22 Temmuz seçimleri ve sol hareket
Seçim sonuçlarından hareketle sol hareket üzerine bir değerlendirme yapmanın bugünkü koşullarda gerçekte fazlaca bir anlamı yoktur. Halen kitlesel bir etki alanından ve dolayısıyla da sözüedilebilir bir seçmen desteğinden yoksun durumdaki bir sol hareket için seçimler, hele de devrimci olmak iddiası taşınıyorsa, etkin bir siyasal çalışma ile kitlelerin bilincini, örgütlenmesini ve eylemini geliştirmek için özel bir fırsat olmaktan öte herhangi bir anlam taşımaz. Bu ise seçimlerin sonuçlarıyla değil fakat bütün bir ön süreciyle ilgilidir. Aslolan bu süreç içinde izlenen politika ve bu politika doğrultusunda ortaya konulan pratik çabadır.
İzlenen politikalar üzerinde seçimi önceleyen süreçte durmuş bulunuyoruz. (Bkz., Seçimler, Sol Hareket ve Devrimci Sınıf Çizgisi, Ekim, sayı: 247, Haziran 2007). Parlamentarizmi artık açık bir kimlik haline getirmiş bulunan reformist solun büyük bir bölümü, önceki iki seçimde olduğu gibi 22 Temmuz seçimlerinde de, soruna Kürt hareketinin oy potansiyeli üzerinden bakmanın ve bunu kendi parlamenter hayallerine dayanak yapmanın ötesine gidemedi. Bu çizgide hareket edenler böylece bir kez daha seçimlere ilişkin bağımsız bir politik çizgiden ve çalışmadan yoksun kaldılar. Politikayı doğal olarak oyları üzerine hesap yapılan Kürt hareketi belirlemekte, reformist sola da buna uyum sağlamak düşmektedir. İlgili çevrelerin 3 Kasım’dan beri standart davranışı budur. Son seçimlerde bunu bir kez daha bütün açıklığı ile görmüş olduk.
Seçim dönemini kaplayan temelsiz parlamenter heyecan dışında bu politikanın reformist sola kazandırdığı şey de yok aslında. Dahası biribirini izleyen hayal kırıklıkları nedeniyle gelinen yerde ödeteceği siyasal fatura bile var. Fakat buna rağmen bu çevreler halen bu çizgiden ayrılamıyorlar. Zira parlamentarizm artık onların yeni siyaset alanıdır ve bu alanda ise Kürt hareketinin oyları üzerine hesaplar yapmaktan başkaca bir seçenekleri yok. Yine de bu kısır ve kişilikten yoksun politika, son seçimler döneminde ÖDP ve SDP’de yolaçtığı sorunlar üzerinden de izlenebileceği gibi, reformist solda bir bunalım etkeni haline gelmiş bulunduğunun ilk işaretlerini vermiş bulunmaktadır. Üstelik bu iki partiden ilki Genel Başkanını, ikincisi ise “Onursal Genel Başkanı”nı son seçimlerde parlamentoya sokmak olanağı bulduğu halde. Başka güçlerin sırtından siyasetin yaratığı akibet iç parçalanma ve çözülme olmaktadır.
Yarattığı bu türden sorunlara ve sonuçlara rağmen Kürt hareketi eksenli bu kuyrukçu parlamentarist politika sürecek gibi de görünmektedir. 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından yoğunlaşan “çatı partisi” tartışmaları bunun ifadesidir. Büyük iddialar eşliğinden yaratılan liberal çatılar bir bir çatırdarken bu yeni “çatı partisi” hazırlığı garip gelebilir, ama değil; bu tasarı bir kez daha tümüyle seçimlere, buna dayalı bir politik yaşam hesabına yöneliktir. Reformist solun bu kesimi şimdiden birbuçuk yıl sonrasının yerel seçimlerine kendini odaklamış bulununuyor ve buna bu sefer de işte bu “çatı partisi” oluşumu üzerinden katılmaya hazırlanıyor.
Bir seçimin ardından tüm tartışma ve hazırlıklarını bir sonraki seçime odaklamak, tipik parlamentarist davranış tarzıdır. Reformist solda zaman artık seçim dönemlerine göre akmakta, planlar buna göre yapılmakta, politikalar buna göre saptanmaktadır. Düşünülen “çatı partisi” oluşumu da, halen onun en hararetli savunusunu EMEP ile SDP’nin merkez kanadı yapıyor olsa da, gerçekte bir kez daha Kürt hareketinin yeni bir politik açılım hazırlığıdır. Söylemiş bulunuyoruz; bunun böyle olması tümüyle anlaşılır bir durumdur, zira reformist solun parlamenter hayallerinin ekseni Kürt hareketinin oy potansiyelidir. Böyle olunca, seçime yönelik konularda kendini onun politikalarına endekslemek, bu hayallerle hareket eden, kendine artık bu alanda bir siyasal varlık ve yaşam alanı arayanlar payına zorunlu bir davranış çizgisidir.
