Logo
< Kapitalizmde kadın gerçekliği ve kadın olmak...

8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü... Kadın ve devrim


8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü...

Kadın ve devrim

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA) hazırladığı “Dünya Nüfusunun Durumu 2000” adlı rapor, günümüzde kadınların, ama özellikle emekçi kadınların içinde bulunduğu koşulları oldukça çarpıcı bir biçimde ortaya seriyor (Bkz. Kızıl Bayrak sayı: 2000/38, s.10-11). Raporda sunulan tablo o denli vahim ki, islamcı gazeteler bile rapora ilişkin haberlerine “Modern cahiliye dönemi” türünden başlıklar attılar.

Hemen belirtelim ki, bu tablo, bütün bunların sorumlusu olan emperyalistlerin yağma ve talan örgütlenmelerinden biri olan Birleşmiş Miletler’in çizdiği ve deyim uygunsa aysbergin görünen yüzü bile olmayan bir tablodur. Bunların en başında yer alması gereken işçi ve emekçi kadınların işgücü sömürüsüne ilişkin pek bir şey göremiyoruz raporda. Ama bu kadarıyla bile rapor, “Ya barbarlık ya sosyalizm!” sloganının herkesten çok emekçi kadınlar için ne kadar yakıcı olduğunu göstermeye yetiyor.

Raporun yayınlandığı günlerde süren ve 17 Ekim’de sona eren “2000 Yılı Küresel Kadın Yürüyüşü” ise, 8 Mart dışında kadının kurtuluşu sorununu güncelleştiren bir girişim oldu. Yazık ki devrim cephesi açısından bu alandaki zayıflık hala sürüyor. Bundan dolayıdır ki, işçi ve emekçi kadınlar tarafından ilgi gören bu türden girişimler devrimci müdahalelere konu olamıyor ve bu nedenle de burjuva demokratik sınırları aşamıyor.

Kuşkusuz ki bu türden kampanyaların önemi görmezlikten gelinemez. Ama öte yandan, taleplerden yola çıkarak söylemek gerekirse, bu son kampanyayla kadının kurtuluşu sorunu bir kez daha sistem içine hapsedildilmiştir. Özel mülkiyete dayalı sömürü düzenine karşı değil, bu düzenin ürettiği bir takım kötülüklere karşı durmakla yetinilmektedir. Böylece de, niyetlerden bağımsız olarak, işçi ve emekçi kadının birikmiş tepkisi bir kez daha reformizm kanalına akıtılmaya çalışılmaktadır. Kadının çifte sömürüsü de dahil olmak üzere, her türlü sömürüye karşı mücadele, mücadelede gerçekten kalıcı sonuçlar elde edilmek isteniyorsa, özel mülkiyet düzenine karşı yöneltilmek durumundadır. Mücadele, emperyalist kapitalist-sistemin döne döne yeniden ürettiği, üretmesi de kaçınılmaz olan bir takım görünürdeki kötülüklere karşıtlıkla kendini sınırlamamalı, doğrudan bu sistemin temellerini hedef alan devrimci bir perspektife bağlanmalıdır.

Kadının köleleştirilmesi ve
özel mülkiyeti

İlkel komünal toplum sınıfların, dolayısıyla sömürünün olmadığı bir toplumsal sistemdi. Kabileler biçiminde örgütlenmenin olduğu komünal toplumda, oldukça sınırlı olan ve biriktirilemeyen “mülkiyet” özel değil, fakat kabileler ölçeğinde toplumsaldı. Bu toplumsal sistemde anaerkillik esastı. Soyağacı kadınlara göre şekilleniyordu ve kadının toplumda önemli bir yeri ve saygınlığı sözkonusuydu. Fakat üretim tekniğindeki gelişmeler üretimde erkeği önplana çıkarmaya ve buna paralel olarak özel mülkiyet de adım adım oluşmaya başladı. Bunun sonucu olarak kadının toplumdaki yeri de zamanla değişikliğe uğradı. Bu süreci kadının tarih içindeki köleleşmesi üzerinden inceleyen Bebel, konuya ilişkin olarak şunları yazıyor:

“... Ortak ekonomi üzerinde yükselen eski durum, özel mülkiyet ile bağdaşmıyordu. Oturulacak yer seçme zorunluluğu için sınıf ve meslek belirleyici oldu. Yeni oluşan mal üretiminden, komşu ve yabancı halklar arasında ticaret ortaya çıktı, bu da para ekonomisini zorunlu kıldı. Bu gelişimi yöneten ve ona egemen olan erkekti. Yani erkeğin özel çıkarları artık eski centil örgüt ile herhangi bir temas noktasına sahip değildi, aksine, hatta çoğunlukla onun çıkarları kendisininkinin karşısındaydı. Böylece (centil örgütün -ÇN) önemi gittiçe azaldı. (...)

