H. Fırat
Türk dış politikasının temel
belirleyenleri
Burada konumuz, Türk dış politikası üzerine genel bir tarihsel çerçeve çizmekten çok konunun güncel boyutlarıdır. Bir devletin dış politikası iç politikasının bir uzantısı olarak ortaya çıkar, onun tarafından belirlenir. Konuya öncelikle buradan bakmak durumundayız. Türkiye’de bir egemen sınıf hükümranlığı, bunun temsilcisi ve taşıyıcısı olan bir egemen sınıf devleti var. Bu sınıfın, dolayısıyla bu devletin mevcut sınıf egemenliğine göre şekillenen bir iç politikası var. Dış politikası da ancak buradan giderek kavranabilir, birinci temel belirleyeni budur.
Öte yandan, bir başka temel nokta, temel önemde bir gerçeklik daha var. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir ve bugün Amerikan emperyalizminin köleci egemenliği altındadır. Bunun iktisadi temel üzerinde çok yönlü, çok boyutlu bir bağımlılık olduğunu biliyoruz. Emperyalizme bu kölece bağımlılık, Türk dış politikasını belirleyen bir başka temel gerçekliktir. (Doğal olarak bu çok yönlü bağımlılık, Türk burjuvazisinin iç politikasının da temel belirleyeni durumundadır.)
Türk dış politikasının ne olduğunu anlamaya çalışırken, Türk burjuvazisinin emperyalizme göbekten bağlı bulunduğunu, dolayısıyla Türk dış politikasının bütün temel unsurlarını emperyalizme bu bağımlılığın belirlediğini gözönünde bulundurmak zorundayız. Nitekim güncel olaylar üzerinden baktığımızda, Türk burjuvazisinin izlediği dış politika çizgisinin temelde ABD emperyalizmi tarafından belirlendiğini, temel tercih ve yönelimlerinin buna göre şekillendiğini görüyoruz.
Özgül çıkarlar ve çelişkiler temel
ilişkileri ve tercihleri değiştirmiyor
Fakat öte yandan da, gerici bir burjuva sınıf devleti olarak, Türk devletinin kendi özel çıkar, ihtiyaç, kaygı ve hasaplarından kaynaklı kendine özgü tutumları bulunduğunu da gözönünde bulundurmalıyız. Bu kendini dış politikada da belli sorunlar ve tutumlar üzerinden gösterir. Bu sorunlar çerçevesinde, işbirliği içinde bulunduğu emperyalist güçlerle zaman zaman belli çelişkiler, bunun ifadesi sıkıntılar yaşayabilir. Nitekim Kıbrıs, Ege ve Güney Kürdistan üzerinden yıllardır yaşanan sorunlar bunun birer örneğidir. Fakat bu özgül sorunlar, temelde bağımlılık ilişkileri tarafından belirlenen temel tercihleri ve yönelimleri değiştirmez, değiştirmiyor da.
Bunu örneklenen sorunların bazılarının onyılları bulan geçmişi üzerinden de biliyoruz. Türk devletinin Kıbrıs’ı işgal etmesi ve bunun karşısında ABD’nin cezalandırıcı silah ambargosu ile karşılaşması, Türk burjuvazisinin ve devletinin ABD emperyalizmi ile ilişkilerini temel yönünden hiçbir biçimde etkilememiştir. Türkiye NATO’nun güneydoğu bekçisi, ABD emperyalizminin Ortadoğu jandarması olmaya devam etmiş, dahası, izleyen yıllarda ABD emperyalizmi ile yeni stratejik antlaşmalar imzalanmıştır. Ve bilindiği gibi, Kıbrıs’ın işgalinden yalnızca 6 yıl sonra, işgalci Türk ordusu Pentagon ve CİA’nin tam denetimi ve yönlendirmesi altında 12 Eylül faşist darbesini yapmış, yıllar boyu kendi emekçilerine kan kusturmuştur. Bu darbenin temel amaç ve yönelimlerinden birinin de, ABD emperyalizminin (İran devriminin ardından daha bir önem kazanan) Ortadoğu’ya yönelik hesapları olduğunu biliyoruz.
