Üç ayı geride bırakan Ukrayna savaşının daha şimdiden dünya ölçüsünde çok önemli siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel sonuçları oldu. Bu onun son otuz yılda ABD emperyalizmi ve müttefikleri tarafından gündeme getirilen çok sayıda yerel savaştan temel önemde farkını göstermektedir.
ABD ve batılı emperyalist müttefikleri, 1991’de Irak’a yönelik ilk emperyalist savaştan başlayarak, her seferinde güçsüz ve savunmasız şu veya bu ülkeye (Irak, Yugoslavya, Afganistan, Suriye, Libya vb.) keyfi biçimde çullanmışlardı. Fakat bu savaşların etki ve sonuçları yerel düzeyde kalmış, en fazla savaş alanını çevreleyen coğrafyayı kapsamıştı. Çin ve Rusya gibi ülkelerse geleceğe dönük olarak taşıdıkları kaygılara rağmen her defasında olup bitenleri izlemekle yetinmişlerdi (Rusya payına bunun tek istisnası, belirli bir tarihten sonra Suriye oldu).
Ukrayna’da durum bu açıdan tümüyle farklıdır. Bunun gerisinde ise savaşta karşı karşıya gelen güçler tablosu vardır. Görünürde bu kez Rusya kendi emperyalist kaygı ve hesapları doğrultusunda Ukrayna’ya yerel bir müdahalede bulunmuştur. Gerçekte ise Ukrayna üzerinden ABD emperyalizmi ve Batılı emperyalist müttefikleri ile Rusya çok yönlü ve boyutlu bir savaş halindedirler. Ukrayna bu büyük çatışmanın yalnızca bir sahnesi ve Ukrayna halkı ise masum bir kurbanıdır. Savaş gerçekte Batılı emperyalistler ile Rusya arasında sürdüğü içindir ki, yol açtığı önemli ve kapsamlı sonuçlar da tüm dünyayı dolaysız olarak etkilemektedir. Bunun iktisadi, siyasi ve askeri planda ortaya çıkaracağı yeni güç dengeleri ve genel dünya tablosu önümüzdeki dönemde daha da belirginleşecektir.
Yine de yol açtığı büyük sarsıntılarla Ukrayna krizi, günümüz dünyasının temel gerçeklerine daha şimdiden önemli yeni açıklıklar sağlamıştır. Özellikle de emperyalist dünyanın güç dengeleri ve iç ilişkileri alanında. Söz konusu olan hiç de temel olgu ve eğilimlerdeki yenilik değildir. Fakat bunların geniş çaplı bir uluslararası krizin sınamasından geçerek böylece daha bir açıklık ve kesinlik kazanmasıdır.
Açıklık ve kesinlik kazanan olguların başında, emperyalist dünyadaki hegemonya krizinin yeni tablosu gelmektedir. ABD, batılı müttefiklerinin blok desteğine rağmen, Rusya’yı dünyanın geri kalanında tecrit etmekte ve böylece görülmemiş kapsamdaki ambargolarla ekonomisini çökertmekte başarısızlığa uğramıştır. Öylesine ki Asya’da güçlü ilişkilere sahip olduğu Hindistan’ı, Ortadoğu’daki temel dayanakları sayılan İsrail ile Suudi Arabistan’ı bile Rusya’yı tecrit çabalarına dahil edememiştir. Latin Amerika’dan Afrika’ya gerçekte şu veya bu düzeyde emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde olan bir dizi ülke, ABD ve emperyalist müttefiklerinin baskı ve dayatmaları doğrultusunda hareket etmekten geri durabilmişlerdir. Tüm bunlar bir arada, ABD’nin emperyalist dünyanın hegemon gücü olmak konumunu dönüşsüz biçimde yitirdiğinin tescili sayılmalıdır. Ukrayna savaşı çok kutuplu dünya gerçeğini artık tartışmasız bir olgu olarak gözler önüne sermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen Amerikan Barışı dönemi tamamen sona ermiştir.
