Logo

Filistin sorunu ve direnişin sorunları - H. Fırat


7 Ekim Aksa Tufanı eyleminden bir hafta sonra, 14 Ekim 2023’te verilmiş bir konferansın Filistin konulu bölümüdür. Yayınlanmak üzere elden geçirilmiş, kısaltılmış ve ara başlıklar konulmuştur...

Ortadoğu, Filistinliler, Kürtler

Partimizin uluslararası durumu ele alan temel metinlerinde, bu arada özellikle de kongrelerinde, Ortadoğu genellikle ana başlıklardan biri olarak ele alınagelmiştir. Bu kapsamda emperyalist müdahaleler, işgaller ve savaşların yanı sıra, bölge düzeyinde Kürt sorunu ile Filistin sorunu üzerinde her zaman özel bir biçimde durulmuştur. Buna, Filistin’de yaşanan son gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak bakımından partimizin mevcut düşünsel birikiminin taşıdığı öneme işaret etmek üzere değinmiş oluyorum.

Ekim’in “Ukrayna sonrası dünya” başlıklı başyazısının (Haziran 2022, Sayı: 323) ara bir bölümü dünyadaki gelişmelerin Ortadoğu’ya yansımalarını ele alıyor, bunun bölge ülkeleri için sağladığı manevra alanına da işaret ediyor ve şu cümlelerle sona eriyordu: “Burada şimdilik şu kadarını da ekleyelim: Siyonist İsrail’in kullanabildiği manevra alanının bedelini nasıl Filistinliler ödüyorlarsa, Türkiye’nin dinci-faşist iktidarının kullanabildiği manevra alanının bedelini de bölgesel düzeyde halen Kürtler ödüyorlar.”

Bu değerlendirmenin ışığında dönüp olaylara bakalım. Filistin’deki son gelişmelerin hemen öncesinde, Türk sermaye devleti tarafından Rojava bombalanıyor, sivil altı yapı kuralsızca yerle bir ediliyordu. Şimdi aynı şey Gazze’de yapılıyor, her yer bombalanıyor ve hemen her şey yerle bir ediliyor. Gazze’deki son gelişmeler olmasaydı, Rojava’daki yıkım çok daha ağır olacaktı. Türkiye ve İsrail devletlerinin saldırı yöntemleri ve hedefleri birbirine öylesine benziyordu ki, dinci-faşist iktidar bu rahatsız edici durum karşısında bir yerden sonra kendini dizginlemek zorunda kaldı.

Ortadoğu’da yaşananlar ne olursa olsun, sonuçta bölgenin hemen tüm halkları şu veya bu ölçüde bedel ödüyorlar, yalnızca Filistinliler ve Kürtler değil. En büyük bedellerden birini yıllar boyunca iç savaş ve dış müdahaleye sahne olan Yemenliler ödediler. Benzer bir durum Libya’da yaşandı, hala da yaşanıyor. Uzun yıllar boyunca Irak ağır bir insani ve maddi bedel ödedi. 2011’den itibaren Suriye çok ağır bir yıkıma sahne oldu, yüzbinlerce insan öldü, milyonlarcası yerinden yurdundan oldu. Yani Ortadoğu’da emperyalist politikaların bedeli sonu gelmez bir biçimde bölge halklarına ödetiliyor. Filistinliler ve Kürtler zaman zaman ön plana çıkıyorlar. Ne de olsa ulusal kölelik koşulları altında tutulan uluslar bunlar. Sınırlı bazı ulusal kazanımları var ama bunlar da her an saldırı ve tehdit altında. Halen Gazze ve Rojava üzerinden görülebildiği gibi.

Ukrayna sonrası ve 7 Ekim öncesi

Ukrayna savaşı sonrası dünyada, Ortadoğu sözkonusu olduğunda, iki önemli nokta öne çıkıyordu. Bunlardan ilki, Ukrayna savaşıyla birlikte dünyada yeni bir dönemin başlamış olmasıydı. ABD’nin emperyalist hegemon güç olma döneminin bittiği, Ukrayna sonrasında kesinlik kazandı. Bu çok da yeni bir durum değildi kuşkusuz. Ama Rusya’nın Avrupa’nın göbeğinde böyle bir savaşa girişebilmesi, kapitalist dünyanın bütününde artık hegemon bir emperyalist gücün kalmadığının kesin bir ilanı oldu. ABD artık yalnızca Batının ve NATO’nun emperyalist lider gücüydü.

Bu yeni güç dengesi, Pax Amerikana’nın sona ermesi, rejimlerinin niteliğinden bağımsız olarak çeşitli devletlere geniş bir manevra alanı sağladı. ABD’nin hegemonya konumuna son veren yeni güçlerin yükselişiydi. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, birtakım başka ülkeler, son yirmi yıldır çok kutuplu dünya arayışı içinde idiler. Güç dengelerindeki bu belirgin değişim çeşitli devletlere uluslararası ilişkilerde dünden daha geniş bir manevra alanı sağladı. Artık alışılmış ilişkilerin dışına çıkılabiliyor, düne kadar pek mümkün olmayan tutum ve tercihler ortaya konulabiliyor. Örneğin Çin, İran ile Suudi Arabistan’ı bir araya getirerek iki ülke ilişkilerinde yumuşamanın önünü açabiliyor. Bu hem dünyadaki yeni güç dengelerinin hem de bunun ikincil konumdaki çeşitli devletlere sağladığı önemli manevra alanının bir göstergesidir. Çeşitli devletler konum, imkân ve güçleri ölçüsünde bundan şu veya bu biçimde yararlanabiliyorlar. Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Suudi Arabistan, Türkiye vb...

Türkiye söz konusu olduğunda, bu gerçekte çok yeni bir durum da değil. Daha Sovyetler Birliği döneminde bile güç dengelerinin sağladığı bir manevra alanı vardı ve Türkiye’yi yöneten hükümetler bundan kendilerince yararlanıyorlardı. Nitekim bir dizi temel önemde sanayi tesisi bu sayede, Sovyetler Birliği’nin sunduğu imkanlarla kurulabilmişti. Daha ‘60’lı ve ‘70’li yılların iki kutuplu dünyasında belli manevra alanlarından yararlanmak olanaklıydıysa, bugün bu haydi haydi olanaklıdır. En Amerikancı rejimler bile ABD’ye rağmen bazı yeni tercihler, ilişkiler ve davranışlar içine girebiliyorlar artık. Dayatılan ambargolara katılmayı reddediyorlar örneğin. Çin ya da Rusya ile ticaretlerini ulusal paralar üzerinden yapan ülkelerin sayısı giderek çoğalıyor. Böylece doların dünya egemenliği de adım adım darbe yiyor. Bu, güç dengeleri açısından, artık dünden daha farklı bir dünyadır.

