Logo

Tarihsel dönem ve devrimci parti


Tarihsel dönem ve devrimci parti

 

 (TKİP Merkez Komitesi’nin yakın dönemde gerçekleşen toplantısında Cihan yoldaşın yaptığı toplantıyı açış konuşmasının kaydıdır... Özel ya da parti güvenliğini ilgilendiren bölümlerden arındırılmış, ara başlıklar yayın vesilesiyle konulmuştur...)

 

Tarihsel dönem

Girmekte olduğumuz, tarihsel ölçülerle alındığında aslında girmiş de bulunduğumuz tarihsel döneme bir bakışımız var. Bunu Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle ortaya koyduk ve geride kalan 35 yıllık tarihi dönem üzerinden gerekçelendirmeye çalıştık. Kuşkusuz bu bizim için yeni bir değerlendirme değil. Tunus-Mısır konulu başyazının girişine III. Kongre Bildirisi’nden alınmış bir pasaj var, burada girmekte olduğumuz tarihsel evreye ilişkin özlü bir çerçeve var. Aynı pasajın devamına ise, tarihsel döneme bakış ile politik-örgütsel görevleri ele alış arasındaki kopmaz ilişki ortaya konulmaktadır. Konunun tarihsel çerçevesi ve güncel gerekleri burada özlü bir biçimde formüle edilmiştir.

Sorun şudur: Devrimci bir partinin girilmiş bulunulan ya da yaklaşmakta olan tarihsel döneme bir bakışı olmalı, tüm politik-örgütsel çalışmasını ve hazırlığını da bunun ışığında ele almalıdır. Dünya tarihi içerisinde evreler vardır. Örneğin 20. yüzyıla bir giriş vardır; bakıyorsunuz, bir dizi alanda çelişkiler yoğunlaşıyor ve keskinleşiyor. Sistemin genelini kapsayan bunalımlar baş gösteriyor. Yerel emperyalist müdahaleler ve savaşlar yaygınlaşıyor. Militarizm tırmanıyor, emperyalistler arası hummalı bir silahlanma yarışı yaşanıyor. 1904’den itibaren II. Enternasyonal kongreleri bu sorunları, tırmanan militarizmi, silahlanma yarışını ve bir dünya savaşı tehlikesini tartışıyor.

Öte yandan tarih sahnesine devrimler de giriyor. 1905’de Rusya’da devrim var. Bunu İran’da devrimci çalkantılar izliyor, yıllarca durulmayan. 1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyet’e yol açan olaylar var. 1911’de Sun Yat Sen liderliğindeki Çin Devrimi var. Özetle bunalımları ve savaşları tamamlayan bir devrimci olaylar zinciri görüyoruz, aynı tarihi evrede, 20. yüzyılın ilk on yılı içinde. Bunlara bir arada baktığımızda, tarihi ölçülerle bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girildiğini görüyoruz. Olayların sonraki seyri de bunu tümüyle doğruluyor.

 

Ekonomik kriz

Mısır-Tunus konulu ikinci konferansımda (ki kayıtları henüz yayınlanmadı) etraflıca gerekçelendirdim; geride kalan 30-35 yıllık döneme baktığımızda, 1970’lerin ortasından itibaren bir dönemin sona ermekte olduğunu ve öte yandan da yeni bir dönemin ilk belirtilerinin ortaya çıktığını bütün açıklığıyla görebiliyoruz. Tam da bu yıllarda patlak vermiş bir genel ekonomik bunalım var, kapitalist dünya ekonomisinin tümünü pençesine alan, onu genel bir durgunluğa sürükleyen. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen uzun bir genişleme döneminin ardından, kapitalizmin hiç değilse emperyalist metropollerde birkaç on yıl için rahat bir nefes alabildiği bir dönemin ardından, 1970’lerin ortasında bir ekonomik bunalımın dünya ölçüsünde patlak verdiğini ve bunun uzun süreli bir dönem olarak bugüne kadar sarktığını görüyoruz. Şimdilerde ise bunun biriktirdiği faturanın tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığına tanık oluyoruz. 30 yıldır kesintisiz biçimde uygulanan neo-liberal politikalara, ‘90’lı yıllarda gündeme getirilen küreselleşme saldırısı politikalarına, bu arada sınıf mücadelesindeki genel gerilemeye, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküşün sağladığı çok yönlü imkanlara rağmen, birbirini tamamlayan bu bir dizi avantaja ve etkene rağmen, sistemin genel bir durgunluk halinde yaşadığı ekonomik bunalımı aşamadığını, tam tersine gelinen yerde krizin kendini çok daha ağır bir biçimde ve üstelik sistemin kalbinde derinleşerek ortaya koyduğunu görüyoruz.

Bu öyle geçici hafiflemelerle ortadan kalkacak bir kriz değil. Bunu kriz konulu değerlendirmelerimizde daha baştan bütün açıklığıyla vurguladık. III. Kongre’de konuya ilişkin olarak yaptığımız değerlendirme de bu yönde idi. Mevcut kriz inişli çıkışlı bir seyir izlese de, genel olarak alındığında, uzun yıllar boyunca aşılamayacaktır; zira otuz yıllık bir birikimin üzerinde yükseliyor. Son otuz yılın çöküntüyü erteleme politikalarının yarattığı o korkunç boyutlardaki şişkinlikler, o devasa boyutlardaki yapay köpükler ortadan kaldırılmadan, oluşan aşırı sermaye birikimi bir biçimde eritilmeden bu kriz ortadan kalkmaz. Nitekim şimdi krizin yeniden ağırlaşlaşmakta olduğunu görüyoruz. Tüm dünyayı yeniden bir kaygı kaplamış durumda. AB ve ABD ile ilgili ciddi düzeyde karamsar öngörüler var. AB bölgesinde bir dizi ülkenin iflası gündemde.

Bütün bunlarla demek istiyorum ki, 1970’lerden itibaren dünyanın gündeminde bir ekonomik kriz var ve bu gelinen yerde ağırlaşıyor, kapitalist dünya ekonomisini bir genel çöküşle tehdit ediyor. Birinci temel nokta bu.