Savaşın ardından Avrupalı emperyalistlerin firesiz olarak ABD emperyalizmi ekseninde kümelenmesi, NATO’nun belirgin bir tutumla öne çıkması ve iki İskandinav ülkesiyle genişleyecek olması, Avrupa enerji piyasasının giderek Amerikan enerji tekellerinin eline geçmesi, NATO’nun yeni bir düzeyde silahlandırılmasının Amerikan savaş tekellerine çok karlı yeni pazarlar açması vb. gelişmeler bu konuda yine de yanıltıcı olmamalıdır. Tüm bunlar gerçektir, ama bu gerçeğin yalnızca bir yönüdür. Dahası ilk bakışta göze çarpan olduğu ölçüde, daha derinde duran ama daha da önemli olan asıl gelişmeleri perdelemektedir.
Özellikle Amerikancılar yukarıda sıraladıklarımızı ABD emperyalizminin uluslararası liderlik konumuna yeniden güçlü bir biçimde dönmesi olarak sunmaya çalıştılar. Bunu böyle sunanlar, batılı emperyalist dünyanın iç ilişkilerindeki geçici bir düzelmeyi, dünya güç ilişkilerinin genel tablosuyla karıştırmaktadırlar. ABD’nin batılı emperyalist kamp içindeki konumunu bugün için yeniden güçlendirdiği bir gerçektir. Fakat bu dünya liderliğinden farklı bir konumdur. Amerikan emperyalizmi bu ikincisini dönüşsüz bir biçimde yitirmiştir. Karşısında artık ona açıkça meydan okuyabilen güçler vardır. Rusya Ukrayna savaşı üzerinden bu meydan okumayı siyasal ve askeri planda sarsıcı biçimde somutlamıştır. Çin ise bunu daha sakin ve soluklu biçimde ama tüm cephelerde halen etkili bir biçimde sürdürmektedir. ABD emperyalizminin Uzak Doğudaki kışkırtıcı açıklama ve adımlarını Rusya’dan aşağı kalmayan bir kararlılıkla karşılamaktadır. ABD emperyalizminin izlediği saldırgan politikaların bu iki ülkeyi, Rusya ve Çin’i birbirine daha da yakınlaştırması bu meydan okumalara ayrı bir güç ve anlam da kazandırmaktadır.
Ukrayna savaşının ardından Batıda asıl önemli gelişme, Almanya’nın yeniden geniş çaplı bir silahlanma yolunu tutmasıdır. Bu gerçekte Batılı emperyalist kamp içindeki kenetlenmenin orta vadedeki en zayıf noktasıdır. Alman emperyalizmi Ukrayna savaşını bir fırsata çevirerek bu alanda denebilir ki tarihi önemde bir hamle yapmıştır. Henüz herhangi bir biçimde dışa vurulmasa da, bu adımın daha şimdiden Avrupa’nın kendi bünyesinde geleceğe dönük kaygılar uyandırdığından kuşku duyulmamalıdır.
Almanya iktisadi, mali ve elbette politik planda çoktandır Avrupa’nın tartışmasız lideridir. Fakat Avrupa’nın öteki büyük güçleri, özellikle de Fransa ve İngiltere, onu askeri açıdan dengeliyor ve tamamlıyor olmanın güveni ve rahatlığı içinde idiler. Oysa tuttuğu yolda ilerlediği takdirde (ki kuşkusuz öyle de olacaktır!) Almanya aynı zamanda askeri açıdan da Avrupa’nın lideri konumuna yerleşecektir. Halen bir nükleer güç olmaması bu konuda yanıltıcı olmamalıdır. Son otuz yılda önüne çıkan fırsatları en iyi biçimde değerlendirerek, İkinci Dünya Savaşı’ndaki ağır suçlarının ürünü bir dizi engeli ya da sınırlamayı sıçramalı adımlarla aşmayı başarmış bir Almanya var orta yerde.
