ABD-Türkiye ilişkilerinde “stratejik” derinlik
Türkiye-ABD ilişkilerinin iki yılı bulan bunalımlı seyri bu ilişkilerin gerçek mahiyeti konusunda önemli bir yeni test işlevi görmüştür. Son iki yılda bu ilişkiler alanında olup bitenler Türkiye’nin ABD emperyalizmine çok yönlü bağımlılığının yeni bir teyidi olmuştur da diyebiliriz buna. Bunalımlı seyrin ardından bugün gelinen nokta bir kez daha açıkça göstermiştir ki bu ilişkiler gerçekten “stratejik” bir derinliğe sahiptir; ve tüm kesimleriyle işbirlikçi Türk burjuvazisinin ABD emperyalizmi ile tek yanlı “stratejik” kader birliği, bu ilişkilerin taktik sorunlardan ve geçici bunalımlardan kalıcı hasarlar görmesine karşı en büyük güvencedir.
Tek yanlı kader birliği diyoruz, zira aynı olaylar yine bütün açıklığı ile göstermiştir ki, ABD emperyalizmi için böyle bir mecburiyet olmadığı gibi o bu konuda alabildiğine geniş bir hareket özgürlüğüne de sahiptir. Son iki yılda emperyalist efendisi tarafından itilip kakılan, hassasiyetleri hiçe sayılan, sözde “kırmızı çizgiler”i yerle bir edilen, kafasına çuval geçirilen, olmayan onuru yerlerde sürüklenen hep de Türk burjuvazisi ve devleti olmuştur. İşbirlikçi burjuvazi adına Türkiye’yi yönetenler tüm bunlara karşı hiçbir şey yapamadığı gibi, sonuçta ABD ve İsrail’den af dileme ve ilişkilerin onarılmasını isteme onursuzluğunu gösteren de yine kendileri olmuştur. Bu şaşırtıcı da değildir; zira her açıdan bağımlı ve dolayısıyla muhtaç durumda olan bizzat kendileridir. Dolayısıyla burada sözkonusu olan basitçe onur duygusundan yoksunluk gibi özel bir moral zayıflık değil, fakat tüm niteliği ve mahiyeti ile Türkiye’nin kapitalist düzenidir. Sözkonusu olan, Türkiye’nin ABD emperyalizmine çok yönlü bağımlılığı ve işbirlikçi Türk burjuvazisinin bu bağımlılık temelinde şekilenen köklü sınıf çıkarlarıdır. Olup bitenleri belirleyen son tahlilde bu temel, buna dayalı zorunlu sınıf tercihleri ve çıkarlarıdır. Böyle olduğu içindir ki, yüzeyde seyreden iki yıllık sıkıntı ve sorunların altından sonuçta bir kez daha bu ilişkilerin “sarsılmaz” temeli çıkmıştır.
Üzerine onca laf edilen Türkiye-ABD ilişkilerinin “stratejik” niteliği de kendini asıl işte bu katı gerçek üzerinden ortaya koymaktadır. Bu gerçekten stratejik düzeyde köklü bir bağımlılık ilişkisidir ve uzun vadede ancak iki biçimde değişebilir. Ya emperyalist dünyanın güç ilişkilerinde meydana gelecek köklü bir değişimin ardından mevcut düzen tabanı üzerinde yeni bir emperyalist efendiye bağlanma yoluyla, ya da bu ilişkilerin tüm iktisadi-sınıfsal temelini silip süpürecek, böylece kölece bağımlılık ilişkilerine ilelebet son verecek bir sosyalist devrim yoluyla. Bu iki durumdan biri gerçekleşmediği sürece, Türkiye’nin ABD emperyalizmine bağımlılığı sürecektir ve geçici olmaya mahkum hiçbir konjonktürel bunalım bunu esası yönünden etkilemeyecektir. Bu arada ABD emperyalizmi ile ilişkilere belli mesafeler getirecek bazı ara biçimler elbette olanak dahilindedir, bunlar ilke olarak reddedilemez. Fakat bunların orta vadede kalıcı olma şansı yoktur. Sonuçta ya sözkonusu ilişkiler devrimci yoldan köklü ve kalıcı biçimde aşılacaktır, ya da ABD emperyalizminin dünya hegemonyası sürdüğü sürece Türkiye üzerindeki köleci egemenliği de gerisin geri yeniden kurulacaktır.
