Logo
< Parti üyeliği ve parti üyesinin görevleri

Parti tüzüğümüzün ilkesel bölümü


Partimizin tüzüğü üzerine/2

Parti tüzüğümüzün ilkesel bölümü

 

Alışılmış ölçülere göre hayli kısa sayılabilecek bir parti tüzüğü ile yüzyüzeyiz. Bir küçük broşürün ebatları üzerinden, yalnızca 12-13 sayfa. Ama burada yoğunlaştırılmış bir öz var, bu açıdan kısalığı yanıltıcı olmamalı. Tersine, kısa ve özlü bir biçimde sunulmuş olması, onun gücünü ve amaca uygunluğunu gösterir.

Temel görüş ve ilkelere bağlılık

Altı ana bölüm halinde düzenlenmiş bulunan parti tüzüğümüzün ilk bölümü, “Parti” başlığı ve “Partinin niteliği, amacı ve ilkeleri” alt başlığı taşıyor. Burada sunulmuş bulunan görüş ve ilkeler, normalde parti programı kapsamına giren sorunlardan oluşuyor. Ama parti kongremiz, tüzüğümüzün girişinde partimizin temel ilke ve amaçlarına en özlü bir biçimde yer vermeyi gerekli ve yararlı bulmuştur. Kongrede tartışılan Tüzük Taslağı’nda bu bölüm kaleme alınmış değildir, ama temel görüş ve ilkelerin özünü toparlayan bir bölümün tüzüğe girmesi gerektiği, bizzat parti kongresindeki tüzük taslağı tartışmalarında kararlaştırılmıştır. Maddeleri kaleme alınmamış olsa bile, Tüzük Taslağı’ında, 1. bölüm “Parti” olarak işaretlemiş ve burada “Partinin tanımı, amaçları ve temel ilkeleri”ne yer verileceği belirtilmiştir. Bu ilk bölümde, en özlü ve en kısa bir biçimde, partimizin ilke ve amaçları ortaya konuluyor. Bunlar bir dizi küçük paragraftan oluşuyor. İlk bakışta çok bilinen, dolayısıya çok da ilgi çekmeyen görüş ve tanımlamalarla yüzyüzeyiz burada. Gerçekte ise, çok özel bir ilgi ve dikkatin konusu olması gereken bir temel görüşler ve ilkeler toplamıdır sözkonusu olan. Türkiye sol hareketinin kötü geleneklerinden biri, temel görüş ve ilkelerini ciddiye almamaktadır; onları bilinen ve genel kabul gören şeyler sayıp geçmektir. Tuhaftır ama, temel görüşler ve ilkeler pek tanıdık olduğu ve genel kabul gördüğü ölçüde, gerçekten değersizleşip işlevsizleşiyor. Onlara bakar kör gibi, adeta kanıksanarak bakılıyor. Enternasyonalizm, kitlelere dayalı devrim, devrimci şiddet ya da işçi sınıfının öncülüğü, vb... Bunlar herkesin bildiği, herkesçe kabul gören görüşler olduğu, böyle bakılıp böyle algılandığı ölçüde, değersizleşen ve işlevsizleşen klişeler ya da formüller olarak kalabiliyor. Biz komünistler bu kötü geleneğin dışında kalmalı, temel ilkelerimizi ve amaçlarımızı her zaman ciddiye almalı, onların dinamik özünü döne döne düşünmeli, irdelemeli, çalışmalarımızda ve mücadelemizde sürekli olarak onları kendimize kılavuz olarak almalıyız. Bu temel görüş ve ilkeler ne anlama geliyor? Bunların siyasal ve pratik gerekleri nelerdir? Bunlar döne döne sormamız, yanıtlarını irdelememiz, bu yanıtların pratik gereklerini gözetmemiz gereken temel önemde sorular. Tüzüğün “Parti” bölümünün “Partinin niteliği, amacı ve temel ilkeleri” alt başlığı taşıyan 1. bölümünde, kısacık tanım ve formüllerden oluşan bu paragraflarda, gerçekte parti programının özü ve özeti var. İddia ediyorum ki, parti tüzüğümüzün sadece bu kısmı herhangi bir başka dile çevrilsin, o dilden politik bilinci olan bir insanın eline verilsin; o kimse, partimizin niteliği, ideolojik ve ilkesel konumu, temel amaçları konusunda, bu kısacık paragraflar üzerinden pekala yeterli bir açıklığa kavuşacaktır. Zira burada bütünsel bir bakışaçısı, bütünsel bir çizgi, bütünsel bir ilkesel yaklaşım var, dikkatli bakan herkes bunu kolayca görebilecektir.

Siyasal-sınıfsal konum, ideoloji, nihai amaç...

İlk paragraf partiyi temel özellikleri üzerinden tanımlıyor:

“Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP), çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının öncü devrimci siyasal partisidir. Marksizm-Leninizmi ve proletarya enternasyonalizmini temel alır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele eder. Bu ilke ve amaçlara bağlı militan komünistlerin gönüllü ve örgütlü birliğidir.”

Sözkonusu olan bir parti tüzüğü olduğu ölçüde, doğal olarak ilk paragafında, öncelikle parti, partinin konumu ve niteliği tanımlanacaktır. Partinin ideolojisine, temsil etmek iddiasında olduğu sınıfa, örgüt ve kadro yapısına bir açıklık getirilecektir. Burada da öncelikle bu yapılıyor.

Partinin siyasal-sınıfsal konumuna ilişkin tanımlamayı, ardından dünya görüşüne ve nihai hedefine ilişkin tanımlar izliyor. Bunu ise, ideoloji ve amaçlar temelinde birleşmiş,”militan komünistlerin gönüllü ve örgütlü birliği” tanımı izliyor. Salt ideolojik birlik değil, fakat aynı zamanda örgütsel birlik. Başka türlü de olamaz; zira bu bir parti, bir mücadele, bir sınıf savaşı örgütü. Örgütlü birlik burada bir ihtiyaç olmaktan öte bir zorunluluk. Gönüllülük ise zaten ideoloji ve amaç birliğinin kendiliğinden getirdiği, olanaklı kıldığı bir sonuç.

