Logo

Başyazı: Yeni bir yılın başında dünya, Ortadoğu ve Türkiye


 

Yeni bir yılın başında dünya,
Ortadoğu ve Türkiye

 

Kapitalist dünyada ağırlaşarak süren sorunlar tablosu

Kapitalist-emperyalist barbarlığın hükümranlığı altında büyük sorunlarla, emekçi kitleler ve mazlum halklar için çok yönlü acılar ve yıkımlarla dolu bir yılı daha geride bıraktık. Bu açıdan geride kalan yılın onu geride bırakan yıllardan esasa ilişkin bir farkı yok. Dizginsiz sömürü ve sosyal yıkım, büyüyen işsizlik ve artan yoksulluk, militarizm ve saldırganlık, emperyalist savaş ve işgal, mazlum halkların arasına nifak sokulması ve birbirine boğazlatılmaları, yaygınlaşan polis devleti uygulamaları, hemen her ülkede dozu artan baskı ve terör, ırkçılık ve şovenizm vb., vb... - tüm bunlar ve sayısız başka sorun, günümüz kapitalizminin yıldan yıla ağırlaşıyor olmanın ötesinde artık dünya ölçüsünde değişmez görünümleridir. Bu nedenle bütün bir yıl boyunca döne döne işlenmiş tüm bu olgusal gerçekler üzerinde yeni yılı vesile ederek yeniden durmanın bir gereği yok. Belki günden güne artan öneminden dolayı kapitalist yıkıcılığın daha özel bir alanına, artık kapitalist dünyanın bir kesiminde bile kaygıyla karşılanır hale gelen vahim boyutlardaki ekolojik sorunlara kısaca işaret edilebilir.

Kapitalizmin yarattığı çok yönlü sorunlar gelinen yerde alışılmış sosyal çerçeveyi aşmış, günden güne ağırlaşan ve giderek büyük bir tehlikeye dönüşen doğasal/çevresel boyutlar da kazanmıştır. Kapitalizm bugün salt dünyanın emekçileri ve ezilen halkları için değil, bütün bir insanlık için, daha da ötesi, bugünkü dengesini milyarlarca yıllık evrimin sonucu olarak bulmuş olan bütün bir canlılar dünyası ve gezegenimizin bizzat kendisi için de büyük bir tehdit unsuru haline gelmiştir. O gelinen yerde insanlığı ve dünyamızı kasıp kavuran, yokoluşla tehdit eden bir büyük veba salgını gibidir. Bu açıdan oluşturduğu tehdit, artık kapitalist dünyanın temel kurumlarına ait raporlarda bile bir biçimde itiraf edilmektedir (ki geride kalan yılın dikkate değer olaylarından biri de bu olmuştur). Fakat buna rağmen bu yönde kayda değer herhangi bir adım atılmamakta, ciddi her hangi bir tedbir alınmamaktadır. Nasıl ki insani ve sosyal yıkım kapitalizmin umurunda değilse çevresel yıkım da umurunda değildir, olamaz da. O sınırsız kâr hırsına ve dizginsiz bir kör piyasaya dayalı olarak işlemektedir ve bu işleyiş onun neden olduğu her türden yıkıcılığın temeli, temel mekanizmasıdır. Bu temel ortadan kaldırılmadan, bu mekanizma parçalanmadan, özel mülkiyete, kapitalist kâra ve kör piyasaya dayalı toplumsal düzen tasfiye edilmeden bu sorunların,  emekçilerden öteye bütün bir insanlık ve gezegenimiz için ürkütücü boyutlarda yıkıcı sonuçlar üreten gidişatın önüne de geçilemez.

Bu çerçevede “ya barbarlık içinde yokoluş ya sosyalizm!” sloganı, her yeni yılın ağırlaştırdığı çok yönlü sorunlar ve açığa çıkardığı ürkütücü gerçekler ışığında, gitgide daha da acil ve güncel bir anlam ve önem kazanmaktadır. Geride bıraktığımız yıl üzerinden bugün özellikle altı bir kez daha çizilmesi gereken en önemli gerçek budur.

Emekçiler ve halklar barbarlığa direnerek çıkış yolu arıyor!

Öte yandan, geride bıraktığımız yılın gelişmeleri, dünya emekçilerinin ve ezilen halklarının bu barbarlığa boyun eğmeyeceklerinin, şu veya bu biçimde ona direneceklerinin, ondan kurtulmanın yolunu döne döne arayacaklarının yeni işaretlerini de ortaya koymuştur.