Türkiye’de Amerikan düzeni
ve Amerikancı düzen
Bugünkü şekliyle Türkiye-ABD ilişkilerinin 60 yıllık bir geçmişi var. İkinci emperyalist savaşın ardından ABD kapitalist dünyanın yeni hegemon gücü haline gelince, tüm kesimleriyle Türkiye’nin egemen sınıfları (daha CHP iktidarı döneminde ve bizzat “milli şef” İsmet İnönü’nün liderliği altında) ABD emperyalizmine kapılandılar. O günden bugüne bu bağımlılık ilişkisi, Türkiye kapitalizminin gelişmesi ve işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin palazlanması ölçüsünde, zaman içinde sürekli gelişti ve yeni boyutlar kazanarak pekişti. Türkiye üzerindeki ABD egemenliği daha ‘50’li yılların başında tamdı ve tüm alanları eksiksiz olarak kapsıyordu; ekonomik ve mali ilişkileri siyasal, askeri, dipolmatik ve kültürel alandaki çok yönlü ilişkiler ağı tamamlıyordu.
ABD ile ilişkileri çok geçmeden NATO üyeliği tamamladı ve Türkiye toprakları Amerikan ve NATO üs ve tesisleriyle donatıldı. Türkiye artık ABD emperyalizminin bölgesel bir üssü, Türk sermaye devleti ise emperyalizmin bölgesel jandarması durumundaydı. Bu bölgesel jandarmalık görevi kırk yılı aşkın bir süre boyunca uşakça bir sadakatle yerine getirildi. Kuzeyde Sovyetler Birliği’ne ve Güney’de Ortadoğu halklarına karşı. Bu uşaklık Amerikan işbirlikçileri tarafında uzun yıllar boyunca “Sovyet tehditine karşı” Türkiye’nin güvenliği demagojisiyle haklı gösterilmeye çalışılmıştı. Fakat Sovyetler Birliği’nin yıkılışı bu demagojiyi de temelden yıktı. Sözkonusu olanın emperyalizmin hizmetinde ve onunla çıkar birliği halinde halklara karşı bir konumlanma olduğu tüm açıklığı ile ortaya çıktı. Türkiye’nin bölge halklarına karşı emperyalizmin bir savaş üssü olduğu gerçeği, tam da Sovyetler Birliği’nin yıkılışı sonrasında fiili savaşlarla tartışılmaz biçimde kanıtlandı. Birinci Korfez savaşı, Yugoslavya savaşı, Irak’a karşı uzun yıllar boyunca İncirlik merkezli olarak süren hava saldırıları, nihayet Afganistan’a ve Irak’a karşı son emperyalist savaşlar, bu gerçeği bütün açıklığı ile gösterdiler.
Türkiye topraklarını emperyalizme bir savaş üssü olarak sunmak, bugün Türk egemen sınıfları için artık vakai adiyeden bir iştir. Sorunlar kısmen emperyalizmin müdahale gücü olarak bu savaşlara doğrudan katılmak planında çıkabilmektedir. Bunda ise bir yandan emperyalist dünyanın kendi içindeki bölünmeler, öte yandan savaş karşıtı halk muhalefetinin basıncı önemli bir rol oynamaktadır. Halk muhalefetini, bu muhalefet onu fiilen dizginleyecek güç ve yetenekten yoksunsa eğer, genellikle hiçe sayan Türk burjuvazisi emperyalist dünyanın kendi içinde birlikte davranabildiği savaşlarda bizzat yer almakta tereddüt etmemiştir. Yugoslavya’ya ve Afganistan’a karşı emperyalist savaşlar bunun örnekleridir. Türk ordusu bunların ilkine daha baştan, ikincisine ise belli bir aşamadan sonra dolaysız olarak katılmıştır. Halen de ABD emperyalizminin hizmetinde bu iki alandaki misyonunu sürdürmektedir, dahası Afganistan’daki işgal güçlerinin resmi komutanlığını üstlenmiş bulunmaktadır.