“Eski centil düzenden bu kopuşla, kadının etkisi ve konumu hızla düştü. Analık hukuku gitti, yerini babalık hukuku aldı. Özel mülkiyet sahibi olarak erkek, yasal sayabileceği ve mülkiyetinin varisi yapabileceği çocuklara ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle kadına başka erkeklerle ilişki yasağı koydu.

“Buna karşılık, kendi karısının ya da karılarının yanısıra, olanakları elverdiğince metres tutma hakkını kendisine tanıyordu. Ve bu metreslerin çocukları, yasal çocuklar gibi muamele görüyordu.” (August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter Yayınları, s.62-63)
Çok eşlilik yerini tek eşliliğe bıraktı, böylece bugünün çekirdek ailesi oluştu. (Bebel’in de işaret ettiği gibi, gerçekte bu kadının tek eşliliğiydi; erkek çok eşliliğini sürdürdü, bugün hala da sürdürüyor). Miras hukuku, mülkiyeti elinde bulunduran ve bu nedenle güçlü olan babaya göre şekillendi. Analık doğanın kadına verdiği bir üstünlükken, onu eve hapsederek köleleştiren bir ayakbağı haline geldi. Üretimin ağırlıklı olarak kol gücüne dayalı olmasından ötürü üretim sürecinin dışına düşen kadın, giderek eve hapsoldu. Ev köleliği, kadının yüzyıllar boyu ikinci, hatta üçüncü sınıf insan konumuna düşürülmesinin maddi zeminini oluşturdu.

Ekonomik olarak tamamıyla erkeğe bağlanan kadının toplumsal misyonu; çocuklarına bakmak, ev işlerini yapmak ve kocasının gönlünü hoş etmek olarak biçimlendi. Bugün dünyada eğitimsiz nüfusun üçte ikisini kadınların oluşturması, onların evin ücretsiz köleleri olmalarından bağımsız bir durum değildir. Dahası, aralarında dolaysız bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Elbette kadının eğitimsizliği, onun sömürülmesini kolaylaştıran başlıca etmenlerden biridir.

Demek oluyor ki kadın, evin ücretsiz kölesi olmaktan kurtulup ekonomik bağımsızlığını elde etmeden, kelimenin en dar anlamında dahi özgürleşemez. Ne var ki kadın sorununun çözümünü bununla sınırlamak, kendi başına ekonomik bağımsızlığın kadını kurtaracağını sanmak bir yanılgıdır. Zira kapitalizmde kadın evinden “özgürleşmiştir”, kapitalizmin gelişmişliğine paralel olarak ekonomik olarak erkeğe bağımlılıktan kurtulmuştur. Ne var ki kapitalizmdeki bu özgürleşme, kadın üzerindeki çifte sömürüyü daha da billurlaştırmıştır. Kapitalist sistemde çalışan kadının, evin geçimini tamamıyla üstlense bile, özgürleşerek erkekle eşit toplumsal konum kazandığını söylemek koca bir yalandır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kadın çifte baskı ve sömürüden kurtulamamıştır. Kadını köleleştiren özel mülkiyet ve bunun koşulladığı sömürü ilişkileri, bu ilişkilerin tarihten devraldığı ve incelmiş yeni kalıplar içinde yaşattığı ataerkil kültür mirası olduğu sürece kadın özgürleşemez.