Dünyanın her yerinde emekçiler neo-liberal sosyal yıkıma karşı seslerini gittikçe daha çok yükseltiyorlar, son yıllarda güç kazanan bu eğilim 2006 yılı boyunca da kendini gösterdi. Gösteriler, grevler, genel grevler, çeşitli türden direnişler, yerine göre bir sektörün işçilerini (Bengladeş), yerine göre bütün bir kent halkını (Meksika), yerine göre geleceği konusunda kaygılı geniş gençlik kitlelerini (Fransa ve Yunanistan) kapsayan kitlesel yerel patlamalar, Ortaçağ artığı siyasal düzenleri siyasal ve sosyal değişime zorlayan silahlı direnişler (Nepal) vb., işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların hoşnutsuzluğunu, mücadele ve değişim isteğini ortaya koyan tüm bu türden sosyal-siyasal hareketlilikler, 2006 yılı boyunca da ülkeden ülkeye yer değiştirerek sürdü.

Emekçilerin ve halkların sosyal hareketliliği büyümesini ve yayılmasını sürdürecek, her yeni yılın olaylar bilançosu bunu gittikçe daha açık biçimde ortaya koyuyor. Bu durumda gitgide daha çok önem kazanan ve yakıcı hale gelen asıl sorun, bu mücadelelerin devrimci bir kanala akabilmesi, devrimci bir programa ve önderliğe kavuşabilmesidir. Zayıflık halen bu alandadır ve bu alanda dikkate değer yeni gelişmelerden sözetmek olanağı henüz yoktur. Halihazırdaki hareketlilikler kurulu düzeni reformdan geçirme niyetleri taşısalar da onu aşan devrimci perspektiflerden kesin olarak yoksun olan akımların etki ve denetiminde gelişiyor. Halen emekçilerin ve halkların gelişen mücadelesinin karşı karşıya bulunduğu en önemli sorun, hareketin geleceği bakımından aşılması hayati önemde olan temel zaafiyet noktası budur.

Ortadoğu’daki direnişin önemli başarısı

Geride kalan yıl içinde emekçilerin ve halkların direnişi cephesinde dolaysız politik etkileri ve sonuçları bakımından asıl önemli gelişmeler, Ortadoğu’da yaşananlar, Ortadoğu halklarının emperyalizme ve siyonizme yaşattıkları oldu. 2006 yılı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya istediği türden bir yeni düzen verme stratejisinin çöküşünü kesinleştirdi ve siyonizmin yarım yüzyılı aşan “yenilmezlik” efsanesinin büyük bir darbe almasına tanıklık etti. Irak direnişinin dünya jandarması Amerika’ya ve Lübnan direnişinin siyonist savaş makinesi İsrail’e vurduğu darbeler, dünya ve bölge politikası bakımından yarattıkları önemli sonuçların ötesinde, dünya halkları için birer güç ve moral kaynağı oldular.

Tüm sorunlu yapısına rağmen bölge direniş güçlerinin bunu başarmış olması, halkların direnme gücünü ve iradesini bir kez daha ortaya koydu. Bu direnişler, paranın gücünü ve en modern teknolojiye dayalı savaş makinelerini her şeye muktedir sanan dünyanın küstah efendilerini sıkıntılara boğdu, gelecek konusunda kaygılara sürükledi ve bu arada içlerindeki görüş ayrılıklarını da derinleştirdi.

Geride kalan yılın emekçiler ve halklar payına asıl büyük kazanımı hiç kuşkusuz Ortadoğu’daki direnişin bu önemli etki ve sonuçları olmuştur.

Emperyalizm ve siyonizmin halkları
birbirine kırdırma politikası

Emperyalizm ve siyonizm gelinen yerde düşürüldükleri bu zor durumdan halkları birbirine kırdırmaya yönelik yeni plan ve oyunlarla sıyrılmaya çalışıyor. Filistin’de ve Lübnan’da körüklenen içsavaş ile Irak’ta halklar arası ilişkileri geri dönülmez ölçülerde tahrip etmeye yönelik oyunlar, bunun bir ürünü olarak kuralsız bir biçimde sıradan insan kırımına dönüşen boğazlaşmalar, buna yönelik planlı bir çabanın ürünü ve göstergeleridir. Yılın son günlerinde buna bir de Somali üzerine oyunların yeni perdesi eklenmiştir ve çok geçmeden Sudan’ın eklenmesi de beklenmelidir. Amerikan emperyalizmi yerel sorunları kışkırtarak kendi çıkar ve hesapları doğrultusundaki müdahalelerinin bahanesi olarak kullanmayı artık değişmez bir yöntem haline getirmiştir. Somali ve Sudan bunun gündemdeki yeni örnekleridir.