Bağımlılık temeline dayalı ilişkiler ağıyla ABD emperyalizmi Türkiye’nin yalnızca dış politikasına değil fakat bundan da önemli olarak bütün bir iç politikasına da egemen hale geldi. Uzun onyıllardan beridir Türkiye’nin iç siyasal yaşamına, hükümetlerine, ordusuna, polisine ve istihbarat örgütlerine, devlet bürokrasisinin kritik kademelerine Amerikan emperyalizmi hakimdir. En önemli organlarıyla medya ve başta üniversiteler olmak üzere önemli kültür kurumları, ABD etkisinde ve denetimindedir. Menderes’ten Demirel’e, Özal’dan günümüzün Tayyip Erdoğan’ına kadar Türkiye’yi yöneten tüm önemli politikacılar dolaysız olarak ABD yetiştirmesi olmuşlar, istinasız tüm hükümetler amerikancı bir çizgide hareket etmişlerdir. Toplumsal muhalefeti kanlı operasyonlarla ezen ve Türkiye’nin devrimci-demokrat birikimine büyük darbeler vuran faşist askeri darberler dolaysız olarak ABD tarafından tezgahlanmıştır. Her biçimiyle dinsel gericilik devrime karşı bir dalga kıran olarak bizzat ABD yönlendirmesi ve özendirmesi ile örgütlendirilip her yolla desteklenmiştir. Türkiye’de toplumsal muhalefete karşı bir saldırı gücü olarak örgütlenen paramiliter faşist çetelerin arkasında faşist Türkeş üzerinden bir kez daha ABD emperyalizmi vardır. Toplumsal muhalefete karşı 40 yıldır kanlı ve kirli bir savaş yürüten kontrgerilla dolayısız olarak Amerikan denetimindeki bir örgütlenmedir. Özetle Türkiye’nin düzeni, tüm yapı ve dokularıyla bir Amerikan düzenidir, iliklerine kadar Amerikancı bir düzendir bu.
Türkiye’nin kendi içinde Amerikan emperyalizmine bu denli bir bağımlılığın güçlü bir toplumsal dayanağı olmasaydı, Türkiye-ABD ilişkileri zaten bu denli derinlikli, kapsamlı ve uzun süreli olamazdı. Bu toplumsal dayanak temelde işbirlikçi büyük burjuvazidir, onun sınıf egemenliği sistemidir. Fakat Amerikancı düzenin dayanakları bundan da öteyedir. Merkezinde işbirlikçi tekelci burjuvazi olmak üzere tüm kesimleriyle Türkiye burjuvazisidir. Bunu tüm kesimleriyle Türkiye burjuvazisinin Amerikancılığı olarak da düşünebiliriz. Bugün liberalinden dincisine, faşistinden sosyal-demokratına kadar tüm burjuva siyasal akımların Amerikancılık ortak paydasına sahip bulunmaları, bu sınıfsal gerçeğin siyasal izdüşümler üzerinden en dolaysız bir kanıtıdır. Bu aynı gerçeği düzenin öteki temel kurumları üzerinden de görebiliriz. Başta ordu, medya ve üniversiteler olmak üzere Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve kültürel yaşamı üzerinde güçlü etkileri olan tüm kurumlar tepeden tırnağa Amerikancıdır, Amerikan düzeninin Türkiye’deki en sağlam dayanaklarıdır.
Burjuvazinin ve burjuva siyasal güçlerin tümünü Amerikancılık ortak paydasında birleştiren, temelde sömürü düzeninin varlığı, işleyişi ve geleceğidir. Amerikan emperyalizmine bağımlılık verili tarihi koşullarda bunun hem zorunlu koşulu ve hem de en sağlam güvencesidir. Türk burjuvazisinin AB’ciliği de gerçekte Amerikancılığının bir uzantısından başka bir şey değildir. Bu yönelimin ABD tarafından belirgin bir tutumla desteklenmesinin olduğu kadar, AB’nin sürükleyicisi durumundaki emperyalist ülkelerin buna açıktan ya da örtülü biçimde direnmesinin gerisinde de başka etkenler yanında bu aynı olgu vardır.