Kısa vadede tüm AB’yi kendi ekseninde hizalamış olmanın mutluluğunu yaşıyor görünse de, Almanya’nın yeniden geniş çaplı bir silahlanma yolunu tutmasının herkesten çok ABD’yi rahatsız edeceği de kesindir. Bu çerçevede Sovyetler Birliği’nin dağılmasını izleyen tutum ve tartışmaları yeniden hatırlamak aydınlatıcı olacaktır. Almanya o sıra bugünle kıyas kabul etmez ölçüde zayıf bir konumdaydı. Buna rağmen yeniden silahlanmasına ilişkin tartışmalarda, özellikle ABD ve İngiltere, kesin bir tutumla karşıt bir konumda idiler. Bugünlerde hesapsız ve tahrik edici adımları nedeniyle Ukrayna krizinde sorumluluk taşıdıklarını dile getirerek bizzat ABD ve müttefiklerini eleştiren ve uyaran Henry Kissinger, ‘90’lı yılların başındaki tartışmalarda Almanya’nın silahlanmasına karşı çıkarken, dosdoğru iki dünya savaşına işaret ediyor ve şunları söylüyordu: Biz batılılar 20. yüzyılın iki dünya savaşını hiç de artık yıkılan Sovyetler Birliği’ne karşı değil fakat tam da kendi aramızda yapmıştık! Böylece dünya savaşlarının emperyalist karakterini de en veciz bir biçimde dile getirmiş oluyordu. Ve bunu tam da Almanya’nın kontrolsüz bir silahlanmasına neden karşı durmak gerektiğini gerekçelendirirken yapıyordu.
Başta Kissinger ve Brzezinski olmak üzere Amerikan emperyalizminin en etkili akıl hocaları, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Avrupa’da Almanya için yarattığı tarihi fırsatları ve dolayısıyla ABD için riskleri daha o günden bütün açıklığı ile görüyor, bunun dizginlenmesi ve denetim altında tutulması için politikalar öneriyorlardı. Her defasında AB genişlemesini önceleyen NATO genişlemesi bu politikalardan biri, dahası birincisiydi. Özellikle İngiltere ve Polonya üzerinden Avrupa’da ayrı bir potansiyel güç ekseni oluşturmak bunun bir başka örneği idi. Bu Almanya-Fransa eksenine karşı Amerikancı bir Avrupa ekseniydi. (Nitekim AB dışındaki İngiltere halen Ukrayna krizini bu konuda yeni bir fırsata çevirme çabası içinde.) Ve nihayet Rusya ile Almanya arasında stratejik sonuçları olacak türden bir yakınlaşmayı kesin olarak engellemeye yönelik politikalar. (Ukrayna konusunda ABD tarafından izlenen kışkırtıcı politikanın temel hedeflerinden biri başından itibaren buydu.)
Ukrayna savaşının ardından ABD’nin NATO’da ve Avrupa’da konumunu yeniden güçlendirmiş olmasının ise, tersinden Almanya’yı (yanısıra özellikle Fransa’yı) rahatsız ettiği de gerçeğin öteki yönüdür. Yine de bunu görmezlikten gelmek Almanya için amaca daha uygundur. Zira onun için bugün önemli olan, tam da Ukrayna savaşı sayesinde, kendisine yeniden sınırsızca silahlanma yolunun açılmış olmasıdır. Bu büyük bir stratejik kazanımdır ve Almanya’yı emperyalist dünyanın yarınki güç ilişkilerinde daha etkin yeni konumlara hazırlayacağına kuşku yoktur.
Bütün bunlardan çıkan sonuç, batılı emperyalistler arasında bugün pekişmiş gibi görünen ilişkilerin gerçekte yapısal zaaflar taşıdığı, dolayısıyla yeni gelişmelere bağlı olarak yeniden gevşeme, hatta giderek çözülme potansiyeli taşıdığıdır.