Saddam Hüseyin’in yılın son gününe ve İslam dünyası için kutsal bir bayramın arifesine denk getirilen idamı da aynı oyunun bir parçasıdır. Burada da bölge halklarına yönelik büyük bir oyun, çıplak bir provokasyon vardır. Bu idam hiçbir biçimde basitçe emperyalizmin, bir dönem özel olarak kolladığı ve kullandığı bir eski diktatörü yokederek, kendi suçlarını örtme kaygısına indirgenemez. Bu suçlar dünya halkları için hiçbir özel hukuksal kanıtlama gerektirmeyecek denli zaten açıktır, bu konudaki gerçeğin ayrıntılarını değilse de özünü hemen herkes uzun zamandan beri bilmektedir. Provokatif bir zamanlamadan öteye aynı nitelikte bir gösteriye de çevrilen idamın gerisinde, daha ince ve sinsi hesaplar var. Özel hesaplara dayalı bir gösteriye dönüştürülen bu olayla birlikte Irak halklarının arasına yeni bir zehirli kama sokulmuş, Irak halklarının emperyalist işgale karşı birlik oluşturma şansları daha da zayıflatılmış, bundan da öteye, gelecekte birlikte yaşayabilme olanaklarına da yeni bir darbe vurulmuştur.

Halkların onurunu hiçe sayarak ve direnme gücünü küçümseyerek giriştikleri maceranın bunaltıcı bir batağa dönüşmesi, emperyalistleri Irak’ı önce fiilen ve sonra da resmen bölerek işin içinden bir parça kolay sıyrılmaya yöneltmiş görünmektedir. Saddam Hüsseyin’in idamı çerçevesinde ilk bakışta şaşırtıcı görünen pervasızlık da bu sinsi hesapların bir parçasıdır; ve bu çerçevede, son derece bilinçli ve soğukkanlı bir siyasal tercihin ürünüdür.

Emperyalist plan ve oyunları
bozabilmenin büyük önemi

Emperyalizmin ve siyonizmin Ortadoğu’ya istedikleri yeni düzeni veremeyecekleri artık anlaşılmıştır, bunu yineliyoruz. Halklar, kendi aralarındaki ilişkilerin zaaflı ve direnişlerine önderlik eden güçlerin sorunlu olduğu bir aşamada bile bu kadarını başarmışlardır. Olayların bundan sonraki seyri, halkların bu ilk önemli başarılarını emperyalizme ve siyonizme daha kesin darbeler vurmak üzere kullanıp kullanamayacaklarına, kendilerini bölmeye, mezhep ve milliyet çatışmaları içinde boğazlatıp tüketmeye yönelik oyunları boşa çıkartıp çıkartamayacaklarına sıkı sıkıya bağlıdır.

Girmiş bulunduğumuz 2007 yılının gelişmeleri bu açıdan kritik bir önem taşımaktadır. İran’a yönelik olarak epey zamandır hazırlıkları yapılan fakat geride kalan yıl içinde öyle sanıldığı kadar kolay olmadığı da artık açığa çıkmış bulunan emperyalist saldırının boşa çıkarılıp çıkarılamayacağı da bu gelişmelerin seyri ile yakından ilgilidir. Emperyalizmin böl ve yönet politikalarının boşa çıkarılması bölge ölçüsünde direnişi güçlendirecek, güçlenen direniş ise bu türden saldırılara karşı örülmüş en etkili ve caydırıcı barikat işlevi görecektir. Geride kalan yıl içerisindeki Lübnan direnişinin kendi sınırlı alanında açıkça kanıtladığı aynı zamanda bu olmuştur.