Reformist kesimden bu politikanın dışında kalanlar da var kuşkusuz. Bu seçimler için ÖDP’nin bir kanadının, son birkaç seçimden beri ise TKP’nin tutumu bu oldu. ÖDP’nin bir kanadının tutumunun gerisinde yatan nedenler üzerinde ÖDP’deki iç bunalımı ele alırken duracağız. TKP’ye gelince, tüm varlığı ile reformizm/parlamentarizm alanında yer alan bu partinin reformist blokun parlamentarist eksenli birliklerinin dışında kalması hiç de devrimci ilkelere değil, fakat hemen tümüyle izlemekte olduğu milliyetçi çizgiye ilişkin bir sorundur. Beynini ve omurgasını kent küçük-burjuvazisinin iyi halli kesimlerinin tuttuğu TKP, yakın geçmişin reformist geleneğinin en kötü yönlerini günümüze taşıyan ve bunu Kürt sorunu konusunda gitgide daha kaba biçimler alan sosyal-şoven bir tutum üzerinden de gösteren bir partidir. Seçimlerde sergilenen ayrı duruş, büyük ölçüde bu sosyal-şoven yaklaşımın bir gereği olarak Kürt hareketinden uzak durma tercihinin bir sonucudur. TKP’de bu tutum 28 Şubat’tan beri özellikle belirgin bir hal almıştır ve o günden bugüne de sürekli derinleşmektedir.
Birçok durumda fakat özellikle de seçimler döneminde reformist solla birlikte hareket etmeye özel bir eğilim gösteren, son üç seçim döneminde bunu çok kaba tutarsızlıklar halinde sergilemiş de bulunan ESP’nin tutumu da politik özü bakımından reformist cepheden bir farklılık oluşturmamaktadır. ESP’yi reformist seçim blokunun dışında bırakan hiç de dönüp en son anda sarıldığı ilkeler değil, fakat basitçe pratik pazarlıklar, daha yumuşak bir ifadeyle seçim hesaplarına yönelik beklentilerdir. Bu beklentilerin bir türlü arzulanan karşılığı bulamaması, onu her seferinde son anda farklı bir tutum benimsemeye ve bunu da sosyalizmin bağımsız tutumu olarak sunmaya götürmekte, fakat haliyle bunun hiçbir inandırıcılığı olmamaktadır. Artık herkes çok iyi bilmektedir ki, Kürt hareketi son seçimlerde reformist partilere başkanları üzerinden yaptığı jestin bir benzerini ESP’ye yapmış olsa idi, o da tereddütsüz olarak seçimlere “bin umut adayları” platformu üzerinden katılmış olurdu.
Geleneksel devrimci-demokrat sol üzerine seçimlerin ardından söylenebilecek pek bir şey yok. Zira her seçim döneminde olduğu gibi bu son seçimlerde de solun bu kesimi pratik sahnede yoktu. Artık hiçbir iler tutar yanı, dolayısıyla da inandırıcılığı kalmamış bulunan sözde boykotçu tutum bu seçimlerde de yinelendi. Bu özel politizasyon dönemini devrimci amaçlarla etkin bir biçimde değerlendirmek, böylece, sol adına kitlelerin karşısına sahte bir alternatif olarak çıkan reformizme ve parlamenterizme karşı da etkili bir devrimci pratik tutum geliştirmek yerine, rejimin niteliği ve parlamentarizmin kötülükleri üzerine kenardan söylenip durmak yolunu seçtiler bu kesime dahil gruplar. Politikası olmayanın pratik çabası da olmaz; solun bu kesimi üzerine seçimlerin ardından söylenecek bir şey yok derken, bunu anlatmış oluyoruz.
Seçimler döneminde daha baştan bağımsız devrimci bir platformla ve net bir politik tutumla ortaya çıkan ve bunu da etkin bir politik çalışma ile birleştirenler, bir kez daha yalnızca komünistler oldular. Seçimler baskın seçim biçiminde gündeme girmiş bulunduğu halde, komünistler, kendileri yönünden tüm seçim dönemlerinin en etkin ve başarılı kampanyasını örgütlemeyi başardılar. Haftalar boyunca büyük kentlerin işçi ve emekçi bölgelerinde yoğun ve tempolu bir çalışma yürüttüler. Yeni ilişkilere ulaştılar, yeni çalışma bölgeleri açtılar, politik çalışma deneyimlerini zenginleştirdiler. Böylece parlamantarizme karşı ilkeli bir devrimci tutumun kararlı temsilcileri olmakla kalmadılar, bunu pratik çalışma üzerinden de somutlamış oldular. 3 Kasım’dan beri her yeni seçimde olduğu gibi ve her yeni seçimde bir öncekini aşan bir kapsam ve başarıyla birlikte. (Komünistlerin seçim faaliyetine ilişkin değerlendirmeleri için bkz. Sınıfın Devrimci Programını İşçi ve Emekçi Kitlelere Taşıyan Etkin Bir Seçim Faaliyeti, Kızıl Bayrak, Sayı: 30, 3 Ağustos 2007)
Reformist solda bunalım ve bölünme
3 Kasım seçimleri bazı devrimci çevreleri de yedeğine alan reformist sola taze bir parlamentarizm heyecanı getirmişti, oysa 22 Temmuz seçimleri bunalım, bölünme ve hayalkırıklığına yolaçmış bulunmaktadır. Reformist blokun 3 sol partisinden ikisinin, ÖDP ve SDP’nin bir dönemdir yaşadığı iç bunalım, seçimler önceleyen günlerde şiddetlenmiş ve gelinen yerde fiili bölünmeler ile sonuçlanmıştır. Bu gelişmenin, seçim dönemine denk gelmekten öteye, bizzat seçimlerde izlenen politikayla da dolaysız bağları bulunmaktadır. Özellikle ÖDP örneğinde bu yeterince açıktır. Fakat konumuz seçimler olmakla birlikte bizi buradan ilgilendiren yanı yine de bu değildir. Tarafların kendi açıklamaları da açıkça göstermektedir ki, bölünmeye varan görüş ayrılıklarının daha temelli ve eskiye uzanan nedenleri vardır, seçim dönemi ve politikaları bunun bir bunalım halinde patlak vermesine yalnızca vesile olmuştur.