Türkiye hemen tüm alanlarda ABD emperyalizmine göbekten bağımlıdır. Türkiye NATO üyesidir ve bu üyeliğin NATO hizmetinde savaşa girecek bir sadakat düzeyinde olduğunu yakın dönemde göstermiştir. Türkiye’nin dört bir yanı NATO ve ABD askeri üs ve tesisleriyle kaplıdır. İhtiyaca göre ABD emperyalizmi Ortadoğu halklarına karşı bu üsleri dilediğince kullanabilmektedir. Yugoslavya’ya karşı sürdürülen barbarca savaş biraz daha uzasaydı, NATO kuvvetleri saldırılarını Türkiye’nin batısındaki üslerinden sürdüreceklerdi. Türkiye emperyalizme çok yönlü bağımlılık çerçevesinde bir dizi başka emperyalist kuruluşa da üyedir ve işin gerçeğinde bu kuruluşlar üzerinden de emperyalizme kölece bağımlıdır. AB’nin aday ülkesidir ve AB’ye tek yönlü bir gümrük bağımlılığı içindedir. İMF’nin, Dünya Bankası’nın, Dünya Ticaret Örgütü’nün, İLO’nun, vb. kuruluşların bir üyesidir ve bu üyeliğin ne anlama geldiğini, ülke ve emekçiler için ne ifade ettiğini Türkiye’nin güncel gerçekleri üzerinden de çok iyi biliyoruz.
Türkiye’nin dış politikasını temelde hep emperyalizme bu bağımlılık ilişkileri, bu ilişkilerin çıkar ve ihtiyaçları belirlemiştir. Belli alanlardaki çelişkiler, zaman zaman ortaya çıkan sorunlar ve bunun yolaçtığı pürüzler, ancak Türk burjuvazisinin gerici çıkar ve ihtiyaçlarıyla emperyalizmin o anki tercihleri karşı karşıya geldiğinde yaşanabilmiştir.
Savaş sonrası yeni yönelimlerin kaynağı
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerinde yeni bir dönemdir. Kuşkusuz sınırlı bir çerçevede yaşanan ulusal kurtuluş savaşı Türkiye’ye gerçek bir bağımsızlık getirmiş değildir. Ulusal kurtuluş savaşı sayesinde emperyalizmin fiili işgali kırılmış, devlet bağımsızlığı korunmuş, bu alanda bazı siyasi ve iktisadi (kapitülasyonların kaldırılması, gümrükler üzerinde egemenlik vb.) mevziler elde edilmiştir. Bunun sağladığı konum ve inisiyatifle, dünyanın o günkü elverişli konjonktüründen de yararlanılarak, dış politikada işler bir dönem için, esas olarak da otuzlu yılların ortasına değin, bugün kemalistlerin kullanmayı pek sevdikleri deyimle az-çok “onurlu” bir çizgide götürülmüştür.
Dönem kapitalist-emperyalist dünyada genel bir bunalım dönemidir. Bu, emperyalist dünyanın kendi içinde bir bölünme, kutuplaşma, ticari bloklaşma, kıyasıya nüfuz mücadelelerinin yaşandığı, sürecin yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru hızla ilerlediği bir dönemdir. Türkiye böyle bir dönemde, ülkenin emperyalizme iktisadi ve mali bağımlılığı temelde sürmekle birlikte, siyasi alanda ve dolayısıyla dış politikada belli bir esneklikle hareket edebilmiş, Türk burjuvazisinin kendine özgü çıkar ve ihtiyaçlarının gerektirdiği bazı manevralar yapabilmiştir. Sovyetler Birliği’yle ilişkiler buna hep gösterilegelen bir örnek olmuştur. Fakat hemen eklemek gerekir ki, Türk devletini zorunlu bir devletçiliğe bir dönem için yönelten koşullar neyse, ona dış politika çizgisinde belli bir inisiyatif ve esneklikle hareket etme olanağı sağlayan da bir bakıma odur.
Nitekim bu koşulların değişmesi, bu arada Türk burjuvazisinin yaşadığı palazlanmaya bağlı olarak beliren yeni çıkar ve ihtiyaçları, iç ve dış politikada da yeni tercih ve yönelimlere neden olmuştur. Türkiye kapitalizmi gelişmiş, Türk burjuvazisi sermaye birikimi içinde sürekli palazlanmıştır. İkinci emperyalist savaşı izleyen dönemin yeni dış politika yönelimlerine, iki savaş arası dönemin kendine özgü uluslararası koşullarının geride kalması ve dünyanın ortaya çıkan yeni çehresi kadar, buradan da bakmak durumundayız. Türk burjuvazisinin aşırı bir iç sömürü ve soygun ile Cumhuriyetin ilk iki onyılına sığdırılan palazlanmasının yarattığı yeni ihtiyaçlar kadar, dünyada devrim ve sosyalizm dalgasının ve mevzilerinin büyümesinin yarattığı sınıfsal korku üzerinden de bakmak durumundayız soruna. Bu ihtiyaçlar ve korkular zemininde, Türk burjuvazisi dünya emperyalizmiyle yeni düzeyde bir bütünleşme ve bağımlılık ilişkisine yönelmiştir. Kemalist solun iddia ettiğinin aksine, bunun ‘50’li yıllardaki iktidar değişimiyle, CHP’nin tek parti döneminin yerini DP iktidarına bırakmasıyla yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Zira dış politikada tüm temel önemdeki yeni adımlar, İnönü önderliğindeki CHP hükümetleri döneminde atılmış, DP’ye ise bunları geliştirerek tüm mantıklı sonuçlarına götürmek düşmüştür. Kuşkusuz, tek parti rejiminin yıpranmış CHP’si yerine geçen DP, Türk burjuvazisinin yeni ihtiyaç ve yönelimlerine her bakımdan daha uygun bir siyasal yapı olmuştur.
