu da, devlet düzeninin işleyişine ve burjuvazinin farklı kesim ya da kliklerinin bu işleyiş içinde kendine yer bulabilmesine ilişkin bir sorundur. Söz konusu olan AKP’nin çivisini çıkardığı devlet düzeninin bir parça olsun onarılması, bu onarım sınırlarında bir siyasal restorasyon, dolayısıyla çıkar ve rant kapısı olarak kullanılan makamların paylaşılmasıdır.
Düzen muhalefetinin halen izlemekte olduğu çizgi, TKİP VI. Kongresi’nin dört yıl öncesine ait aşağıdaki değerlendirmesine ayrı bir anlam kazandırmaktadır:
“Düzen sınırlarını aşmayan şu veya bu gelişmenin etkisi altında ya da sonucu olarak Tayyip Erdoğan iktidarı biçimsel varlığını yitirse bile, uzun yıllar içinde yarattığı zemin esası yönünden kalacaktır. Düzenin uzun vadeli çıkarlarını zedeleyen aşırılıklarından bir ölçüde arındırılacak, sivrilikleri belli sınırlarda törpülenecek, keyfiliğin ve kuralsızlığın bugünkü biçimi sınırlandırılacak, özellikle eğitim gibi kapitalist ekonomi ve devlet düzeni için özel bir önem taşıyan alanlardaki çöküntü düzenin asli ihtiyaçlarına göre onarılmaya çalışılacak, ama yaratılan toplumsal-kültürel ve siyasal zemin esası yönünden korunacaktır.”
“... Türkiye’nin kapitalist düzeni iktisadi-toplumsal ve siyasal bir güç olarak dinsel gericiliği dışlayarak işleri götürme olanağını artık yitirmiştir. Sorun dinsel gericiliği dışlamak değil fakat yalnızca dengelemek, yani belli sınırlar ve ölçüler içinde tutmaktır.”
Bu temel önemde gerçek üzerinde pek az durulmaktadır. Oysa sarsıntısız bir geçiş durumunda bu, AKP’nin elindeki en büyük kozlardan biridir. İktidara fiilen ortak olarak kalmak, böylece devlet bünyesindeki gücünü çözülmelerden ve ayıklamalardan mümkün mertebe koruyabilmek, ilk fırsatta da dizginleri yeniden ele geçirmek onun pekâlâ deneyebileceği bir başka çıkış yolu olabilir. Bu türden bir ihtimali ya da hesabı tümden boşa çıkarabilecek olan yalnızca kitlelerin aktif eylemli basıncı, yani bir halk hareketidir. Halk hareketi daha bugünden bürokraside çözülme yaratmanın, dinci-faşist koalisyonu çatlatmanın ve giderek AKP’nin dağılmasını sağlamanın biricik olanaklı yoludur. Bu olmadığı sürece AKP seçimi yitirse bile iktidar üzerindeki denetimini korur ve yamalı bohça düzen muhalefeti gerçeği gözetildiğinde, çok geçmeden gerisin geri başa geçme olanağı bile bulabilir.
“Krizin ağırlaştığı bugünkü koşullarda gündemde yeni bir seçim var. Devrimcilerin görevi dikkatleri seçim sandığına değil sınıf ve kitle eylemine, fabrikalara ve işletmelere, sokaklara ve alanlara odaklamaktır. Krizin gündeme getirdiği saldırı dalgasına karşı işçilerin ve emekçilerin direnişini örgütlemektir. Bu öteki herşeyin tabi kılınacağı ana eksen olmalıdır. Bu çerçevede gündeme gelebilecek her gerçek kitle eyleminin etki ve kazanımı, kitlelerin birliğine, eğitimine, örgütlenmesine ve mücadele azmine katkısı, seçim sandığından elde edileceği umulan her türlü başarıdan çok daha üstün, anlamlı ve kalıcı olacaktır. Bu gerçeği anlayıp anlamamak, devrimcilik ile reformizm arasındaki derin ayrım çizgisini ortaya koyar.” (TKİP VI. Kongresi Bildirgesi)
Bu değerlendirme de dört yıl öncesine aittir ama içerdiği uyarı solun bugünkü zaaflı davranış çizgisine tam olarak oturmaktadır. O zaman gündemde olan birkaç ay sonra yapılacak olan yerel seçimlerdi. Bugünse yeni bir genel seçime normal koşullarda henüz bir yıl var. Ama reformist solun hemen tüm kesimleri şimdiden seçim hazırlıklarına, seçimde izlenecek politikaya, bu kapsamda ittifak görüşmelerine, aday belirleme toplantılarına, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci ve ikinci turuna ilişkin tutum açıklamalarına vb. odaklanmış durumdadırlar.