Her iki partide bu gelişmelerin kendine özgü skandallar biçiminde dışa vurması, liberal solun yaşadığı tasfiyeci çürümenin yeni bir göstergesi sayılmalıdır. ÖDP’deki skandal gelişme, parti genel başkanının salt koltuk uğruna, kongreden sonraki en yetkili organ olan Parti Meclisi’nin açık iradesini çiğneyerek partiyi terkedip gitmesidir. Genel Başkan Ufuk Uras’ın meclise girmek üzere partiden bu açık firarı, ÖDP’deki bunalımın tüm boyutlarıyla kamuoyuna yansımasına vesile olmuştur.
SDP bünyesinde ve bu partinin onda dokuzu demek olan Kurtuluş grubu içindeki bölünme ise, bizzat taraflar tarafından dışarıya “cinsel taciz olayı” üzerinden yansıtıldı. Yaşananların ve bölünmenin gerçek nedeni elbette bu değil, ama vesilesi tamı tamına bu türden bir skandal ve bu da bir başka çürüme emaresi. Tekil bir “cinsel taciz iddiası”nın bir partideki görüş ayrılıklarının bölünmeyle sonuçlanmasına vesile olmasını başka türlü nitelemek olanağı yazık yok. Konuya halen yabancı olanlara tuhaf gelecek bu durum hakkında bölünmenin taraflarından biri şunları söylemektedir:
“Aylardır içine sürüklendiğimiz kriz, bu krizin bizi karşı karşıya bıraktığı örgütsel likidasyon ve nihai bölünme, tüm bu süre zarfınca bir kesim tarafından cinsel taciz karşısında farklı duruşlar sergilenmesi olarak anlatılageldi. Bizler ise sürecin bu şekilde okunmasının gerçekliği yansıtmadığını çeşitli zeminlerde birçok kez dile getirdik. Ancak yine bu süreçte, cinsel taciz konusuna yaklaşımlarımızda da farklılık olduğunu görmüş ve bu konuyu kongre/konferans süreçlerinde sağlıklı bir biçimde tartışma gerekliliğini tespit etmiş olduk. Bu gereklilik çerçevesinde cinsel taciz konusuna bakışımızı bütünlüklü bir perspektif halinde ortaya koyma ve tartışmaya açma ihtiyacı hissediyoruz...”
Ve bu sözleri, bölünmeye yolaçan skandal iddianın “teorik” arka planına ilişkin olarak “Cinsel Taciz Üzerine” başlığı taşıyan 19 A4 sayfası kapsamında uzun bir inceleme izliyor! (Devrim Yolunda Kurtuluş, Sayı: 2 Eylül 2007).
Herhalde hiçbir şey liberal soldaki çürümeyi bundan daha veciz bir biçimde gösteremezdi.
ÖDP’de bunalım ve bölünme
ÖDP’de seçim döneminde fiili bir bölünmeye varan iç bunalım hakkında, Ufuk Uras ve yedi MYK üyesi tarafından kongrenin hemen öncesinde yayınlanan bildiride şunlar söylenmektedir: "Seçim siyaseti konusundaki taktik farklılaşmalar ve bunlar üzerinden yaşanan tartışmalar süreci belirtiyor. 5. Olağan Konferans'ta Genel Başkan seçimi ile ilgili başlayan tartışmalar, seçim politikaları ve bu bağlamda gündeme gelen partinin iç hukukuna ilişkin yorum farklılıkları nedeniyle gelişirken, esas itibariyle iki temel küme ortaya çıkıyor. Karşılıklı güvensizlik ve kuşkuların derinleştirdiği bu tartışmaların ardındaki ideolojik ve politik farklılıklar ise bugüne kadar net olarak ortaya konulamamış durumda."
Konuyu çok daha önce kamuoyu önüne “ÖDP’ye Sahip Çıkmak Zamanı” başlıklı ve 1250 imzalı bir bildiriyle taşıyan öteki kanat ise bölünmenin seçim siyaseti üzerinden patlak verdiğini kabul etmekte, fakat sorunun gerisinde daha köklü nedenler bulunduğunu dile getirmekdedir. Son ÖDP Kongresi’nin hemen öncesinde Ufuk Uras grubunun açıklamasına yanıt olarak “Devrimci Siyaset Devrimci Parti”başlıklı bir yeni metin yayınlayan bu grup, sorunun patlak vermesine ilişkin olarak şunları söylemektedir:
“Ufuk Uras'ın 5.Kongre'de aday oluş biçimi ve sonrasında izlediği tutum sorunlu olsa da, bugün yaşadığımız sorunun esas kaynağı, bağımsız adaylık sürecinde izlenen tutum olmuştur. Bu tutum, Parti Meclisi ve MY içinde ciddi bir ikilik ortaya çıkarmış ve bu ikilik bütün parti tabanına yayılarak bugünkü biçimine bürünmüştür. Sorunun ortaya çıkış nedeni budur.” Bu sözler, DTP’den gelen bağımsız adaylık önerisine ilişkin sürecin ve tartışmaların özetinin ardından şöyle devam etmektedir:“Bu sorunun Parti çevresinden bir başka ismin aday gösterilmesiyle çözülmesi mümkünken, Ufuk Uras adaylığın kendisine önerildiği, bu yüzden mutlaka kendisinin aday olması gerektiği görüşünde ısrar etmiştir. Son aşamada PM'nin adaylığını 35 oyla reddetmesi üzerine de ‘size siyasi hayatınızda başarılar dilerim’ diyerek kendisini destekleyenlerle birlikte PM'den ayrılmış, daha sonra DTP'nin Bin Umut adayları arasından adaylığını açıklayarak, ÖDP genel başkanlığından ve parti üyeliğinden istifa etmiştir.”