Ortadoğu’daki yeni özgün durumun bir yönü budur. Öteki yönü ise, Abraham Anlaşmaları olarak anılan süreçler, gerici Arap devletlerinin Filistin davasını artık resmen de terk etmesi anlamına gelen gelişmelerdir. Filistin sorununda “iki devletli çözüm” aldatmacasının bile artık bir yana bırakılması, İsrail ile her alanda ilişkilerin geliştirilmesidir burada sözkonusu olan. Bunu bu konuda İsrail politikasına teslimiyet olarak da düşünebiliriz. İsrail geçmişten bugüne “iki devletli çözüm”den yana olmadı ve bugün hiç değil. Oslo Antlaşması o aşamaya özgü bir aldatmacaydı. Çok geçmeden de emperyalistler ve siyonistler tarafından buruşturulup çöpe atıldı.

Ama bu arada bu antlaşmayla İsrail’in Arap dünyasında tanınmasının önü açılmış, FKÖ kendi devrimci demokratik konum ve programını terk etmiş, böylece siyaseten intihar etmişti. Filistin’de dinci İslamcı örgütlerin direnişin önderliğini ele geçirmesi tam da bu sayede olanaklı olabildi. Sonuçta bu da siyonist İsrail’in işine yaradı. Trump yönetimi döneminde gündeme gelen, daha doğrusu açığa çıkan, Abraham Anlaşmaları aşamasına, tam da bu süreçlerin ardından varıldı.

Abraham Anlaşmaları sürecinden 7 Ekim’e...

Abraham Anlaşmaları süreci Filistin davasının bitirilmesi girişiminin bir ifadesiydi. ABD kaynaklı projeye göre, Filistinliler temel ulusal haklarından yoksun kalacak ama ekonomik ve sosyal açıdan tatmin edileceklerdi. Yani devlet olarak var olmak hakkından yoksun bırakılmış Filistin halkı, güya iktisadi ve sosyal refahla tatmin ve teselli edilmiş olacaktı. Abraham Anlaşmalarının Filistin halkına vadettiği, daha doğru bir ifadeyle dayattığı buydu. Yani kendi öz vatanlarında devlet olarak var olmak hakkı başta olmak üzere, temel ulusal haklarından yoksun bırakılacaklardı Filistinliler.

Gerici Arap devletleri peyderpey bu sürece katılıyor, buna uygun adımlar atıyor, örtülü ya da açık biçimde İsrail ile ilişkilerini geliştirip güçlendiriyorlardı. Eylül ayında, Birleşmiş Milletler toplantısı için ABD’de bulunan Suudi prenslerinden biri, kendi ülkesi adına Amerikan televizyonlarına bunun müjdesini de veriyordu. İsrail ile barış sürecinde epeyce ilerleme kaydettiklerini, yakında daha sevindirici haberler vereceklerini duyuruyordu. Filistin davası artık gerici Arap devletlerinin gündeminden çıkmıştı.

Aynı şekilde, Türkiye’deki dinci-faşist rejimin gündeminden de... Tayyip Erdoğan yönetimi, siyonistlerin dayatması karşısında Hamas liderliğini Türkiye’den kovmuş, İsrail ile ilişkilerini hızla düzeltme yoluna girmişti. Eylül ayında BM’de Netanyahu ile Tayyip Erdoğan’ın gösterişli buluşması bu sürecin tepe noktasıydı. Ortadoğu’daki toplam tablo, Filistin halkı ve davası için zor ve umutsuz bir görünüm sunuyordu.

Öte yandan, 7 Ekim’in hemen öncesinde, Filistin’de olayların sahnesi Gazze değil fakat Batı Şeria idi. Ağır kuşatma ve ambargo altında tutuluyor olsa da, işgal dışı ve kendi içinde homojen bir alan olduğu için Gazze daha sonraya bırakılmıştı. Batı Şeria’ya adım adım el koymak politikasının ürünü uygulamalar ise zıvanadan çıkmış, siyonist yerleşimciler gemi iyice azıya almışlardı. Sistemli bir mülkiyet gaspı eşliğinde yoğun bir terör ve cinayetler süreci yaşanıyordu. Siyonistler, Süleyman tapınağı dogmasına sarılarak, bu kez El Aksa’ya el koymak istiyor, böylece Kudüs’ün tümden gaspı için yeni bir büyük adıma hazırlanıyorlardı.

Tüm bunlar, İsrail’in dinci-faşist hükümetinin tam desteğinde, dahası doğrudan yönlendirmesiyle yaşanıyordu. Bugün İsrail’de bizdeki türden dinci-faşist bir koalisyon hükümeti var. Son derece bağnaz ve saldırgan, İsrail Yahudi toplumunun önemli bir kesimini rahatsız edecek denli. Bu hükümet resmen ve alenen Filistin topraklarını tümden gasp etmek politikası izliyor. Doğu Kudüs’te ve Batı Şeria’da yeni yerleşim yerlerini teşvik ediyor. Yahudi yerleşimciler için binlerce yeni konut yapıyor, buraları adım adım Filistinlilerden arındırmak politikası izliyor. Filistinlileri önce malından mülkünden, sonra da öz vatanlarından yoksun bırakmak politikası bu. Tüm siyonist hükümetlerin daha en başından beri itibaren izlediği o değişmez politika... İsrail devletinin kuruluşunun mayasında var bu. İsrail’in siyonist ideolojiye dayalı devlet ve toplum düzeni değişmedikçe, bu politikalar da değişmez. Dünden bugüne sorunun esası, Filistin sorununun kaynağı tamı tamına bu.

Filistin halkının meşru hakları var. Bunlar Filistin denilen tarihsel-kültürel coğrafya üzerinde var olmaktan gelen temel ulusal haklardır. Tarihsel açıdan meşru ve tartışılamaz haklardır bunlar. Ama yetmiş küsur yıldır siyasal açıdan ayaklar altına alınmış, fiilen gasp edilmişlerdir. Sorun salt tartışılamaz tarihsel haklardan da ibaret değildir. Filistin halkının ikinci emperyalist savaş sonrasını izleyen dönemde bağlayıcı uluslararası belgelere geçmiş kazanımları da var. BM’nin 1947 tarihli Taksim planı var, bugünkü sınırlardan alabildiğine farklı sınırları tanımlayan. Daha sonraları 1967 sınırlarının korunması üzerine alınmış Birleşmiş Milletler kararı var. Oslo’da imzalanmış o teslimiyet anlaşmalarında bile belli sınırlar içerisinde hakları, hukukları var Filistinlilerin.