 

Hegemonya krizi

İkinci temel nokta, emperyalist dünya sistemindeki mevcut hegemonya krizidir. Bunun başlangıcı da aynı döneme uzanıyor. ‘60’ların sonu, ‘70’lerin başından itibaren emperyalistlerin kendi iç ilişkilerinde, emperyalistler arası güç dengelerinde belirgin bir değişimin ortaya çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde tartışmasız bir ABD hegemonyası var. Öte yandan tüm öteki büyük emperyalist devletlerin belirgin biçimde güçten düşmesi olgusu bunu tamamlıyor. Fakat ‘70’lere varıldığında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının kaçınılmaz sonucu olarak, hiç değilse ekonomik ve mali planda öne çıkan yeni emperyalist güç odakları görüyoruz, Avrupa’da ve Asya’da. Avrupa’da Almanya-Fransa ekseni oluşuyor ve bugün kendini AB olarak ortaya koyan yeni bir emperyalist güç odağı yaratmaya yöneliyor. Asya’da ise, ‘90’lı yıllardan itibaren güç kaybetmeye başlasa bile, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Japonya’nın o büyük yankılar yaratan güçlü çıkışı var.

Emperyalist dünyanın güç ilişkilerinde ortaya çıkan bu değişim Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından yeni bir evreye girdi. Emperyalist batı blokunun iç ilişkilerinde gevşemeler ve sorunlar ortaya çıktı. ABD hegemonik konumunu korumak için özel bir çaba harcıyor olsa da ilişkilerde bir çözülme baş gösterdi. Bunu Çin’in yükselişi, Rusya’nın toparlanması, bu arada bölgesel düzeyde etkin yeni bazı güç odaklarının (Asya’da Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya gibi) ortaya çıkışı tamamladı. Bu bir çok kutupluluk eğilimi ve yeni yükselen güçlerin de somut bir talebi olarak kendini gösterdi. Ve 2000’li yıllardan itibaren de artık sistem bünyesinde bir hegemonya krizi yaşandığını söyleyebiliyoruz. ABD hegemonyasında bir sarsılma, kaçınılmaz bir çözülme var ve halen bunun yolaçtığı bir başka bunalım faktörü ile yüzyüzeyiz. Bu, sistem bünyesinde kendini gösteren bir hegemonya krizidir.

Benzer bir olgu 20. yüzyıla girilirken var. İngiltere’nin çözülen hegemonyası ve karşısında yükselen yeni güçlü emperyalist rakipler gerçeği var. Atlantik’in ötesinde ABD, berisinde Almanya, yeni iki emperyalist güç odağı olarak öne çıkıyorlar. Almanya’nın bunu yeni bir emperyalist paylaşım talebine vardırdığını ve bunun da emperyalist bir dünya savaşına yolaçtığını biliyoruz.

Bugün ABD’nin karşısına açıkça çıkabilen böyle bir güç odağı henüz yok ortada, ama ABD’nin kendini dayatan hegemonik tutumuna itiraz eden, “çok kutupluluk” iddia ve talebinde bulunan bir dizi güç var. ABD artık sistemi eskisi gibi kontrol edemiyor ve bunun karşısında belli güç odakları birikiyor. Ondan bu hegemonyayı devralacak etkin bir emperyalist odağın olmaması mevcut krizi hafifletmiyor, tersine daha da ağırlaştırıyor. Zira hegemonyası çözülen ama açıkça karşısına da çıkılamayan emperyalist güç odağı olarak ABD bu koşullarda çok daha pervasız davranıyor. Muazzam askeri gücünü ve öteki üstünlüklerini kullanarak mevcut konumunu muhafaza etmeye çalışıyor, bu da sistem içi krizi ağırlaştıran ek bir faktör oluyor. Irak ile ilgili tek yönlü kararın o gün için emperyalist cephenin iç ilişkilerinde yarattığı gerilimlerden bunun ne anlama geldiği çıkarılabilir.

 

Sosyal kriz

Öte yandan büyük bir sosyal sorunlar birikimi görüyoruz, bu üçüncü bir temel nokta. Ekonomik kriz demek, faturanın emekçilere çıkarılması, bunun da bir dizi etkili saldırıyla dünya ölçeğinde gündeme getirilmesi demektir. Bunu da son otuz yılın toplamı üzerinden bütün açıklığıyla görebiliyoruz. ‘80’lerin başından itibaren dünyada bir neo-liberal saldırı var. “Yeni sağ”ın yükselişi, neo-liberal saldırı politikaları diye tanımlanan bir evre var. Bunun toplumlarda biriktirdiği çok yönlü sorunlar, artırdığı sosyal gerilimler, keskinleştirdiği sınıfsal çelişkiler var. Sosyal sorunların ağırlaştığını, Sovyetler Birliği eksenli bloğun çökmesiyle birlikte de, bir yandan bu saldırıların küreselleşme saldırısı biçimi içerisinde yeni bir düzey kazandığını, öte yandan da yüzyıllık kazanımlara yönelik çok daha kapsamlı bir hal aldığını biliyoruz.

Bunlar tabii, sosyal sorunların birikmesi, sosyal çelişkilerin keskinleşmesi anlamına geliyor. Bu da gene bilimsel olarak bütün açıklığı ile saptanabiliyor. Dünya tarihinde hiçbir dönemde sınıflar arasındaki kutuplaşma bu kadar ağırlaşmamıştı. Sosyal kutuplaşma had safhada. Son elli yılın kıyaslamalı verileri bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Toplumlar bünyesinde sınıflar, dünya ölçüsünde ülkeler ve bölgeler arasında büyük uçurumların oluştuğunu ve bunun önemli gerilimler yarattığını görüyoruz. Bu da üçüncü bir temel faktör.

 

Sınıflar mücadelesi

Bir dördüncüsü ise, sınıflar mücadelesi alanındaki gelişmelerdir. ‘70’lerin ortası Vietnam Devrimi ve sonrası, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen devrim dalgasının hızla düşüşüdür. Bunu ‘80’li yıllarda dünya ölçüsünde bir gericilik döneminin, “yeni sağ”ın yükselişi olarak tanımlanan bir kudurgan gericilik döneminin izlediğini biliyoruz. Sovyetler Birliği’nin çöküşü buna ek bir ivme kazandırdı. Dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm güçten düştü, sınıf mücadelesi dibe vurdu. Dünya gericiliği bunu bilinçli bir karşı saldırıyla da birleştirince büyük bir gericilik atmosferinin oluştuğunu biliyoruz.

Ama daha ‘94’den itibaren hızla bir değişimin ortaya çıktığını, Chiapas ayaklanmasıyla birlikte olayların hızlandığını, çeşitli ülkelerde halk isyanlarının, dünya ölçüsünde poleter eksenli kitle hareketlerinin hızla çoğaldığını görüyoruz. Buna ilişkin önemli değerlendirmelerimiz var, ‘90’lı yılların ikinci yarısına ait. Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle bunlara dikkat çekmiş olduk.