Doğruluğu tartışma götürmeyen bu açık tabloya rağmen, ÖDP’nin bu ay içinde toplanan olağanüstü kongresi, aynı Ufuk Uras’ı yeniden ÖDP’ye Genel Başkan olarak seçmekte bir sakınca görmemiştir.
Bu davranış aslında ÖDP’nin siyasal bir parti olarak bittiğinin tescili demektir. “Parti olmayan parti” olmakla övüne gelen ÖDP’de siyasal parti kimliği zaten fazlasıyla tartışmalı idi. Fakat bu son gelişmelerin ardından bu iddianın artık hiçbir ciddiyeti kalmamıştır.
Ufuk Uras’ın seçim sürecindeki davranışı başlı başına bir siyasal skandal örneğidir. Bir parti genel başkanı düşününüz ki, somut bir siyasal soruna ilişkin olarak, kongreden sonraki en yetkili parti organı olan Parti Meclisi çoğunluğunun açık iradesini hiçe sayıyor, aynı parti organındaki yandaşları ile birlikte, kalanlara “siyasal yaşamları”nda başarı dileyerek başında bulunduğu partiyi terkediyor. Ve bunu da salt kişisel olarak parlamentoya girebilmek uğruna yapıyor. Yani kişisel koltuk hevesi, bir partinin kongreden sonraki en yetkili organının açık iradesinin çiğnenmesi ve partinin terkedilmesi sonucuna yolaçabiliyor.
Fakat bundan beteri, bu gelişmeler üzerine toplanan ÖDP kongresinin tutumudur. Zira ÖDP kongresi, skandalı kişisel boyuttan parti boyutuna, kollektif parti iradesi düzeyine taşımıştır. Bunu da, partisini parti organlarının açık iradesine rağmen ve koltuk uğruna terketmiş bir eski genel başkanı, yeni genel başkan olarak yeniden onurlandırmak yoluyla yapmıştır. Partiden kovulacak adamı tutup yeniden partinin başına geçirmiştir.
“Parti olmayan parti”nin bugün vardığı yer işte budur.
ÖDP’deki sorunların seçim taktiğinden ve bunun yolaçtığı örgütsel paralizasyondan öteye boyutlarına gelince. “ÖDP’ye Sahip Çıkmak Zamanı” başlıklı ve 1250 imzalı bir bildirinin bu konudaki iddiası şudur:
“Bugün ÖDP dışında özellikle CHP’nin sağ / milliyetçi bir çizgiye savrulması karşısında solda ciddi bir boşluğun doğduğu bilinmektedir. Ancak, bu boşluğu doldurma adına ÖDP’nin tabanı ve yetkili organları dışında tepeden inme emrivakilerle AB/Türkiye projesini temel alan sol liberal bir yönelime sürüklenmesine izin verilemez. Böyle bir yönelim ‘solda yenilenme’ adına emperyalist sermaye güçlerinin temel yönelimleri doğrultusunda solda yeni bir AKP karikatürü yaratma çabasından başka bir şey olmayacaktır. ÖDP’nin seçimler boyunca bağımsız adaylık üzerinden yaşadığı tartışmanın temelinde de bu yatmaktadır...”
Ufuk Uras’ı koltuk heveslisi bir parti firarisi olmaktan çıkarıp bir andan önemli bir siyasal misyon adamı haline getiren bu iddialardaki gerçeklik payını ölçecek durumda değiliz. Fakat buradaki söylemin ve ithamın ÖDP’ye göre alışılmamış ölçüde devrimci kaçtığını da açık yüreklilikle söyleyebiliriz. ÖDP’desi son gelişmelerin denebilir ki en hayırlı yönü de bu olmuştur.