Geçici sıkıntılar ve kalıcı ilişkiler
Bu sağlam tarihsel ve sınıfsal temele rağmen Türkiye-ABD ilişkilerinde zaman zaman belli sıkıntılar yaşanabilmiştir. Komünistler bu anlaşmazlığın iki klasik unsuruna bugüne kadar birçok kez işaret edegeldiler. Bunlar Kıbrıs ile Kürt sorunlarıdır. İlki eski, ikincisi ise nispeten yeni, daha çok da son 10-15 yılın anlaşmazlık konusudur. Fakat bu krizler her seferinde ABD’nin Türkiye üzerindeki etki ve denetiminin ne denli güçlü olduğuna birer kanıt oluşturup çok geçmeden geride kalmışlardır. Sonuncusu üzerinden bugün de bütün açıklığı ile görmekte olduğumuz gibi. Bugün Kıbrıs konusu Türkiye ile ABD arasında önemli bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bu, sonuçta Türkiye’nin bu konudaki ABD dayatmalarına boyun eğmesiyle olmuş, Annan Planı’nın kabulü bu anlama gelmiştir.
Kürt sorununun sorun olmaktan çıkması ise o denli kolay değildir. Bunun nedeni de görünürdeki anlaşmazlık konusu olan Güney Kürdistan değil fakat Kuzey Kürdistan, yani tam da Türkiye’nin bünyesindeki koca Kürt sorunudur. Son bunalımın bugün vardığı noktada Türk burjuvazisi ABD’nin Güney Kürdistan politikasına boyun eğmiş, tüm sözde “kırmızı çizgileri”ni bir yana bırakmıştır. Fakat Güney Kürdistan’da fiili devlet demek, Türkiye’deki Kürt sorununda karmaşık bir çözüm baskısı demektir. Hazmedilen Güney Kürdistan gerçeğine rağmen Kürt sorununun ilişkilerde potansiyel bir sorun kaynağı olarak kalmaya devam etmesi de bundan dolayıdır.
ABD ile ilişkilerde geçmişte yaşanan iki önemli krizin ikisi de Kıbrıs konulu olmuştu. Bunlardan ilki 1964 tarihlidir ve ünlü “Johnson Mektubu” üzerinden anılmaktadır. Bu kısa süreli kriz esnasında zamanın başbakanı İnönü, “Gerekirse yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” mealinde sözler söylemişti. “Yeni bir dünya”sözleri güya ABD’ye bağımlılık ilişkilerinin dışına çıkmayı ima ediyordu. Oysa işbirlikçi Türk burjuvazisi, onun temsil ettiği sosyo-ekonomik düzen ve buna göre biçimlenmiş bulunan siyasal-askeri iktidar yapısı ayakta kaldıkça, “yeni bir dünya” üzerine bu türden sözlerin zerre kadar bir kıymeti harbiyesi olamayacağını görmek için çok beklemek gerekmedi. İnönü gibi tarihi bir kişiliğin ağzında bile iriliği ölçüsünde iğreti duran bu sözlerin bir yıl sonrası, iliklerine kadar Amerikancı Demirel hükümetleri döneminin başlangıcı oldu. Çok geçmeden bunu tümüyle bir CIA yönlendirmesi olan 12 Mart askeri faşist darbesi izledi ve Türkiye üzerindeki Amerikan hükümranlığı yeni bir düzeyde pekişti.
