Eski meclisin temsil zaafiyeti ve yeni meclis
3 Kasım 2002 seçimleri ortaya “tek başına iktidar” partisi olarak AKP ve “tek başına muhalefet” partisi olarak CHP’den oluşan iki partili bir parlamento tablosu çıkarmıştı. Bu bileşim, yasama ve yürütme işlevi bakımından burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarına her bakımdan daha uygun düşse bile, kitlelere “milli irade”nin temsilcisi olarak pazarlanan bir kurum olarak parlamentonun görünümü bakımından belli bir sorun ve dolayısıyla sıkıntı kaynağı idi. Zira 3 Kasım 2002 seçimlerinin ürünü iki partili parlamento, kullanılan oylar üzerinden seçmenin yalnızca %55’ni ve toplam seçmen sayısı üzerinden ise ancak %40’nı temsil ediyordu. Yani gerçekte, işin bu yanı düzenin tüm kesimleri tarafından özenle geçiştirilse de, salt biçimsel yönden bile seçmen çoğunluğunu temsil edemeyen bir meclis vardı orta yerde. Bir yandan yüksek seçim barajının düzen partilerinin kendisini de vuran cilveli sonuçları, öte yandan seçime nispeten düşük katılım oranı (%79) ve bu arada geçersiz oyların yüksekliği (kullanılan oyların %4’ü), bu tatsız sonuca yolaçmıştı.
Meclis’in bu çok açık temsil zaafiyeti, sözde demokrasisini esası yönünden peryodik parlamento seçimleri üzerine kurmuş bulunan ve bunu da “milli iradenin tecellisi” olarak sunan burjuva düzeni yönünden hoş bir tablo değildi kuşkusuz. Fakat öte yandan bu sınırlı ve dolayısıyla tartışmalı temsil sorunu, düzenin egemenleri için AKP’nin istenmeyen adımlarının denetlenmesi bakımından bir olanak işlevi de görüyordu, geride kalan yasama dönemi süresince. Yeri geldiğinde, oy kullanan seçmenin ancak üçte birlik desteği ile üçte ikilik parlamento çoğunluğuna sahip olduğu ve bunu gözeterek toplumun çoğunluğunun kabul edemeyeceği adımları zorlamaması gerektiği, kendisine uygun biçimlerde ve özenle hatırlatılıyordu. Bu tür bir denetleme/sınırlama olanağının son bir örneği Nisan ayında gündeme gelen ve rejim krizine dönüşen cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden görülmüştü. AKP’nin adayını engelemek isteyenler, bu durumdan hareketle bir meşruiyet tartışması açabiliyor, parlamentonun temsil yeteneğindeki zaafiyete işaret etmenin yanısıra toplam seçmenin ancak %25’ni temsil edebilen bir partinin kendi adayını topluma dayatmaya hakkı olmadığını söyleyebiliyorlardı. Öte yandan hükümet partisinin kendisi de bu gerçeğin farkında olarak davranışlarına belli sınırlar getirmek zorunda kalabiliyordu, bunu cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında göstermeyip de sonuçta krize yolaçmış olsa da.
22 Temmuz seçimlerinin ortaya çıkardığı yeni meclis tablosu bu açıdan önemli ölçüde farklıdır. Halen yeni mecliste grup kurabilen dört parti var ve meclisin seçmeni temsil oranı bir önceki dönemle kıyaslanmaz ölçüde düzelmiş durumda. Fakat bu “milli iradenin temsili” alanında görüntüyü kurtarmış olsa da, bu kez dinci partinin ezici seçim zaferi üzerinden daha farklı bir sorun da yaratmış bulunmaktadır. Seçmeni temsil düzeyi yükselmiş ve dört partiye grup kurma olanağı sağlamış bu yeni parlamentoya, dinci parti büyük bir seçim başarısıyla, % 46.5’lik bir seçmen desteği ile girmiştir. Bu rejimin iç dengelerini iyice bozan bir sonuçtur ve zaman içinde kaçınılmaz olarak rejim bünyesinde ciddi bazı sorunlara yolaçacaktır. Bunun ilk işaretleri gündemdeki cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden belirmiştir ve bundan sonra, başta yeni anayasa girişimleri olmak üzere dinci partinin devleti ve toplum yaşamını kendi amaç ve hedeflerine uyarlamaya yönelik her girişimiyle siyasal kriz dinamiği daha da güç kazanacaktır.