Kapitalizmde kadın

“Tekniğin sürekli bir biçimde gelişmesi bir yandan üretim sürecinde kadın ve çocuk emeği kullanımını yaygınlaştırırken, öte yandan işgücüne olan talebi işgücü arzına göre nispi olarak azaltır. Yedek sanayi ordusunun bu büyümesi, işsizliği kapitalist düzenin yapısal bir özelliği haline getirir. Bu, işçilerin sermayeye bağımlılığını pekiştirir, gelecek güvensizliğini arttırır, sömürüyü yoğunlaştırmanın dayanağı olur.” (TKİP Programı, Kapitalizm, 1. Bölüm/4. madde, s.16)

Demek oluyor ki, emekçi kadının üretim sürecine katılması, onu özgürleştirmek bir yana, kendisiyle birlikte emekçi erkeği de daha fazla köleleştirici bir rol oynamıştır. Zaten sermayenin kadını evinden “özgürleştirmesinin” nedeni, tam da ucuz işgücüne duyduğu ihtiyaçtan başka bir şey değildir.

Ayrıca ev işleri ve çocuk bakımı toplumsallaştırılamadığı sürece, kadın, büyük ölçüde kafa emeği gerektiren işlerde çalışıyor ve işini de pek çok erkekten daha iyi yapıyor olsa bile, yine de erkeğe göre dezavantajlı durumda kalır, ev ve çocuk bakımına ilişkin yüklerden kurtulamaz.

Bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi, çoğu işyerinde kadın hamileliğinin son günlerine dek çalışır ve doğumdan kısa bir süre sonra işbaşı yapar. Bunu yapmazsa çoklukla işten atılır. Özel mülkiyet koşullarında analık da özeldir; kadının bundan gelen toplumsal hakları çoğu durumda kağıt üzerinde bile tanınmaz. Doğumun sağlıklı koşullarda yapılıp yapılmaması bile, bugün birçok ülkede hala ailenin iktisadi durumuna, elde ettiği kazanca bağlıdır. Parası yoksa, son derece sağlıksız koşullarda çocuğunu dünyaya getirmek ve büyütmek zorunda kalır. UNFPA raporunda, her yıl 8 milyon bebeğin ölü doğduğu ya da doğduktan kısa bir süre sonra öldüğü tespit edilmektedir. Başka bazı verilere göre, günümüz dünyasında beş yaşın altındaki her bin çocuktan 297’si gıda yetersizliği, hastalık ve bakımsızlıktan ölmektedir. Bunlar korkunç rakamlardır ve sözünü ettiğimiz durumun bir göstergesidir.

Sosyalizmde ise mülkiyet toplumsaldır. Toplumsal üretim ve mülkiyet ilişkileri içinde analık toplumsal bir işlevdir ve kadının bundan doğan tüm hakları tanınır. “Analık toplumsal bir işlevdir, kadının bundan doğan tüm hakları tanınır. Eski düzende kadını köleleştiren çocuk bakımı ve ev işleri toplumsal kurumlaşmalar yoluyla çözülür...” (TKİP Programı, V. Bölüm, “Kadının kurtuluşu” maddesi, s.38)

Kadın kapitalizmde ev köleliğinden de kurtulamaz. Gelişen teknolojiyle birlikte koşulları nispeten iyileşir; çamaşırı elde değil çamaşır makinesinde yıkar, ama yine kadın yıkar. Çünkü ataerkilliğe dayalı toplumsal işbölümü yüzyıllardır böyle süregelmiştir. Gelenekler, kültür buna göre biçimlenmiştir. Bireysel olarak bu duruma karşı çıkmanın sonu genellikle boşanmaktır. Toplum dul kadını dışlayarak, ona potansiyel fahişe gözüyle bakarak kadını bu alanda da kıskaca alır. Bu duruma düşmemek için kadın, üretimdeki çalışmasıyla evi tamamıyla geçindiren asıl kişi olsa bile, ev köleliğine de katlanmaya devam eder.

O halde ekonomik “bağımsızlık” kadının özgürleşmesinin maddi zeminini sunmakla birlikte, kendisini sağlamamaktadır, kendi başına sorunu çözmemektedir. Kapitalizmin ev işleri ve çocuk bakımını toplumsallaştırarak, bunun tüm giderlerin kamu fonlarından karşılayarak kadını özgürleştirme diye bir sorununun olmaması bir yana. Kapitalizmde kendine özgü biçimler içinde süregitmekte olan ataerkil kültür, ahlak ve değer yargıları da kadını ezmeye devam eder. Bu durum nispeten daha “demokratik” ülkelerde bile özünde böyledir. Ataerkillikle özel mülkiyet düzeni arasında dolaysız bir bağ vardır ve bu nedenle özel mülkiyete dayalı düzene son verilmedikçe kadının bundan kaynaklanan ezilmişliği de süregider.