İşçi sınıfı partisi

İkinci paragaraf, parti ile sınıfın ilişkilerini ve partinin sınıf temeline oturma, örgütsel varlığını sınıfa dayandırma hedefini ve yönelimini tanımlıyor:

“TKİP, işçi sınıfının temel tarihsel amaçlarının ve çıkarlarının temsilcisidir. Burjuvaziye karşı mücadelesinin çeşitli gelişme aşamalarında işçi sınıfına yol gösterir, eylemine önderlik eder. Yalnızca ideolojisi, programı ve taktiği ile değil, sınıfsal temeli ve örgütünün sınıf bileşimiyle de proleter bir sınıf partisi olabilmek için azami çaba harcar. Fabrika ve işletme hücreleri temelinde örgütlenmeyi esas alır.”

TKİP’nin, tarihsel ve siyasal planda işçi sınıfını, onun temel amaçlarını ve çıkarlarını temsil etme konumu tanımlanıyor burada. Sonra, bu temsiliyetin sadece genel planda, salt teorik ve ilkesel düzeyde olmadığı; partinin işçi sınıfının genel mücadelesine, bu mücadelenin bütün gelişme aşamalarında önderlik etmeye çalışacağı ve ancak bunu başarabildiği ölçüde onu tarihsel amaçlarına götürebileceği dile getiriliyor.

Kuşkusuz parti bugünkü konumu ile henüz bundan uzak olabilir. Ama parti, somutta TKİP, bunu amaçlıyor, bu konumu tutmayı hedefliyor ve bunu başarabilmek için de azami bir çaba içerisinde olacağını ifade ediyor. İşçi sınıfının temel tarihsel çıkarlarının ve amaçlarının temsilcisi olmayı, bu çıkarlar ve amaçlar uğruna mücadelede sınıfa her aşamada yol göstermeyi ve önderlik etmeyi, sınıfın gündelik mücadelesini onun temel çıkarları çerçevesinde, buna bağlı olarak ele almayı ve stratejik hedeflere bağlamayı kendisi için temel bir misyon, şaşmaz bir hedef ve görev olarak saptıyor. TKİP, işçi sınıfının geleceğini ve bu gelecekte ifadesini bulan temel çıkarlarını temsil etmek, sınıfın gündelik mücadelelerini de buraya bağlayarak, onu temel tarihsel amaçlarına başarıyla götürmek iddiası taşıyor.

Bunun bu denli açık tanımlandığı bir durumda, partimizin saflarına katılan ve katılacak olan her militan; bu partiye niçin geldiğini de bu tüzük üzerinden daha ilk adımında görmek, algılamak, kavrayıp sindirmek durumundadır.

Parti sınıfın temel çıkarlarını ve amaçlarını pekala çok iyi ifade edebilir. Ama, tarihsel olan güncel olana, stratejik olan taktik olana, devrimi ifade eden reformu ifade edene bağlanamıyorsa, temel amaçları ve çıkarları ne kadar iyi formüle ederse etsin, bu kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Partimiz marksist-leninist bir parti olduğunu söylüyor; bu, diyalektik materyalist dünya görüşüne bağlı bir parti demektir. Diyalektik materyalist dünya görüşüne göre; nihai hedefler ve amaçlar ya da stratejik hedefler ve amaçlar, ne kadar anlamlı ve yüce olursa olsun, eğer bunların gün ile, yaşanılan an ile bağı başarıyla kurulamıyorsa, ölü ve cansız, işlevsiz ve anlamsız şeyler olarak kalması kaçınılmazdır. Tarihe gün üzerinden yürünür. Tarihsel bakışı olmayan elbette günü değerlendiremez, tarihsel bir bakışaçısıyla güne bakacaksınız; ama günü değerlendiremezseniz, tarihsel amaca da ulaşamazsınız.

Stratejiniz yoksa taktiğiniz boşluktadır; o taktiğin bir ekseni yoktur, nereye bağlanacağını bilememektedir, her yere dolanır, değişik etkiler altında her yere savrulur. Bu açıdan başarılı bir devrimci taktiğin temel önkoşulu, isabetli bir devrimci stratejidir. Ama devrimci bir stratejiniz olsa bile, bu stratejinizin belirlediği bir taktik yaklaşıma sahip değilseniz, bu durumda o stratejiyi başarıya ulaştıramaz, gerçek kılamazsınız. Çünkü ancak bir dizi taktik başarıdan geçerek, sonuçta stratejik başarıyı hazırlarsınız. Belirleyici olan stratejidir, stratejiniz yoksa pusulanız da yok demektir. Taktiğiniz kendi içinde çok başarılı bile olsa, tanımlanmış sağlam bir stratejik hedefe bağlanamadığı için, o taktik başarı kendi başına bir şey ifade etmez.

Ama siz stratejiyi sağlam saptamışsanız, o stratejiyi olanaklı kılacak başarılı bir taktik çizgi de izleyebilmelisiniz ki, bir taktik zenginliği ve başarıyı sağlayabilmelisiniz ki, o stratejiyi tarihsel olarak gerçek kılabilesiniz. Bu aynı şey devrim-evrim ilişkisi, devrim-reform ilişkisi bakımından da böyledir. Evrimi yaşayamazsanız, yani işçi sınıfını o geri konumundan yakalayıp ileriye götürme sürecini yakalayamazsanız, sonuçta sınıfı “kendisi için sınıf”, devrimci sınıf düzeyine de çıkaramazsınız. Sınıfı devrimci sınıf yapamadığınız sürece de, o sonuçta bir hiçtir. İşçi sınıfının kapitalist toplumdaki yerini ve karşı karşıya bulunduğu tarihsel misyonu teoride ilk kez olarak ve en iyi biçimde formüle eden insan, Marks, diyor ki; işçi sınıfı ya devrimcidir ya da bir hiç! Ama işçi sınıfı bir anda devrimcileşemiyor. İşçi sınıfı bir yerlerden başlayarak tarihsel gelişme süreci içinde devrimcileşir. İşte bu evrim-devrim, reform-devrim, taktik-strateji, gün-tarih, güncel görevler-nihai hedefler ilişkisi alanıyla yüzyüze bırakır bizi.