Krizi güçlendiren başarı
İşin dikkate değer bir yönü de, yeni parlamento yapısı üzerinden politik olarak hayli güç kazanmış bulunan ve bu nedenle normalde rahatlaması gereken dinci partinin bile, kendi bu beklenmedik seçim başarısının ağırlığı ile yüzyüze kalması, bundan böyle de kalacak olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin mevcut seyri bunun bir ilk örneğidir. Seçim sürecinde ve bir süre için sonrasında Abdullah Gül’ün adaylığında ısrar etmeyecek gibi görünen AKP, ciddi tereddütlerin ardından yeniden aynı adayla ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Zorunda kalmıştır diyoruz; zira sanılabileceği gibi bu tercih hiç de rejime ve bekçilerine meydan okumanın değil, fakat aldığı büyük oy desteğinin ağırlığı altında ezilmesinin bir ürünüdür. Temsil yeteneği güçlenmiş bir parlamentoda büyük bir oy oranıyla temsil edilen bir partinin buna rağmen seçim öncesinde gösterdiği adayda ısrar edememesi açıkça onun aczinin bir göstergesi olacaktı, bu ise onu hem seçmeni nezdinde ve hem de kendi bünyesinde sıkıntıya sokacaktı. AKP, kendisini militan biçimde destekleyen çevrelerden gelen büyük basıncın da etkisi altında, bunu göze alamamıştır; fakat tam da bu nedenle, başlangıçta hiç değilse bir dönem için ertelemeyi umut ettiği rejim krizine yeniden kapı aralamıştır.
Büyük sermaye çevreleri dikkatlerini AKP’nin yeni hizmet dönemine verdikleri, onun çıkar ve beklentileri ikiletmeyen hizmetlerinden bir dönem daha tepe tepe yararlanmaya düşündükleri için, halen bu gelişmeyi sorun etmiyor görünüyorlar. Dahası, TOBB örneğinde olduğu gibi, büyük burjuvazinin şovenizmin olduğu kadar dinsel gericiliğin de kalesi durumundaki “Anadolu burjuvazisi” ile içiçe olan bir kesimi, AKP’nin Gül tercihini açıktan destekliyor da. Fakat gerçekte, seçim sonrasının “uzlaşma kültürü” söylemleri ve buna yönelik bazı jestlerle hiç değilse şimdilik ertelenmiş gibi görünen krizin potansiyel dinamikleri, dinci partinin cumhurbaşkanlığı tercihi üzerinden daha da güçlenmiştir.
27 Nisan muhtırasının cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik yönünün şimdilik sonuçsuz kalması anlamına gelen bu tercih, haliyle düzen bekçisi ordunun zirvesini fazlasıyla rahatsız etmiştir. 27 Nisan muhtırası ve onu izleyen 4 Mayıs Dolmabahçe görüşmesi (ve şu an bilemediğimiz bir dizi başka gizli kapaklı ilişki ve pazarlık) gerçekte dinci partiyi yeni bir terbiye operasyonundan geçirme sonucu yaratmış olsa da, işlerin gidişatının kamuoyuna ve kitlelere açık görüntüsü halen açık biçimde generallerin aleyhinedir. Seçim sonuçlarının yaygın biçimde 27 Nisan’a “halk tepkisi” olarak yorumlanması ve Gül’ün adaylığında ısrarın bu bağlama oturtulması bile başlı başına bunun için yeterli bir nedendir. Fakat olayların mevcut seyrinin de gösterdiği gibi generallerin bu aşamada yapabilecekleri pek bir şey de yoktur. Rejim bünyesindeki tartışılmaz gücü ne olursa olsun, gerçekte kendi de temelde düzenin gerçek egemenlerinin (emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin) denetimi altında bulunan, temel önemde adımlar sözkonusu olduğunda onların iradesini aşacak ya da çiğneyecek olanaklardan yoksun bulunan bir kurum olarak ordu, şimdilik durumu bir dönem için sineye çekecek, dinci partinin yıpranmasını, siyasete yeni müdahalelerine haklılık kazandıracak özel adımlarını ve hatalarını bekleyecektir.