İfade uygunsa ÖDP’de şimdi devrimci söylem zamanı. Oğuzhan Müftüoğlu’nun başını çektiği grup için bu özellikle böyle. Artık devrimden, devrimcilikten, geçmişin devrimci mirasından, ilkelerden, örgütten, disiplinden, işçi sınıfından vb., vb. sözedilmektedir. Liberalizm, örgütsel gevşeklik, ilkesiz birlikçilik ve hatta hatta parlamentarizm eleştirilmekte, “parlamentoya endeksli bakışaçısı” mahkum edilmektedir. Başka güçlere bel bağlamanın bir yana bırakılması, emekçilere gidilmesi, sokaklara çıkılması tavsiye edilmekte, kolay başarı peşinde koşmak yerilmekte, “Özgücüne dayanan doğru siyasetlerle iğne ile kuyu kazılarak, bedeller ödenerek, kitlelerin güveni kazanılarak elde edilebilecek” başarı tarzı yüceltilmektedir. Devrimci dönemin Devrimci Yol’unu tasfiyeci bir sürükleniş içinde tarihe gömüp yerine liberal bir bataktan öte bir şey olmayan ÖDP’yi geçirenler, bugün referanslarını döne döne ‘70’li yıllardan ve Devrimci Yol’dan vermektedirler. 11 yıllık yaşamı içinde ÖDP kongresi salonuna ilk kez olarak Mahir Çayan’ın portresi asılmaktadır, dersek yeni durumu daha veciz biçimde özetlemiş oluruz.
“En çok eskitilen kavramlardan biri de 'devrim'. ‘Artık devrime ihtiyaç yok, devrim dönemleri kapandı’ diyorlar. Bu konudaki inanç yitimi en büyük sorunudur solun. Gündelik başarı arayışlarına yol açan nedenlerden biri de bu. Oysa devrim toplumların gelişme yasasının en temel değişmez ilkesidir. Dünya tarihi mutlaka yeni bir devrimler çağı yaşayacaktır. Belki tarihte yaşanmış örneklerinde olduğu gibi değil, ama mutlaka kendi yolunu çizecek bir devrimler çağını dünya yeniden yaşayacak. Bunu kendi anayasasına almayan bir mücadelenin bir manası yoktur.”
“Yapılmak istenen aslında 'yenilenme' diye diye geçmişin devrimci değerlerini çürüterek liberal-sol bir projenin önünü açmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Dünya çapında esen büyük sol-liberal fikirlerin hegemonya mücadelesi yaşanıyor. Bu hegemonyaya direnenleri, sol-liberal fikirlerin rahat gelişmesi için engel olarak görüyor, ortadan kaldırmak istiyorlar.”
Bütün bunları ve daha fazlasını Oğuzhan Müftüoğlu söylüyor! Bu gecikmiş ve inandırıcılık olanağını yitirmiş söylem ÖDP bünyesindeki tükenişi ne ölçüde sınırlar, ÖDP’yi AKP’nin sol versiyonu olmaktan ne denli kurtarır bilinmez. Fakat yine de, devrim ve devrimci örgüt kaçkınlarının toplanma merkezlerinden biri olan ÖDP’nin kurucularından biri bugün bunları söylemek ihtiyacı duyuyorsa, bunlar salt söylemden öte bir şey ifade etmeseler bile, ÖDP’deki çürüme ve çözülme her şeye rağmen “hayırlara vesile” bir gelişmenin işareti sayılabilir. Liberal sol düşünce, yönelim ve değerler 30 yıla yaklaşan bir süredir tasfiyeciliğin başını çekerlerin bile eleştirisine konu oluyorsa eğer, bu herşeye rağmen olumlu bir gelişmedir. Gerçek devrimcilere, bu türden söylemlerin yaratabileceği yanılgıları ve incelmiş biçimiyle yeni tuzakları boşa çıkarmak gibi önemli bir görev yüklese de.
ÖDP bahsini son bir notla kapatalım: Kongre iki ayrı grubu, iki ayrı iradeyi kamuoyu önünde kesinleştirmiştir. Fakat adeta kendi ilke yoksunluğunu ve liberal şekilsizliğini yansıtmak istercesine, genel başkanlığı bir tarafa, Parti Meclisi çoğunluğunu ise öteki tarafa vererek, partideki şekilsizliği ve dolayısıyla belirsizliği devam ettirmiştir. Böylece ÖDP’de iki başlı bir yönetim durumu yaratmıştır. Bu, bunalımın önümüzdeki dönemde yeni biçimler içinde şiddetlenerek süreceği ve büyük bir ihtimalle de, fiili bölünmenin resmi biçim kazanması doğrultusunda seyredeceği anlamına gelmektedir.
SDP’de bunalım ve bölünme
Başlığı böyle koymuş bulunsak da halihazırdaki bölünmenin biçim olarak SDP’de değil, fakat onun onda dokuzu demek olan Kurtuluş Grubu içinde yaşandığını belirterek başlamalıyız söze. Bunun SDP’ye nasıl yansıyacağını ise yakın dönemde toplanacağı söylenen “Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Üçüncü Konferans ve Kongre”si gösterecek.
Kurtuluş Grubu bünyesindeki bölünmeyi kamuoyu önüne resmen taşıyan “Kurtuluş'ta Ne Oldu, Nasıl Oldu?” başlıklı metin, başlangıç satırlarında konuyu şu dramatik sözlerle sunuyor:
“Aylardan beri Kurtuluş hareketini her boyutuyla etkilemekte olan kriz bölünmeyle sonuçlanmış durumdadır. Ülkedeki siyasal atmosferin bu denli ısındığı bir dönemde kuşku yok ki her bölünme gibi yaşadığımız bölünme de örgütsel ve politik etki alanımızı daraltmıştır. Kurtuluşçular iddialarından bir adım daha uzaklaşmış, sosyalist sol nezdinde sosyalist demokrasi ve farklılıkların bir arada durabileceği tezi inandırıcılığını biraz daha yitirmiştir...”