Tunus ve Mısır’daki büyük halk hareketleri, Arap dünyasının ayağa kalkması, bu değerlendirmeleri şu günler üzerinden doğrulamakla kalmıyor olayların hızlandığını da gösteriyor. Tunus-Mısır Akdeniz’in güneyidir, ama biz kuzeyinde de büyük toplumsal sarsıntılar yaşandığını biliyoruz. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de neler olduğunu biliyoruz. Yarın bir çöküş ertesinde İtalya’da neler olacağını kestirmemiz zor değil. Latin Amerika’daki durumu biliyoruz. Asya’da kendine göre kaynaşmalar var. ABD gibi bir ülkede, Wisconsin eyaletinde, haftalarca süren sosyal kaynaşmalar yaşandığını, ABD’nin bu orta batı eyaleti emekçilerinin “burası ‘orta batı’ değil Ortadoğu!” diyerek kendi mücadeleleri ile Ortadoğu’nun halk isyanları arasında bir politik paralellik ve manevi gönül bağı kurduğunu biliyoruz.

 

Tarihsel dönem ve politik-örgütsel sonuçlar

Biraz fazla ayrıntıya girmiş oldum ama artık toparlıyorum. Dünya tarihi açısından bunalımların, savaşların kendini belirgin bir biçimde gösterdiği bir tarihi evrenin içindeyiz. Ve sınıf mücadelesinin bu verileri de gösteriyor ki, devrimler dönemine de adım adım yaklaşmaktayız. Ortadoğu’daki son toplumsal sarsıntılar bile bize bu konuda bir fikir verebilir. Sıradan kitleler devrimden sözediyor, kamuoyu olup biteni devrim olarak niteliyor, bu bir şey anlatıyor olmalı. Bunun bir yanı manüplasyonsa, öteki yanı da sarsıntının yarattığı etkinin abartılı bir ifade edilişidir. Biz bu nitelemeyi bilimsel açıdan doğru bulmayabiliriz. Ama ortada muazzam boyutlarda kitlesel hareketlenmeler var, bunların yolaçtığı sarsıntılar var. Ve ortalama bir bilinçle, bu hareketlere katılanlar “devrim” yaptıklarını düşünebiliyor, yaptıkları işi böyle niteleyebiliyorlar. Devrimler kavramı sıradan insanın bilincinde ve dilinde kendine kolayca yer buluyor gelinen yerde, bu olağan bir söyleme dönüşüyor. Bunu da kendi sınırları içinde devrimler dönemine yaklaştığımızın bir işareti saymak gerekiyor.

Dünya tarihi sahnesi üzerinden baktığımızda, tablo genel çizgileriyle budur. ‘70’li yılların ortasından bakacağız ve bugünün gelişmelerini de bunun ışığında değerlendireceğiz. Bir döneme, yeni bir devrimler dönemine adım adım yaklaşıyoruz.

Bu buysa eğer, devrimci bir partinin bu soruna böyle bakıp bakmamasının çok büyük bir önemi var. Zira bu bakışaçısının kapsamlı politik ve örgütsel sonuçları var. Eğer dünya tarihi üzerinden bakıldığında devrimler dönemine doğru bir gidiş varsa, her ciddi devrimci partinin görevi de devrime hazırlanmaktır. Tüm politik ve örgütsel çalışmasını, her alandaki hazırlığını bu gözle ele almaktır. Nitekim III. Parti Kongresi Bildirisi’ndeki değerlendirme de dosdoğru buraya bağlanıyor.

Bu bakışaçısını, bu tarihsel dönem bilincini, dünya ölçüsündeki son olayların da ışığında, partiye sağlam bir biçimde maledebilmeliyiz. Güçlü bir devrimci misyon duygusu geliştirebilmenin, sağlam ve somut bir devrime hazırlık bilinci yaratabilmenin yolu buradan geçer. Her devrimci parti devrime hazırlanmak için vardır. Ama biz, bir de dünya tarihinin bugünkü evresinin bu özgün yanından giderek, bu meseleye çok daha somut bakabilmeliyiz. Devrimin güncelliğini gözönünde bulundurmalı, bütün sorunlarımızı bu gözle ele alabilmeliyiz.

 

Partide ideolojik donanım

Eğer devrimler dönemine doğru gidiyorsak, devrime sağlam ve iddialı bir biçimde hazırlanacaksak, herşeyden önce parti olarak marksist dünya görüşüyle sağlam bir biçimde donanmalıyız. Partinin tümünde kuvvetli bir ideolojik kimliği egemen kılmalıyız. Bu açıdan partimizin büyük avantajları kadar önemli zaafiyetleri de var.

Büyük avantajları var; zira, 23 yılın ardından artık daha rahat ifade edebilirim, partimizin sağlam bir dünya görüşü, ideolojik ve ilkesel konularda açık ve tutarlı bir bakışaçısı var. Tüm siyasal yaşamı bunun bir doğrulanmasıdır. Temel değerlendirmeleri yılların sınamasından geçen bir partiyiz. Daha ‘90’lı yılların ortasında dünya ölçüsünde halk isyanlarının ve proleter kitle hareketlerinin yeni bir dönemine girmiş bulunduğumuzu saptadık ve aradan geçen onbeş yıl bizi tam olarak doğruladı.

Partinin ideolojik, ilkesel ve yöntemsel açıdan sağlam bir duruşu var. Solun bir genel tasfiye içinde kendini ya da devrimci kimliğini tükettiği bir evrede TKİP gibi bir parti yaratabilmenin tüm sırrı değilse bile temel, olmazsa olmaz koşulu bu idi ve bizi bugüne öncelikle bu üstünlüğümüz getirdi. Bunu Parti Okulu Habip Gül Devresi sunumları sırasında ayrıntılı olarak gerekçelendirdim. Sosyalizmin sorunları tartışmasını buna bir başka örnek olarak verdim. Bu sorunları tartışanlar içerisinde neden bir tek TKİP’nin doğru bir çizgide kaldığını, yaşananlara son derece eleştirel yaklaştığını, ama ne liberalizme ne inkarcılığa düştüğünü, eleştirel bir gözle olup biteni anlamayı, her türlü hatalı düşünce ve pratiği eleştirip aşmayı fakat devrimci mirasını da yüreklilikle savunmayı nasıl başarabildiğini, gene bu yöntemsel bakış üstünlüğü üzerinden ortaya koydum.