TKİP, Ukrayna savaşının hemen ardından yaptığı kapsamlı değerlendirmede, savaşın muhtemel iktisadi ve sosyal sonuçları konusunda şunları söylemişti:
“11- Öte yandan, günümüzün dünya kapitalist ekonomisi, birbirine bin bir bağla sıkı sıkıya bağlı organik bir bütündür. Dolayısıyla şu veya bu ülkeyi hedef alan ekonomik-finansal ambargo, aynı zamanda sistemin bütününü de gerisin geri vuran bir silahtır. Hele de hedef ülke, ekonomisi önemsiz nispeten küçük bir ülke değil de, özellikle pazar ve hammadde kaynağı bakımından son derece önemli bir büyük ülke olarak Rusya’ysa. Rusya’ya uygulanan ambargo Batılı kapitalist tekeller kadar özellikle yakıt ve gıda fiyatları üzerinden geniş tüketici kitlelerini de derinden etkileyecek, böylece sistemin çok yönlü krizini de ağırlaştıracaktır.” (Emperyalist Dünya ve Ukrayna Krizi, 27 Şubat 2022)
Savaşı izleyen üç aylık tablo bu değerlendirmeleri doğrulamıştır. Gelinen yerde savaşın kendisinden çok yol açtığı iktisadi ve sosyal sonuçlar, özellikle de enerji ve gıda fiyatlarındaki sonu belirsiz artışlar öne çıkmakta, bu durum dünya ölçüsünde çok geniş kitlelerin yaşamını dolaysız olarak etkilemektedir. Son iki yıldır pandeminin yarattığı yükleri kitlelere fatura eden kapitalist hükümetler, bu alanda henüz hiçbir soluklanma yaşanmamışken şimdi de buna Ukrayna savaşının küresel etkilerinin yarattığı yükleri eklemiş durumdalar. Silahlanmaya ayrılan devasa mali kaynaklar durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Batılı hükümetler Rusya’yı şeytanlaştırarak bu politikayı kitlelere kabul ettirmek doğrultusunda halen hummalı bir çaba içindeler. Ama her geçen gün bu çabanın etkisini zayıflatmakta, emekçiler arasında savaş gerçeğine ilişkin yeni sorgulamaların önünü açmaktadır. Bu onları savaşın gerçek nedenlerini yanısıra, neden savaşı durdurmak için gerçek bir politik-diplomatik çaba yürütülmediğini de sorgulamaya itecektir. Savaşın uzaması sosyal krizi ağırlaştıracak, böylece sosyal hoşnutsuzluğa yeni boyutlar ekleyecektir. Kitlelerin en hayati ihtiyaçlarının karşılanması ile militarizm ve savaş karşıtlığı arasındaki bağ daha görünür hale gelecektir.
Rusya’ya karşı uygulanan kapsamlı ambargonun asıl yıkıcı sonucu, kapitalist dünya ekonomisinin işleyişinin belirgin biçimde bozulması olmuştur. Finansal ve ticari sistemdeki bütünlük ortadan kalkmış, sermaye ve meta dolaşımı belirgin biçimde zaafa uğramış, bu arada sistemin işleyişinde yerleşik ve dokunulmaz gibi görünen uluslararası kurallara olan güven yerle bir olmuştur. Batılı emperyalistlerin bu alanda sahip oldukları üstünlükleri böylesi kriz anlarında birer saldırı aracına dönüştürmeleri deneyimi, kaçınılmaz olarak daha şimdiden alternatif çözüm arayışlarını hızlandırmış, böylece de yeni finansal ve ticari bloklaşmaların önü açılmıştır. Savaşın bir biçimde sonuçlanmasının ardından bu süreçler elbette hız kesecek, muhtemelen şimdiki histerinin tahribatı da belirli sınırlarda onarılacaktır. Ama artık eskiye dönüş olmayacak, olamayacaktır. Ukrayna kriziyle birlikte bu alanda yaşananlar hiçbir biçimde unutulmayacak, dolayısıyla kapitalist-emperyalist dünyanın yeni iktisadi düzeni bunu gözeten yeni adımlar ve önlemlerle biçimlenecektir.