Benzer bir başka kriz 1974’deki Ecevit hükümeti sırasında ve bir kez daha Kıbrıs sorunu üzerinden yaşandı. Türkiye’yi yönetenler bir Amerikan cezalandırması olan ve yıllarca süren silah ambargosunu sineye çektiler ve her alanda ABD yörüngesinde hareket etmeye devam ettiler. Bu yılları izleyen faşist 12 Eylül darbesi ise bir kez daha tümüyle Amerikan yapımıydı ve başta ordu olmak üzere ABD’nin Türkiye’deki iktidar kurumları üzerindeki tam denetiminin tarihsel değerde yeni bir kanıtını sunuyordu. 12 Eylül her alanda Amerikancı bir program uyguladı; Türkiye’nin 20 yıllık güçlü anti-amerikancı ilerici-devrimci muhalefetini acımasızca ezdi, Türkiye topraklarını komşu halklara karşı yeni Amerikan üs ve tesisleriyle donattı ve sonra da yerini Türkiye’nin belki de gelmiş geçmiş en Amerikancı hükümetler dönemi olan Özal hükümetleri dönemine bıraktı.
İlişkilerde birbirini onar yıl arayla izleyen bu geçici krizler, her seferinde Türkiye üzerindeki Amerikan etki ve denetiminin daha da pekişmesi sonucunu verdi. İki yıl önce patlak veren ve gelinen yerde esası yönünden geride kalmış bulunan üçüncü önemli kriz sonrasında da sonucun aynı olacağından herhangi bir kuşku duyulmamalıdır. Bu olaydan hareketle Türkiye-ABD ilişkileri üzerinde durmanın önemi de zaten özellikle buradan gelmektedir.
Her açıdan tam sonuç veren
son terbiye operasyonu
Bilindiği gibi ilişkilerdeki son geçici bunalım Irak müdahalesi ile başladı. Dünyadaki savaş karşıtı konjonktürün etkisi ve halk muhalefetinin basıncı altında yaşanan “tezkere kazası”, alışılmadık ve beklenmedik bir durum olduğu ölçüde emperyalist efendide şaşkınlık ve öfke yaratırken, tersinden de ABD’nin himayesi altında Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmeler Türkiye’nin Amerikancı egemen çevrelerinde derin kaygılara ve dizgilenmeye çalışılan bir öfkeye yolaçtı.
Bunalımın taraflar yönünden çerçevesi en genel çizgileriyle böyleydi. Fakat olup bitenleri önce bunalıma, ardından da bir terbiye operasyonuna çeviren taraf ABD oldu. Türk burjuvazisi yaşanan “kaza”yı telafi etmek için azami çaba harcadı, çok geçmeden reddedilenin yerine geçecek yeni bir tezkere de çıkardı. Savaşın başından itibaren Türkiye’deki tüm üs ve tesislerin Amerikan ordusuna kullandırıldığı, hava saldırılarının önemli ölçüde Türkiye’deki üsler üzerinde yapıldığı şimdi artık resmen ve en yetkili ağızlardan açıklanıyor. (Son olarak bunu Genelkurmay İkinci Başkanı ABD gezisi esnasında ve ayrıntılı dökümler halinde büyük bir utanmazlıkla açıkladı. Gerçekte savaşa ABD’nin hizmetinde fiilen bir biçimde katıldıklarını kanıtlamak için elbette). Yani Türkiye Irak’a yönelik emperyalist savaş ve işgal harekatında tam bir saldırı üssü olarak kullanıldırıldı. Bu arada Afganistan’a daha çok asker gönderildi ve işgalin sorumluluğu üstlenildi. Fakat ABD bütün bunlara aldırmayarak yakaladığı fırsatı en iyi biçimde değerlendirmeye baktı. Bu çok yönlü bir terbiye operasyonu idi ve ABD’nin bölge politikalarına özellikle Kürt sorunu üzerinden gösterilen ve artık kabak tadı veren muhalefeti kırmayı amaçlıyordu. Türk ordusunun başına geçirilen çuval gerçekte ABD’nin Güney Kürdistan politikasına karşı ortaya konulan muhalefete bir yanıt ve meydan okumaydı.