Bunları şunun için söylüyorum: Partimizin tüzüğünün giriş bölümündeki ikinci paragraf diyor ki; “TKİP, işçi sınıfının temel tarihsel amaçlarının ve çıkarlarının temsilcisidir. Burjuvaziye karşı mücadelesinin çeşitli gelişme aşamalarında işçi sınıfına yol gösterir, eylemine önderlik eder.”

Deminden beri söylediklerimi işte bu ikinci cümle üzerinden, ondan hareketle, ona açıklık getirmek çerçevesinde söyledim. İşçi sınıfının tarihsel amaçlarını en iyi bir biçimde formüle etmek, o çıkarları en iyi bir biçimde savunmak yetmiyor. İşçi sınıfını en geri gelişme düzeyinden alarak, burjuvaziye karşı mücadelesinin çeşitli gelişme aşamalarında ona önderlik etmeyi başarabilmek durumundadır bir parti. Bunu başaramıyorsa, sınıfla da birleşemez zaten. Dolayısıyla da, sınıfı temsil etmek iddiası havada, karşılıksız bir iddia olarak kalır. Belki anlamlı bir iddiadır, ama karşılığını bulamadığı ölçüde de boşlukta kalır. Basit gibi görünen bir cümlede, gördüğünüz gibi çok temel bir yaklaşım sorunu gizli.

Parti sınıfın temel tarihsel amaçlarını ve çıkarlarını temsil eder, etmekle kalmaz, burjuvaziye karşı mücadelesinin çeşitli gelişme aşamalarında işçi sınıfına her adımda önderlik eder, etmek durumundadır. Bunu bir anda başaramaz kuşkusuz. Sınıfla birleşme çabası, aynı zamanda sınıfı çeşitli gelişme aşamalarından geçirme çabasıdır. Bu süreç içerisinde sınıf adım adım devrimcileşir, parti adım adım sınıf partisi haline gelir. Aynı sürecin iki görünümüdür bunlar.

Parti, ideoloji ve sınıf

Aynı paragrafın üçüncü cümlesinde; “Yalnızca ideolojisi, programı ve taktiği ile değil, sınıfsal temeli ve örgütünün sınıf bileşimiyle de proleter bir sınıf partisi olabilmek için azami çaba harcar. Fabrika ve işletme hücreleri temelinde örgütlenmeyi esas alır.” deniliyor.

Burada o çok bilinen temel önemdeki tartışmanın konusunu buluyoruz. Geleneksel sol hareketin popülist ideolojisini eleştirirken, biz yıllarca işte bunu, bu cümlede dile getirilen temel fikri savunduk. Popülizme yöneltilmiş temel eleştirinin özü-özeti bu tek cümlede var: Parti yalnızca teorisiyle, programıyla ya da stratejik hedeflerinin tanımıyla değil, bizzat toplumsal temeli ve sınıf bileşimiyle de sınıfa dayanabilmelidir.

Neden? Nedeni irdelemiş bulunduğumuz ilk paragrafta var. Sözkonusu olan marksist-leninist bir parti, diyalektik materyalist dünya görüşüne bağlı bir parti. Parti sınıf ile ideolojiyi birbirinden ayırmıyor, bir ideolojinin ancak sınıfa dayanırsa bir kuvvet olabileceğini biliyor. İdeoloji de zaten bunu böyle söylüyor; teori ancak kitlelere malolduğu zaman maddi ve dönüştürücü bir güç haline gelir, diyor. Kitlelere malolmamış bir devrimci teori kendi başına güçsüz, etkisiz ve işlevsizdir. Aslolan dünyayı yorumlamak değil fakat onu değiştirmektir, temel marksist görüşü de bu aynı gerçekliğin bir başka yönünü anlatıyor. Modern burjuva toplumda dünyayı değiştirebilen temel toplumsal kuvvet ise işçi sınıfıdır; devrimci teori de, bu sınıfa malolabildiği ölçüde, dünyayı değiştirme tarihi çabasında kendi devrimci rolünü oynayabilir.

Teori kitlelere malolduğu zaman maddi bir güç haline gelir denir, genel formülasyon böyle. Ama biz biliyoruz ki, burada kitleler hiç de soyut bir anlam taşımıyor. O kitlelerin içinde bir sınıfın ayrı bir yeri var. Marks kendi sosyalizmini öteki sosyalizmlerden ayırırken, bilimsel proleter sosyalizm diyor. Kendi sosyalizminin bir sınıf temeli, bir sınıf ekseni, bir sınıf mantığı var. Zaten sosyalizmin ütopyadan bilime geçişi de işçi sınıfı eksenine oturmasıyla olanaklı olmuştur, bütün mesele budur, buradadır.

Eşitlik, özgürlük, baskı ve sömürünün kalkması, sınıfların kalkması -bu istemler ve idealler, şu veya bu şekilde, binlerce yıldır var insanlık tarihinde. Ta Yunan uygarlığından beri var. Modern dönemde daha İngiliz Devrimi’nden, Fransız Devrimi’nden itibaren sosyal eşitlik istemine dayalı komünizan düşünceler var. Bu devrimlerde emekçilerin en ileri kesimleri sosyal eşitlik ve özgürlük istiyorlar. Burjuva devrimi içinden sosyal eşitlikçi akımlar çıkıyor, sömürüye ve sınıfların varlığına karşı, mülkiyete ve öteki sosyal eşitsizlik kaynaklarına karşı... Daha Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Şeyh Bedrettin’in önderlik ettiği toplumsal hareket de sosyal eşitlik düşüncesine dayanıyor, yarın yanağından başka herşeyin ortaklaştırıldığı bir toplum düzeni ideali formüle ediliyor. Bu, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum düzenine olan özlemi anlatıyor.

Marks’ın temsil ettiği modern bilimsel sosyalizmin farkı ne? Bunu olanaklı kılacak maddi temeli, bunu gerçekleştirecek toplumsal gücü, somutta işçi sınıfını, bizzat kapitalist toplumun içinden bulup çıkarmak; sosyalizmi, modern toplumdaki temel üretici sınıfa, proleter sınıf eksenine dayandırabilmek.