2023 yılının Türkiye için kritik bir yıl olacağı tartışmasızdır. Zira devleti ele geçirmiş ve topluma halen çok şey dayatmayı başarmış olsa da dinci-faşist koalisyon hala da kendi düzenini oturtabilmiş değildir. Seçim yoluyla ya da seçimleri boşa çıkarmanın bir yolunu bularak iktidarı elde tutmayı başarırsa eğer, kısa vadede toplumun üzerine yeni düzeyde bir karabasan gibi çökeceği de yeterince açıktır. Elbette bunun ağır ve ezici sonuçlarını herkesten çok işçi sınıfı ve emekçiler ile toplumsal muhalefet ve ilerici-devrimci hareket yaşayacaktır. Bütün bunlar dinci-faşist iktidarın hesaplarını boşa çıkarmanın devrimci açıdan çok özel önemini açıklıkla ortaya koymaktadır.
Fakat bütün sorun, bunun devrimci konum üzerinden nasıl yapılacağı, ya da daha somut olarak, devrimci hareketin kendi bu alandaki misyonunu nasıl yerine getireceği sorunudur. Yukarıya aldığımız TKİP VI. Kongresi değerlendirmesi, bu açıdan tutulması gereken yola işaret etmektedir. Dikkatleri seçim sandığına yöneltmek, peşinen düzen muhalefetinin yedeğine düşmektir. Bu niyetlerle değil olayın mantığı ile ilgili kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Kaldı ki bunu niyet olarak da şimdiden açığa vuranlar var. Sol adına bazıları düzen muhalefetine seslenerek, “düzgün bir aday gösterin, bu işi ilk turda bitirelim” diyebilmektedirler. Daha temkinli davrananlarsa, ikinci turda elbette ki “sorumluluklarının gereğini” gözeteceklerinden dem vurabilmektedirler. Tüm bu yollar düzen muhalefetinin yedeğine düşmeye çıkmaktadır. Bunun bir parçası olarak da kurulu düzenin yürütme organına başkan seçme skandalına (utancına!) varır.
Devrimciler kendi rollerini kendi konumları üzerinden, kendi sınıfsal alanlarında, kendi yol ve yöntemleriyle, dolayısıyla kitlelerin bilincini, mücadelesini ve örgütlenmesini geliştirmeyi hedef alan bir çizgide oynamakla yükümlüdürler. İşçileri ve emekçileri kendi acil istemleri üzerinden fiili-meşru bir çizgide mücadeleye çekmek, bu mücadeleyi büyütmek ve elbette dinci-faşist iktidara karşı bir halk hareketi boyutlarına ulaştırmaya çalışmaktır onların görevi. Güçlerinden ve olanaklarından bağımsız olarak bu böyle olmalıdır. Sorun hiçbir biçimde neyin ne denli başarılabileceği değildir. Sorun devrimci konum üzerinden bağımsız devrimci bir çizgide hareket edebilmektir. İlkelere dayalı devrimci bir çizgi üzerinden mücadeleyi büyütebilmek, mücadele mevzilerini çoğaltabilmektir.