Şimdi bütün bunlar tümden yok sayılıyor, kategorik olarak ortadan kaldırılmak isteniyor. Abraham Anlaşmaları aşaması tam da bu anlama geliyor. Abraham Anlaşmaları süreci, Filistinlilerin elinden tarihsel yurdunu, bağımsız bir devlet olarak var olma hakkını, tümden almak girişimidir.

7 Ekim: Yok sayılmaya başkaldırı!

7 Ekim öncesine kadar yeni proje ve yönelim işte buydu. Son derece umutsuz bir tablo sunan böylesi bir dönemde, Filistinli direniş örgütlerinin Gazze üzerinden yaptığı çıkış, tüm bu olumsuz gidişata etkili ve sarsıcı bir darbe oldu. Bu cüretli çıkış başta Filistin halkı olmak üzere, Arap ve Müslüman halklar arasında büyük bir heyecan yarattı. Dünyanın mazlum halkları tarafından sempatiyle karşılandı. Dünyanın dört bir yanında ilerici-devrimci akımlar tarafından İsrail’e vurulmuş önemli bir darbe olarak değerlendirildi ve desteklendi.

Öte yandan Abraham Antlaşmaları süreci zaafa uğradı. Filistin davasını tarihe gömmek üzere İsrail’e tam destek sunan emperyalist devletler bile, “iki devletli çözüm”ü yeniden telaffuz eder hale geldiler. İsrail ile ilişkileri yeniden düzeltmiş olmanın iktisadi ve mali meyvelerini devşirmeye çalışan Türkiye’nin dinci-faşist iktidarı beklenmedik bir açmazın içine düştü vb.

Umutsuzluğa düşürülmüş bir halkın kendi davasını canla başla savunma girişimidir 7 Ekim. Filistinli direniş örgütleri bunu bazı kabul edilemez hedeflere de yöneltmiş olsalar bile, genel planda alındığında yaptıkları çıkış tümüyle haklı ve meşrudur. Filistin davası buharlaştırılmak isteniyordu. Bir halk coğrafi temelinden koparılarak böylece tarihten silinmek isteniyordu. Uluslar tarihsel yurtları olan belirli toprak parçaları üzerinden vardırlar. Onları bu temelden yoksun bıraktınız mı, böylece ulus olarak varlıklarını ortadan kaldırmak doğrultusunda köklü bir adım atmış olursunuz. Günümüz dünyasında “etnik temizlik” olarak nitelenen politikanın mahiyeti ve amacı tam olarak budur. Buna karşı her yol ve imkanla direnmek, buna hedef olan mazlum bir halkın en doğal ve meşru hakkıdır.

7 Ekim eyleminin sivilleri kuralsızca hedef alan yönü kamuoyu önünde açık eleştiri konusu edilmeli midir sorusu üzerine:

Filistin sorununa ilişkin tabloyu bütünlüğü içinde vermek, yani sorunun gerçek özünü ve kapsamını ikinci plana itmemek kaydıyla, elbette bu yapılmalıdır. Siyasal İslamcılar bize her bakımdan uzak ve yabancı bir konum ve kimliği temsil etmektedirler. Bizim için sorun, son yetmiş-seksen yıldır her adımda topraklarından sürülen ve kendi öz vatanları gasp edilen mazlum bir halkın tümüyle haklı ve meşru ulusal varoluş mücadelesidir. Tarihten günümüze olup bitenlerin baş sorumlusu emperyalistler ve siyonistlerdir. Dinci akımların kabul edilemez tutum ve davranışları da sonuçta bunun bir acı meyvesi, bir tür yan ürünüdür. Bunu bugün İsrailli ilericiler bile söyleyebiliyor, İsrail Komünist Partisi olaya ilişkin açıklamasında dosdoğru söylüyor. Filistinlilerin üzerine o kadar gittiniz, onları öylesine nefes alamaz duruma getirdiniz ki, sonuç işte bu oldu diyebiliyorlar. Bizim de söyleyebileceğimiz aşağı yukarı budur.

Filistin direniş hareketi teknik organizasyon bakımından çok başarılı bir eylem gerçekleştirmiştir. Gözü pek bir çıkış yapmıştır. Ama sivilleri hedef alarak da haklı eylemini gölgelemiştir. Kuşkusuz siyonistler bu bahane olmasaydı bile kırk türlü başka bahane bulurlar, eylemi bunun üzerinden yine karalarlardı, bu ayrı bir sorun. Onlar zamanında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yüksek bir ahlaki duyarlılığa sahip devrimci militanlarını da gözü dönmüş teröristler olarak sunuyorlardı. Oysa o dönem direnişin kesinlikle bir ahlakı vardı. ‘60’lı, ‘70’li yılların Filistinli direniş örgütleri sosyalizmden, Marksizm’den etkilenen devrimci demokratik akımlardı ve başka türlü de davranamazlardı. Marksistinden devrimci demokratına kadar çok geniş bir yelpaze idi o dönemin direniş cephesi.

Dinci akımlar haklı bir direniş mücadelesi içinde olsalar bile, gerici-bağnaz konumları nedeniyle bu türden bir ahlaki duyarlılıktan yapısal olarak uzaktırlar. Ama bugünün dünyasında İslamcı akımlar içinde nispeten daha iyi bir tutum içinde olanlar yine de Filistinli direniş örgütleridir. Bu da Filistin davasının ulusal demokratik karakterinden ve Filistin direnişinin geçmiş devrimci demokratik birikiminden ve geleneğinden gelmektedir.

Yine de içinden geçtiğimiz koşullarda Hamas’ın ya da direnişçi dinci örgütlerin yapısal zaaflarını tartışmak değildir sorunumuz. Buna işaret etmek, böylece olayı bütünlüğü içinde ortaya koymak, ama sorunu Hamas eksenli bir tartışmaya çevirmekten de özenle kaçınmak gerekir. Bundan özellikle bugünkü koşullarda uzak durulmalıdır. Bizim için aslolan Filistin halkının meşru ulusal hakları ve bundan kaynaklanan meşru direnme hakkıdır. Ötesi gericilerin, siyonistlerin, emperyalistlerin konuyu saptırmak için açtığı sahte ya da saptırıcı konular ve tartışmalardır. Biz konuyu kendi bakış açımız üzerinden ortaya koymalı, tartışmayı da bu sınırlar üzerinden sürdürmeliyiz. Başkalarının çizdiği sınırlar içinde sorunları ele almak bizim işimiz olamaz.