Sosyalizm ve işçi sınıfı

Dolayısıyla, bu basit bir genel gerçek değil, bir bakıma herşeyin temelidir. Bu gerçeği unuttunuz mu, sosyalizmi olduğu gibi unutmuşsunuz demektir. Popülizme yöneltilmiş eleştirinin teorik ve pratik önemini düşünün burada. Bize gerekli olan işçi sınıfının ideolojisidir, diyebiliyor birileri hala. İyi de, o ideoloji bir sınıfla birlikte bir anlam taşıyor. Bu ideoloji bir sınıfın maddi varlık koşullarından çıkıyor ve ancak bu sınıfa malolduğundadır ki gerçek anlamını ve gücünü bulabiliyor, devrimci sonuçlarını üretebiliyor. İşçi sınıfı idelolojisiyle küçük-burjuvaziyi ancak bir yere kadar sürükleyebiliyorsunuz, fakat asla temel sosyalist amaç ve hedeflere götüremiyorsunuz. Küçük-burjuvazi bir başka sosyal sınıf, işçi sınıfı ideolojisi bu sınıfa uymuyor. Mesele küçük-burjuva bireyler meselesi değil tabii ki, sınıflar düzleminde konuşuyoruz burada.

Siz bu ideolojiyi alır köylüye götürürsünüz, ne olur? İdeoloji diyor ki, sınıflar ve mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır. Oysa feodalizmin kast ilişkilerinden henüz kurtulamamış köylü, feodal karşısında işlediğim toprak benim olsun diyebiliyor ancak ve ufku bunun ötesine geçmiyor. Dönüşüme uğramış, küçük üretici olarak kapitalist pazara bağlanmış günümüz köylüsü diyor ki, modern üretim ve büyük mülkiyet karşısında küçük işletmem ve ona dayalı mülkiyetim çözülmesin, dağılmasın. Köylünün derdi başka, sosyalizmin hedefleri başka.

Oysa sosyalizmin temel amaçları belli bir sınıfın, modern burjuva toplumunda kendine özgü bir yer tutan sınıfın, işçi sınıfının toplumsal konumuna ve çıkarlarına olduğu gibi oturuyor. Bu sınıfın mülkiyeti yok, dolayısıyla mülkiyeti savunmak diye bir sorunu yok. Mülkiyete ilişkin duyguları ya da düşünceleri, mülkiyet düzeninin ona aşıladığı, gerçekte ise onun toplumsal konumuna yabancı olan düşünceler. İşçi sınıfını bu düşüncelerin etkisinden kurtarmak mümkün. Kurtardığınızda, bu sınıf hiç de içi yana yana bir şeyini feda etmiş olmayacak, tam tersine, kendi konumuna ve gerçek sınıf çıkarlarına uygun bir yola girmiş olacak.

Bir köylüyü ya da zanaatçıyı da pekala sosyalizme ikna edebilirsiniz, ama küçük mülkiyet sahibi olarak, bir yanıyla da içi yanacak, geçmişe özlem duyacak. Kendi özel mülkiyetime, toprağıma ya da küçük tezgahıma yazık olacak diye düşünür bir köylü ya da zanaatçı. Ama sınıf bilinci kazanmış işçi sınıfının böyle düşünmesi için herhangi bir neden yok, çünkü onu böyle düşünmeye zorlayacak bir iktisadi konumu yok. Çünkü kullandığı üretim aracı onun kendi özel üretim aracı değil zaten; kollektif üretim araçları bunlar ve kapitalistin özel mülkiyet tekeli altında tutuluyorlar. Kapitalistin tekelinden alalım toplumun eline verelim diyorsunuz, bu işçi sınıfının iktisadi varlık koşulları ve sınıf çıkarlarıyla olduğu gibi örtüşüyor.

Sonuç olarak; sosyalizmi sınıf özünden koparamazsınız. Sosyalizmi proleter sınıf özü ve ekseninden kopardınız mı, gerçekte sosyalizmle her türlü bağınızı da kestiniz demektir. Duygusal bağlar vardır ve kolayca kesilir. PKK’nın sosyalizmi sınıf dışı sosyalizmdi, sözde “insanlık sosyalizmi”ydi. “İnsanlık sosyalizmi” olmaz, bu bir burjuva aldatmacasından başka bir şey değil. Bu sosyalizm düşüncesini ikiyüz yıl geriye savurmaktır, ütopyacılar dönemine dönmektir. Ütopyacıların yanılgıları tarihsel koşulların ürünüydü, bu koşullar çoktan ortadan kalktığına göre, modern koşullar zemininde sosyalizm modern bir bilim haline geldiğine göre, kalkıp bugün “insanlık sosyalizmi” üzerine vaazler vermek, yanılgı değil düpedüz bir burjuva aldatmacasıdır. Sosyalizmin açık-seçik bir sınıf özü, bir sınıf kimliği vardır. İnsanlık sosyalizmine, aynı anlama gelmek üzere insanlığın kurtuluşuna ulaşmak için, proletaryayı eksen almak zorundasınız. İnsanlığın gelecekteki kurtuluşuna ancak bir sınıfla, modern işçi sınıfıyla yürüyebilirsiniz. Sosyalizmin bu sınıf özünü yok ettiniz mi, onu ikiyüz yıl geriye, ütopik sosyalizm dönemine götürürsünüz. Eşitlik iyidir, özgürlük iyidir, sınıfları kaldırmak iyidir! Güzel, peki nasıl gerçekleşecek bütün bunlar? İdealler güzel, ama idealleri gerçekleştirmek için elinizde gerçek toplumsal güç yok. Dolayısıyla bu soyut haliyle bu ideallerin gerçekte bir geleceği yok. PKK gibilerinin sosyalizm iddiasını bu denli kolay terk ederek kapitalist düzeni kutsaması işte bundandır.