Savaş sonrası dönemde dünyanın hegemon gücü ABD emperyalizmidir. Ve Türkiye Ortadoğu’da bu hegemon güce bağımlı ülkelerden biri konumunda olmuş ve buna uygun olarak hareket etmiştir. Savaş sonrası dönem Türk dış politikasına baktığımızda; ilkin Sovyetler Birliği ve Halk Demokrasisi ülkelerine karşı; ikincisi, emperyalizmin sömürgeci köleliğinden kurtulmak için ulusal özgürlük ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren ezilen haklara karşı; üçüncü olarak ise komşu halklara, özellikle de Ortadoğu halklarına karşı emperyalizmin çıkarları temelinde, onunla uyumlu olan, onun ihtiyaçlarına uygun düşen bir dış politika çizgisi izlendiğini görüyoruz.
Sovyetler Birliği’ne, dünya çapındaki ilerici hareketlere ve devrim mücadelelerine emperyalizmin tam güdümündeki aşırı düşmanlık çizgisi üzerinde durmak gerekmiyor. Türkiye emperyalizmin yürüttüğü “soğuk savaş”ın da ileri karakolu durumundaydı. Ortadoğu halklarına karşı emperyalizmin bir ileri karakolu olarak hareket etmesini ‘50’li yılların sonundaki Lübnan krizi üzerinden biliyoruz. ABD emperyalizminin bugün Irak’ı bombalamak için keyfince kullandığı kötü ünlü İncirlik Üssü, temelde aynı olan bu işlevini ‘50’li yıllardan beri yerine getirmektedir.
Daha ‘50’li ilk yıllarda emperyalizmin hizmetinde Kore’ye asker gönderme bir yana. Türk dış politikasının dünyanın ezilen halklarına karşı tamamıyla emperyalizmin hizmetinde olmasına, güncel yansımaları da olan bir başka ibret verici tarihsel örnek vereceğim. Ermeni soykırımı üzerine tartışmaları biliyorsunuz. Son olarak Fransız parlamentosu bir karar aldı. Türk devleti şimdi bu karar karşısında gerici bir tarzda dövünüyor ve biraz titrek bir ağızla Fransız burjuvazisinin de zamanında Cezayir’de benzer şeyler yaptığını propaganda ediyor kitlelere. Hatta bazıları, biz de gündeme bir Cezayir tasarısı getirelim, Fransa’nın Cezayir’de bir soykırım yaptığını ilan edelim diyorlar.
Buradaki kaba ikiyüzlülük üzerinde durmayacağım, bunu vesile ederek başka bir şey hatırlatmak istiyorum. Cezayir halkı Fransız emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi verdiği zaman, buna karşı Fransız emperyalizmini destekleyen tek “müslüman ülke” Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Menderes hükümeti döneminde Birleşmiş Milletler’deki oylamada, Cezayir halkının haklı ve görkemli ulusal kurtuluş mücadelesine karşı resmen Fransa’ya destek verilmiştir. Utanç verici bir tutumdur bu. (Bu aynı utanç verici tutum bugün de mazlum Filistin halkına karşı siyonist İsrail’e verilen destekte kendini gösteriyor. Temelde aynı olan bir tarihsel davranış çizgisidir bu.)
Bununla, Türk dış politikasında emperyalizmle ilişkilerin oynadığı temel role güncel olaylar üzerinde çarpıcı bir tarihsel örnek vermiş oluyorum. Tam da bu bağımlılığın onu ne denli utanç verici durumlara düşürdüğünü; zamanında Cezayir halkı karşısında Fransız emperyalizmini desteklemeye götürdüğünü, günümüzde ise kendisinin de suç ortağı olduğu bir mesele üzerinden ne kadar gülünç ve acınası bir duruma düşürdüğünü örneklemek için söylüyorum.