Ukrayna savaşının daha şimdiden açığa çıkan çok önemli ideolojik, kültürel ve moral sonuçları da var. Bunlardan denebilir ki en önemlisi, batı toplumlarının derinliklerinde hep yaşayagelen ırkçılığın Ukrayna savaşıyla birlikte kendini Rus olan herşeye düşmanlık üzerinden en kaba biçimler içinde açığa vurmasıdır. Aynı ırkçı zihniyet aynı kabalıkta hükümetlerce izlenen mülteci politikaları üzerinden de açığa çıkmıştır. Bugün Ukrayna için hiç değilse görünürde histerik bir duyarlılık gösteren emperyalist Batı dünyası, bizzat sorumlusu ve yürütücüsü olduğu savaşların yol açtığı insani sorunlara karşı tam bir ilgisizlik içinde olmuştur. Bugün savaştan kaçan Ukraynalılara kapılarını ardına kadar açanlar, uzun yıllardır bizzat kendilerinin sebep olduğu savaşların mağdurlarına kapılarını sımsıkı kapatmak için her yola başvurabilmişlerdir.
Ukrayna krizi ve savaşı, emperyalist Batının o pek övündüğü liberal demokrasisinin gerçek sınırlarını da ortaya koymuştur. Savaş patlak verir vermez Rus kaynaklarından haber almak hak ve olanağı resmen ve fiilen ortadan kaldırılmış, kitleler Batılı kaynakların tek yanlı enformasyon ve propagandasına mecbur ve mahkûm bırakılmıştır. Tek yanlı olarak şartlandırılmış resmi kamuoyunun özel basıncı altında, düşünce ve ifade özgürlüğüne de büyük darbeler vurulmuştur. İnsanlar düşünce açıklamaya ve kendi kabulleri doğrultusunda tutum almaya zorlanmışlardır. Siyasal kriz ya da savaş durumlarında temel hak ve özgürlüklerin anında baskı altına alınması, duruma göre tümden ortadan kaldırılması, tarihsel olarak Batının o pek övünülen liberal geleneğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ama resmen içinde yer almıyor göründükleri bir savaş durumunda bile bunu yapanların, savaşın doğrudan tarafı durumuna geldiklerinde daha neler yapabileceklerini kestirmek zor değildir.
Alman İmparatoru II. Wilhelm, baş suçlularından biri olduğu birinci emperyalist dünya savaşı patlak verir vermez, “artık parti ayrımlarını tanımıyorum, hepimiz artık yalnızca Almanız!” mealinde sözler sarf etmişti. Bugün Batı dünyasında, hele de II. Wilhelm’in ülkesinde, durum tam olarak budur. Barış hareketlerinden kök alan Yeşiller partisinin militarizmin, silahlanmanın ve savaşta aktif taraf olmanın en hararetli savunucusu kesilmesi bu açıdan yeterince açıklayıcı sayılmalıdır. Bu çok şaşırtıcı olmadığı gibi yeni de değildir. Yugoslavya savaşı sırasında Alman Anayasasında yer alan dış krizlere askeri müdahale yasağını sosyal-demokratlarla birlikte onlar kaldırmışlardı. Şimdi de Ukrayna savaşı patlak verir vermez, yine aynı sosyal-demokrat ortaklarıyla birlikte, bu kez Almanya’yı yeniden silahlandırmak politikasını onlar uygulamaya geçiriyorlar. Alman emperyalizmine ve militarizmine yolu düzlemek nedense her seferinde “sol”da sayılan bu iki partiye düşüyor. Bunun bir rastlantı olduğuna inanmak için budala olmak gerekir.
ABD emperyalizminin kendisine bin bir bağla bağlı Ortadoğu devletlerini Rusya’ya karşı istediği türden bir tutuma yöneltememesi, Ukrayna savaşının açığa çıkardığı önemli bir olgu olmuştur. İsrail Rusya’yla güçlü ilişkilerini zedeleyecek hemen hiçbir adımın bir parçası olmamıştır. Suudi Arabistan ile Körfez ülkeleri de ambargolara katılmadıkları gibi halen petrol arzının artırılmasına yönelik baskılara da direnebilmektedirler. Bu dikkate değer tutumları da dünya güç dengelerindeki büyük değişime ve bunun bu türden ülkelere açtığı geniş manevra alanına bir gösterge saymak gerekir.