Daha girişteki bu tespit özellikle önemlidir. Zira SDP’nin üzerine en çok sözettiği iki temel konuda, birlik ve örgütsel demokrasi alanında, pratikte açık bir başarısızlığa uğradığını, inandırıcılığını yitirdiğini zorunlu biçimde dile getirmektedir.
Zamanın bölünmek değil birleşmek zamanı olduğunu kuşkusuz iyi bildiklerini, “ancak ne yazık ki” gerçek hayatta işlerin başka türlü seyrettiğini, yaşanan kriz ortamının “sorunun uygun yol ve yöntemlerle çözümünü olanaksız hale getirdi”ğini söyleyen metin, krizin dışa yansıma/yansıtılma biçimine ilişkin olarak ise şunları söylemektedir:
“Soruna sondan bakıldığında taciz meselesi nedeniyle ortaya çıkmış bir ayrışma görülmektedir. Bu nedenle tartışma bu eksende sürdürülmekte, bir taraf diğer tarafı ‘taciz işbirlikçisi’ olmakla, ‘kadın sorunu ve sosyalist demokrasiyi reddetmekle’ suçlamakta, hatta bu konuda parti dışına yönelik bir propaganda ve ajitasyon çalışması sürdürerek diğer siyasal anlayışlar nezdinde bulunduğumuz zemini mahkum etmeye çalışmaktadır. Öncelikle ifade etmek gerekir ki bu tutum son derece haksız ve adaletsiz bir tutumdur. Her şeyden çok içinde olduğumuz parti zeminine zarar vermiş, politik yapıyı likide ve tasfiye ederek seçim sürecinden partimizin ve emek-barış-demokrasi güçlerinin daha kazançlı çıkmasına engel olmuştur.
“Oysa gerçekte yaşanmış olan ayrışma süreci kriz dinamikleriyle yoğrulmuş yaşamımızda bir son noktadır. Örgütsel ve politik planda seyreden kriz dinamikleri hareketin içinde barındırdığı tüm çelişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Krizler, bir ‘an’ değil bir ‘süreç’ olarak ele alındığında doğru okunabilir.” (Devrim Yolunda Kurtuluş, Sayı: 1 Ağustos 2007).
SDP bünyesindeki kriz dinamiğine ilişkin bu felsefi anlatımın maksadını, metnin girişine bu amaçla konulmuş bulunan şu cümlesi daha kestirmeden özetlemektedir: “Her saniye yaralar, sonuncusu öldürür.” SDP bünyesinde yaşananlarda “öldürücü saniye”, haliyle “cinsel taciz olayı” skandalıdır. “Taciz işbirlikçisi” olmakla suçlananlar, kopma noktasının bu olduğunu reddetmiyorlar, ama diyorlar, bu yalnızca son saniye olayı idi, oysa bizi bugünkü dönülmez bölünmeye ve tasfiyeye sürükleyen koca bir sürecin çok yönlü birikimi oldu.
Diyalektik sürece dair güzel bir sözün biçimsiz bir durumun anlatımına ve izahına alet edilmesinin uygunsuzluğu da aslında buradadır. Yansıyan bilgiler açıkça göstermektedir ki, Kurtuluş grubu bünyesindeki bunalım ve bölünme kendi başına alındığında ciddi siyasal görüş ayrılıklarına dayanmaktadır. Fakat bu görüşlerin sözde savunucuları, mücadeleyi ve ayrışmayı dosdoğru buradan yaşayacaklarına, biribirlerinin karşısına dolaysız siyasal sorunlara ilişkin görüşler üzerinden çıkacaklarına, “cinsel taciz olayı” türünden skandallara sığınmaktan yarar umuyorlar. Daha bir de bunu alıp kadın sorunundaki ilkesel hassasiyetle cilalamaya, böylece siyasal bir bayağılaşmaya estetik bir biçim vermeye çalışıyorlar. Bu bayağılık öyle bir noktaya varıyor ki, taraflardan birinin lideri konumundaki Mahir Sayın, “iki cinsel taciz olayı vesilesiyle gözlerimin açılmasıyla partimizin içine saplandığı batağı görmem” ve muhalefet bayrağını yükseltmem olanaklı hale geldi diyebiliyor. Bizzat kendi eliyle ve çok özel çabalarla yarattığı liberal batağı uzun yıllardır görmeyen, göremeyen birinin gözleri “iki cinsel taciz olayı vesilesiyle” açılıyor ve partisinin battığı batağı böylece görüyor. İddianın bu sunuluşu bile bile başlı başına bir bayağılık örneğidir, ama öyle anlaşılıyor ki buradan hareketle yaratılan bir tartışma, “son saniye” işlevi görerek bile olsa Kurtuluş grubunu dönülmez biçimde bölmeye yetebiliyor.
Oysa gerçek batağın nerede olduğu ve neler üzerinden yansıdığı “Kurtuluş'ta Ne Oldu, Nasıl Oldu?” başlıklı metinde yeterli açıklıkta yer almaktadır:
“Birlikçilik Kurtuluş’un hem güçlü hem de zayıf yanı olagelmiştir. Güçlü yanıdır, zira başka sosyalistlerle yan yana geliş için bir olanak sağlamakta...(dır). Zayıf yanıdır çünkü kendi içindeki birliğin alacağı hasardan çekinerek temel meselelerin “eylem birliği zemininde tartışılmasını” ertelemekte ya da bu meselelerde anlaşılmış gibi yapmaktadır. (...) Belki de ÖDP’de geçen uzun yıllarda, günlük politika ile uğraşamamış olmaktan kaynaklı reel politiker bir eğilim her türlü tartışma kulvarını tıkamaktadır.”