20. yüzyılda sosyalizm deneyimleri
ve kadının kurtuluşu

Sözünü ettiğimiz, binyıllara uzanan toplumsal kültür, ahlak ve alışkanlıklardır. Bundan dolayıdır ki, kadının özgürleşmesi doğrultusunda sağlanan temel önemde bir dizi ilerlemeye rağmen, 20. yüzyıl sosyalizm uygulamalarında da bu ciddi bir sorun olarak varlığını sürdürebilmiştir. Hiç kuşkusuz bu ülkelerde kadın, en demokratik kapitalist ülkelerdekiyle kıyaslanamaz haklara sahip olmuştur. Kadının özgürleşmesi doğrultusunda son derece önemli adımlar atılmıştır. Ancak yine de, tam da ataerkil kültür ve alışkanlıklar yeterli bir mücadeleye konu edilemediği, bununla çok özel bir tarzda savaşılmadığı için, kadının erkekten sonra gelen olma konumunu aşmada alınan mesafe tatmin edici değildir. Bunda başka nedenlerin yanında, bürokratik yozlaşma süreçlerinin de önemli bir rolü olmuştur kuşkusuz. Yani kadının kurtuluşu alanındaki yetersizlik, yeni temeller üzerinde sosyalist bir toplumun kuruluşu ve komünizme doğru ilerletilmesi alanındaki genel yetersizlikten çok da ayrı bir sorun değildir.

Komünist partiler bir anlamda sosyalizmin çekirdeği durumunda ve gelecek topluma egemen olan ilişkilerin prototipini kendi iç yaşamlarında taşırlar. Yoldaşlar arası ilişkiler, geleceğin sosyalist toplumdaki insanlar arası ilişkilerin bugünkü bir biçiminden başka bir şey değildir. O halde komünist partiler bünyesinde kadın sorununun çözülmesi büyük bir önem taşımaktadır ve gelecek hakkında bir fikir vermektedir. Peki uluslararası komünist hareketin tarihi bu açıdan ne göstermektedir, gerçek durum nedir? 1937’de Komünist Enternasyonal dergisinde yayınlanan şu uyarı dikkate değerdir:

“Komünist partilerin saflarında bile, kadınlara karşı darkafalı, küçük-burjuva, küçümseyici bir tutumun kalıntıları hala güçlü bir etkiye sahiptir. Erkekler gelişebilirler, örgütlenebilirler, yönetebilirler, savaşabilirler, herşeyi yapabilirler. Kadınlar ama -ancak istisani durumlarda, ancak eğer özellikle atılgan, yetenekli, yetkinlerse...

(...)
“Komünist partilerin kadın çalışmasında şiddetli geri kalmışlıklarının nedenlerinden en önemlisi, bizzat kadınların kendilerini eksiksiz kişilik sahibi olarak görmemeleri, ikinci ya da üçüncü dereceden insanlar olarak değerlendirmeleri, kendi güçlerine inanmamaları, komünist partilerin bu alanda gereken herşeyi yapmalarını sağlamak için kadınların yeterli inisiyatif geliştirmemelerinin hiç de az rastlanır bir şey olmamasıdır.” (Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yayınları, s.227)

1937’den 2000’e çok şeyin değişmediğini söylemek gerekiyor. Kaldı ki sorun komünist partilerde değil, fakat sosyalizmde kadının kurtuluşudur. Ama komünist partilerin bu konudaki duruşu canalıcı bir öneme sahiptir ve yineliyoruz geleceğin toplumundaki davranışlarını bir ilk göstergesi olmak bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Sovyetler Birliği’nde SBKP’nin Bolşevik çizgi ve geleneklerini hala koruduğu yıllara baktığımızda dahi, devrim öncesinde varolan kadın önderler dışında, yeni kadın önderlerin ortaya çıkmadığını görüyoruz. Gerek parti yönetiminde, gerekse diğer yönetim organlarında belirgin bir erkek ağırlığı vardır. Kuşkusuz bu doğallığında olan bir durumdur da denilebilir. Ama devrim, kapitalizmden devralınan mirasla sıkı sıkıya bağlantılı bu türden bir “doğallığı” yerle bir etme değilse, nedir?