ABD’de yapılan son ara seçimlerde savaş çetesinin büyük bir darbe alması ve Rumsfeld’in feda edilmesi, büyük ölçüde Ordadoğu direnişinin bir ürünü olmuştur. Bu aynı olgunun bir öteki göstergesi, yılın sonuna doğru yayınlanan ve büyük tartışmalara yolaçan Baker-Hamilton Raporu’dur. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da saplanmış bulunduğu batağı açıklıkla saptamış bulunan bu rapor, Amerikan egemenlerinin bir bölümünün durumdan duyduğu kaygıları ve rahatsızlığı ortaya koymakta, bataktan çıkışın yollarını ve durumu en az kayıpla kurtarabilmenin çarelerini araştırmaktadır. Rapor bir bakıma, halen izlenmekte olan politikanın tümden çökmesi durumunda gündeme gelebilecek yeni politikanın genel çerçevesini vermektedir. Duruma göre ABD, bugün hedef tahtasına koyduğu devletlerle belli tavizler karşılığında uzlaşabilecek, öte yandan bugünkü en önemli dayanaklarından biri olan Güney Kürdistan Kürtlerini bir kez daha kurban edebilecek, karşılığında da doğal olarak Ortadoğu’daki konumunu koruyacaktır. Rapor’dan belirgin biçimde yansıyan ve emperyalizmin asla özgürlük değil fakat her zaman egemenlik peşinde koştuğunu anlamazlıktan gelen Amerikancı Kürt çevrelerini haklı olarak kaygılandıran en önemli noktalar bunlardır.

Özetle, 2006 yılı ABD emperyalizminin Ortadoğu’da bir batağa saplandığını kesinleştirmiştir. Fakat aldığı önemli darbelere rağmen o yenilgiye uğratılmış olmaktan uzaktır. Bugünkü güç ilişkileri içerisinde ve direnişin bugünkü yapısı düşünüldüğünde, bu öyle kolay da değildir. Saplandığı bataklıktan bir dizi manevra ile ve sınırlı kayıplarla sıyrılması hala olanak dahilindedir. Mevcut direnişin zaaflı yapısı, aynı anlama gelmek üzere halkları emperyalizme ve gericiliğe karşı birleştirebilme yeteneğinde devrimci bir önderliğin yokluğu, bu alanda Amerikan emperyalizminin en büyük şansıdır. Bu, halkları birbirine düşürmeyi, milliyet ve mezhep çatışma içinde tüketmeyi kolaylaştıran, bu arada İran’daki molla rejimi türünden gerici diktatörlüklere halkların anti-emperyalist anti-siyonist muhalefetini yedekleme şansı veren hayati önemde bir zaaf alanıdır. Bu güçler tablosu içinde Amerikan emperyalizmini manevra yapma ve durumu en az kayıpla atlatma şansı hala da çok büyüktür. Baker-Hamilton raporunun anlamı kendi yönünden aynı zamanda budur. Siyonist devlet faktörü önemli bir engel olmakla birlikte bu rapordaki politikaların gündeme getirilmesi, İran’la sorunların belli tavizlerle bir uzlaşmaya bağlanmasını ve böylece mevcut direniş odaklarının gemlenmesini ya da tecrit edilmesini önemli ölçüde kolaylaştıracaktır.

Bütün bu açılardan 2007 yılı, tablonun daha çok netleşeceği bir yıl olacaktır.

Kendini resmen dünya jandarması ilan eden NATO

Dünya olayları çerçevesinde önemli bir başka gelişme, yılın sonuna doğru gerçekleşen NATO toplantısında, bu emperyalist saldırı ve savaş örgütünün yeni misyonuna ilişkin olarak benimsenen yeni resmi stratejidir. Bilindiği gibi, hükümet ve devlet başkanlarının katılımıyla gerçekleşen Riga Zirvesi’nde, NATO resmen dünya polisi ilan edildi. Dünyanın her yeri, her bölgesi ve ülkesi NATO için artık bir dolaysız taraf olma ve müdahale alanıdır. Benimsenen “yeni konsept” çerçevesinde, bundan böyle bu saldırgan emperyalist ittifak, emperyalist çıkarlarının ya da hesaplarının gerektirdiği her durumda, şu veya bu bölgeye ya da ülkeye müdahale etme hakkını kendinde bulabilecektir. Bu iş sözümona dünya barışı ve güvenliği adına yapılacak ve bunun için her türlü bahane keyfi bir biçimde gerekçe olarak ileri sürülebilecektir. Yıllardır hazırlandığı söylenen ve son zirvede ilan edilen yeni “konsept”in özü esası budur.