Neden Marks’ın sosyalizmi dünyayı sarsan, bütün bir 20. yüzyıla damgasını vuran bir sosyalizme dönüştü? Başka sosyalist teorisyenler, onların formüle ettiği başka sosyalist kuramlar vardı, neden hiçbirinin adı ve öğretisi kalıcı olmadı da, Marks’ınki bütün bir 20. yüzyıl dünyasını sarstı? Neden her yerde devrime ve kurtuluşa, buna yönelik mücadelelere, hep de Marksizm bayrağı altında yüründü? Çünkü Marks’ın sosyalizmi teoriyi kitleler tabanı üzerine, belli bir sınıfın eksenine oturtuyor. Bu sınıf 20. yüzyılda kurulu toplumsal düzenle karşı karşıya gelen temel bir sınıf olduğu için, ezilenler üzerinde de muazzam bir etki alanı yaratıyor. Rusya’da belli bir sınıf iktidarı alıyor, Rusya işçi sınıfı. Onun iktidarı alışı bütün bir Doğu’yu sarsıyor. İleri bir sınıf bütün ezilenlerin kurtuluş umudu haline geliyor. İleri sınıfın büyük bir önderi, Lenin’den sözediyorum, aynı zamanda bütün ezilenler dünyasının umudu ve önderi haline geliyor. Ama bu sosyalizmin, Marks’ın bilimsel temellerini kurduğu sosyalizmin, işte böyle bir gücü var. Bilimsel sosyalizmin teorisi sorunu zaten tam da böyle ortaya koyuyor.

Öncüyü kazanmak yedeği kazanabilmenin de
biricik gerçek güvencesidir

Şimdi üçüncü paragraftayız ve orada tam da bu meseleden, işçi sınıfının öteki ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlara önderliğinden, onları kendi mücadelesine müttefikler ya da yedekler olarak kazanmasından sözediliyor. Orada şöyle söyleniyor:

“TKİP, devrimin öncü sınıfı olan işçi sınıfına dayanmayı, öteki emekçi sınıf ve katmanların devrimci sınıf mücadelesine ve devrime başarıyla kazanılmasının da güvencesi olarak ele alır. Öteki ezilen ve sömürülen emekçi kitleleri işçi sınıfı önderliğinde devrim mücadelesine kazanmayı devrimin zaferinin temel koşulu olarak görür.”

Öncüyü kazanmadan yedeğini kazanamazsınız. Kazansanız bile, bu aynı süre içerisinde adım adım kazandığınıza benzersiniz. Onu kendinize benzetemezsiniz, kaçınılmaz olarak siz ona benzersiniz. Çünkü bir siyasal parti bir başka sınıfı kendisine benzetemez. Bir marksist parti, öncelikle kendi sınıfına, işçi sınıfına dayanmıyorsa, hiç de salt teorinin gücüyle bir toplumsal katman olarak köylülüğü kendisine benzetemez. Tersine, işçi sınıfından çok ya da önce köylülüğe dayanan bir zemine oturursa, kendisi zamanla şu veya bu ölçüde köylülüğe benzer. Materyalist bakışaçısından bunun başka türlü olması da mümkün değildir.

Siz varoşların heterojen sosyal katmanlarına dayandığınız ölçüde, onlarla aynı havayı soluduğunuz ölçüde, somutta Parti-Cephe’yi kastediyorum, kalkar çok doğal bir biçimde dersiniz ki; nedir bu işçi sınıfı, öteki sınıflar da işçi sınıfı kadar önemli, işçi sınıfı kadar devrimci, hatta bunlar daha da devrimci... Üstelik öylesine doğal bir inançla, öylesine gönlü rahat bir biçimde söylersiniz ki bunu. Zira üzerine oturduğunuz ve tüm sosyal-kültürel, giderek ideolojik gıdanızı aldığınız o toprak bunu size söyletir. Dışardan bakan bir marksiste çok yadırgatıcı gelen bu düşünceyi, Devrimci Sol büyük bir rahatlıkla savunuyordu, şimdi Parti-Cephe aynı rahatlıkla savunuyor. Çünkü o toprak bunu böylesi akımlara söyletiyor. Onun değer yargılarıyla, onun düşünüş tarzıyla, onun kültürüyle düşünüyor. Bizim söylediklerimiz de ona o kadar yabancı geliyor ki, o da bize bunlar teori dünyasında yaşıyorlar diye bakıyor, bizim düşüncelerimizi yadırgıyor.

Sözü toparlarsak, bir parti, toplumsal dayanağıyla, dolayısıyla parti örgütünün sınıf bileşimiyle de sınıfa dayanmak durumunda. TKİP için burada bu, doğal olarak, bir hedef olarak tanımlanıyor, parti bunun için azami çabayı harcar, deniliyor. Başka türlü hedeflediği konuma ulaşamaz ve başarı sağlayamaz. Nedir bu konum? Sınıflar mücadelesi içinde işçi sınıfının devrimci öncüsü olmayı başarabilmektir. Eğer bu parti sınıfa dayanmayı başaramazsa, bu doğrultudaki çabaları kısır kalırsa, zaten çizgisini de koruyamaz. İlerde birileri çıkar, bu program çok da doğru şeyler söylemiyor, der; onu ya tümden terk eder, ya da aynı sonucu üretecek tarzda revize eder. Bu bir kuraldır, bu hep böyle yaşanmıştır.

Lenin diyor ki, işçi sınıfıyla birleşmeyi başaramamış bir parti, zamanla bir aydınlar topluluğu olarak yozlaşır. Rusya’da Marksizm daha çok bir aydın hareketi olarak geliştiği için, “aydınlar topluluğu olarak” diyor. Bizde sosyalizm bir küçük-burjuva kitle hareketi olarak geliştiği için, küçük-burjuva akımlar olarak yozlaştı. Devrimci akımlar gerçekten yüzbinleri etkiler hale geldiler, Dev-Yol örneğinde olduğu gibi. Ama sonuçta küçük-burjuva örgütler olarak da yozlaştılar; bu sınıfa özgü bir çürüme, çözülme ve dağılma süreci yaşadılar.

Lenin, Rusya’da marksist aydınlar sınıfla birleşemezse, bir aydınlar topluluğu olarak yozlaşırlar dedikten hemen sonra; tersinden de, partisiyle birleşememiş bir sınıf kaçınılmaz olarak her türlü burjuva akımın oyuncağı haline gelir, diye ekliyor.

Demek ki sınıfın partiye, partinin sınıfa ihtiyacı var. Gene Marks’ın temel felsefi formülasyonlarından birine geliyoruz böylece. Felsefe proletaryada maddi silahını, proletarya felsefede düşünsel silahını bulur. “Felsefe”, burada, marksist dünya görüşü, bilimsel sosyalizm demek oluyor.