Düzen siyasetindeki bu potansiyel kriz durumu, her an ciddi bir yeni rejim krizine dönüşebilme riski taşıyan bugünkü bu iç bölünme, farklı koşullarda devrimci sınıf mücadelesi için önemli bir olanak olabilirdi, yazık ki bugünkü koşullarda olamamaktadır. Bugünün Türkiye’sinde sınıf ve kitle mücadelesi son derece geri bir düzeydedir ve bundan ayrı düşünülemeyecek nedenlerden dolayı da devrimci hareket son derece zayıf ve etkisizdir. Böyle olunca, düzen iç dalaşmadan devrimci amaçlarla yararlanabilmek, bunu emekçi kitleleri düzenden ve düzen kurumlarından koparma olanağı olarak değerlendirebilmek mümkün olamamaktadır. Tam tersine, halen bu dalaşma bizzat düzen payına kitleleri sahte bir biçimde bölmenin ve kutuplaştırabilmenin, düzenin dinci ya da şovenist-militarist odaklarına yedekleyebilmenin önemli bir olanağıdır. Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı yeni siyaset tablosu da önemli ölçüde bunun ifadesidir. Dalaşmanın tarafı odaklar emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye bağlılık ve hizmette, dolayısıyla işçi sınıfına ve emekçilere düşmanlıkta tam olarak aynı safta bulundukları halde, halen kendi iç ikdidar çatışmalarına emekçileri kolayca alet edebilmektedirler. 12 Eylül sonrası bütün bir dönemde, kitle hareketinin geriliği ve devrimci hareketin zayıflığı ortamında, 12 Eylül faşist askeri darbesi ile yaratılan bu son derece elverişli ortamda, her krizi kendisi için bir olanağa çevirme başarısı gösteren işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle 28 Şubat’tan beri laiklik-şeriat sahte ikilemi eksenindeki çatışmayı da bu doğrultuda kullanmaktadır. Dinci partinin son seçim başarısı ve bunun kitlelerin ilerici kesimlerinde büyüttüğü kaygılar, bu açıdan onlar için yeni bir olanaktır da. Böylece kitlelerin gerici bilincin etkisi altındaki kesimleri dinci-şovenist odaklara, ilerici bilince yakın kesimleri ise laik-şovenist odaklara kolayca yedeklenebilmekte, gerçek sınıfsal bölünme ve çatışma zemini hepten kararmakta, geri plana düşmektedir. Seçimlerle ortaya çıkan yeni parlamento tablosu ile Çankaya’nın temsil düzeyinde olsun dinci partinin eline geçmesi gerilim ve siyasal kriz dinamiklerini güçlendirdiği ölçüde, emekçi kitlelerin de kendileri yönünden tümüyle sahte bir kutuplaşmaya yedeklenmeleri zemini güçlenmiş bulunmaktadır. Haliyle bu, devrimci sınıf mücadelesini geliştirmenin sorunları bakımından çok daha zor ve karmaşık bir döneme girdiğimiz anlamına gelmektedir.
Dinsel gericiliğin AKP’de somutlaşan
gücü ve başarısı
22 Temmuz seçimlerinin sayısal sonuçları, oyların partilere dağılımı ve bunun ortaya çıkardığı yeni parlamento bileşimi üzerine, seçim ertesinden beri yaygın tartışmalar yapılageldi. Halen de sürmekte olan bu tartışmaların asıl ekseni doğal olarak AKP’nin beklenmedik düzeydeki başarısıdır. Birçok kimse buna bir açıklama getirmeye çalışıyor ve bunu yapmaya girişenlerin eğilim ve konumlarına göre bu açıklamalar büyük bir farklılık ve çeşitlilik gösteriyor.