Ama yazık ki Ortadoğu’da bunun bedelini bir kez daha Filistinliler ödeyecekler. Filistin halkının yalnız bırakılması yeni bir durum değildir. Önemli bir bölümüyle Arap devletleri Filistin davasına açık ihanet safhasına çoktan geçtiler. Bu kervana son olarak Tayyip Erdoğan Türkiye’si eklendi. İsrail uluslararası ilişkiler alanında şimdi her zamankinden daha güçlü ve rahat. Ne yazık ki bunun acısını Filistin halkı çekmeye devam edecek.
Türkiye’ye gelince. Önce aşağıdaki pasajları okuyalım:
“Kriz patlak verdiğinden beri hükümet üzerinden resmi çevrelerin takındığı tavır ile sermaye medyasının olayı sunuş tarzına bu açıdan tam bir yüzsüzlük egemendir. Onlara göre, Türkiye bu krizin tarafı olmadığı gibi taraflara eşit mesafedeki konumuyla çözümüne katkı sağlayabilecek en önemli bölge ülkesidir de. Konumu, krizin taraflarıyla rahatça konuşmaya ve onları öteki bölge ülkeleriyle birlikte ortak çıkarlarda uzlaştırmaya uygun biricik ülke de Türkiye’dir. Bu söylem buna inandırıcılık kazandırmaya yönelik bazı girişimlerle de desteklenmektedir…”
“Kriz patlak verdiğinden beri basında sürekli yinelenen bir öteki söylem ise şu oldu: Türkiye bu krizin tarafı olmadığı halde mağduru olmak riski ile yüz yüzedir. Zira Rusya ile yıldan yıla gelişen çok kârlı ekonomik ve ticari ilişkileri vardır; krizin büyümesi ve kontrolden çıkması bu ilişkilere büyük zarar verebilir, Türkiye hak etmediği mağduriyetlerle yüz yüze kalabilir...
“İşin aslında güncel planda bütün mesele de budur, sergilenen onca yüzsüzlüğün gerisinde tüm da bu alandaki sıkıntı vardır. Sorun Türk burjuvazisinin stratejik tercihleri ile taktik çıkarları arasındaki boğucu sıkışmadan doğmaktadır. Rusya güçsüz ve çaresiz konumdayken, dolayısıyla da sorunsuzca kuşatılırken, bunları bağdaştırmak kolaydı. Oysa patlak veren kriz ve bunun Rusya’nın meydan okumasına dönüşmesi, bu kolay bağdaştırma döneminin de sonu anlamına gelmektedir…”
Sanılabileceği gibi bu değerlendirme ne yenidir ne de Ukrayna krizine ilişkindir. 2008’de patlak veren Gürcistan krizi ve savaşı sonrasına ilişkindir. Ama dinci-faşist iktidarın Ukrayna krizi ve savaşı sonrası tutum ve girişimlerine olduğu gibi oturmaktadır. (Gürcistan Krizi ve Türkiye, Parti Değerlendirmeleri- 3, Eksen Yayıncılık, s.273-74)
Yine de bugünkü krizde AKP iktidarının manevra alanının çok daha geniş olduğunu eklemek gerekir. Bunun gerisinde yukarıda andığımız Ortadoğu ülkelerine o beklenmedik tutumu almak olanağı veren aynı gerçekler var. Türkiye’nin bir NATO ülkesi olması burada bir handikaptan çok ek bir olanak olarak işe yarıyor. Rusya bu konumdaki bir ülkenin ambargoya katılmamasını her şeye rağmen çok önemli bir tutum sayıyor ve elbette haz etmediği tüm ötesini böylece sineye çekiyor. Öte yandan batılı emperyalist kamp da kendi yönünden benzer bir yaklaşımla hareket ediyor. Türkiye’nin Rusya’ya karşı izledikleri kaba saldırgan çizginin dışında kalmasını hoş karşılamıyorlar ama yine de kritik bir karşı karşıya gelişte onun kendi yanlarında duracaklarından bir kuşku duymayarak duruma katlanıyorlar.
Burada şimdilik şu kadarını da ekleyelim: Siyonist İsrail’in kullanabildiği manevra alanının bedelini nasıl Filistinliler ödüyorlarsa, Türkiye’nin dinci-faşist iktidarının kullanabildiği manevra alanının bedelini de bölgesel düzeyde halen Kürtler ödüyorlar.