Biraz ayrıntıya giriyorum belki, ama temelde şunu anlatmaya çalışıyorum; burada kuru formülasyonlar olarak görünen kısa cümlelerin gerisinde, hep kapsamlı bir dünya görüşü, bir ideolojik-sınıfsal bakışaçısı sorunu var. Ama bunu en özlü bir biçimde formüle etmek de, bir programın ya da tüzüğün başarısının ölçüsüdür. Program ve tüzük bu temel görüşlerin özünü formüle edebilmelidir. Bu nedenledir ki, program taslağımızdaki her türlü fazlalığı ayıklamak, böylece onu en özlü hale getirebilmek için, yoğun bir emek harcanmıştır.

Öncüyü önemsemek gerçekte
yedeği de önemsemektir

Devam ediyorum. Az önce ikinci paragrafı açıklarken, iki konu arasındaki bağlantı nedeniyle üçüncü paragrafa da bir biçimde değinmiş oldum. Sınıfın öncü konumu tanımlanıyor ve öncü sınıfı kazanmak yedeği de kazanmanın güvencesi olarak ortaya konuluyor burada.

Öncüyü önemsemek, aslında yedeği önemsemektir. Türkiye sol hareketi bunu bir türlü anlayamıyor. Siz işçi sınıfının önemine vurgu yaptığınız zaman, bu ülkede sadece işçi sınıfı yok, köylülük de var, küçük-burjuvazi de var, üstelik yıllardır mücadelenin yükünü de çekiyorlar deniliyor. İyi güzel de, işçi sınıfı önderliğine kavuşamadıkları için de zayıf ve zaaflı oluyor bunlara dayalı hareket, kalıcı sonuçlar yaratamıyor. Bakıyoruz, bir türlü devrimci bir önderlikle buluşamadığı halde en soluklu sınıf gene de işçi sınıfı oluyor. Bu soluğu da ona toplumsal konumu veriyor. Üretim süreci içerisindeki ve ondan da hareketle toplum içerisindeki yeri veriyor.

Öncüyü önemsemek her zaman yedeğini ya da müttefikini de önemsemek demektir. Çünkü öncü ile, onun sağladığı güç ve güvenle, yarattığı etki ve çekim gücü ile yedeği de nispeten kolay kazanılabilecektir. O öncü ile yedeğini kazanmak da güvence altına alınacaktır. Köylülük işçi sınıfını kazanamaz, Kürt köylüsü ve küçük-burjuvazisi, kendi sınırları içerisinde davası ne kadar haklı olursa olsun, işçi sınıfını yedekleyemez, nitekim yedekleyemediler de. Ama güçlü bir işçi sınıfı hareketi olsa, yurtsever Kürt köylülüğünü ve küçük-burjuvazisini kendi yedeğine alır, bundan en ufak bir kuşku duyulmamalıdır. Devrimci bir işçi hareketi Kürt köylülüğünü ve emekçilerini kendi yedeğine çeker alır, onları peşinden sürükler. Toplumsal konumu ve gücü sayesinde bunu kolayca başarır.

Ulusal harekete bir dönem damgasını vuran Kürt küçük-burjuvazisi niye kazanamadı, diyeceksiniz. Çünkü kendi dar ulusal haklarından öte bir şey görmüyordu da ondan. Göremezdi de zaten. Kürt köylülüğü çok çok toprak ihtiyacını görebilirdi, bunu bile göremedi. Çünkü, işçi sınıfı dışındaki ezilen sınıflara kendi çıkarları konusunda hassasiyet kazandırmak bile büyük ölçüde işçi sınıfının geliştirdiği sınıf mücadelesi zemini üzerinde oluyor. İşçi sınıfı hareketinin etkisiyle, onun devrimci ideolojisinin etkisiyle oluyor.

20. yüzyılda birçok ülkedeki toprak ve özgürlük mücadeleleri genellikle Marksizm bayrağı altında yürütüldü. Sözkonusu akımların gerçekten marksist olup olmamasından bağımsız olarak söylüyorum bunu. Marksizm öteki ezilen sınıfları da ideolojik olarak silahlandırdı. Onlar bunu kendi sınıfsal konumlarına uygun olarak kendi prizmalarından geçirdiler, dolayısıyla kendilerine benzettiler, bu işin ayrı bir yanı. Ama bu sayede, köylülük hiç değilse toprak ve özgürlük mücadelesinde ifadesini bulan kendi çıkarlarını, köylülük olarak kendi gerçek ihtiyaçlarını iyi-kötü görebiliyordu. Bu köylü hareketlerine önderlik eden, yön veren akımların Marksizmden ideolojik olarak yararlanmaları kolaylaştırıyordu bunu.

Bakıyoruz, sosyalizmin gücünün en aza indiği, Marksizmin etkisini en çok yitirdiği bir aşamada, ulusal hareket de ondan en az etkilenir hale geliyor. PKK, ideolojik yönden yararlandığı ve devrimci kimliğini borçlu olduğu bu silahı, yıllardır bir yana bıraktı. Dikkate değerdir; bu yıllar tam da ‘89 çöküşü sonrasına denk geliyor, dünyada sosyalizm akımının güçten düştüğü bir döneme denk geliyor. Dünyada sosyalizm akımı güçlüyken en iyi sosyalist biziz diyorlardı. Ve programının sosyalist olmasıyla, sosyalizmi hedeflemesiyle övünüyordu. Nitekim eski program kendine özgü bir biçimde sosyalizm iddiasına yer de veriyordu. PKK, marksist ideolojiden kendince yararlanıyordu.
Ama sosyalizm, kendini dünya ölçüsünde devrimci işçi sınıfı hareketi üzerinden gösteren öncü konumunu kaybedince, bakıyoruz yedekler üzerindeki etkisi de kayboluyor. Öteki ezilen sınıflar üzerindeki etkisi de kayboluyor. Demek ki, buna ister dünya ölçüsünde, ister kendi toplumunuz ölçüsünde bakın, öncüyü güvenceye alamadan yedeği güvenceye alamıyorsunuz.