Bu gerçeklikten ötürüdür ki, partimizin programının “Kadının Kurtuluşu”na ilişkin bölümünde, bu konuda çok bilinçli bir tutumla hareket edilerek şunlara işaret edilmiştir:

“ Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için kararlı ve sistematik bir mücadele yürütülür. Eski toplumdan miras fiili eşitsizliklerin giderilmesi için her alanda kadın lehine ayrımcılık gözetilir. (s.38)

Bugünden bunu partide yaşama geçirmenin anlamı, kadın yoldaşlara parti organlarında öncelik tanımaktır. Eşit yetenek ve potansiyele sahip kadın ve erkek yoldaşlar arasında bir sorumluluk verilmesi gerekiyorsa, önceliğin kadın yoldaşlara tanınmasıdır. Bundan da önemli olan, bir bütün olarak parti yaşamında kadın yoldaşların gelişimini özel bir politikayle teşvik etmek, bu yoldaşları her yolla desteklemek, bu sorunla her düzeyde yakınen ve sürekli ilgilenmektir. Bu parti programımızın bir gereği, parti yaşamında gerekleri mutlak biçimde gözetilmesi gereken emredici bir hükmü kabul edilmelidir.

Parti programında ortaya konulan sağlam bakışaçısı kavranmadan, içselleştirilmeden, işçi sınıfı ordusunun kadın yarısını örgütlemek başarılamaz, bu bir yana, soruna gereken önem dahi verilemez.

Kadını köleleştiren ideoloji ve
geleneklerle mücadele

Programımızın aynı bölümünde devamla şöyle denilmektedir:

“TKİP, kadının tarihsel ezilmişliğinin yarattığı fiili eşitsizliklerin tüm izleriyle silinmesinin yeni toplumun inşası ve yeni insanın biçimlenmesi eşliğinde uzun bir tarihi döneme yayılacağının bilincindedir. Bu bilinçle, kadını köleleştiren ve aşağılayan ideoloji ve geleneklere karşı sistematik bir mücadele yürütür.”

Hiç kuşkusuz bu mücadele bugün daha yakıcı bir biçimde sürdürülmek zorundadır.

Kapitalizm kadının sadece işgücünü değil, bedenini de metalaştırır. Pornografi ve fuhuş, özellikle kapitalizmin iyice çürüyüp kokuştuğu şu son döneminde, giderek gelişen bir sektör durumuna gelmiştir. Fuhuş, bizzat kapitalist devlet tarafından vergilendirme yoluyla meşrulaştırılarak yaptırılmaktadır. Manukyan gibi bu sektörün “patroniçeleri” Türkiye’de vergi rekortmeni olmaktadır. Burjuvazinin ahlakı ise boyalı basının sosyete sayfalarında gözler önüne serilmektedir; kimin kimle düşüp kalktığı belirsizdir. Ve egemen sınıf kendi kültürünü topluma empoze etmektedir.

Burjuvazi kendi kültürünü, ahlakını, daha doğrusu ahlaksızlığını topluma empoze etmekte hiç de başarısız değildir. Erkek işçi yanı başında çalışan, aynı sömürüye tabi tutulan, aynı kaderi paylaştığı kadın işçiye, kişiliği ve sınıfsal konumu üzerinden değil, çoklukla cinsiyeti üzerinden yaklaşmaktadır. Çünkü tıpkı din gibi korkunç bir cinsellik bombardımanıyla afyonlanmaktadır.

Engels’in 1840’larda İngiltere’de emekçi sınıfların durumunu anlattığı kitabında söyledikleri bugün de geçerliliğini korumaktadır.