Kendi yönlerinden devrimciler bu olayı anlamaya çalışırlarken, temeldeki nedenler ile konjonktürel olanı özenle birbirinden ayırmalıdırlar. Burjuva temsili kurumlara yönelik seçmen tercihlerinde konjonktürel nedenlerin, bunlar zaman zaman bazı partilere oy patlaması yaptırıyor olsa bile, esasa ilişkin bir önemi yoktur. Yakın geçmişte bunun en dikkate değer örneklerinden birini, Öcalan’ın yakalanmasını izleyen büyük şovenist dalgaya binerek birinci parti olma olanağı kazanan DSP’nin aradan yalnızca üçbuçuk yıl ancak geçmişken %1.5 oy oranıyla sahneden siyaseten silinmesi vermişti bize. 22 Temmuz seçimlerinde de bir dizi konjonktürel olay, avantaj ya da etkenin AKP’yi seçmen desteği yönünden ayrıca güçlendirdiği bir gerçektir. Fakat adı üzerinde bunlar tümüyle konjonktür ürünü geçici olay ya da etkenlerdir, bu nedenle çok geçmeden etkilerini de yitirirler. Önemli olan, dinci bir gericilik akımının toplumun özellikle de emekçi katmanları arasında bu denli geniş bir seçmen desteği bulabilmesinin gerisindeki esasa ilişkin nedenlerdir.
Bugünün Türkiye’sinde şoven milliyetçilikle birlikte, dahası ondan da güçlü olarak, dinci gericilik büyük bir ideolojik, siyasal ve kültürel akımdır. Etkisi toplumun geniş katmanlarını, özellikle de emekçi ve yoksul katmanlarını belirgin bir biçimde sarmış bulunmaktadır ve bu çok yeni bir olgu da değildir. 22 Aralık 1995 seçimlerinden 22 Temmuz 2007 seçimlerine dinci partinin zaman içinde güçlenen seçmen desteği, bunun yalnızca seçimler üzerinden bir yansımasıdır. Seçimlerden yansıyan yalnızca bir sonuçtur; olayın temelinde, 12 Eylül’le birlikte izlenen çok yönlü politikaların karmaşık etkisi altında, toplumun gerici bir temelde yeniden biçimlendirilmesi gerçeği vardır.
Türkiye’de sosyal uyanış ve mücadelenin büyük bir güç kazandığı, bundan beslenen sol düşünce ve değerlerin toplumun işçi ve emekçi katmanları arasında önemli bir destek bulabildiği 1960’lı ve ‘70’li yıllarda, şoven milliyetçilik ve dinsel gericilik, burjuva siyaset sahnesinin iki uç ve seçmen desteği yönünden son derece zayıf akımı idi. Oysa bugün bu iki akım burjuva siyaset sahnesinin iki ana gücü durumundadır ve bu olgu partiler olarak AKP’nin ve MHP’nin de ötesindedir. Sözkonusu akımlar bugün CHP’de (şoven milliyetçilik) ve yeni ismiyle DP’de (şoven milliyetçiliğin yanısıra dinsel gericilik) de güçlü biçimde temsil edilmektedir. Aynı şekilde, bugün dinsel gericiliğin politik odağı durumundaki AKP’de şoven milliyetçilik, şoven milliyetçiliğin politik odağı durumundaki MHP’de ise güçlü bir dinsel gericilik eğilimi vardır. Dünün dinsel gericilik odağı Refah Partisi bugün Saadet Partisi şahsında marjinalleştiği gibi benzer bir akibete yarın AKP de uğrayabilir, kaçınılmaz olarak uğrayacaktır da. Dünün büyük partisi ANAP’ın bugün marjinalleşerek çökmesi gibi. Fakat buna rağmen, sosyal mücadelenin seyrinde köklü ve sarsıcı bir değişim yaşanmadığı sürece, dinci akım ideolojik ve kültürel etkisini, dolayısıyla da politik gücünü korur ve bu temsilini bir başka partide bulur.