“‘Sosyalist demokrasi ile örgütsel liberalizm’ arasındaki ‘sınır çizgisi’ silikleşmiş, bir örgütte olması gereken ‘sınırlar’ kaybolmuştur. Sürece ‘örgüt’ adı altında örgütsüzlük egemendir ve parti üyesi olmakla, parti sempatizanı olmak arasında bir fark kalmamıştır....”
“Devrimci teori ile devrimci pratik arasındaki diyalektik bütünlük ortadan kalkmıştır...”
“Spekülatif ilişkiler politik ilişkilerin önüne geçmiş ve örgütsel yaşamımızı kuşatmaya başlamıştır. Kadroların önemli bir çoğunluğu güncel politika üretmekten, en temel yaşamsal sorunlara zihin yormaktan uzaklaşmış ve apolitik ilişkiler içerisine sürüklenmiştir....”
“Bütün bunlardan daha önemli ve daha vahim olanı ise üyeler arasında ‘kader birliği’ ve ‘ortak ruh hali’ aşınmış, kadrolar arasında güven ilişkileri zedelenmiş, kolektif gelecek idealleri ve özlemleri, hedefleri ve amaçları muğlaklaşmıştır...”
Burada çizilen, politik ve örgütsel bir çürümenin bütünsel tablosudur. Ortaya konulan tespitlerin özü ve özeti budur.
Sözkonusu metin bu tespitleri Kurtuluş Grubu’nun bölünmeden kısa bir süre önce yaptığı değerlendirme toplantısında varılan ortak sonuçlara ilişkin bir metinden aktarıyor. Yani yukarıdaki tespitler, taraflardan birine değil, fakat bölünme öncesi bütünlüğü içindeki Kurtuluş Grubu’na ait.
Yukarıya bir kısmını aldığımız tespitleri genişçe aktaran “Kurtuluş'ta Ne Oldu, Nasıl Oldu?” başlıklı metin, ardından şöyle devam ediyor:
“Yukarıdaki saptamalar yapıldığında henüz ortada taciz krizi yoktur. Ama görüldüğü üzere başka boyutta örgütsel ve politik kriz vardır. Yukarıdaki saptamaların hiçbiri laf olsun diye yapılmamıştır. Hatta ortalama bulunarak yapılmış saptamalardır. Gerçekte ise durum çok daha vahimdir. Yapılmış saptamalar, örgütsel düzeyde hem bir sorunun yaşanmakta olduğunu ve hem de yaşanmakta olan sorunun örgütsel ve politik içeriği hakkında bilgi vericidir. Görülmektedir ki kendi içimizde var olan sorunlar politik olduğu kadar örgütsel ve aynı zamanda da devrimcilik algılayışlarına kadar sirayet etmektedir.
“İşte taciz meselesi böyle bir akaryakıt istasyonunda çakılan bir kıvılcımdı....”
Bu kıvılcım’ın sonrasına ilişkin olarak söylenenler ise şunlar:
“Bu süreç yukarıdaki belgede saptanmış olduğu gibi, giderek yapının likidasyona uğradığı ve tasfiye olduğu bir süreçtir. Tüm organları felç olmuştur. Komiteler işi gücü bırakıp bu meselenin kurgusal yönleriyle ilgilenmektedirler. Yetmiyormuş gibi her şey faş edilmiş, sanal âlemde ve sokakta her şey konuşulur hale dönüşmüştür. Likidasyon ve tasfiye yalnızca yapı için geçerli değildir, aynı zamanda yapının dışındaki insanlar da tasfiye rüzgarına yakalanmaktan kurtulamamıştır.”
Sonuç şudur: “Kurtuluş hareketi likidasyon ve tasfiye sonucu bir bölünme yaşamıştır... Tüm örgütsel politik sorunlarımızı daha doğru zeminde çözmek varken bu fırsat değerlendirilememiş ve son on yılın kazanımları kaybedilmiştir. Örgütsel zemin parçalanmıştır, likide olmakla kalmamış aynı zamanda tasfiye olmuştur.”
Özetle ortada ÖDP’ninkine benzer bir iflas tablosu vardır. Devrimcilik bitmiş, örgütlülük ve örgüte dair herşey, irade ve eylem birliği, disiplin ve demokrasi tüketilmiş, liberal birlik politikası iflas etmiş, zıddına dönüşerek artık döne döne bölünme üretir hale gelmiştir. Sonuç, “Kurtuluş hareketi likidasyon ve tasfiye” içinde tükenmesi olmuştur.
Kurtuluş Grubunun (ki bunu gerçekte SDP olarak düşünmek gerekir) bölünmesinde ciddi siyasal sorunlar üzerine görüş ayrılıklarının da sözkonusu olduğunu söylemiştik. Fakat buna rağmen bunlar üzerinde durmayı öncelikli bulmuyoruz. Politik, örgütsel ve moral açıdan içinde bulunduğu gerçek durum yukarıda bizzat kendileri tarafında sunulan tablodan görülebilen bir çürümüş bünyede, ideolojik-siyasal temellere dayalı görüş ayrılıklarının esasa ilişkin bir anlamı yoktur. Sorunları ve çatışmayı cinsel taciz skandalları üzerinde ortaya koyarak bir bakıma bunu kendileri de kabul etmiş olmaktadırlar.