Kuşkusuz ideolojik birikimimiz halen çok sınırlı. Ama partinin bugünkü gelişme düzeyi düşünüldüğünde, gene de önemli bir ideolojik birikimimiz var. Bunu Parti Okulu çalışması vesileyle özellikle gördüm. Benim zayıf gördüğüm, mutlaka incelenerek önemli ideolojik açılımlara konu edilmesini düşündüğüm bir dizi alanda, başta “sosyalizm deneyimi”, yanısıra Türkiye tarihi ve toplumu olmak üzere, meseleleri aslında çok sağlam bir biçimde yerli yerine oturttuğumuzu ama bunları açıp işlemediğimizi, derinleştirmediğimizi gördüm. Yine de temel çizgiler sağlam bir biçimde konulduğuna göre gerisi yapılır, partiyi biraz derler toparlarsak bunu yapmak daha da kolaylaşır.

Türkiye tarihini çok önemsiyorum. Bir toplumun tarihini ve dolayısıyla bugüne gelişini anlayamadan o toplumu değiştiremezsiniz. Bu işin önemi buradan gelmektedir. Bunu daha Kuruluş Kongresi’nde ayrıntılı olarak gerekçelendirdim de. Bunun üzerine hararetli tartışmalar da yaşadık kongrede. “Sosyalizmin sorunları”nın daha öncelikli olduğunu savunan yoldaşlar vardı. Ama ben büyük bir kararlılıkla, hayır Türkiye tarihi önceliklidir, önce kendi toplumumuzu, tarihimizi, gelişme süreçlerini ve dinamiklerini, bugüne geliş evrimini, dolayısıyla bugünkü durumunu derinlemesine analiz edip kavrayabilmeliyiz ki, bu toplumu değiştirebilme gücü ve yeteneği elde edebilelim, dedim.

Bu konuyu ele almaya işte şimdi yaklaşıyoruz. Partiyi biraz güçlendirirsek, herşey yerli yerine oturursa, partinin yeni bir ideolojik atılım dönemine girmesi de böylece kolaylaşır. Ama bu, birazdan sözünü edeceğim herşeyin, zaten tartışmakta olduğumuz sorunların, partinin gündeminde olan sorunların ne ölçüde başarıyla belli bir düzene konulabileceğine sıkı sıkıya bağlı. Bir takım sorunlarda süregelen kısır döngüyü kıramazsak eğer, yazık ki bunu gene başaramayız. Ama partinin düzeyini bir parça yükseltirsek, partinin donanımını güçlendirirsek, kadrolaşma politikasında mesafe alırsak, çalışma tarzını oturtursak, bu durumda bunu da başarabiliriz.

Partinin öncelikle sağlam bir ideolojik donanıma ihtiyacı var, bunu vurgulamaya çalışıyorum.

Üstünlüklerinden sözettim, zaafiyetlerine geçiyorum şimdi de. Bir, parti uzun zamandır temel teorik sorunlar üzerinden anlamlı bir şey ekleyemiyor daha önce ortaya koymuş bulunduklarına. İki, eldekini olduğu kadarıyla tüm partiye maledemiyor, dolayısıyla kolektif bir ideolojik kavrayış ve birikim düzeyine çıkaramıyor. Buradaki çelişkiye parti içi metinlerde olduğu kadar kamuoyuna sunulan değerlendirmelerde de değinildi değişik defalar. Evet, bu partinin bir ideolojik kimliği ve birikimi, buradan gelen temel önemde bir üstünlüğü var; ama bu, henüz bu partinin kolektif kimliği ve dolayısıyla düzeyi haline gelebilmiş değil, zira bu tüm partiye maledilebilmiş değil, söylenen buydu.

Ve buna önemli bir nokta daha ekleniyordu. Kasım 2005 tarihli “7. Yıl” değerlendirmesinde vardır bu; partinin mevcut ideolojik birikimi partiye maledilmedikçe, parti yeni düzeyde bir ideolojik çıkış da yapamaz, denilen buydu. Bunun anlamı ve önemi şuradadır: Eğer mevcut birikimi partiye malederseniz, partide bu birikimle kendini ortaya koyacak çok sayıda kadronun gelişip serpilmesini de kolaylaştırırsınız. Bu da partiyi tüm çalışmasında rahatlatır. Böylece başka bazı kadrolar da, partide buna yatkın kadrolar kimlerse artık, yeni bir yoğunlaşmayla, partinin önünü yeni bir düzeyde açacak yeni ideolojik açılımlar yapabilme olanağı bulurlar. Bu mesele bu açıdan büyük bir önem taşıyor ve partinin önünde çözülmesi gereken bir sorun olarak duruyor.

 

Devrimci parti ve dünya görüşü

Öte yandan ben, ideolojik donanım meselesini basitçe partimizin bugünkü ideolojik gelişme düzeyi ve ihtiyaçlarına da indirgemiyorum. Bir dünya görüşü sorunu var ve kadrolarımız bu açıdan çok büyük bir zaafiyet içerisindeler. Kendine marksist diyen ve bu doğrultuda ölümüne mücadele eden insanların marksist dünya görüşüyle donanma sorununu önemsememelerini, bu alandaki açık zayıflıklarını sorun etmemelerin anlamak mümkün değil. Bu büyük bir tutarsızlık ve zaafiyet durumudur. Parti bunu planlı müdahalelerle mutlaka aşmak durumundadır.

Bu alandaki zaafiyetin önemi şuradan gelmektedir: Eğer sağlam bir teorik donanımınız yoksa, devrimci dünya görüşünü sindirememişseniz, teorik olarak bununla sağlam bir biçimde donanmamışsanız, karmaşık dönemlerde hata yaparsınız. Olayları doğru değerlendiremezsiniz. Doğru politikaları, doğru taktikleri gündeme getiremezsiniz. Bu da sizi kendi rolünüzü doğru ve başarılı bir biçimde oynama olanağından yoksun bırakır.

Meseleyi böyle ele almalıyız ve partinin ideolojik gücünü, kimliğini, doğrultusunun sağlam ve sarsılmaz kalmasını tek tek kişilere endeksleyen bir durumdan çıkarmalıyız. Bu üstünlük ve olanak, kendini tam da partinin kolektif kimliği üzerinden göstermeli. Partinin sağlam bir dünya görüşüne sahip olduğu, kolektif kimliği üzerinden, kadrolarının bilinci ve birikimi üzerinden görülebilmeli. Parti kadroları olaylara marksist dünya görüşü üzerinden ve yaratıcı bir biçimde bakabilmelidirler. Bu, şu veya bu konuda partinin görüşlerini bilmekten ve yinelemekten öteye bir şey olmalıdır. Bu, marksist dünya görüşü ile sağlam biçimde donanmak ve olaylara onun ışığında bakabilmek yeteneği demektir. Her yeni olay ya da durum ne ise, aynı marksist kafayla bakabilmesini bilmek yöntemsel bir sorundur. Teorik bir kavrayışın yanısıra doğru diyalektik yönteme sahip olabilmek sorunudur.