Özetle, bugünün Türkiye’sinde güçlü olan, AKP’nin kendisinden öteye, bir bütün olarak dinsel gericilik akımının kendisidir, kelimenin bu anlamında, çok farklı gruplardan, çevrelerden, eğilimlerden ve elbetteki herşeyden önce tarikatlardan oluşan birleşik “dinci parti”dir ve bu “parti” içinden geçmekte olduğumuz dönemde akıllı ve hesaplı bir tutumla güç ve desteğini AKP üzerinde birleştirip yoğunlaştırmıştır. Bu, bugün için hesap ve çıkarlarına daha uygun düşmektedir. Bu akım ya da “parti”, sanayide ve ticarette, kültür alanında, medyada, temel eğitimde, üniversitelerde, yargıda, özellikle poliste olmak üzere devlet bünyesinde, yerel yönetimlerde, toplumsal yaşamın daha bir dizi başka alanında önemli bir güce ve büyük maddi olanaklara sahiptir. Aynı şekilde, 12 Eylül sonrasının ekonomik politikaları sayesinde büyük bir palazlanma yaşayan ve geleneksel büyük burjuvazinin bir kesimiyle ekonomik ve mali açıdan olduğu kadar kültürel-moral bakımdan da sağlam biçimde bütünleşen “Anadolu burjuvazisi” şahsında sağlam bir sosyal dayanağa ve kitleler içinde önemli bir ideolojik-kültürel etkiye, dolayısıyla da politik desteğe sahiptir.
Dinci gericiliğin bağımsız bir politik akım olarak şekillenmesi, özel amaçlarla (işçiler ve emekçiler arasında başgösteren sosyal uyanışa karşı temel önlemlerden biri olarak) bizzat burjuvazi ve devlet tarafından bu doğrultuda özel olarak teşvik edildiği, yönlendirildiği ve desteklendiği ‘60’lı yıllara dayanmaktadır. Fakat Türkiye’de sosyal uyanış ve mücadele dalgası sürdüğü sürece o emekçi katmanlar arasında önemli bir güç olmayı başaramamıştır. “Politik islam” nitelemesiyle şirinleştirilen dinci gericilik akımı bugünkü bu devasa gücünü, esası yönünden 12 Eylül ile birlikte başlayan sürece borçludur. Dolayısıyla bugün dinsel gericiliğin gücünü sorun ediyor görünen, toplumun, özellikle de ilerici eğilimli kitlelerin karşısına laikliğin ve modern değerlerin bekçisi olarak çıkan Amarikancı generaller, gerçekte dinsel akımın bugünkü güce erişmesinin baş sorumlusudurlar.
12 Eylül: Dinsel gericiliğin yükselişinde
dönüm noktası
12 Eylül’ün bu açıdan oynadığı rol başlıca şu başlıklar altında özetlenebilir:
1- 12 Eylül askeri faşist darbesinin en temel ve öncelikli icraatı, devrimci yükseliş içerisinde önemli bir güç ve etki alanı kazanmış bulunan ilerici-devrimci hareketin acımasızca ezilmesi oldu. Buna sınıf ve kitle hareketinin bastırılması ve bin bir önlem ve yasakla geleceğe yönelik olarak önünün kesilmesi eşlik etti.
2- İçiçe bu iki karşı-devrimci icraatı, her türden ilerici-devrimci düşünce ve değere karşı sistemli bir gericilik kampanyası tamamladı. Meydan her türden gerici, dinci ve milliyetçi düşünceye cömertçe açıldı. Bu çerçevede “Türk-İslam Sentezi” devletin resmi ideolojik yönelimi olarak benimsendi ve toplumun bu doğrultuda biçimlendirilmesi başlıca hedef haline getirildi. Bugün dinsel gericilik ile şoven milliyetçiliğin iki kol halinde toplumda etkin olması bu yönelimden ayrı değildir. Özellikle dinsel gericilik devrime karşı en büyük ve emekçi katmanlara yönelik olarak en etkili dalga kıran olarak görüldü; başta İmam Hatip Okulları olmak üzere dinsel gericilik ideolojisi ile taze beyinleri yıkayan gericilik yuvaları bu dönemde en büyük patlamasını yaptı. Okullarda zorunlu din dersi uygulamasına geçildi.