“İspirtolu içkilere düşkünlüğü yanında seksüel ilişkilere düşkünlük birçok İngiliz işçisinin başlıca kusurudur. Ama bu da, bu özgürlükten yararlanma aracı olmayan, kendi haline bırakılmış bir sınıfın durumundan zorunlu olarak doğan bir sonuçtur. Burjuvazi onlara bir yığın yorgunluk ve acı yüklerken yalnız bu iki hazzı bırakmıştır, ve bunun sonucu, işçilerin yaşamdan bir şeyler almak için, bütün hırslarını bu iki hazda yoğunlaştırmaları ve kendilerini onlara aşırı ve en kuralsız tarzda vermeleridir. İnsanlar ancak hayvana yaraşabilecek bir duruma düşürülürse, onlara başkaldırmaktan ya da hayvanlaşmaktan başka hiçbir şey kalmaz.” (Engels, Kadın ve Aile, Sol Yayınları, s.31)

Hayvanlaşmanın dayatıldığı ve buna karşı başkaldırının olmadığı bir yerde, hayvansal içgüdülerle biçimlenen davranışlar bir yerde olağanlaşıyor. Ancak başkaldırının olduğu yerde kadın yiğitliği ve cesaretiyle öne çıkmaktadır. Bugünün mevzi direnişleri üzerinden bile bunun böyle olduğunu bütün açıklığı ile görmekteyiz. Mücadele yalnızca kadının gücünü ve insani kimliğini açığa ve önplana çıkarmakla kalmaz, erkeği de hayvani duygulardan uzaklaştırarak, kadına ataerkil önyargılarla bakışını darbeleyerek insanileştirir.

Kadının cinselliğinin bu denli öne çıkarıldığı koşullarda, üstyapıdaki feodal kalıntılar çarpık bir “namus” anlayışıyla kadını bir kez daha vurmaktadır. Korucuların tecavüz ettiği genç kadının abileri tarafından katledilmesinin üzerinden bir yıl geçti. Parayla yaşlı bir erkeğe satılan genç kız kaçtı diye, yakalandığında erkek abileri tarafından köprüden atılmasının üzerinden çok fazla zaman geçmedi. Erkek eşini aldattığında “zamparalık” payesiyle sırtı sıvazlanırken, kadın değil eşini aldatmak, tecavüze uğrasa bile suçludur, fahişe muamelesi görür ve katli vacip olur. Savcılar ve polisler arasında yapılan bir anket, bu rezil zihniyeti tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir. “Kadın tecavüzü arzuluyor”! Anketin sonucu aynen böyledir...

İşçi ve emekçilerin böylesine cinsellik bombardımanıyla afyonlanması, öte yandan ataerkil gelenek ve alışkanlıkların varlığını sürdürmesi, onlara kurulu düzen tarafından Engels’in sözünü ettiği hayvana yaraşır bir yaşamın dayatılmasındandır. Başkaldırının olmadığı koşullarda, işçi ve emekçilerin “yaşamdan bir şeyler almak için, bütün hırslarını bu iki hazda yoğunlaştırmaları” tam da bundan dolayıdır.

Cinsel kimliğinden kaynaklı sorunları önplana çıkan emekçi kadının sınıfsal kimliğiyle değil de cinsel kimliğiyle mücadeleye kanalize olması ise burjuva reformistlerine, yani sonuçta bir kez daha kurulu düzene yaramaktadır. Böylece, sınıfsal kimliğiyle devrim saflarına katılamayan kadın cinsel kimliğiyle düzen akımlarının saflarında yer alır.

“Kadın kitleleri ya devrime ait olacaklardır, ya da karşı-devrime! ?una güvenmeyin ki, içsavaş giderek daha keskin biçimlere büründüğü için, kadın da nerede durduğu ve ne için savaştığı konusunda kendi kendine karar verecektir. Eğer siz komünistler en geniş kadın kitlelerinin devrimci kampa katılmasına çalışmazsanız, o zaman burjuva partileri, kadınların karşı-devrim kampında toplanmalarını sağlayacaklar ve (reformistler, burjuva feministleri) kadınları devrim ve karşı-devrim arasındaki öyle bir sınır bölgesinde tutmaya çalışacaklardır ki, bu, günümüzde karşı-devrimin ve burjuva toplumun en sağlam korunma duvarıdır.” (Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine, s.93)