Bağımlılık ilişkilerinin dış politika kıskacı
Emperyalizmle zaman zaman bazı çelişkiler, bunun ürün pürüzler ne zaman çıkıyor? Pürüzler örneğin Kıbrıs sorunu üzerinden çıkıyor. Yerine göre Kürt sorunu üzerinden, yerine göre Yunanistan’la çözümlenmemiş bir takım tarihsel problemler (“Ege sorunları” olarak tanımlanan problemler) üzerinden çıkıyor. Bunlar da temelde emperyalizmin belirlediği sınırların dışına taşmak anlamına gelmiyor da, daha çok temel ilişkileri “gölgeleyen” sıkıntı kaynakları olarak kalıyor. Dahası, dünya emperyalizmi, özellikle de ABD emperyalizmi, bu alanlarda dikkate değer bir sapma ortaya çıktığı zaman, Türk devletini cezalandırmak yoluna bile gidebiliyor ve buna karşı Türkiye’yi işbirlikçi burjuvazi adına yönetenler hiçbir şey yapamıyor. Daha önce de değindim, 1974 yılındaki Kıbrıs işgali buna bir örnektir. Ne oluyor? Türkiye kendi gerici çıkarlarını korumak için Kıbrıs’a müdahale ediyor, bu ABD emperyalizminin Türkiye’ye karşı silah ambargosuna yol açıyor. Ama bu ambargo gerici Türk devletinin ve onun arkasındaki sınıfın ABD emperyalizmi ile ilişkilerinde temelde bir sorun da yaratmıyor. Yani Türk devleti çektiği cezayla kalıyor.
‘60’lı yıllarda yine Kıbrıs sorununu üzerinden İnönü’nün söylediği bir söz var, sonrasında dış politikada “onurlu” tutuma hep bir örnek olarak gösterilmiştir. Dönemin ABD Başkanı Johnson’un tehdit dolu, ağır küstahlıklar içeren ünlü mektubu karşısında, dönemin başbakanı İnönü, böyle olursa “yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” demişti. Ama bu, dış politikada “onurlu” bir tutum örneği oluşturmak bir yana, yalnızca boş bir laf, dayanaksız bir tehdit olarak kalmıştır; hiçbir anlamı ve sonucu olmamış, sonraki dönemlere içi boş bir teselli sözü olarak kalmıştır yalnızca. Bu söz, Türk burjuvazisinin ABD emperyalizmi ile ilişkilerinde herhangi bir sonuca yol açmamış, tersine, tüm öteki temel ilişkiler değişmedikçe ABD emperyalizmine bağımlılıkta da bir değişiklik olamayacağını kanıtlamakla kalmıştır. Denebilir ki bu dayanaksız çıkışın elle tutulur tek sonucu, çıkışı yapan İnönü’nün yerini çok geçmeden Morrison firmasının temsilcisi ve ABD emperyalizminin sadık adamı Süleyman Demirel’in geçmesine yol açmak olmuştur. Bu bile başlı başına çok anlamlı bir sonuç ve göstergedir.
Bugün de dış politika cephesinde emperyalist odaklarla yine Kıbrıs, Ege ve Güney Kürdistan üzerinden belli sorunlar ve pürüzler var, bunlar üzerinde güncel sorunlar olarak durmamız gerekecek. Kemalist solun, özellikle Perinçekçi İP’in bu konuda aşırı bir subjektivizme ve kaba bir çarpıtmaya dayalı söylemleri ve argümanları bunlar üzerinde durmayı ayrıca gerektiriyor.
Ama dikkat ediniz; bu sorunların Türk devleti için tüm bunaltıcı ağırlığına rağmen, emperyalist efendilerle temel ilişkiler alanında en ufak bir sorun yok. Türkiye genel dünya politikasını ilgilendiren sorunlarda ABD emperyalizmi ve NATO çizgisinde davranmakta kusur etmiyor. ABD emperyalizminin tam denetiminde olan İMF, Dünya Bankası vb. kuruluşlar, aylık denetimlerle Türkiye’nin iktisadi ve sosyal yaşamımına doğrudan müdahale ediyorlar. Bu ilişkilerde en ufak bir değişiklik olmak bir yana, bu müdahaleler giderek daha utanç verici biçimler kazanıyor. Dahası emperyalist dünya bu alandaki üstünlüğünü pürüzlü konularda kendi çizgisi ve çözümünü Türkiye’ye dayatmak için kullanmaktan geri durmuyor.