NATO’nun dünya polisi misyonunu üstlenmesinde gerçekte bir yenilik yok, zira bu daha kuruluşunun 50. yılında (1999) yapılan Washington Zirvesi’nde ilan edilmişti. Kosova bahane edilerek Yugoslavya’ya karşı yürütülen emperyalist yıkım savaşı da bunun ilk önemli uygulaması olmuştu. Böylece NATO herhangi bir iç soruna dolaysız olarak müdahale edebileceğini, bu çerçevede gerekirse savaşa da girişebileceğini ve işgal gücü olarak hareket edebileceğini göstermiş oluyordu. Ardından Afganistan’da işgal gücü rolünü üstlenmek geldi. NATO bu ülkede halen işgalci bir savaş ve iç savaş gücü olarak bulunmaktadır ve “teröre karşı mücadele” adı altında, gerçekte ise ortak emperyalist çıkarların gereği olarak, sistemli biçimde sivil katliamlara başvurmaktan geri durmamaktadır.

Öyle görünüyor ki Afganistan’ı, özellikle de Irak’taki gelişmelerin seyrine bağlı olarak, Ortadoğu’da üstlenilecek görevler izleyecektir. Ortadoğu’da büyük bir yenilgi, sonuçta bunu ABD yaşayacak olsa bile, sistemin kendisi için büyük bir tehlike demektir ve batılı emperyalist güçlerin, dolayısıyla da NATO’nun buna seyirci kalması düşünülemez. Afganistan’daki batak ile ABD’nin Irak perişanlığı, halen bu doğrultudaki eğilimleri gemlemekte, ABD’nin istemine ve baskısına rağmen NATO böyle bir savaşa dolaysız olarak karışmaya cesaret edememektedir. Dolayısıyla bu tür bir müdahale ihtimali, siyasal ve diplomatik manevraların ardından gelebilecek zorunlu bir en son çare olabilir ancak, emperyalist batı koalisyonu ve onun saldırı ve savaş örgütü NATO için. Şimdilik emperyalist müttefikler ABD’nin saplandığı bataktan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya, bu çerçevede bölgede daha çok siyasal ve diplomatik inisiyatif almaya bakmakta ve bu arada kuşkusuz ABD’yi altan alta her yolla desteklemektedirler. (Geçen yılın başında yine böyle bir değerlendirmeyi vesile ederek, Irak savaşı ve direnişinin seyrinin emperyalistler arası ilişkilerde yarattığı yeni durumu çok yönlü olarak ortaya koymuştuk. Bkz. Yeni Bir Yılın Başında Dünyada Durum, Ekim, Sayı: 244, Ocak 2006, Başyazı).

Riga Zirvesi’nin kararlarında önemli olan yenilik, dünyanın her yerinin NATO için müdahale ve savaş alanı ilan edilmesi çerçevesinde bir “acil müdahale gücü”nün kurumsal bir yapı olarak benimsenmesidir. Tek başına dünya hakimiyeti hülyalarının aradan henüz 10 yıl ancak geçmişken halklar tarafından boşa çıkarılmış olması, Amerikan emperyalizmini bir saldırı ve savaş örgütü olarak NATO’ya daha çok önem vermek zorunda bırakmıştır. Bu, sorumluluğa öteki emperyalist müttefiklerini kendi denetiminde dahil edebilmenin bir yolu ve kurumsal olanağıdır onun için. Fakat bunda bir parça olsun başarılı olabilmek için o, çözümü zor iç çelişkilere ve sorunlara çözüm bulmak, bu çerçevede müttefiklerinin kabaran emperyalist iştahlarını kendi çıkarlarından tavizler vererek tatmin etmek zorundadır. Kritik önemde kararların oy birliği koşuluna, dolayısıyla her bir üyenin veto hakkına bağlanmış bulunması, bu alanda özellikle önemli bir zorluk alanıdır ABD için. Yeni stratejinin ilan edildiği Riga Zirvesi’nden bir kez daha yansıyan gizlenemez sıkıntılar bunun daha şimdiden işaretlerini vermektedir.