7 Ekim Aksa Tufanı çıkışıyla birlikte, İsrail devletinin gücü ve imkanları üzerine mitler büyük bir darbe aldı kuşkusuz. Ama bunu gereğinden fazla da abartmamak gerekir. Sonuçta bu mitleri özel bir çabayla yaratan da bizzat İsrail’in kendisiydi. Hiçbir devlet dokunulmaz değildir, bu türden darbelerden muaf değildir. 7 Ekim eyleminin somut olarak kanıtlamış bulunduğu gibi.

Hamas eksenli Filistinli örgütlerin eylemi meşrudur, burada tartışılacak bir şey yok. Burada tartışılacak olan şudur: Birincisi, bu gereğinden fazla abartılmamalıdır. Bu eylemin sınırları ve sonuçları bellidir. En güçlü devletlere, aygıtlara darbeler vurabilirsiniz. Bu taktik bir hamledir ama o kadar. Sonrasını gerçek güç dengeleri belirleyecektir. Filistin direnişinin sınırları ve imkanları belli. Filistin halkını büyük bedeller, büyük acılar bekliyor görünür bir gelecek için. Siyonistlerin karşı saldırısıyla Filistin halkına ağır bir fatura ödetilecektir, bu kesin. Elbette bu sizin direnmenize engel değil. Siz direnirsiniz, bu size büyük bedellere mal olur. Ama böylece davanızı ve onurunuzu korumuş ve savunmuş olursunuz. Filistin halkı kendisini yok sayma ve davasını tarihe gömme sürecine ölü taklidi yaparak seyirci kalamaz, katlanamazdı. Beni o kadar kolay yok sayamazsınız diyebilmeliydi, 7 Ekim çıkışıyla denilen de bu olmuştur.

Siyonist savaş makinasını durdurabilmek bugünün en acil görevidir. Ama İsrail’in bazı somut kazanımları garantiye almadan, salt yıkım ve katliamlarla yetinerek bu hareketi keseceği de beklenmemelidir. Hamas nasıl bir direniş gösterecek göreceğiz. Bu olay Gazze’nin hiç değilse yarısının Filistinlilerden arındırılması ile sonuçlanırsa, bundan kazançlı çıkan sonuçta siyonist devlet olacaktır. Siyonist devlet yediği maddi ve manevi darbeyi sindirecektir. Gazze işinin yarısını çözdük diye bakacaktır. Gazze iki milyondan bir milyona indirildi, toprağına yarı yarıya el konuldu, artık bizimdir, diyecektir. Kuşkusuz direnişi ezebilirse...

Filistin davası ve direnişçi dinci akımlar

‘60’lı ve ‘70’li yılların dünya devrimci hareketi Filistin davasını kararlılıkla savunuyor, ona dünya ölçüsünde büyük bir sempati ve destek örgütlüyordu. Kuşkusuz bunu olanaklı kılan aynı zamanda Filistin direnişinin devrimci çizgisi ve gücüydü. ‘80’li yıllar bu çizgide köklü bir kırılma yarattı. Dünya devrimci hareketi ve son tahlilde onunla aynı nedenlere bağlı olarak Filistin devrimci hareketi büyük bir güç kaybına uğradı. FKÖ’nün en güçlü bileşeni olan El Fetih’in teslimiyete yönelmesi beraberinde büyük bir itibar kaybını da getirdi. Bu durum tersinden, direnişçi çizgideki dinci akımların yükselişini hazırladı. Dinci akımların bu yükselişinde başlangıçta emperyalizm ve siyonizmin de belli bir rolü vardı. FKÖ’ye karşı Hamas’ın gelişmesine göz yummak yoluyla yaptılar bunu. Çok iyi biliyorlardı ki, Filistin davası dinci akımların hakimiyetine geçerse, onu dünya ölçüsünde gözden düşürmek ve böylece tecrit etmek çok daha kolay olacaktı.

Filistin davası modern, laik, devrimci demokrat örgütler tarafından temsil edildiği sürece, kolayca teşhir ve tecrit edilebilen Siyonizmin kendisi oluyordu. Nitekim ‘70’li yıllarda, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bile “Siyonizm ırkçılıktır” türünden bir karar alabiliyordu. (Bu karar, 1993 yılında, Oslo Antlaşması’nın ardından kaldırıldı). O dönemde, ‘70’li yıllarda, BM üzerinden bile Siyonizmi ırkçılık sayan kararların alınabildiği bir dünya vardı. Vietnam Devrimi’yle dünyada devrimci yükselişin doruğuna çıktığı bir dönemdi bu.

Filistin davasının bugün içinde bulunduğu zor durumu anlamak için bu köklü tarihsel değişimi anlamak gerekir. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması, dünya komünist ve devrimci hareketinin alabildiğine zayıflamasının dolaysız bir sonucu olarak, Ortadoğu’da da meydan büyük ölçüde dinci akımlara kaldı.

Ama mazlum konumdaki halkların dinci ya da milliyetçi akımlar öncülüğündeki ulusal direnişleri de haklı ve meşrudur. Mazlum dünyada, hangi ideolojik biçim içinde olursa olsun, ulusal baskıya ve zulme karşı direniş haklı ve meşrudur. Bu konuda bir tartışma olamaz. Tartışmalı olan, bu akımlar önderliğindeki bir hareketin ortaya ulusal demokratik sınırlarda olsun az çok olumlu bir çözüm çıkarıp çıkaramayacaklarıdır. Dinci ideolojiye dayanan akımlar yapısal olarak bu konum ve yetenekten yoksundurlar. İktidar mücadelesinde başarıya ulaştıkları yerlere bakınız, bunu açıkça görürsünüz. İran’da Molla rejimi, Afganistan’da Taliban rejimi bu konuda yeterli bir fikir veriyor olmalıdır. Ezilen sınıf, ezilen cins ve ezilen ulus, günümüz kapitalist dünyasının temel önemde sorunlarıdır. İran’a bakınız, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıflar ağır baskı ve sömürü koşulları içinde yaşıyorlar. Ezilen cins olarak kadınlar Ortaçağ zulmü ve yasaklarıyla yüz yüzeler. Ezilen ulusların herhangi bir hakkı hukuku yok, Kürtlerin durumu üzerinden görülebileceği gibi. Aynı sorunlar Afganistan’da çok daha ağır ve beter bir biçimde yaşanıyor. İslamcı proje, Ortaçağ artığı ideolojisi ve kültüründen gelen doğası gereği sınıfsal, cinsel ve ulusal baskı ve sömürüyü çok daha ağır ve ilkel biçimler içinde yeniden yeniden üretiyor ve yaşatıyor.