Doğru diyalektik yönteme sahip olabilmek sorunudur derken, burada benzer durumlarda hep hatırlattığım açıklayıcı bir örneğe değinmek istiyorum. Bildiğiniz gibi Lenin partiye vasiyetinde Buharin’i över, o partimizin prensidir, en yetkin teorisyenidir der. Oysa hemen ardından ekler; ama yazık ki teorik önermelerine ancak büyük bir kayıtla yaklaşılabilir, çünkü Buharin hiçbir zaman diyalektiği ciddiye almadı, üzerinde ciddi bir biçimde çalışmadı, der. Diyalektiği ciddiye almamak ve üzerine çalışmamak nedir, ne anlama gelir? Buharin’in kendi kişisel tarihine bakarsak, ne demek olduğunu en açık biçimde görürüz. En sağdan en sola, en soldan en sağa... Bu savrulmaların gerisinde, kuşkusuz başka etkenlerin yanısıra Lenin sözünü ettiği o temel önemde yöntemsel kusur da vardır.

Bu açıdan dünya görüşü sorunu, marksist dünya görüşü ve marksist yöntem sorunu üzerinde önemle durmak ve kadrolarımızda bu temelde bir donanımı gerçekleştirmek zorundayız. Bu sorunun anlamını ve önemini bütün kadroların bilincine yerleştirmeliyiz. Önce ihtiyaç olarak, sonra da donanım olarak.

Biz ideolojik kimliğe bu türden bir vurguyu bir de hareketimizin çıkış evresinde yaptık. Bu vesileyle hatırlatmam gerekir; hareketin çıkış evresindeki temel vurgularını bugün yeniden güncelleştirmeliyiz. Tam da 25. yıl vesilesiyle, buna ilişkin kampanya üzerinden. Kuşkusuz başlangıç aşamasında değiliz, biz artık gerçek bir siyasal hareketiz, ciddi mesafeler almış bir partiyiz. Oturmuş bir ideolojik kimliğimiz, sağlam bir programımız, net bir stratejik doğrultumuz var, tutarlı bir politik çizgimiz ve inatçı bir sınıf yönelimimiz var, devrimci bir örgütümüz ve devrimci kadrolarımız var, militan devrimci bir pratiğimiz var, moral değerlerimiz var, gelinen yerde önemli sayılabilecek bir deneyim birikimimiz var, vb...

Ama gelinen yerde, tam da devrime hazırlanmayı güncelliği içerisinde aldığımız bir evrede, her türden soruna ve göreve devrime hazırlanmak perspektifi içerisinde baktığımız bir sırada, çıkış dönemimizdeki vurguları bugün ulaştığımız gelişme düzeyi üzerinden yeniden güncellemeliyiz. Başlangıçta sorunumuz bir hareketi temel özellikleri ile inşa etmek sorunuydu. Şimdi ise bir hareketi temel özellikleriyle güçlendirmek, pekiştirmek, serpilmesini sağlamak sorunudur. Lenin’in Ne Yapmalı’daki ifadesini kullanıyorum; en ileri teori ile donanmış bir parti, ihtiyacımız işte budur! Orada da sorun devrime etkin bir hazırlıktır. Sonuçta Ne Yapmalı’da parti çalışması ve örgüt sorunları tartışılıyor, sınıf hareketini devrimcileştirme sorunu ele alınıyor ve bu örgüt sorununa bağlanıyor. Ama ana girişte, teorinin tayin edici önemi ortaya konuluyor. Bu konuda söylenenlere büyük bir dikkatle bakmak gerekir. Daha önce de vesile doğdukça hatırlatmıştık; Türkiye solu Ne Yapmalı’yı hep politik çalışma ve örgütsel sorunlar üzerinden görür, oysa bu temel önemde kitabın girişinde, öncelikle teorinin önemi, hareketin bu alandaki sorunları ve görevleri konur ortaya.

Burada Lenin’in iki vurgusu çok önemlidir. Biri kendine, öteki Engels’e aittir. Kendisine ait olanı, devrimci partinin en ileri teori ile donanması gereği üzerinedir. Engels’e ait olanı ise, sosyalizm bir bilim haline geldiğinden beri onu bir bilim olarak ele almak ihtiyacı üzerinedir. Engels, sosyalist önderler günü geçmiş lakırdıları bir yana bırakarak, yeni sorunlara yeni çözümler getirmeyi başarabilmelidirler, der. Dolayısıyla Marksizm bilimsel bir bakışaçısıyla ele alınmalı, bu çerçevede yeni sorunlar karşısında sürekli biçimde geliştirilmelidir, demek ister.

Tarihi sonuçları üzerinden biliyoruz ki, Lenin bu iki temel noktayı hiç de boşuna vurgulamamış, bunu bizzat uygulamıştır. Lenin marksist teoriye bilimsel bir gözle yaklaştı, yeni tarihi evrenin ortaya çıkardığı yeni sorunlara yeni yanıtlar aradı ve buldu. Demek ki teori konusunda Ne Yapmalı’da ortaya koydukları boşuna değilmiş. Kendi yaşamı üzerinde bu önermelerin ruhuna uygun davrandı.

Fazla uzatmıyorum. Birinci önemli meselemiz budur; sağlam bir dünya görüşü sorunudur, devrimci teori ile sağlam bir biçimde donanmak, bu arada Marksizme bir bilim olarak yaklaşmak sorunudur. Bunu çıkışımızdan itibaren hep önemsedik.

 

Devrimci örgüt

İkinci bir konuya, devrimci örgüt sorununa geçiyorum. Bu konunun, devrimci örgüt sorununun hayati önemi üzerinde de daha en baştan yeterli açıklıkta durduk ve pratikte hakkını vermek için azami çaba sarfettik. Bu sorun hayati önemdedir, zira devrim ancak devrimci bir örgütle başarıya ulaştırılabilir. Parti kuşkusuz örgütten öteye bir yapıdır, daha geniş bir anlama sahiptir ve daha kapsayıcıdır. Ama parti sağlam bir örgütsel yapı demektir aynı zamanda. Ve bu örgüt mutlak biçimde devrimci/ihtilalci bir örgüt olmalıdır. Bu iki anlama gelir. İlkin, ideolojisi ve programıyla kurulu düzeni aşabilen; ve ikinci olarak, varoluş biçimiyle düzenin denetimi ve icazet alanı dışında olabilen bir örgüt.