Öte yandan dünya jandarmalığı rolüne NATO’yu dünya ölçüsünde genişletmek politikası eşlik etmektedir. Bu çerçevede Ortadoğu’dan, Kafkasya’dan, Asya’dan ve Avustralya’dan halen zaten fiilen bir biçimde NATO ile birlikte hareket eden yeni ülkelerle (ki bunların başında Ukrayna, Gürcistan, Avustralya, Japonya, Güney Kore ve İsrail gelmektedir) genişleme politikası gündemdedir. Fakat bu denli genişletilmiş, dolayisıyla bağdaştırılması sanıldığı kadar kolay olmayan farklı emperyalist ve gerici çıkarı bir araya toplamaya yönelmiş bir örgüt için bunun bir güç değil zaaf alanına dönüşeceği gerçeği de sorunun bir başka yönüdür.

Bu konuda son bir nokta, Türk hükümeti ve generallerinin NATO politikalarına geleneksel tam uyumlarını son zirve ve onun yeni kararları üzerinden de ortaya koymuş olmalarıdır. Türkiye’yi yönetenler Amerikan emperyalizminin ve NATO’nun sadık işbirlikçileri olduklarını bu vesileyle de gösterdiler ve “yeni konsept” çerçevesinde gündeme getirilen “Acil Müdahale Gücü”ne hemen kalıcı askeri birlik vermeyi kabul ettiler. İç politikada birbirleriyle dalaşıp duran egemen sınıf kanatlarının emperyalizme ve NATO’ya uşaklık sözkonusu olduğunda harfiyen anlaştıklarını da buna eklememiz gerekir.

Türk burjuvazisinin ve onun adına ülkeyi yönetenlerin bu tutumunun politik önemini, NATO’nun aynı zamanda uluslararası bir iç savaş örgütü olduğu, hatta tüm tarihi boyunca fiili icraat yönünden bu misyonunun daha baskın olduğu gerçeği ışığında değerlendirmek gerekir. “Süper NATO” olarak da bilinen ve NATO’nun kirli savaş örgütü Gladio’nun Türkiye uzantısı olan Kontrgerilla’nın özellikle son 40 yılda Türkiye toplumunda oynadığı kirli rol iyi bilinmektedir. Daha az bilinen ise, tam da buna bağlı olarak Türkiye’deki faşist askeri darbelerde NATO’nun oynadığı çok önemli dolaysız roldür. 12 Eylül’ü Türk generalleri üzerinden tezgahlayan CİA’nın bunu dönemin başkanına “bizim oğlanlar başardı” diye rapor ettiği iyi bilinir, ama darbenin Brüksel’deki NATO karagahında anında kutlamalara konu edildiği pek fazlaca bilinmez ya da üzerinde fazlaca durulmaz.

NATO tüm tarihi boyunca Türkiye’deki iç sınıf mücadelelerinde dolaysız bir taraf olmuştur. Türkiye’nin işçileri, emekçileri ve devrimcileri bunu hep gözönünde bulundurmalı ve bu saldırgan suç örgütündeki gelişmelere her zaman bu gözle bakmalı, tüm kanatlarıyla Türk burjuvazisinin ve Türk generallerinin NATO’ya gösterdikleri büyük sadakati bu tarihsel ilişki üzerinden de değerlendirmelidirler.

Türk burjuvazisi emperyalizmin
ve siyonizmin safında

2006 yılının gelişmeleri, tüm temel güç ve kurumlarıyla Türkiye’nin işbirlikçi egemen güçlerinin (işbirlikçi burjuvazinin kendisinden hükümete ve generallere kadar) emperyalizmin ve siyonizmin hizmetinde olduklarını bir kez daha bütün açıklığı ile gösterdi. Irak, Lübnan, Afganistan ve İran’la bağlantılı tüm önemli gelişmeler üzerinden bunu açıkça gördük.

Türkiye’yi kuşatan kriz coğrafyasında Amerikan emperyalizmine tam hizmet, tüm kanatlarıyla işbirlikçi Türk burjuvazisinin “Milli Siyaset Belgesi”ince saptanmış tartışma dışı ortak “milli politika”sıdır. Nitekim olaylar da bunu her aşamada doğruluyor. Geride kalan yılın bu açıdan kendine özgü bir farkı, iç dalaşmaların bu politikaya yeni bir güç kazandırmış olmasıdır. Generaller ve AKP hükümeti, ABD emperyalizmini desteğini sağlayarak birbirlerine üstünlük sağlamak çabası çerçevesinde, Amerikan emperyalizmine ve siyonist İsrail’e yaranmakta adeta yarıştılar ve bu yarış halen sürmektedir.
Uşaklık çizgisini derinleştiren bu etkeni, kendi yönünden Kürt sorununun yarattığı bunaltıcı etki tamamlamaktadır. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik istemini boğma gerici hesapları ve umutları, Türkiye’nin işbirlikçi rejimi için her konuda Amerikan emperyalizminin dümen suyunda hareket etmenin bir başka temel dinamiğine dönüşmüş durumda. ABD’nin kendi gerici hesapları ve çıkarları umduklarının tam tersi gelişmelere yolaçıyor ve son yılların olayları bunu sürekli kanıtlıyor olsa bile, Türkiye’yi yöneten işbirlikçi takımı bu politikadan sapmamakta, sapamamaktadır. Onlar, çok yönlü nedenlere bağlı olarak, böyle bir güç ve iradeden kesin olarak yoksundurlar.