Gelinen yerde bu terbiye operesyonunun her açıdan tam sonuç verdiğini biliyoruz. İncirlik Üssü’ne ilişkin taleplerin öncelikle ordu üzerinden olmak üzere tam kabul görmesi, İsrail’e özür ve af ziyaretlerinin yapılması, Güney Kürdistan’a ilişkin “kırmızı çizgiler”in bir yana bırakılması ve yeni “milli siyaset belgesi”nin bu açıdan da değiştirilmesi, Irak direnişine karşı işgalcilere verilen tam destek ve nihayet, randevusu aylar süren yalvar yakarlarla elde edilen Beyaz Saray’daki biçimsel kabul, tüm bunlar bunun göstergesidir. Ortada Kürt sorunu gibi inkarcı düzen açısından son derece hassas bir sorun bulunduğu halde Türk burjuvazisi ABD’ye herhangi bir direnç gösterememiş, sonuçta onun dayattığı çizgilere kendisi uyum sağlama yolunu seçmiştir. Çünkü bugün her zamankinde çok buna mecburdur ve direnç gösterme olanaklarından yoksundur. Çünkü özellikle ekonomik ve mali cephede olmak üzere yuları tam olarak Amerikan emperyalizminin elindedir. ABD ile ilişkilerini bozmayı göze alabilmesi için örneğin ekonomisinin çökmesini göze alması gerekmektedir, oysa ki bunu düşünmek bile istemez.
Irak direnişi karşısında içine düştüğü içler acısı durum yanıltıcı olmamalıdır; ABD emperyalizmi devletler arası ilişkiler sözkonusu olduğunda bugün kendi istek ve iradesini, değil Türkiye gibi yarım asırdır yarı-sömürgesi durumundaki ekonomik ve mali açıdan güçsüz ülkelere, büyük emperyalist ülkeler bile bir ölçüde dayatabilecek önemli bir güce ve çeşitli olanaklara sahiptir. Onun çaresizliği direniş yolunu tutmuş halklar karşısındadır. Saddam rejimini üç haftada devirip de hala da sınırlı kalan Irak direnişi karşısında iki yılı aşkın bir süredir batağa saplanmış olması bunun bir göstergesidir.
Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem
Moda bir ifadeyle söyleyecek olursak, Türkiye-ABD ilişkilerinde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bunalımlı bir sürecin ardından ve üstelik hoyratlığa varan tarzda burnu sürtülmesine rağmen kendi tercihi ve çabasıyla yeniden ABD’nin insafına sığınmış bir Türk burjuvazisi/devleti gerçeği var karşımızda bugün. Bu elbette bundan böyle Türk burjuvazisinin/devletinin ABD’nin her isteğine olduğu gibi boyun eğeceği anlamına gelmez. Fakat artık ne pazarlık ve ne de direnme gücünün eskisi gibi olmadığı da kesindir. Dahası halihazırda gündemde emperyalist efendiye sadakatte Irak sınavını geçememiş bir uşağın bunu yeni sınavlarla telafi etmesi sorunu da var.
Bütün bunları tam olarak yerli yerine oturtabilmek için son günlerde AB cephesinde yaşanan derin krizi ve bunun Türkiye için anlamını da hesaba katmak gerekir. Fransız emekçileri Türkiye açısından çifte anlamı olan bir iş başardılar. Ortaya koydukları red tutumuyla ilkin, AB’nin bir demokrasi ve refah projesi değil, tersine emekçiler payına neo-liberal yıkıma dayalı emperyalist bir odaklaşma projesi olduğunu göstermiş oldular. AB projesi Alman ve Fransız işçisinin Polonya işçisi düzeyine düşürülmesi anlamına geliyordu; Fransız emekçileri bunu aynen böyle gördüklerini bir biçimde söylemiş oldular. Bu, Türk burjuvazisinin Türkiye emekçilerini AB hayalleriyle sersemletme çabalarına vurulmuş önemli bir darbe sayılmalıdır. İkinci olarak, Fransa ve Hollanda’daki reddin ardından AB genişlemesinin sınırları önemli bir sorun haline geldi ve artık herkes Türkiye’nin kesin olarak bu sınırların dışında kalacağını söylemeye başladı. Gerçekte bu son gelişmelerden önce de böyleydi. Fakat artık onu ikiyüzlü ve aldatıcı bir seremoni olarak sürdürmek bile önemli ölçüde olanaklı olmaktan çıktı.