“Devrimci örgüt yaşamsaldır!” belirlemesini ve şiarını, II. Parti Kongresi’nin en önemli değerlendirmesi sayıyorum. Orada ortaya konulan bakışaçısı temel önemdedir ve sorun Türkiye solunun o tarih (2007) üzerinden son on yıllık tasfiyeci savrulmaları üzerinden ortaya konulmaktadır. “Yaşamsaldır!” vurgusu, tasfiyeci sürüklenmelere karşı sert bir uyarı ve partiye devrimci örgüt sorununa kararlılıkla sahip çıkma çağrısıdır. Bu da partinin çıkış evresindeki temel öncelikleri ve hassasiyetleri ile örtüşmektedir.

İkinci önemli nokta budur, devrimci örgüt sorunudur. Partinin önünde hala da sağlam bir devrimci örgüt inşa etmek sorunu vardır. Kuşkusuz başlangıç evresindeki ihtiyaçtan daha farklı bir anlamda ve kapsamda.

(...)

 

Devrimci kadro

Örgüt sorununu mantıksal bütünlüğü bakımından kadro sorununa bağlamak istiyorum. Ne iyi ki gelinen yerde artık parti, hiç değilse ileri kadrolar, kadrolaşma sorununun farkında görünüyorlar. Son raporlar üzerinden bu özellikle ve açıklıkla yansıyor. Herkes, kadro sorununda mesafe alamadığımız sürece öteki hiçbir sorunu doğru bir biçimde, başarılı bir biçimde çözemeyeceğimizi bizzat kendi karşılaştığı sorunlar ve özdeneyimleri üzerinden görüyor ve vurguluyor.

Kuşkusuz kadro sorununun bu belirleyici önemini III. Parti Kongresi’nin değerlendirmeleri üzerinden daha iyi kavrayan kadrolar, bu meseleye daha alıcı bir gözle bakmaya başladılar. Baktıkça ve kendi yaşadıkları sorunlarla karşılaştıkça, konunun olağanüstü önemini gördüler ve şimdi bizzat kendileri vurguluyorlar bunu. Parti Okulu etkinlikleri de onlara, kadro sorununa müdahalenin yöntemini ve yolunu gösteriyor. Onlar da bununla donanır ama bunu kendilerini çevreleyen kadrolara müdahaleye vardırırlarsa, kadrolaşma alanında da biz artık bu önümüzdeki evre içerisinde önemli mesafeler alabiliriz. Yani kadrolaşma politikasını sağlam tutmadan, başta ideolojik eğitim olmak üzere çok yönlü bir eğitimden geçmiş sağlam devrimci kadrolar yaratmadan, devrime başarılı bir hazırlıktan sözetmek olanağı bulamayız.

 

Devrimci sınıf

Ve nihayet, sınıfa, sınıf yönelimine, sınıfı devrimcileştirme, partiyi sınıfla devrimci temellerde buluşturma ve bütünleştirme sorununa geliyorum. Çıkış belgelerimizde biz, sosyalizm ile sınıf hareketinin birliği gibi çok temelli bir kavram kullanıyoruz, devrimci sınıf partisi meselesini ortaya koyarken. Parti meselesine bakışımızda sosyalizm ile sınıf hareketinin birliği temel, kilit önemde bir kavramdır. Sosyalizm temelde bilimsel dünya görüşü ile onun taşıyıcısı olan bir grup örgütlü öncü kadrodur işin aslında. Ama sınıf, toplumdaki nesnel varlığıyla bir temel toplumsal güç demektir. Sınıf yönelimi bu açıdan hayati önemdedir.

Modern burjuva toplumunda her ciddi parti bir sınıf kimliği taşır, bir sınıf konumunu temsil eder ve bunu da o sınıfla kurduğu organik bağlar ve o sınıftan aldığı güçle pratikte ortaya koyar. Ciddi partiler toplumdaki şu veya bu sınıfın gerçek temsilcileridir. Böyle bir temsiliyet yeteneği yoksa, bir devrimci parti, temsil etmek ve çıkarlarını savunmak iddiasında olduğu sınıfla maddi bir organik ilişki içerisinde değilse, toplumsal bir kuvvet olarak ona dayanmıyorsa, dolayısıyla gücünü ondan almıyorsa, o parti bir yerde de bir hiçtir. Bu soruna ilişkin olarak temel önemde değerlendirmelerimiz, halkçı küçük-burjuva akımlarla yapılmış çok anlamlı polemiklerimiz var.

Devrimci bir partinin inşasında ve devrime ciddi bir hazırlık kapsamında, sınıf yönelimi çok belirleyici bir yerde durmaktadır. Bakınız, Mısır ve Tunus’taki halk hareketlerini değerlendiriyoruz, eğer “Devrim için dersler”i yine bizzat başlık üzerinden özetlemeye kalksaydık, bu başlığın önüne iki nokta koyar ve karşısına da “Parti, sınıf, devrim!” yazardık. Mısır ve Tunus derslerinin gerçek özeti işte budur: “Parti, sınıf, devrim!” Mısır’da ve Tunus’ta parti yok, dolayısıyla yön yok, dolayısıyla devrimci önderlik yok. Bunlar olmadığı için devrimci bir sınıf önderliği de yok doğal olarak. Ve sonuçta devrim de yok!

Türkiye sol hareketi tüm kavramlar gibi devrim kavramının da içini boşaltmıştır. Türkiye gibi bir ülkede devrim demek, Türk burjuvazisini devirmek demektir, bunu ise ancak Türkiye işçi sınıfı başarabilir. Rusya’da devrim demek, çarlığı, onun temsil ettiği soylular sınıfını devirmek demekti, bunu da ancak işçi sınıfı önderliğinde bir işçi-köylü ittifakı başarabilirdi. 1920’ler Almanya’sında devrim demek, Alman burjuvazisini devirmek demekti, bunu ancak devrimci bir önderlik altında birleşmiş Alman işçi sınıfı başarabilirdi. Alman burjuvazisi öylesine güçlüydü ki, savaşta yenildiği ve Alman proletaryası da ülke çapında ayağa kalktığı halde, sonuçta iktidarını korumayı başardı. Neden? Çünkü ayağa kalkmış proletarya ile devrimci parti arasında tarihi olarak gerçekleşmesi gereken devrimci organik birlik henüz gerçekleşmediği için! Sonuçta Alman burjuvazisi devrilemedi, dolayısıyla da toplumsal devrim gerçekleşmedi, çünkü Alman proletaryası öznel yönden buna hazır değildi, buna hazırlanamamıştı.