Tüzüğümüzün temel görüş ve ilkelere ayrılan bölümünün üçüncü paragrafında, işte tam da bu formüle ediliyor. Aynı yerde, devrimin öncüsünü kazanmak kaydıyla devrimin yedeklerini kazanmak, devrimi başarıya ulaştırmanın temel bir koşuludur, deniliyor. Burada devrimin müttefikleri devrimin öncüsüne göre tanımlanıyor, bu çok çok önemli. Bu, tali olanı temel olana göre, ona bağlı olarak tanımlamak demektir. Esas ile tali ilişisidir burada sözkonusu olan. Esas olan öncüdür, öncü sınıftır, tali olan müttefiklerdir. Esas olana dayanarak taliyi kazanacaksınız. Esas ile tali birbiriyle karşıtlık içerisinde değildir, tersine, onlar birbirini bütünler. Önemli olan bu bütünlüğü doğru bir biçimde, öncelikli olandan hareketle kurabilmektir. İşçi sınıfını önemsemek köylülüğü küçümsemek değildir; tam tersine, müttefik sınıfları kazanabilmeyi, onların enerjisini değerlendirebilmeyi olanaklı kılabilecek zemine oturmak demektir.

Partinin stratejik hedefleri
ve proletarya enternasyonalizmi

Bir sonraki paragrafa geçiyoruz. İlk cümlede parti stratejisinin tanımı var. Bu çok açıklama gerektirmiyor, zira bizde yeterince işlenmiş bir konudur. Şöyle deniliyor:

“TKİP, burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkmayı, yerine proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmi kurmayı kendisi için temel stratejik devrimci görev olarak saptar...”

Bu, parti stratejisinin tanımı; yineliyorum, üzerinde durmak çok gerekli değil ya da bu yapılacaksa bile bu iş program incelenirken yapılmalıdır, nitekim yapılacaktır da.

Dikkat edin, genel ideolojik ve ilkesel yaklaşımlardan yavaş yavaş daha somut bir alana, devrim alanına, strateji alanına iniliyor.

Devam ediyor aynı paragraf: “... Bu mücadeleyi dünya devrim mücadelesinin bir parçası olarak görür ve proletarya enternasyonalizmi bakışaçısıyla yürütür. Kendisini uluslararası devrimci proletarya ordusunun Türkiye’deki müfrezesi olarak görür.”

Burada proletarya enternasyonalizminin temel yönlerinden birine ilişkin bir tanım, kendi devrimini dünya devriminin bir parçası olarak görme bakışaçısı var. Burada iki cümleye sıkıştırılmış olan sorun, çok temel ve hayati önemde bir teori ve program sorunudur. Bizde sosyalizmin tarihsel deneyimleri vesilesiyle de ayrıntılı olarak tartışılmış olan bir meseledir, bu nedenle bunun da üzerinde durmayacağım. Ama basit gibi görünen bu iki cümlede, gerçekte koca bir program ve dünya görüşü gizlidir, bunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.

Nitekim programımızın başlangıç maddesine bakarsanız, orada da tam da bu sorunla, proletarya enternasyonalizmi sorunuyla başlanıyor:“Kapitalizmin uluslararası karakteri, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine de uluslararası bir karakter kazandırır...”

Enternasyonalizmle başlıyor programımız, bütünden başlıyor, ülkeye geçebilmek için dünyadan başlıyor. Çünkü ülke dünyanın bir parçası, hele de tarihsel gelişmenin bu aşamasında, emperyalist küreselleşmenin bu aşamasında... Kendini bütünün bir parçası olarak algılayabilmektir proletarya enternasyonalizminin en kritik yönü.

Ama program bütünü saptamakla yetinmiyor, aynı paragraf şöyle devam ediyor: “... Bütün ülkelerin proletaryasının tarihi eyleminin yöneleceği nihai hedef ortaklığı buradan gelir. Bu nihai hedefe ulaşabilmek için, her ülkenin proletaryası öncelikle kendi burjuva sınıfını altetmek devrimci göreviyle yüzyüzedir...”

Bu da proletarya enternasyonalizminin öteki temel yönüdür. Parçaya bütünden bakacağız, ama parçadan giderek bütüne ulaşacağız. Ülkedeki devrimin sorunlarına dünya devriminin çıkarları üzerinden bakacağız; ama dünya devrimine hizmet edebilmek için de ülkedeki devrimi bir yere götürmeye çalışacağız. Proletarya enternasyonalizmi işte bu bütünlükte gerçek anlamını ve kapsamını bulur.

Ve bakıyoruz, bu temel ilkesel sorun parti tüzüğünün ilgili maddesinde, ilkeler bölümünde, iki cümleyle yer alıyor.“TKİP kendisini dünya proletarya ordusunun Türkiye’deki müfrezesi olarak görür” cümlesinde ifadesini bulan görüş ise bunu tamamlıyor.

Dünya proletarya ordusu şekilsiz ve kendiliğinden bir yapı değil kuşkusuz; normalde bu, enternasyonal düzeyde örgütlü dünya komünist hareketi demektir. Dünya komünist hareketi bugün en zayıf, en dağınık, en şekilsiz durumda olduğu için, burada tanım sadece genel planda daha çok bir bakışaçısı, bir perspektif olarak konuluyor. Bugün bir Komünist Enternasyonal olsa, parti programının ilgili bölümünde, kendini Komünist Enternasyonal’in Türkiye’deki müfrezesi olarak görür, der. Burada sorun böyle konulmuyor, genel planda konuluyor. Çünkü bugünkü somut durum sorunu genel planda koymayı gerektiriyor. Daha somut bir tanımı olanaklı kılacak koşullar bugün için yok. Ama o maddi koşullara ulaşmayı olanaklı kılacak bakışaçısı temel bir formülasyon olarak var.

Şiddete dayalı devrim

“TKİP, sırtını uluslararası emperyalizme dayamış burjuvazinin sınıf iktidarının ancak şiddete dayalı bir devrimle yıkılacağına inanır. Devrimi kitlelerin eseri olarak görür, kitlelerin devrimci şiddetini esas alır.”