Dolayısıyla, Filistin davasının Hamas türünden İslamcı örgütlere kalması, Filistin halkı için büyük talihsizlik olmuştur. Ama bu, Hamas’ın direnişçi konumunu ve verdiği mücadelenin haklılığını yine de ortadan kaldırmıyor. Bunun altını çizmek durumundayız. Filistin direnişi bugün bu biçim içinde, bu önderlik altında sürmektedir. Bu, direnişin bugünkü realitesidir. Burada kalıcı olan, sürekliliğini sürdüren, gerçekte Filistin halkının tükenmeyen, boyun eğdirilemeyen direnişidir. Bu direniş dün kızıl tonu da olan devrimci-demokratik bir bayrak altında sürüyordu, bugün İslamcı örgütlerin gericilik simgesi yeşil bayrağı altında sürüyor.

Ama bu fark, önderlik planındaki bu tarihsel değişim, Filistin davası bakımından temel önemde sonuçlar yaratmıştır. Filistinlileri ve Yahudileri birlikte kapsayacak bağımsız, birleşik, demokratik ve laik bir Filistin hedefi sözkonusu olduğu sürece, FKÖ şahsında Filistin davası bütün ilerici insanlığın sempatisine, tüm kesimleriyle dünya ilerici-devrimci hareketinin tam desteğine sahipti. Elbette Batı’nın emperyalist ve siyonist propagandası, FKÖ önderliğindeki direnişi de terörist vb. olarak yaftalıyor, karalıyor, gözden düşürmeye çalışıyordu. Ama bu etkili olamıyordu. Filistin davası dünya halklarının ezici çoğunluğu nezdinde büyük bir sempatiyle karşılanıyor ve güçlü bir desteğe konu oluyordu. Ama yazık ki bugün bu artık dünkü kadar kolay ve dünkü ölçüde etkili değil. Önderlik bayrağı kızıl tonu da içeren bir devrimci demokratik bayrak olmaktan çıkıp da yerini İslamcıların yeşil bayrağına bıraktığından beri, Filistin halkının düşmanları, direnişi gözden düşürmek ve tecrit etmek üzere bulunmaz bir zemin kazanmış oldular. Filistin halkının ve davasının halihazırdaki talihsizliği budur.

Ama sonuçta halen Filistin direnişini ağırlıklı olarak İslamcılar sürüklüyor, bu bugünün katı ve tartışmasız realitesidir. Önderliği yeniden devrimci güçler ele geçiremediği sürece, Filistin halkı yeniden devrimci bir önderlik altında birleştirilemediği sürece de bu realite olarak kalacaktır. Bunu gözetmek, önderliğinin tartışmalı konumuna rağmen Filistin halkının haklı ve meşru direnişini desteklemek, dünya ölçüsünde tüm ilerici-devrimci güçlerin görev ve sorumluluğudur.

Ama öte yandan, Yahudi toplumu hesaba katılmadığı sürece de, Filistin davasının başarı şansı yok değilse de çok zayıftır. Yahudi toplumu ama, elbette siyonist İsrail devleti değil! Siyonist devlet yıkılmadığı sürece Filistin davasının zaten bir başarı şansı olamaz. Ama siyonist devlet bir aygıt, toplum ise farklı bir gerçekliktir. Bir devleti yıkar, yerine toplumsal-siyasal niteliği temelden farklı yeni bir devlet yapısı kurarsınız. Burjuva bir cumhuriyeti temellerinden yıkar yerine işçi sınıfı ve emekçilerin egemenliğine dayalı sosyalist nitelikte tümüyle yeni bir cumhuriyet kurarsınız. Devleti ya da onun belirli biçimlerini tabu haline getirmek burjuva gericiliğinin beylik ideolojisidir. Siyonist devletin yıkılması demek, hiçbir biçimde İsrail’deki Yahudilerin sonu demek değildir. Önemli bir bölümü birkaç kuşaktır bu topraklarda bulunan insanlar sonuçta yine orada kalmak, orada yaşamak hakkına sahiptirler. Filistinlilerle birlikte, iç içe ve kardeşçe. Kuşkusuz bu ancak köklü devrimci dönüşümlerin ürünü tümüyle yeni toplumsal-siyasal koşullarda olanaklı olabilir. Ama halihazırdaki sorunların, düşmanlıkların, çatışmaların, yıkım ve ölümlerin başkaca da bir çözümü yoktur. Son yetmiş-seksen yılın açıklıkla gösterdiği gibi.

Bu, ‘60’lı yıllardan itibaren ve ‘90’lı yılların başına kadar FKÖ’nün program hedefiydi. Bu program, güya karşılığında bir Filistin devleti elde etmek üzere, siyonist devletin meşruiyeti tanınarak terk edildi. Bugün siyonist devlet elde ettikleriyle daha da güçlenmiş ve rahatlamış olarak yerli yerinde duruyor. Oysa Filistin davası en geri bir noktaya savrulmuş durumda. Ortada “iki devletli çözüm” diye bir şey yok, bu yalnızca bir aldatmacaydı. Bir kere iki devletin herhangi bir tarihsel, coğrafi ve kültürel temeli yok. İki devleti hangi sınırlar içine neye göre kuracaksınız? Bugünkü güç dengesi içinde bir sınır çizebilseniz bile, yarın güç dengesindeki değişime bağlı olarak çatışma yeniden başlayacaktır. Sorun çözülmüş olmayacak, başka dengeler içinde devam edecek, çatışma sürecektir. Ta ki köklü devrimci çözümlere ulaşana dek...

Filistinli direnişi, sorunun devrimci çözümü için İsrail toplumu içindeki çelişkileri ve imkanları göz önünde bulundurmak zorundadır. Bunsuz varılacak bir yer yoktur. İsrail Komünist Partisi açıklamasında, kaybedilen siviller için üzüntülerini dile getiriyor ama olup bitenlerden Netanyahu hükümetini sorumlu tutuyor. Aynı anda El Cezire televizyonuna çıkan milletvekillerinden biri, Netanyahu hükümetini en ağır bir biçimde suçluyor. Bütün işlerin gerisinde faşist Netanyahu var, Filistinlilerin boğazına öylesine yapıştılar ki olacağı buydu demeye çalışıyor.