Bu Türk burjuvazi payına basitçe, ABD ile kaderini daha sıkı bir biçimde birleştirme zorunluluğu anlamına geliyor. Sorun açıktan böyle konulmasa da fiiliyatta artık tüm hesaplar ve planlar buna göre yapılıyor. Bazı düzen kalemleri bunun Türkiye için daha hayırlı bir yol olduğunu, böylece AB’yle uyumun biçimsel yüklerinden de kurtulma olanağı doğduğunu daha şimdiden seslendirir oldular. Baskı ve terörün yeniden dizginlerinden boşalması, faşist çetelerin sokağa salınması, Kürdistan’da kirli savaşın ve katliamların tırmandırılması, Kürtçe şarkı söylemenin bile yeniden ceza konusu haline gelmesi, fazlasıyla iğreti duran AB makyajının son zamanlarda iyiden iyiye dökülmeye başlaması, yeni duruma fiili uyumun ilk göstergeleri sayılmalıdır. Amerika’ya daha çok mecbur kalmak ve bağlanmak demek, aynı zamanda içerde baskı ve terör rejimini dizginsizce uygulayabilme olanağı da demektir. Türk burjuvazisi bunun böyle olduğunu biliyor, yeni duruma bu gözle bakıyor ve uygulamada da artık gitgide daha çok buna göre davranıyor.
Fakat yeni durumun asıl önemli sonuçları kendini dış politika alanında gösterecektir. ABD’nin iyi bilinen ve üzerine çok tartışılan bir Büyük Ortadoğu Projesi var. Bu saldırgan projenin güncel hedefleri arasında ise Türkiye’nin iki önemli komşusu olarak İran ve Suriye var. Bu henüz bu ülkelere yönelik dolaysız bir savaş planı anlamına gelmiyor. Irak batağına düşeli beri ABD emperyalizmi savaşa dayalı bir müdahaleyi artık eski pervasızlıkta düşünemiyor. Fakat sonuçta işlerin bir biçimde buraya varması da bir önemli olasılık olarak ortada duruyor. Günü geldiğinde resmen açıklansın ya da açıklanmasın, sonuçta Türkiye’nin bu türden bir emperyalist saldırı savaşı için bir kez daha ABD üssü olacağından bugünden kimsenin kuşkusu olamaz. Tüm sorun Türk ordusunun bu saldırı savaşında doğrudan göreve alıp almayacağında düğümleniyor. ABD tüm gücünü ve avantajlarını kullanarak Türkiye’yi bu kez böyle bir batağın içine çekmek isteyecektir. Sonucun ne olacağı üzerine şimdiden kesin bir kestirimde bulunmak olanaklı değildir. Zira durduk yerde ve sırf ABD ile İsrail’in saldırgan emperyalist hesapları uğruna böylesi bir ağır suça bulaşmak, en sadık Amerikan uşakları için bile Ortadoğu gibi bir bölgede ve Türkiye gibi bir ülkede o kadar kolay bir iş değildir. Fakat hareket ve manevra alanı bugün iyice daralmış durumdaki Türk burjuvazisi bu batağa bir biçimde batarsa, abartmasız biçimde bu onun için sonun başlangıcı olacaktır.
Fiili savaş durumunda ne olacağı bugün açıkta bırakılsa bile, bunun ötesinde Ortadoğu halklarına karşı kurulmuş bulunan ABD-İsrail-Türkiye ekseninin yeni dönemde daha da güçleneceğinden kuşku duyulmamalıdır. Türk burjuvazisi ve devleti bu konuda üstüne düşeni bugüne kadar zaten fazlasıyla yapmış durumdadır ve bundan sonra daha fazlasını yapmak zorunluluğu ile yüzyüzedir.
Yine de özellikle Kürt sorunu bu saldırgan eksenin zayıf halkası olarak durmaktadır. ABD-İsrail ikilisi Güney Kürdistan’da yaratmış bulundukları mevziyi güçlendirmek için gerekeni yapacaklardır. Irak direnişi dışında buna ilişkin hesapları bozacak herhangi bir etken yoktur artık. Güney Kürdistan’ın güçlendirilmesi ise katlı biçimde Türkiye’deki Kürt sorununun ağırlaşması demektir. Bu ağırlık bir yandan Barzanilerin “Büyük Kürdistan” hedefinden ve öte yandan Güney örneğinden hareketle Kuzey Kürtlerinin daha da büyüyecek özgürlük isteminden beslenecektir.