Türkiye gibi bir ülkede devrim, tüm görkemiyle karşınızda gördüğünüz, etinizde-kemiğinizde hissettiğiniz, gündelik olarak siyasetini takip ettiğiniz burjuva sınıf düzenini, onun egemen sınıfı olarak büyük burjuvaziyi devirebilmek demektir. Bunu bu ülkede yalnızca Türkiye işçi sınıfı yapabilir. Başka hiçbir sosyal güç yok bunu başarabilecek. Türkiye işçi sınıfı bunu tek başına yapmayacaktır kuşkusuz, boş kafalı halkçıların da bize zaman zaman hatırlatmayı marifet saydıkları gibi. Ama Türkiye işçi sınıfının önünde ve ekseninde olmadığı hiçbir devrim şansı yoktur bu ülkede. Asıl anlaşılması gereken, ama bir türlü de anlaşılamayan işte budur.

Dolayısıyla, devrim konusunda ciddi olan herkes, bu ciddiyetini işçi sınıfına yönelim üzerinden kanıtlamalı, devrim olanağını bizzat işçi sınıfı üzerinden aramalı ve somutlamalıdır. Sınıfın karşısına sınıf çıkartılmalıdır. “Sınıfa karşı sınıf!” bir sürü grubun dilindedir ama somut anlamı konusunda hiçbirinin gerçek bir bilinci ve bunun gerektirdiği bir pratik yönelimi yoktur. Sınıfa karşı sınıf demek, Türk burjuvazisinin karşısına Türkiye işçi sınıfını çıkarmak demektir.

Sınıf sorunu gerçek kapsamıyla işte budur. Siz partiyi sağlam bir ideolojik kimlikle donatabilirsiniz, az çok iyi kadrolar çıkarabilirsiniz, hiç değilse bir dönem için kendini iyi-kötü devletten koruyabilen bir örgüt de yaratabilirsiniz, bazı iyi gelenekleriniz, önemli moral değerleriniz de olabilir; ama sınıf eksenli bir örgüt haline gelememişseniz, toplumsal devrim mücadelesini ileriye taşımak, hele hele zafere uluştırmak şansınız kesin olarak yoktur.

Burada parti ile sınıfı bütünlüğü içerisinde ele alacaksınız. Rusya’da parti ile sınıf biraraya gelmiştir, devrim olmuştur. Almanya’da parti ile sınıf arasındaki ilişki çok zayıf kalmıştır, devrim olanağı boşa çıkmıştır. Modern burjuva toplumlarda bu budur ve bu işin alfabesidir. Bu Marksizmin özü ve alfabesidir. Marksizmden proleter sınıf eksenini düşün, onun tüm bilimsel temellerini çökertir, devrimci özünü boşaltır, gerisin geri ütopik sosyalizme dönersiniz. Ama ütopik sosyalizm anlaşılır nedenlere dayalı olağan bir geçici tarihi evre idi. Bugün, emperyalist kapitalizm çağında, Marksizmden işçi sınıfını düşün, böylece Marksizmin içini boşaltmış olursunuz. Onun bilimsel niteliğini ve devrimci karakterini yok etmiş olursunuz. Bu da sizi iflah olmaz cinsten gerici oportünistler durumuna düşürür. Sosyalizmin ütopyadan bilime dönüşmesi, onun Marksizm sayesinde proleter sınıf eksenine oturtulmasından başka bir şey değildir. Bunu anlayamayan Marksizmden hiçbir şey anlayamamış demektir. Ama bunu anlamak demek, tüm hesapların işçi sınıfı ekseninde kurulabilmesi demektir, tüm pratik yönelimin bu eksene oturtulması demektir, bu olmadığı sürece soyut teorik kabuller boş laf yığını olmaktan öteye gidemez.

Parti olarak sınıfla birleşme meselesinde hala da zorlanıyoruz. Yılları bulan bir inat ve emekle belli bir mesafe aldık kuşkusuz. Çoktandır artık sınıfla anılan bir parti haline geldik. Sınıf hareketi içinde açıkça bir tarafız artık. (...) Tabii ki bir yere geldik demek istiyorum. Ama bu henüz çok sınırlı bir mesafedir. Süreci hızlandırmak zorundayız.

(...)

 

Devrimci kimlik

Ayrıca söyleyebileceğim herşey söylediklerimin bir uzantısı olacaktır yalnızca. Devrimci kimlik diyeceğim, bütün bunlar zaten doğası gereği bir devrimci kimlik demektir. Siz devrimci ideoloji ile donanımı ciddiye alıyorsanız, devrimci örgütü ciddiye alıyorsanız, devrimci kadro sorununu ciddiye alıyorsanız, siz sınıfı devrimcileştirme sorununu (ki sınıf çalışması temelde sınıfı devrimcileştirme sorunudur) ciddiye alıyorsanız, bu durumda siz zaten devrimci kimliği sağlam bir biçimde inşa ediyorsunuz demektir.

(...)

Parti eylemde devrimci bir parti olmalıdır, bunun için de kadrosu her alanda devrimcileşmelidir. Parti saflarındaki sağcı eğilimlere, devrimci kimlik ve pratik konusunda zayıf görünen kadrolara doğru devrimci müdahaleler yapabilmelidir. Parti önemli görevlere hep devrimci kimliğinden emin olduğu insanları getirmelidir. Hiçbir önemli yerel yönetici organa devrimci kimliği tartışmalı insanlar getirilmemelidir. İl komitelerine hiç girmemelidir. Kadrosuzluk ortamında biz bu ölçülere zaman zaman yeterince dikkat gösteremeyebildik belki. Ama artık bu konuda gerekli titizliği göstermek durumundayız. Kadrolaşma sürecini hızlandırmak gibi bir bakışımız ve planlamamız var. Bunda başarı sağladığımız ölçüde, partide doğru bir düzenlemeyi de yapabiliriz ve mutlaka da yapabilmeliyiz. Partinin tüm yönetici kademelerini her bakımdan sağlam ve sınanmış kadrolar tutabilmelidir.

(...)

 

Solda tasfiyeci cereyan ve TKİP

Solda tablo gitgide daha çok netleşiyor, toplantımızda bunun üzerinde gereğince duracağız. Solun bir kesimi üzerinde giderek güçlenen ve genişleyen bir Abdullah Öcalan ve PKK cereyanı var. Son seçim başarıları bunu ayrıca besledi ve güçlendirdi. Bu, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesindeki parlamentarist tasfiyeci cereyanın yeni bir düzeyde tekrarıdır. Kürt hareketi solun devrimden her türlü umudunu kesmiş, devrimle tüm bağlarını yitirmiş kesimlerinin hatırı sayılır bir bölümünü yedeğine almış durumda.