İşte bu imkanları değerlendiren bir Filistin mücadelesinin geleceği vardır. Yoksa işi gerçekten çok zor. Acımasız bir dünyanın içindeyiz. Filistin’i insansızlaştırdıkları, mülteci durumuna düşürdükleri zaman şansınız kalmıyor. Bugün bunu yapmak istiyorlar. Gazze’den iki milyon insanı sürmek istiyorlar. Geriye Batı Şeria’daki iki-iki buçuk milyon Filistinli kalacak. İlk büyük sürgünü 1948’de gerçekleştirdiler, Filistinlilerin Nakba, yani “büyük felaket” dedikleri sürgün. Sonraki on yıllarda bu böylece sürdü. ‘67 ve ‘73 savaşları sonrasında yeni boyutlar kazandı. Ayrıca Gazze denilen o küçücük alana iki milyon insan nefes alamaz biçimde adeta tıkıştırıldı. Elbette günü geldiğinde, fırsatını bulduklarında dışarı atmak, sürgün etmek üzere. Siyonistlerin 7 Ekim sonrasında artık bunu nihayet başarabilir miyiz diye düşündüklerinden de kuşku duymamak gerekir.

İsrail’in ilerici-devrimci iç dinamiklerini hesaba katmayan bir Filistin kurtuluş mücadelesinin başarı şansı olmaz demiştim. Devrimci demokratik Filistin örgütleri İsrail toplumu bünyesindeki ilerici güçlerin konumunu rahatlatacak bir programa, politikaya ve değerler sistemine sahiplerdi. Yahudi toplumunun desteğini kazanmak onlar için özel bir önem taşıyordu.

Filistin Kurtuluş Örgütü Filistin Arapların vatanıdır demiyordu. Arap ya da Yahudi, Müslüman, Musevi ya da Hristiyan, Filistin coğrafyasında yaşayan tüm milletlerden, dinlerden, mezheplerden halkların birleşik bölünmez vatanıdır, diyordu. Bunun bugün de bütün açıklığıyla böyle ortaya konulması gerekir. Hamas bunu demiyor, dinci-İslamcı doğası gereği diyemiyor. Bunu demediğiniz sürece de İsrail halkının desteğini hiçbir biçimde alamazsınız.

FKÖ izlediği kucaklayıcı devrimci demokratik çizgi üzerinden İsrail’in iç dengelerini etkileyebiliyordu. ‘70’li yıllarda İsrail bünyesindeki barış hareketi bunun bir ürünü olmuştu. Kneset’ten parlamenterler kalkıp Tunus’a gidiyor, sürgündeki Yaser Arafat’la görüşüyorlardı. Devrimci demokratik Filistin hareketinin böyle bir gücü ve meşruiyeti vardı.

‘90’lı ilk yıllarda, Sovyetler Birliği’nin yıkılışının hemen ardından, Oslo’da bu program terkedildi. Bağımsız, demokratik ve laik bir birleşik Filistin devleti hedefi bir yana bırakıldı. FKÖ böylece bir direniş çatısı olarak kendi varlık nedenini da ortadan kaldırmış oldu. Meydan bugün çok kimsenin dinci-gerici konum ve kimliğinden yakındığı İslamcı akımlara kaldı.

Parti değerlendirmelerinin güncel önemi

Partimizin Ortadoğu’yu konu alan değerlendirmelerinde bu sorun, dinci ideoloji ve programa dayanan Hamas türü direnişçi akımlar, birçok vesileyle ele alınmış, irdelenmiş ve açık tanımlamalara kavuşturulmuştur. TKİP II. Kongresi Bildirgesi’inde (Ekim 2007) sorunun açık ve net bir biçimde ortaya konuluşunu bulabilirsiniz örneğin. [Bu bölümü Ekim’in bu sayısında yeniden sunuyoruz]. Aynı şekilde TKİP VI. Kongresi Bildirgesi’nde (Aralık 2018) de aynı konu üzerinde güçlü pasajlar bulabilirsiniz. Bu sonuncusundan bazı pasajlar okuyup yorumlama yoluna gideceğim. (...)

[Yorumlarıyla birlikte hayli geniş bir yer tutan konferanstaki anlatım yerine, biz burada, TKİP VI. Kongresi Bildirgesi’nin ilgili bölümünden bütünlüğü içinde bazı pasajlar aktarmayı amaca daha uygun buluyoruz]:

- Ortadoğu’da hakların yaşamını altüst eden, milyonlarca insanın ölümüne mal olan savaşın baş sorumluları, ABD önderliğindeki batılı emperyalistler ile onların bölgedeki gerici işbirlikçileridir. Bu çok yönlü müdahale ve savaşların temel amacı, emperyalizmin bölgedeki egemenliğini ve siyonist İsrail’in konumunu güçlendirip pekiştirmektir.

(...)

- Siyonist İsrail, Filistin halkına çektirdiği acıların ötesinde, tüm bölge halkları için bir tehdit ve saldırganlık kaynağıdır. Suriye’nin ve Irak’ın etnik ve mezhepsel temelde parçalara bölünmesi kırk yıllık siyonist planlardı. Nihayet başarıldığının sanıldığı bir dönemin ardından bugün bu planların önemli ölçüde boşa çıkmış olması, siyonistleri gitgide yoğunlaşan saldırı ve provokasyonlara yöneltmekte, bu ise bölgesel düzeyde bir savaş tehdidini gündemde tutmaktadır.

(...)

- Bölge halkları emperyalizmin saldırılarına geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de direneceklerdir. Bugüne kadar ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin planlarını hayata geçirmelerini zora sokan, halkların büyük bedellere mal olan direnişi olmuştur. Fakat bu direniş halen kalıcı sonuçlar yaratacak devrimci bir program, strateji ve önderlikten yoksundur. 

- Ortadoğu’da farklı dinlerden ve mezheplerden halkları birleştirebilmek için devrimci-demokratik ve laik bir program olmazsa olmaz koşuldur. Farklı milliyetlerden halkları birleştirebilmek ise ancak onların temel ulusal demokratik haklarının tanınması ile olanaklıdır. Dinci akımlar ilkinden, burjuva milliyetçi akımlar ise ikincisinden, kategorik olarak yoksundurlar. Bugünkü durum üzerinden bakıldığında, genellikle her iki akım her ikisinden de yoksundur. 