3- 12 Eylül askeri faşist darbesi, dinci akımın önünü ideolojik ve siyasal planda cömertçe açmakla kalmadı, izlediği ekonomik, sosyal ve kültürel politikalarla toplumsal zemini bu gerici akım için her bakımdan ayrıca düzledi. Bilindiği gibi 12 Eylül’ün ekonomik cephedeki yüzü, ünlü 24 Ocak Kararları idi. Bu kararların başlangıç teşkil ettiği ekonomik politikaların sosyal-kültürel sonuçları, büyük bir yoksullaşma, bu yoksullaşma içinde emekçi insanın fiziki ve kültürel bakımından yıkımı, bunları birarada tamamlayan bir toplumsal çürüme oldu. Bu ise dinsel gericiliğin özellikle de emekçiler ve yoksullar arasında güç kazanabilmesi için en uygun sosyal-kültürel toplumsal ortam demekti. Dinsel gericilik tam da bu zeminde adım adım güçlendi. Dünün sosyal mücadeleleri döneminde solun kalesi olan büyük kentlerin emekçi semtleri, tam da bu sayede zamanla dinsel gericiliğin beslenme yuvaları ve giderek oy depoları haline geldi.
4- 12 Eylül rejimi dinsel gericiliğe yalnızca ilerici-devrimci hareketi ezerek değil, yalnızca ekonomik-sosyal yıkım programlarıyla sosyal-kültürel ortam hazırlayarak da değil, fakat aynı zamanda kurduğu baskı ve yasak rejimiyle emekçinin elini kolunu bağlayarak, böylece onu yoksulluk ve yoksunluk içinde çaresizlik durumuyla yüz yüze bırakarak da zemin düzlemiş oldu. Bilimin gösterdiği ve tarihin kanıtladığı gibi, sömürü ve baskı düzeni karşısında çaresizlik durumu ve duygusu, dinin ve dinsel gericiliğin emekçi sınıflar içinde güç kazanması için en elverişli toplumsal ortamdır. Sınıf mücadelesi içindeki emekçi, sermayenin acımazlıkları karşısında çaresizlik duygusunu yener, güç ve özgüven kazanır, adım adım sınıf bilincine ulaşır. Bin bir baskı ve yasakla bundan alıkonulan emekçi ise, güçsüzlük ve çaresizlik duygusu içinde gericiliğin, özellikle de dinsel gericiliğin tuzağına düşer. ‘70’li yılların sosyal mücadeleleri ortamında solun kalesi durumundaki emekçi semtlerinin ‘90’lı yılların sosyal durgunluk ortamında dinsel gericiliğin kaleleri durumuna dönüşmeleri aynı zamanda bundan dolayıdır.
Sosyal yıkım ve buna eşlik eden yoksullaşma ile emekçinin bin bir baskı ve yasakla buna karşı mücadeleden alıkonulması, 12 Eyül’den bu yana sermaye düzeninin değişmez politikalarıdır. Bu sürekli yoksulluk içinde sürekli çaresizlik durumudur ki, emekçiyi zaman içinde genişleyen kitleler halinde dinsel gericiliğin ideolojik, politik ve kültürel denetimi altına sokmuştur. Düzen bekçisi generaller bir yandan 12 Eylül’le birlikte yaratılan bu düzeni korumaya çalışmakta, öte yandan ise dinsel gericiliğin tam da emekçi desteği sayesinde rejim için bir soruna dönüşmesini şaşkınlıkla karşılamaktadırlar. Oysa onlar tamı tamına kendi öz icraatlarının dolaysız sonuçları ile yüzyüzedirler.