Burjuva feministleri ve reformistler özel mülkiyete dokunmadan sözümona ataerkilliğe “başkaldırırlar”! Sorunun kaynağına yönelmedikleri için, çarpık ve ikiyüzlü bir duruşları vardır. Cinsel tacize ve tecavüze karşı güya mücadele ederler, ama gözaltında tecavüze uğrayan devrimci kadınların adını ya hiç ağızlarına almazlar, ya da utangaçca... Cinsel özgürlük adına, erkeğin yozluğuna karşılık olarak kadının da yozlaşmasını savunurlar. Böyleleri için doğum kontrol hapları kadının özgürleşmesinin maddi aracıdır. Bir kadının patron olmasını övünç kaynağı haline getirirler. Öyle ki Tansu Çiller gibi kadın neslinin yüzkarası bir asalak burjuvanın başbakan oluşunu kadının politikada yerini alması adına, ayakta alkışlarlar. Ama aynı kadının başbakanlığı döneminde, onun hararetle savunduğu kirli savaşta tecavüze uğrayan Kürt kadınlarını görmezden gelirler.

Öte yandan, burjuva ideolojilerini eleştirmek adına, onların sorun diye ortaya koydukları şeyleri yok saymak ya da küçümsemek de, tersinden bu ideolojilerin güçlenmesine olanak sunmaktan başka bir şey değildir. Cinsel taciz, tecavüz, kadın bedeninin istismarı, fuhuş, erkeğin yozluğu, ev işlerinin ve çocuk bakımının kadının omuzlarına yük olarak kalması, bütün bunlar kadının, en başta da emekçi kadının yakıcı sorunlarıdır. Bu sorunlarla mücadele etmeden, ne emekçi kadınlar devrim saflarına kazanılabilir, ne de devrim sonrası sosyalist inşa başarıyla gerçekleştirilerek ataerkil önyargıları ve alışkanlıkları geride bırakmış yeni insan yaratılabilir. Kadının cinsel kimliğinden kaynaklı sorunlarının öne çıkarıldığı koşullarda ise, emekçi kadınları politikaya (tabii ki devrimci politikaya) katabilmek pek de olanaklı değildir. “Ama kadınlar politikaya katılmadan yığınlar politikaya katılamaz.” (Lenin)

Kendi öncelikli sorunlarından yakalanarak politikaya çekilen emekçi kadına şu net olarak gösterilip, kavratılmalıdır: “... proleter kadınlar erkek sınıf ve kader yoldaşları ile birlikte, iki cinsin de tam ekonomik ve düşünsel bağımsızlığını uygun sosyal kurumlar aracığıyla olanaklı kılan bir durum yaratmak için, toplumun temelden değişimi için mücadeleyle yükümlüdürler.” (A. Bebel, Kadın ve Sosyalizm, s.41)

Demek oluyor ki, işçi ve emekçi kadınla erkeğin sınıfsal temelde birleşerek, özel mülkiyet ve sömürüye dayalı kapitalist düzene karşı mücadelesi, kadının tam kurtuluşunun biricik gerçek yolu ve olanağıdır.

“Eğer kadın erkekle birlikte tam toplumsal hak eşitliğine sahip olacaksa -ama yalnızca sabırlı kağıt üzerindeki ölü yasa metinlerinde değil, gerçek yaşamda ve pratikte sahip olacaksa-, o da tıpkı erkek gibi tam bir insan olarak özgürce gelişme ve etkinlikte bulunma olanağına kavuşacaksa, şu iki temel koşulun yerine gelmesi gerekir: Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve yerine toplumsal mülkiyetin geçirilmesi; kadının faaliyetinin, sömürünün ve köleliğin olmadığı bir düzende toplumsal ürün üretimine sokulması...” (Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine, s.254)

Kadın çalışmasının özgün
yönleri ve gerekleri

İşçi ve emekçi kadınlar devrimin yedek değil, asli güçleridir; devrimin başarısının biricik güvencesi olan işçi sınıfı ve emekçilerin kadın yarısıdır sözkonusu olan. “Bütün kurtuluş hareketlerinin deneyimlerinden biliyoruz ki, bir devrimin başarısı, kadınların ona hangi ölçüde katıldığına bağlıdır.” “Kadınlar olmaksızın hiçbir gerçek kitle hareketi olamaz.” (Lenin, Kadın Sorunu Üzerine, s.42 ve 319)