- Dinci-gerici akımlar, direnişin temsilcisi ve taşıyıcısı olmak bir yana, emperyalizmin bölgeye müdahalesinin önce dayanakları, ardından bahaneleri oldular. Ortadoğu’ya özgü burjuva milliyetçi akımlar ise benzer olumsuz sınamadan dinci akımlardan da önce geçmişlerdi. İktidar oldukları ülkelerde yozlaşmış burjuva diktatörlüklere dönüştüler. Emekçileri sistemli biçimde ezdiler, temel hak ve özgürlükleri tanımadılar, öteki halkları ve kültürleri yok saydılar, toplumsal yaşamı her bakımdan çürüttüler. Sonuçta emperyalizmin bölgeye müdahalesinin farklı türden bahaneleri haline geldiler.

- Ortadoğu’da bir dönem Baas türü burjuva milliyetçi akımların tuttuğu yeri şimdilerde İran eksenli ve daha çok Şii kimlikli akımlar doldurmaktadır. Kendisini “direniş ekseni” olarak da tanımlayan bu akımlar, halen bölge halklarının emperyalizme ve Siyonizme karşı gösterdiği direncin bir yönünü temsil etmektedirler. Bölge düzeyinde devrimci alternatifin belirgin zayıflığı koşullarında, bölge solunun bir kesimi de bu “eksen”e sempatiyle yaklaşabilmektedir. 

- Kendi içinde de farklı konum ve çıkarların temsilcisi olan bu heterojen güçler topluluğunun emperyalist planlara ve siyonist İsrail’e karşı gösterdikleri direncin bugünkü koşullarda belli bir anlamı kuşkusuz vardır. Nitekim bölgenin devrimci partileri taktik politikalarında bu olguyu gözetmektedirler. Kaldı ki emperyalizmin ve bölge gericiliğinin müdahaleleri karşısında şu veya bu ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel ya da kültürel topluluğun, mülk sahibi sınıflar önderliğinde olsa bile, kendini savunma ve direnme hakkı meşrudur. 

- Fakat bu tutum söz konusu akımların gerçek sınıf konumları, dolayısıyla gösterdikleri direncin anlamı ve sınırları konusunda herhangi bir hayale yol açmamalıdır. Çıplak bir gerici burjuva diktatörlük olan ve bölgesel düzeyde kendi hesapları bulunan İran bir yana. “Eksen”in hemen tüm bileşenleri de sınıfsal açıdan burjuva-feodal ve ideolojik açıdan mezhepsel kimlikle sınırlanmış düzen içi akımlarıdır. Bu konum ve kimlikleriyle, halkların devrimci birliğini sağlamak olanak ve yeteneğinden yapısal olarak yoksundurlar.

- TKİP VI. Kongresi, partimizin konuya ilişkin tüm değerlendirmelerinde yeri geldikçe vurgulanan şu temel düşüncenin altını yeniden çizmektedir: Ortadoğu, hemen tüm ülkeleriyle, bir farklı halklar, kültürler, dinler ve mezhepler mozaiğidir. Bu toplumsal-kültürel olgu, milliyetçi, dinci ya da mezhepçi akımların kategorik olarak bölge halklarının ortak çıkarları için olumlu bir alternatif olamayacağını gösterir. Farklı köken ve kültürlerden halkları emperyalizme ve yerel egemen sınıflara karşı ortak çıkarlar ekseninde birleştirebilmek için, anti-emperyalist, devrimci-demokratik ve laik bir program ve stratejik çizgi, zorunlu asgari koşuldur. Bölge halklarının, özellikle de halen gerici iç boğazlaşmalarla kan kaybeden ülkelerin en büyük talihsizliği, böyle bir programa sağlam ve istikrarlı bir temel oluşturacak modern sınıfsal yapıdan yoksun olmalarıdır. Bu nesnel olgu devrim mücadelesinin ihtiyaçlarına bölgesel düzeyde bakmayı özellikle gerektirmekte, bölgede modern sınıf ilişkileri bakımından nispeten daha ileri, dolayısıyla daha gelişkin bir işçi sınıfına sahip ülkelerin (özellikle Türkiye, Mısır ve İran) devrimcilerine çok daha özel bir sorumluluk yüklemektedir.

- Siyasal-kültürel acıların yanı sıra sosyal sefaletin de halkları kasıp kavurduğu Ortadoğu’da, özgürlük, bağımsızlık ve sosyal kurtuluş, ancak devrimci bir mecrada, sosyalizmi hedefleyen devrimci programlar temelinde ve akımlar önderliğinde olanaklıdır. Ortadoğu halklarının bölgesel düzeyde büyük bir uluslar ailesi olarak gelecekteki büyük devrimci birliği ve kaynaşması ancak bu takdirde sağlanabilir. Dolayısıyla bölgenin bütününde devrimci akımların yeniden ön plana çıkması, emperyalizme etkili ve sonuç alıcı darbeler vurulabilmenin yanı sıra, mücadeleyi devrimci toplumsal hedeflere bağlayabilmenin ve dünya devrimci süreciyle başarıyla bütünleştirebilmenin de zorunlu koşuludur. (Sınıfa Karşı Sınıf! / TKİP VI. Kongresi Belgeleri, Aralık 2018, Eksen Yayıncılık, s.60-63)

Siyonist devlet ve Yahudi toplumu realitesi

İsrail siyonist ideoloji esaslarına göre kurulmuş bir devlet. Bir ideoloji haline getirilen dinsel dogmaya göre, Filistin Yahudiler için “vadedilmiş toprak”tı. Burası tanrının “seçkin kavmine” aitti ve başkalarıyla paylaşılamazdı. Bu kuşkusuz bir ideoloji, dinsel dogma burada yalnızca ideolojik bir araç. Ama sonuçta mevcut siyonist devletin mayası da, hamuru da bundan oluşuyor. İsrail toplumu başından itibaren bununla eğitilip yönlendiriliyor. Siyonist devletin iç ve dış siyaseti, bir bütün olarak siyonist proje, bu kabule, bu değişmez temele dayanıyor.