Amerikan emperyalizminin Irak’ta çıkış yolu aramak zorunda kaldığı bir batağa saplanmış bulunması, gelinen yerde Türkiye’yi yönetenleri Güney’de bir Kürt devleti oluşumunu engelleme konusunda daha da umutlandırıyor. Hesap ve umut basitçe şudur: Bataktan çıkış arayışı, ABD’yi kendi bünyesinde Kürt sorunu barındıran ülkelerin yardımını aramak, bu ise Kürt oluşumunu feda etmek sonucu yaratabilir. Baker-Hamiltan raporu Türk gericiliği için bu türden umutların somut bir karşılığı ve tersinden Kürtler içinse ciddi risklerin göstergesi olmuştur.

Bu tür bir gelişme, ABD payına, şimdiki İran, Suriye ve Filistin politikalarında önemli değişiklikleri gerektiren bir yeni Ortadoğu politikası çerçevesinde olanaklı olabilir ancak. Her ne kadar şimdiki yönetim buna istekli görünmüyorsa da olayların gidişi bu yönetimin politikalarını geri plana itebilir ve Amerikan emperyalizmi daha Bush çetesi fiilen işbaşındayken bile bu tür bir politika değişikliğini gündeme getirebilir. Bu ise, Türkiye’nin Kürt düşmanı işbirlikçilerinin umutlarının hiç değilse kısmen gerçekleşmesi, ABD emperyalizminin Kürt halkına üçüncü bir kez ihanet etmesi sonucuna yolaçabilir. Böyle olursa, işbirlikçi Kürt yönetiminin tüm geleceğini Amerikan emperyalizmine ipotek etmesinin faturası da bir kez daha Kürt halkına ödetilmiş olur.

Böyle olursa diyoruz, zira Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerini yularından sağlamca tutmuş ABD emperyalizmi onları Kürt hareketiyle bir biçimde aynı cephede buluşturma hüneri de gösterebilir. Bu, ayrı bir Kürt devleti ihtimalinin ortadan kaldırılması, buna karşılık olarak Kürtlerin ezdirilmemesi ve sınırlı bazı kazanımlara razı edilmesi biçiminde gerçekleşebilir. ABD’nin Türkiye’deki Kürt sorununu bazı sınırlı tavizlerle bir sonuca bağlamaya yönelik politikasına AKP ve DYP gibi partilerden kendine özgü biçimde gelen destek, olayların bu tür bir seyrinin de ihtimal dışı olmadığını gösteriyor. Fakat işlerin tam nasıl bir seyir alacağı ve bunun Kürtler için yaratacağı akibet, ABD’nin Irak’ta saplandığı bataktan çıkmak için hangi yolu tutacağına bağlıdır.

Aldatıcı AB rüyasının çöküşü ve Ortadoğu’da yeni misyon

Geride kalan yılın Türkiye’nin işbirlikçi düzeni bakımından en önemli gelişmelerinden biri, son 20 yılda kitleleri oyalamanın ve sahte gelecek hayalleriyle sersemletmenin etkili bir araca olan AB rüyasının henüz resmen değilse de fiilen çökmesi oldu. Bu sonuç, düzenin efendileri de dahil olayın içyüzünü yakından izleyen hiç kimse için gerçekte bir sürpriz değildir. Nitekim yakın zamanlarda güncellenen devletin “Milli Siyaset Belgesi” Türkiye’yi çevreleyen kriz bölgesinde ABD ile ilişkilere genişçe yer ayırıp Türkiye’nin dış politikasını bu eksen üzerinden tanımlarken AB ile ilişkilerden yalnızca dil ucuyla bahsetmesi, bunun devlet katında resmen de kayda geçirilmesinden başka bir şey değildi.