Bununla beraber, emekçi kadınınları devrim saflarına kazanabilmede avantajlar kadar dezavantajlar da sözkonusudur. Emekçi kadın maruz kaldığı çifte sömürüden dolayı mücadeleye daha istekli atılmasına ve atıldığında da yiğitçe ön saflarda çarpışmasına rağmen, kadını köleleştiren gelenek ve ideolojilerin de yoğun etkisi altındadır. Bu yüzden emekçi kadını devrim saflarına katabilmek için daha özel bir yaklaşım ve buna uygun düşen bir çaba içinde olmak gerekir. Komünist partileri geçmişten bugüne bunu gözeterek, özel görevi en geniş emekçi kadın kitlelerini uyandırmak, onları mücadeleye, giderek partiye ve devrime kazanmak olan özel çalışma kolları, komisyonları ya da komiteler görevlendirmişlerdir. Bu örgütlenmeler, kadın kitlelerine onların özgün konumunu gözeten yol ve yöntemlerle, buna uygun düşen bir propaganda-ajitasyon tarzıyla yaklaşmaya çalışmışlar ve bu ölçüde başarılı olmuşlardır.

Kadın işçi ve emekçiyi devrim saflarına daha kolay kazanabilmek için ona durumunun özgüllüğünü gözeterek özel bir biçimde yaklaşmak gerektiği açıktır. Bunun bir yönü de, kadın işçilerin kendine özgü sorunları ve buna uygun düşen istemlerdir. Bu durumu gözeten TKİP Programı, güncel taktik politikanın ilgi alanına giren “Emeğin Korunması” bölümünde, kadın işçilere ilişkin istemlere özel bir yer vermiştir:

“7) Kadın işçilerin kadın, ana ve çocuk sağlığına zararlı işlerde çalıştırılması yasağı. Doğumdan önce ve sonra 3’er aylık ücretli izin, tıbbi bakım ve yardım. Kadınların çalıştığı tüm işyerlerinde kreş ve emzirme odaları.” (s.49)

“Emeğin korunması” kapsamındaki bu istemler, işçi kadın çalışmasının özgül alanına dahildir. Aynı şekilde, “Eşit işe eşit ücret” istemi (“Emeğin korunması”, 4. madde), herkesten çok kadınları, kadın işçileri ilgilendirmektedir. Aynı şey, “Her türlü fazla mesainin yasaklanması” istemi için de geçerlidir (“Emeğin korunması”, 5. madde). Fazla mesainin acısını bütün bir işçi sınıfı çekmektedir, ama bunun kadın işçilere etkisi daha da ağırdır. Hele de tekstil ve konfeksiyon gibi ağırlıkla kadın işçi çalıştıran ve sürekli uzun mesailer uygulanan bir işkolunda. “Acil demokratik ve sosyal istemler” bölümünde yer alan temel istemlerden biri olan, “Toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliği” istemi ise, işçi-emekçi kadından öteye genel olarak kadınları ilgilendiren temel demokratik istemlerden biridir.

Kadın olmadan devrim olmaz!
Devrim olmadan kadın kurtulmaz!

“Kadın olmadan devrim olmaz!” sloganını sahiplenmeyen devrimci anlayış yok gibidir. Buna rağmen, emekçi kadın genellikle senede bir gün, 8 Mart’tan 8 Mart’a, devrimci yayınlarda yer alır. Bir de UNFA’nın rapor sunması üzerine ya da 17 Ekim’de biten yürüyüş benzeri eylemlerde...

Bu rahatsız edici gerçeğin ışığında bakıldığında, emekçi kadının devrim saflarında örgütlenememesi de anlaşılır oluyor. Bunu açık yüreklilikle görmek, dillendirmek ve en önemlisi de üzerine gitmek gerekir. Partimizin geleneksel soldan kopuşu, farklılığı bu alanda da kendini göstermelidir. Programatik düzeyde bu farklılık ortaya konulmuş durumdadır. Bunu hayatın ve mücadelenin içinde ete-kemiğe büründürme görevi ise tüm partililerin, özellikle de bu konuda zaaf içinde oldukları tartışmasız olan erkek partililerin omuzlarındadır.

Son söz yerine bir kez daha yineliyoruz:

Kadın olmadan devrim olmaz! Devrim olmadan kadın kurtulmaz!

(Ekim, Sayı:221, Mart 2001)


Üste