Ortadoğu’ya yabancı bir unsur olarak gelip yerleşen bir devlet olduğu için, siyonist ideolojinin bu muhtevası İsrail için vazgeçilmezdir. Zira o kendi meşruiyetini buna dayandırıyor, yaptıklarını bununla haklı göstermeye çalışıyor. Dışardan gelip zorbalıkla yerleştiği topraklarda ancak böylece tutunabileceğini düşünüyor. Elbette burada sözkonusu olan gerçekte sınıf özü ve temeli olan bir ilişkiler alanıdır. Batılı emperyalist burjuvazinin bölgedeki çıkarları ve bununla kopmaz biçimde iç içe geçmiş İsrail burjuvazisinin çıkarlarıdır sözkonusu olan. İdeolojik amaçların hizmetindeki dinsel dogmalar bu çıkarları rasyonelleştirmek ve korumak üzere kullanılıyor.

Öte yandan bugün İsrail’de 9,5 milyon insan yaşıyor. Bunun iki milyonu (İsrail vatandaşı) Filistinli Arap, geriye kalan 7,5 milyonu Yahudi’dir. Bu 7,5 milyonun önemli bir bölümü birkaç kuşaktır artık bu topraklara aittir. Bu da başka bir realitedir. Yahudiler artık Ortadoğu toplumlarının bir parçasıdır, hiçbir biçimde yok sayılamazlar. Bu nedenledir ki, siyonist temeller üzerine kurulmuş bir devletin son bulmasını istemek ile Yahudi toplumu gerçeğini birbirinden kesin olarak ayırmak gerekir.

Bugün İsrail’de 7,5 milyonluk bir Yahudi nüfus olduğuna göre, Filistin davasının temsilcileri, bunu ne yapacaklarını net bir biçimde ortaya koymak durumundadırlar. FKÖ bunu net bir biçimde söylediği içindir ki ilerici ve devrimci insanlık tarafından çok geniş bir kabul ve destek görüyordu. Bugünün dincileri bu konuda susuyorlar. Peki, 7,5 milyon Yahudi ne olacak? Nerden gelmişlerse oraya gitsinler diyemezsiniz. Yahudilerin belirgin bir bölümü en az üç-dört kuşaktır artık bu topraklar üzerinde yaşıyorlar. Önemli bir bölümü doğma büyüme buralı artık. Bu durumda sorunlara çözümü onlarla, onların ezilen ve sömürülen katmanlarıyla birlikte aramak ve bulmak durumundasınız. Ulusal özgürlüğünüzü, öteki ulus ya da milliyetlerle birlikte, bağımsız birleşik bir Filistin hedefi içinde aramalısınız. Evet, Filistin “nehirden denize” özgür bir vatan olmalıdır! Ama salt Arap kökenli Filistinlilerin değil, fakat Filistin denilen o topraklarda yaşayan bütün halkların ortak-birleşik vatanı olmalıdır!

Sovyetler Birliği’nin sosyalizm deneyimi birçok yönüyle tartışılabilir, ama ulusal soruna getirdiği çözüm ve bu konuda elde ettiği başarı tartışmasızdır. Buna ilişkin düşüncemizi vesile doğdukça dile getiriyoruz. Sovyetler Birliği’ni yaratan Büyük Sosyalist Ekim Devrimi için sorun, tüm ulusların ve milliyetlerin ulusal haklarına saygı duymak ve bunun gereklerini pratik olarak gerçekleştirmek sorunuydu. Burjuvazinin ve toprak soylularının egemenliğine son vermek, bunu gerçekleştirebilmenin toplumsal-siyasal koşulların yarattı. Ekim Devrimi’nin Lenin’in adı ve eseriyle kopmaz biçimde bağlı ulusal programı böylece hayata geçirildi. Ulusal kölelik ve ayrıcalıklar son buldu. Uluslar özgürlüklerine ve haklarına kavuştular. Her halka, her kültüre, küçücük etnik ya da kültürel topluluklara, kendi yaşam coğrafyaları üzerinden ulusal açıdan özgür bir yaşam hakkı tanındı. Yahudilerin yüzyıllarca süren tarihsel ayrımcılık ve eziyetten hiç değilse dünyanın bu coğrafyasında kurtulması da, Ekim Devrimi sayesinde gerçekleşti. Bütün Avrupa’da ayrımcılığı yaşıyor, Doğu Avrupa’da pogromlara uğruyorlardı. Ekim Devrimi sayesinde, Sovyet Rusya’da nihayet özgürlüğe, eşitliğe, saygıya ve huzura kavuştular. Belli bölgelerde kolonize edildiler, toprağa kavuştular, üretici bir insan topluluğuna dönüştüler. Dolayısıyla Yahudiler de, Çarlık tarafından köleleştirilen tüm öteki ezilen uluslar ya da milliyetler gibi, Ekim Devrimi’ne çok şey borçludurlar.

Ama bugün yeni bir sosyal devrimler döneminden henüz uzağız, denilecektir. Bu durumda, herhangi bir ulusal dava için, bu arada Kürtler ya da Filistinliler için, başka bir çıkış yolu yok mu, diye sorulacaktır. Nasıl ki işçi davası, bilimsel tanımla emeğin kurtuluş davası bugün için çözülemiyorsa ezilen ulus davası da yazık ki çözülmeden kalıyor. Tarihsel gericilik dönemlerinde toplumsal-siyasal sorunlar çözülmüyor, tersine gitgide ağırlaşıyor, içinden çıkılamaz bir hal alıyor.

 Temel toplumsal-siyasal sorunlar köklü toplumsal devrimler döneminde çözülüyor. Bunu anlayarak devrimci olmalı, devrimci kalmalı, devrim için savaşmalı, her alanda ve her bakımından yeni devrimler dönemine hazırlanmalıyız. Dünya görüşümüze buradan bakmalı ve devrim davamıza bu bakış üzerinden bağlanmalıyız.

Biz komünistler bugün “Devrimi ve devrimci birikimimizi savunacağız!” derken, bunu hiç de salt üç gün sonrasının devrim umudu üzerinden yapmıyoruz. Devrimci olmak ve devrimi savunmak sorunu bir dünya görüşü sorunudur. Bu bir ilkesel var oluş ve konumlanma sorunudur. Bu tüm yaşama ve mücadeleye rengini ve karakterini veren bir değerler sistemi sorunudur. Bu bir yaşam biçimi, kendini örgütlü devrimci mücadele içinde var edebilmek sorunudur. Sorun böyle ele alınmadığı bir durumda, bir dünya görüşü, bir yaşam ve mücadele biçimi, yaşama ve mücadeleye karakterini veren bir değerler sistemi olarak görülüp sindirilemediği bir durumda, devrimci olunamaz. Kazara olunmuşsa bile sonuçta uzun süre devrimci kalınamaz.

Her soruna, ve elbette ezilen ulusların kurtuluşu sorununa da, bakışımız budur.


Üste