5- 12 Eylül dinsel gericiliğin önünü bir başka yoldan daha açtı. 12 Eylül’ün biçim olarak geride kaldığı dönemin ardından düzen siyaseti yeniden çok partili yapısına kavuşmakla birlikte artık tek programda aynılaşmış durumda idi. Devrimcilerin MGK-TÜSİAD programı olarak niteledikleri bu tek program etrafında aynılaşma, zaman içinde tüm geleneksel düzen partilerini birbiri peşi sıra eritip bitirdi. Bir tek dinci parti söylem olarak bu aynılaşmanın dışına çıkabildi ve bu sayededir ki, geleneksel düzen partilerinden umudu kesen emekçileri kendine çekebildi.
Yine de işçiler ve emekçiler 12 Eylül saldırılarıyla kaybettiklerini geri almaya yönelik umutlarını korudukları sürece, bu böyle olmuyordu. Dinci partinin toplumsal umutsuzluk ortamında umut olabilmesi için emekçilerin bilincinde mücadeleye yönelik umutların kırılması gerekiyordu. Hatırlanacağı gibi, ‘87’de başgösteren ve ‘89’da büyük bir ivme kazanan sınıf hareketi dalgası, ‘91 yılı başında kırıldı. Bu aynı yıllar dünyada ‘89 çöküşünü izleyen gericilik dalgasının da doruğa çıktığı yılları işaretlemekteydi. Türkiye’de sınıf hareketi dalgasının kırılması ve solda yeni bir tasfiyeci sürecin başgöstermesi bu aynı dönemle çakıştı.
Dinsel gericiliğin emekçiler içinde asıl büyük çıkışını bu dönemin ardından yapması, RP’nin bu yılların ardından büyük kentlerde oy patlaması yaparak birinci parti konumuna çıkması, bu açıdan rastlantı olmadığı gibi şaşırtıcı da değildir. İşçiler arasında mücadele umutlarının tükenmesi ve solun dünyadaki gelişmelerle birlikte Türkiye’de de gücünü yitirmesi, dinsel gericiliğin yeni bir etkili çıkışı için yeni bir başlangıç noktası olmuştur.
Dinsel gericiliğin güç kazanmasının
öteki bazı etkenleri
Bütün bunlara dinsel gericiliğe güç kazandıran birkaç önemli noktayı daha eklemek gerekir.
Bunlardan ilki, Amerikan emperyalizminin kendi Ortadoğu hesapları ve planları çerçevesinde, ‘90’lı yılların başından itibaren Türkiye için bir “Ilımlı İslam” modeli öngörmesi ve daha o zamandan dinci partiye yönelik müdahalelerde bulunmasıdır. Bugünün başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın daha henüz İstanbul Belediye Başkanı iken “Ilımlı İslam”ın lideri olarak hazırlanması, bu müdahelenin en dolaysız sonuçlarından biri olmuştur. ABD bir yandan Fetullahçılardan Refah Partisi’ne kadar dinsel gericiliği her biçimiyle denetim altına alıp kendi çıkar ve hesaplarına uydururken, öte yandan bunu başardığı ölçüde onu cömertçe desteklemiştir. AKP’yi ve Tayyıp Erdoğan’ı hala da bu destek ayakta tutmaktadır. Bu destek çekildiği anda AKP bugünkü gücünü ve bütünlüğünü hızla yitirecektir. Herkesten çok bizzat AKP yönetimi bu gerçeğin bilincindedir. Kendisini gözden çıkarmaya yönelik sinyaller karşısında Tayyip Erdoğan’ın Bush’tan yeni bir randevu almak için bin bir çaba harcaması, bunun için ettiği hesapsız lafları yutarak siyonist İsrail’in önünde eğilmesi, en yakın danışmanları aracılığıyla Amerikalı efendilere “delikten süpüreceğinize kullanmaya bakın” mesajları iletmesi, bütün bunlar bu bilincin açık birer ifadesidir. Öte yandan Amerikancı generallerin tüm diş bilemelere rağmen halen AKP’ye dokunma gücü bulamamaları da, onun henüz Amerikan emperyalizmi ve elbette onunla birlikte işbirlikçi büyük burjuvazi tarafından desteklendiğini ve kollandığını görmelerinden dolayıdır.