Dolayısıyla geride kalan yıl içindeki gelişmelerde yeni olan, bunun giderek kitleler tarafından da anlaşılmaya başlanması ve bunun bilincinde olan ülke yönetimin AB hayalleri pompalamakta hız kesmesi, giderek bu konuda daha açık davranmasıdır. Yıl içinde bunun en önemli göstergelerinden biri, AB makyajı kapsamındaki sözde demokratikleşme oyununun bir kenera bırakılarak yeni baskı ve terör yasalarının çıkarılması oldu. Senenin sonuna doğru Kıbrıs restleşmesi, sorunu daha belirgin biçimde su yüzüne çıkardı. Yeni yıla girerken başbakanın “Bizim için Irak AB’den daha önemli hale gelmiştir” demesi ise bu konuda adeta resmi bir itiraf olmuştur. Böyle bir açıklamanın kendine AB misyonu biçmiş bir hükümetin başından gelmesi, AB ile ilişkiler alanında gelinen yerin resmi düzeydeki algılanışını veciz biçimde ortaya koymuştur. “Irak AB’den daha önemli” hale gelmiştir vurgusunun gerisinde aynı zamanda Kürtlere yönelik kirli plan ve hesapların bir dışa vurumu olsa da, temelde bu açıklamayı, ABD güdümünde Ortadoğu’da daha etkin roller üstlenmek olarak anlamak gerekir.

Kürtlere yönelik hesaplar da yerini ve anlamını bunun içinde bulacaktır. Türk devletinin Güney Kürtlerine yönelik politikasının halihazırda iki önemli unsuru var. İlki bağımsız bir Kürt devletinin engellenmesi ve ikincisi Kerkük’ün her halükarda Kürtlerin denetimine geçmesinin önüne geçilmesi. Irak’ta ve Irak’tan öteye Türkiye’yi çevreleyen ve Orta Asya’ya uzanan tüm kriz bölgelerinde ABD emperyalizminin hizmetinde hareket etmenin karşılığı olarak Türk burjuvazisinin ilk elden ABD’den beklentisi bundan ibarettir. Bunların gerçekleşmesi durumunda Türkiye’deki Kürt sorununun ABD’nin uzun zamandır telkin edip durduğu ılımlı tavizlerle yatıştırılması da gündeme gelebilecektir. Böyle bir gelişme, Kürt hareketinin İmralı’dan beri odaklandığı “barış” isteminin de bu sınırlar içinde nihayet karşılık bulması, işin aslında ise Türkiye’deki Kürt sorununa ilişkin Amerikan politikasının uygulanması olacaktır. Mehmet Ağarlar’ı “düze indirme” söylemi üzerinden konuşturan da ABD’nin son zamanlarda bu doğrultuda bir ağırlık hissetirmesi, son “ateşkes” kararını bu doğrultuda cesaretlendirmiş olmasıdır.
Yine de bu tek ihtimal değildir. Kürt sorununun nasıl bir hal alacağı ve Kürt hareketinin hangi akibetle karşı karşıya kalacağı biraz da Irak eksenli gelişmelerin Ortadoğu’da ortaya çıkarcağı yeni güç ilişkilerine ve oluşacak yeni dengelere bağlı olacaktır. Duruma göre ABD Kürtleri tümden feda edebilir ve Güney’deki Kürt devleti oluşumu başta Türkiye olmak üzere bölge devletlerinin ortak müdahalesinin hedefi haline de gelebilir. Bölgedeki tüm devletleri çatışmanın içine çekebilecek bir İran savaşı da bir başka yönden pekala benzer bir sonuca yolaçabilir. Bunların tümü de ihtimal dahilindedir.

Ortadoğu’da asıl büyük olaylar bundan böyle yaşanacaktır. Bu açıdan birçok şey halen belirsizdir ve bu çerçevede 2007 yılı gerçekten de kritik önemdedir. Şimdiden kesin olan ise Türkiye’nin işbirlikçi rejiminin emperyalizmin ve siyonizmin safında daha etkin bir role hazırlandığıdır. Türkiye’nin iç politik yaşamı üzerinde de çok yönlü etkileri olacak bu gelişmelere her açıdan hazırlanmak dönemin devrimci görevleri içinde apayrı bir yere ve öneme sahiptir.

 

EKİM


Üste