Bu, Türk burjuvazisi için olduğu kadar onu kendi saldırgan politikalarının bölgesel vurucu gücü olarak kullanmak hesabındaki ABD emperyalizmi için de çözümü zor bir açmaz demektir. Bunca yılın inkar ve imha politikasının ardından Kuzey Kürtlerini bir ölçüde tatmin edip yatıştıracak bir kısmi çözüme geçmek Türk burjuvazisi için kolay olmayacaktır. Hele de İmralı’ın sunduğu tarihi değerdeki fırsat önemli ölçüde harcanmışken ve bu arada Güney’de bir Kürt devleti şekillenmişken.
Çözüm için proletarya devrimi
ve sosyalizm!
Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin çiftliği ve bölge halklarına karşı değişmez bir saldırı üssü olmaktan çıkarmanın proletarya devrimi dışında bir yolu yoktur, bunu daha baştan söylemiş bulunuyoruz. ABD-Türkiye ilişkilerinin tüm tarihi kadar Türkiye’deki anti-emperyalist mücadelenin tarihi deneyimi de bu gerçeği doğruluyor. Türkiye’de “milli burjuvazi” ve ara “milli çözüm”ler üzerine yeterince gerici hayal tüketildi. Yaşamın katı gerçekleri bu türden hayalleri her seferinde yıkıp boşa çıkardı. Bugünün Türkiye’inde emperyalizme karşıt konumda bulunan hiçbir burjuva katman yoktur. ABD ya da AB ile zaman zaman ortaya çıkan sorunlar, anti-emperyalist tutumdan değil fakat tümüyle gerici sınıf çıkarları ya da duyarlılıklarından kaynaklanmaktadır. Kürt sorunu bunun en iyi bilinen örneğidir. Çıkarlarına göre bu sorunu kaşıyan ya da kullanan emperyalist devletlere bu sorun üzerinden gösterilen tepkinin gerisinde tümüyle gerici, karşı-devrimci, şoven ve inkarcı bir sınıf tutumu vardır. Burada anti-emperyalizmin zerresi yoktur.
Emperyalizmin Türkiye üzerindeki çok yönlü boyunduruğu kapitalist sömürü ilişkileri temeline oturmaktadır. Bu ilişkilere karşı çıkamayacak konumdaki sınıf ya da siyasal güçlerin emperyalizme bağımlılık ilişkilerine karşı çıkmaları da olanaksızdır. Zaman zaman bu ilişkilerin şu ya da bu yönüne itirazlarda bulunmak elbette olanaklıdır, fakat bunun ilke olarak bu ilişkilere karşı olmakla yakından uzaktan bir alakası yoktur. ABD ile ilişkilerde yaşanan son bunalım bu açıdan da yeni açıklıklar sunmuş, generallere yalakalık çizgisine ağır bir darbe indirmiştir. Olaylar Türk generallerinin ABD’ye değil, fakat Kürt halkının özgürlük ve eşitlik istemine karşı olduklarını, ABD’yle yaşanan sorunların en temel nedeninin bu olduğunu açıklıkla ortaya koymuştur. Düzen ordusu Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki en sağlam kalelerinden biridir ve bu Türkiye’nin son 60 yılının en tam bir biçimde kanıtladığı olguların başında gelmektedir.
Türkiye’deki Amerikan düzenine son vermenin yolu Türkiye’deki Amerikancı düzeni, yani işbirlikçi burjuvazinin sınıf iktidarını tüm iktisadi ve siyasal dayanaklarıyla yıkmaktan geçmektedir. Bu, ise proletarya devrimi ve sosyalizm demektir. Türkiye işçi sınıfının önündeki tarihi devrimci görev budur ve o bunu kent ve kırdaki emekçi müttefikleri birlikte başarabilecektir.
(Ekim, Sayı: 242, Haziran 2005, Başyazı)