İkinci bir nokta, dinsel gericiliğin burjuvazinin bir kesimi içinde dolaysız olarak kazandığı güçtür. Dinsel gericilik artık büyük burjuvazinin bir kesimi içinde dolaysız olarak temsil edilmektedir. Bu, burjuvazinin her dönem dini emekçi kitlelere karşı uyuşturucu bir silah olarak kullanmasından daha farklı bir durumdur. 12 Eylül’ün, özellikle de Özal döneminin ekonomik politikalarının en dolaysız sonuçlarından biri, “Anadolu burjuvazisi” denilen ama varlık ve etkinlik alanı artık hiç de Anadolu ile sınırlı olmayan yeni bir burjuva kesiminin hızla palazlanması, toplum yaşamında ve dolayısıyla siyasette gitgide daha çok öne çıkmasıdır. Düşünce ve değer yargıları bakımından TÜSİAD’da temsil edilen geleneksel kozmopolit burjuvaziye göre muhafazakar olan bu kesim, bugünün Türkiye’sinde şoven milliyetçiliğin yanısıra esas olarak dinsel gericiliğin sosyal dayanağı durumundadır. Dinsel gericiliği her yolla beslemekte, desteklemekte ve onun ulaştığı politik güçten de kendi çıkarları açısından en iyi biçimde yararlanmaya çalışmaktadır. Tayyip Erdoğanlar, Abdullah Güller büyük burjuvazinin bu kesiminin siyasal sahnedeki en dolaysız temsilcileridir. Egemen burjuva sınıfının içinde bulduğu bu dolaysız temsil olanağı, bunun sağladığı muazzam olanaklar, dinsel gericiliğin güç kazanmasının bir başka temel önemde etkenidir. Dünün geleneksel orta burjuva katmanları içinden yükselerek büyük burjuvaziye katılan bu kesim, bu kökeni sayesinde burjuvazinin alt katmanlarına, onlar üzerinden de kitlelere de daha yakındır ve onları dolaysız olarak etkilemek, yedeğinde tutmak konusunda çok daha avantajlı bir konumdadır.
Üçüncü bir nokta, özellikle ‘90’lı ilk yıllardan itibaren, Kürt ulusal uyanışı karşısında ve bu nedenle elbetteki Kürdistan’da, dinsel gericiliğin burjuvazi ve devlet tarafından her yolla desteklenmesidir. Din kardeşliği teması ulusal bir uyanış içindeki Kürtlere karşı devlet için en etkili silahlardan biri oldu. Bu silahın etkili bir biçimde kullanılabilmesi ise ancak dinci parti eliyle olabilirdi. Bunun bilincinde olan devlet gericiliğin güçlerini dinci parti etrafında yoğunlaştırmayı bir politika olarak benimsedi. AKP’nin son seçimlerde Kürdistan’daki belirgin başarısı, öteki bir dizi konjonktürel etkenin yanısıra, bu politikanın başarısından ayrı düşünülemez.
Ve nihayet temel önemde son bir nokta. Bugün AKP’de temsil edilen dinsel gericilik akımı, geleneksel düzen partilerinden farklı ve MHP’ye benzer bir biçimde, fakat ondan çok daha güçlü olarak, belirgin bir ideolojik kimliğe ve kültürel birikime, buna dayalı geniş çaplı bir kadrolaşmaya ve bunları tamamlayan önemli bir örgüt deneyimine ve yeteneğine sahiptir. Tüm bunlar siyasal alanda ve dolayısıyla da kitlelerin desteğini elde etmede, öteki düzen partileri karşısında halen dinsel gerici akıma büyük üstünlükler sağlamaktadır. AKP’nin son seçimlerdeki büyük başarısı halen de korunan bu üstünlüklerden ayrı düşünülemez.
Dinci akımların son seçimler üzerinden de kendini gösteren büyük başarısının gerisinde temelde bu etkenler vardır. Öteki her şey, bir dizi konjonktürel avantajla birlikte emperyalizmin ve büyük burjuvazinin açık tercihi ve desteği, bu temel üzerinde bir anlam kazanmaktadır.
22 Agustos 2007