Yine de salt bir fikir vermek sınırları içerisinde bazı başlıklardan sözedebiliriz. Bu başlıklardan ilki, tahmin edilebileceği gibi Kürt sorunudur. Siyasal varlığını ve olduğu kadarıyla da faaliyetini bu soruna endekslemiş bulunan, bunu da Türk emekçileri içerisinde çalışma yapmaktan çok Kürt hareketiyle dostluk ve dayanışma protokolleri içinde gerçekleştiren bir harekette bu konuda bir tartışmanın eninde sonunda patlak vermesi şaşırtıcı olamazdı. “Kurtuluş'ta Ne Oldu, Nasıl Oldu?” başlıklı metnin bildirdiğine göre, “cinsel taciz sorunu” üzerinden kendilerine, dolayısıyla SDP yönetimine yüklenenler, “Bu hareketin Kürt sorunu dışında bir politikası yok mu?” diye soruyorlarmış. Bu kuşkusuz daha çok bir Kürt halkıyla dostluk ve dayanışma derneği gibi çalışan SDP’de son derece yerinde bir sorudur. Fakat yazık ki yanlış birileri tarafından sorulmuştur ve çok da olumluya yorulmayacak saiklere dayalıdır.
İkinci bir temel önemde konu, birlik sorunu ve “çatı partisi” projesidir. “Bu hareketin Kürt sorunu dışında bir politikası yok mu?” diye soranların döne döne bölünme üreten liberal birlik politikasından artık umutlarını kestikleri ve bu arada “çatı partisi” projesine de sıcak bakmadıkları anlaşılıyor. (Görüşleri karşı grup tarafından aktarıldığı için sorunu böyle ihtiyatlı ifade etmek yoluna gidiyoruz.)
Halen SDP merkezi üzerinden temsil edilen kanat ise birlik politikasının derinleştirilmesini, yeni birlik arayışlarına girilmesini savunuyor ve “çatı partisi” projesini hararetle destekliyor:
“SDP hem birlik partisidir, hem de yeni birliklerin yolunu açmaya aday partidir. O nedenle sosyalist solun yeniden yapılanması ve birliği için Sosyalist Forum Girişimi içerisinde yer alıyor...” “SDP’nin yeni güçlerle yenilenmeye ve bir ‘Yeniden Kuruluş’a ihtiyacı var.”
Ve nihayet yeni dönemin parlamenter projesi olarak “çatı partisi”:
“22 Temmuz seçimleri aynı zamanda SDP’nin kuruluş sürecinden beri dile getirdiği ‘demokratik cephe’yi ve bu cephenin legal biçimi olarak ‘çatı partisi’ni de güncel ihtiyaç haline getirdi. DTP ve EMEP bu konuda gecikmeksizin adımlar atılmasını, girişimde bulunulmasını istiyor. TÖP, EHP, SODAP böyle bir girişimin öznesi olacaklarını söylüyor. Solun geniş kesimleri bu dağınıklığa hızla son verme, parlamento kürsüsünü sokağın sesi ve eylemiyle birleştirme arayış ve girişimlerini çeşitli kanallardan sürdürüyor.”
“Demiri tavında dövmek gerekir. Konferans, artık uzak geleceğe ertelenemeyecek olan ittifak politikalarında da cesur adımlar atmalıdır. Başta emek, barış ve özgürlük güçleri olmak üzere tüm toplumsal muhalefeti, emekçilerin ve ezilenlerin temel sorunlarını merkezine alan bütünlüklü bir ‘demokrasi programı’ etrafında derleyip toparlayacak, ortak çatı altında güçlerini birleştirecek kolektif iradeyi göstermelidir.” (SDP Üçüncü Konferansa Giderken..., Devrim Yolunda Kurtuluş, Sayı: 3, Ekim 2007)
***
3 Kasım’dan beri kendini parlamentarizme endekslemiş ve bu çerçevede Kürt hareketinin yedeğine girmiş bulunan liberal solda bunalım ve bölünme artık açık bir olgudur. Parlamenter hayal kırıklıkları bu bunalımı şiddetlendiriyor olsa da asıl neden daha derinlerdedir. ‘90’lı yılların liberal açılımları açık bir iflasla sonuçlanmış bulunmaktadır. Türkiye’nin sert ve gerilimler dolu ortamında reformist solun kendini üretme olanağı olmadığı gibi, kendisini kuşatan zorluklara dayanma gücü ve yeteneği de yoktur. ÖDP ve SDP’deki çözülme aynı zamanda bunun bir yansımasıdır ve çok geçmeden bu kendini EMEP bünyesinde de bir biçimde gösterecektir.
Geçmişin maddi ve moral devrimci birikimini liberal zeminlerde tüketmekle kalmayan, yeni dönemde mücadeleye akan sınırlı güçlerin önemli bir bölümünü de bu aynı zeminlere çekerek kötürümleştiren reformist solun bunalımını ve çözülmesini yakından izlemek, anlamak ve elbette devrimci açıdan değerlendirebilmek, dönemin devrimci görevlerinin bir parçasıdır.
17 Ekim 2007