Abdullah Öcalan tarafından dillendirilen, ideolojik ve manevi önderliğini onun yaptığı Çatı Partisi projesi, bu yeni tasfiyeci cereyanın yeni ortak çatısı olacak gibi görünüyor. İmralı üzerinden süren gizli görüşmelere paralel bir biçimde Abdullah Öcalan bu proje üzerinde özellikle duruyor. Çatı partisine ilişkin söylemi ve önerileri, Kürt hareketinin devletle barış projesinin bir uzantısı gibi görünüyor. Abdullah Öcalan bu projeye katılımı güçlendirmek için sorunlu gruplara özel selamlar gönderiyor, bir hafta birine, sonraki hafta bir ötekine. Bunlar seçim bloku küskünleri, aday göstermede umduklarını bulamayanlar. Gönderilen özel selamlarla bu konuda gönülleri alınmış oluyor. Öcalan reformist-tasfiyeci solu tüm kesimleriyle safa çekmeye bakıyor. EMEP bu açıdan en uygun bir parti olarak görüldüğü için olmalı, başkanı özel bir tarzda en önemli bölgeden parlamentoya seçtirildi.

Solun kurulu düzen zeminine ve parlamenter alana çekilmesi, Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi projesine dahil edilmesidir bu. Seçim blokunun "toplumun demokratikleştirilmesi" çizgisine ve söylemine dayanması, seçim platformunun bu eksende kurulması, bunda gerekli başarının sağlandığını gösteriyor. Tasfiyeci solun devrimden demokrasiye, devrimci çözümden anayasal çözüme, devrimci mücadele çizgisinden parlamenter mücadele çizgisine boylu boyunca geçişidir bu.

Ortada Blok ile yeniden gündeme gelen ve Çatı Partisi projesi üzerinden somutlanan yeni bir tasfiyeci odaklaşma var. Devrimden kopuş temelinde ve toplumu demokratikleştirme çizgisinde reformist bir odaklaşmadır burada sözkonusu olan. Artık anayasal demokratik çözüm çizgisinde bir sol hareketimiz olacak, öyle anlaşılıyor. Burada kitle mücadeleleri, burada PKK şahsında olduğu gibi silahlı mücadele yöntemleri kullanılsa bile, program ve temel stratejik yönelimi bakımından mevcut toplumu kendi temelleri üzerinde demokratikleştirme hedefine oturan bir konum ve platform var. Bu tasfiyeci bir reformist odaklaşmadır.

Bunun karşısında devrim odaklaşmasının biricik gerçek temsilcisi ise TKİP’dir. Meseleyi bu açıklıkla dost düşman önünde ortaya koymalıyız. Sol liberal-parlamentarist odaklaşmanın karşısına bir devrim odağı iddiasıyla çıkmalıyız. Bunun bir yanı mevcut tasfiyeci cereyana direnmek ve olanaklı olduğunca bir karşı ideolojik-politik cereyan geliştirmektir. Öteki yanı ise kendi sorumluluklarını bu iddiaya yakışır biçimde üstlenmektir. Burada direnmek, bu cereyana sağlamca göğüs germektir. Bu konuda kendi saflarını sağlam tutmaktır. Ve mümkünse herşeye rağmen devrimcilikte tutunmaya çalışanlara güç verebilmek, onları kendi yörüngesine çekebilmektir.

 

Tarihsel dönem ve sol hareket

Bu meselenin önemine konuşmamın başlangıcındaki ana tema üzerinden değinmek istiyorum. Olaylar dünya tarihi açısından devrime doğru gidiyor. Türkiye’yi bu genel gidişin dışında olmak bir yana, önemli bir alanıdır gerçekte. Türkiye ve Türkiye’yi sarmalayan coğrafya bu çerçevede çok önemlidir. Burada olayların gidişine iki türlü bir bakışımız olabilir. İlki devrimin güncelliği üzerinden devrime hazırlanmaktır. İkincisi ise, Kürt sorununda barışçı çözüm umutlarına da bağlı olarak, mevcut toplumu kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmek mücadelesini esas almaktır. Devrim ve reform! Taban tabana zıt iki ayrı program, iki ayrı strateji, iki ayrı çizgidir burada sözkonusu olan.

Çelişkilerin yumuşamaya doğru gittiğini, burjuvazinin ortaya toplumun demokratikleştirilmesi doğrultusunda bir eğilim koyduğunu ve bunu da etkili bir yüklenme ile en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğini düşünen akımların bir bölümü işte o eksende, Çatı Partisi projesinde toplanıyor. Devrimci örgüt çizgisini terkedip legal alanlara geçişler, devrim söylemlerinin artık bir yana bırakılması, PKK ekseninde bu kadar rahat kümelenmeler, bütün bunlar bu tür akımların gündeminde devrim olmadığını gösteriyor. Bunlar hazırlıklarını devrime göre değil, çelişkilerin sertleşmesi ve giderek sert sınıf mücadelelerine göre değil, toplumsal yumuşamaya ve giderek de toplumu kendi içinde demokratikleşme olanaklarına göre yapıyorlar. Bütün hazırlıklarına da bu gözle bakıyorlar. Bundan dolayıdır ki, dünün radikal programlarını bir yana bırakıyorlar, devrimci örgüt çizgisini, devrimci örgütün kendisini bir yana bırakıyorlar, devrimci şiarları terkediyorlar, devrimin sembollerini ve renklerini bir yana bırakıyorlar. Böylece liberal demokrat sol bir platformda bir eksen etrafında bloklaşıyorlar.

Bunun karşısında ise devrim odağı olarak TKİP duruyor. Partimiz, tüm varlığıyla, bakışıyla, çizgisiyle, çizgisiyle uyumlu pratiğiyle, her alandaki direnişiyle bu konumda bulunduğunu bütün açıklığıyla gösteriyor. Partinin kendine özgü bu konumunun Türkiye solu içinde de yaygın bir biçimde gözlemlendiğinden kuşku duyulmamalıdır. Nicel sınırlılıklarımız gücümüzün gerçek boyutlarıyla algılanmasını engelliyor ne yazık ki. Bunu da bir yerinden aşarsak, bu odaklaşma iddiası çok daha belirgin bir hale gelir. Bunun yolu sınıf eksenli çalışmada mesafe almaktır, başkaca da bir yolu yoktur. Üç önemli işçi direnişi üzerinden etkili bir çıkış sizi solda ve sınıf hareketi içinde apayrı bir yere oturtur. Ve giderek de bir odak, devrimci sınıf odağı olarak öne çıkarır.

(...)

EKİM


Üste