Türkiye NATO’nun Balkanlar’a müdahalesi çerçevesinde savaşa katılmıştır ve bugün Balkanlar’da emperyalizmin jandarma güçlerinden biri olarak askeri güç bulundurmaktadır. Türkiye’nin İncirlik Üssü güneyde Irak’a karşı sürekli bir taarruz üssüdür. Buna hiç kimse dokunamıyor, bu konuda en ufak bir tartışma çıkamıyor. Bu ilişkilerde en ufak bir değişim doğmuyor. Türkiye ABD ve İsrail’le birlikte Ortadoğu’da bir askeri mihverin üçüncü temel üyesidir. Yakın zamanda Akdeniz’de birlikte askeri tatbikat yaptılar. Buna “insani amaçlarla” yapılan bir tatbikat dediler. Öyle oluyor zaten, emperyalistler bu işleri, bu türden saldırgan girişimleri hep de “insani amaçla” yapıyorlar. (12 günlük son “Konya tatbikatı”ndan sonra artık bu türden ikiyüzlülüklere de gerek kalmadı.)
Filistin sorunu üzerinden şu günlerde Ortadoğu’da yeniden ağırlaşan bir bunalım varken, bunun bölgesel savaşa yol açma tehlikesi sistemin kendi adamları tarafından bile vurgulanmaktayken, Türkiye, ABD ve İsrail’le birlikte, kurulan saldırgan stratejik ittifak kapsamında kalkıp Akdeniz’de, İsrail açıklarında bir askeri tatbikat yapabiliyor.
Burada şuna dikkat ediniz; Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerinde bütün temel halkalar yerli yerinde durmakla kalmıyor, bunlar üzerine en ufak bir tartışma dahi yapılamıyor. Düzen partilerinde hiçbiri kalkıp, İncirlik Üssü’nden Irak neden bombalanıyor diyemiyor. Bu konuda tam bir “milli mutabakat” var, kimse bunu tartışmaya açmıyor. Kimse Türkiye’nin iktisadi ve sosyal politikalarını nasıl oluyor da emperyalist kuruluşlar belirliyor diyemiyor. Düzen siyaseti alanında böyle bir tartışma da yoktur artık. ‘70’lerde burjuvazinin kendi içinde böyle tartışmalar bir parça olsun vardı. Bugünün Ecevit’i ‘70’lerde söylemde İMF karşıtıydı, “milli bir savunma siyaseti”nden yanaydı, ABD’ye körükörüne ayak uydurmaya titrekçe de olsa itirazları vardı, vb. Ama bugün artık bu tür tartışmalar bitmiştir. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı, o bağımlılığa dayalı iç yaşamı, onun dış politikasını da olduğu gibi belirliyor. Hiçbir burjuva düzen partisinin farklı bir dış politika alternatifi yok. Bu mantıklı ve anlaşılırdır, zira aynı partilerin farklı bir iç politika alternatifi de yok. Tümü ülke ve emek düşmanı aynı programda tekleşmişlerdir.
Gerici ve çıkarcı bir sınıf olarak Türk burjuvazisinin bulunduğu bölgede kendine özgü gerici çıkarları da vardır elbet. Bu gerici çıkar ve ihtiyaçları her zaman emperyalizmin bölgesel tercihleriyle uyuşmayabiliyor; bu bazı sorunlara, görüş ayrılıklarına ve farklı tutumlara yol açabiliyor. Ama burada sözkonusu olan yalnızca gerici çıkarlar alanıdır. Bunun ötesindeki tüm sorunlarda emperyalizme uyumdan da öte bir uyduluk sözkonusudur. Eğer emperyalizmin izlediği politika devrime karşıysa, halklara karşıysa, Türkiye’nin bu noktada en ufak bir sorunu olmuyor emperyalizmle. Devrimci gelişmelere ve halklara karşı gerekli olan neyse, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türkiye de bunu yapıyor, bunun gerekleri çerçevesinde emperyalizmin bir uydusu olarak hareket ediyor. Balkanlar’a müdahale mi gerekiyor, müdahale ediliyor. Irak’a karşı savaşı sürdürmek, Irak halkını on yıl boyunca cezalandırmak mı gerekiyor, bu iş için Türkiye bir askeri üs işlevi görüyor. Ortadoğu halklarına karşı İsrail’le mihver kurmak mı gerekiyor, Türkiye o mihveri kuruyor ve bu girişimin başını da tüm hükümetleri devre dışı bırakacak denli bizzat Türk generalleri çekiyor.