Devrimci şiddet sorunu, çok temel bir ilke sorunudur. Bu cümle, devrimci olmak iddiasındaki herkesin kabul edebileceği, altına imzasını tereddütsüz atabileceği basit bir gerçeği dile getiriyor. Ama çok temelli bir dünya görüşü sorunu var burada. Bir ilke, aman zaten herkes tarafından biliniyor ve benimseniyor diye karşılandığı ölçüde, böylece o ilkenin içi de boşaltılabiliyor. Türkiye sol hareketinde ilkelerin değersizleşmesi buradan da geliyor.

İlkelerinizi daima ciddiye alacaksınız. İlkeleriniz hayatın içinde ete-kemiğe bürünecek, mücadelenizde ve siyasal çalışmanızda somut anlamını bulacak. Böyle olmadı mı, genel planda onu benimsemiş olmanızın hiçbir anlamı kalmaz. İşçi sınıfı toplumun ve dolayısıyla devrimin öncü sınıfıdır diyeceksiniz, ama işçi sınıfı çalışmasını bir yana bırakacaksınız. Bu sizin için bu ilkenin hiçbir değeri olmadığını anlatır. Bu durumda bu ilke sizin için gerçekte boş bir laftır, aldatıcı bir teorik süstür yalnızca. Hepimiz buna katılıyoruz, kimsenin buna bir şey dediği var mı, demek meselesi değil ki bu. Bu ilke sizin siyasal yaşamınızı, pratik yöneliminizi, siyasal öncelikleriniz belirliyor mu, bir parti olarak, bir siyasal akım olarak. İlkeler bunun için gerekli, laf ya da süs olsun diye değil.

Şiddete dayalı devrim mi, bu ilkeyi zaten hepimiz onaylıyoruz! Hepiniz onaylıyorsunuz da, bir kısmınızın bu burjuva düzenin icazet sınırları içinde işi ne? Burjuva legalitesinin o dar zemini içinde nasıl olacak bu iş? Siz hem şiddete dayalı bir devrimle bu düzeni yıkmak iddiasında olacaksınız, hem de bu düzenin kontrol sahası içinde örgütsel ve siyasal varlığınızı gerçekleştireceksiniz. Nasıl olacak bu? Demek ki bu ilkenin sizin için gerçekte hiçbir değeri yok. Aldatıcı bir boş laf işin aslında. Somutta EMEP’i ya da SİP’i örnek verebilirim buna. Sormaya kalksanız, şiddete dayalı devrim mi, hepimiz katılıyoruz buna, zaten Leninizmin özü-esasıdır bu, derler size. Derler ama, deseler ne olur, demeseler ne olur? Siyasal yaşamdaki gerçek konumları gerçekte ne olduklarını göstermiyor mu? Bir ilke sizin siyasal yaşamınızı ve yöneliminizi, konumlanmaya ilişkin tercihlerinizi etkilemiyorsa, onu kabul ediyor görünseniz ne olur ki?

Neden gereklidir ilkeler? Siyasal mücadelede ilke nedir, ne işe yarar? Soyut birer inanç mıdır, düşünsel birer süs müdür? Altına imza atılacak basit birer formülasyon mudur? Herhalde bütün bunlar değil. Siyasal ve örgütsel yaşamınızı, tüm mücadelenizi ve çalışmanızı onlara göre düzenleyeceğiniz temel işaret taşlarıdır bunlar. Temel çerçeve ve davranış pusulasıdır bunlar; kendinizi onun gereklerine göre biçimlendireceksiniz, biçimlendirmek zorundasınız.

İşçi sınıfı öncü ise, öncelikle öncüyü kazanmaya bakacaksınız. Öteki müttefikler ancak bu sayede mi kazanılıyor, ilkesel tanımınızda böyle mi diyorsunuz, pratik çalışmanızı da bunu gözeterek düzenleyeceksiniz. Önceliklerinizi, yoğunlaşmanızı, güç istihdamınızı buna göre yapacaksınız. Yoksa ilkenin bir kıymeti kalmaz. Bir süs, göstermelik bir söz kalıbı, aldatıcı bir iddia olarak kalır. Bu durumda savunsanız ne olur, savunmasanız ne olur...

Devrim kitlelerin eseridir

Dikkat edin, parti tüzüğümüzün temel görüş ve ilkelerine ilişkin bu sunuluşta sistematik bir bütünlük, mantıksal bir akış var, paragraflar öyle rastgele sıralanmıyor. İlk bakışta bildiğimiz birçok gerçekliğin bir kısmının peşpeşe sıralanması gibi görünüyor, ama değil. Üzerine enine-boyuna düşünülerek kurulmuş bir sistematik bütünlük, birbirini adım adım tamamlayan düşünceler bütünü var burada. Sistematik ve tutarlı bir dünya görüşü var.

Nitekim irdelediğimiz bu son paragraf, ilk cümlesinde “... şiddete dayanan devrimle yıkılacağına inanır” demekle kalmıyor, hemen ardından bir başka cümle ile devam ediliyor: “Devrimi kitlelerin eseri olarak görür, kitlelerin devrimci şiddetini esas alır.”

Bu da bir dünya görüşü sorunu, bu da bir programatik ilke. Devrimi kitlelerin eseri olarak görmek temel bir dünya görüşü sorunudur. Devrimi kitleler yapar, yaparsa kitleler yapar, başka türlü gerçek bir devrim olanaklı değildir. Hayır, devrimi öncüler olarak biz yapacağız demekle bir şey yapmış olmuyorsunuz. Devrim, sınıf ilişkileri ve çatışmaları alanından, sınıf çelişkileri ve çatışmaları zemininden doğar. Öncü partiler bunu hızlandırabilirler, ya da tersinden, yavaşlatabilirler, ama kendi öznel niyetleri ve çabalarıyla yaratamazlar ya da tersinden durduramazlar.

Toplumun derinliklerinde biriken enerjilerle açığa çıkan devrimci mücadeleleri, giderek devrimleri, siyasal partiler hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir, yenilgiye uğratabilirler ya da tersine zafere ulaştırabilir. Öznel etkenin rolü burada budur. Hiçbir parti kendi öz çabası ile devrim yaratamaz. Devrimin Almanya’da ya da İngiltere’de değil de Rusya’da patlak vermesi, basit bir rastlantı değil ki. Bunun kendi başına öznel etkenle, Lenin’le ve Bolşevik partisiyle bir alakası yok. Tam tersine, Rus toplumunun derinliklerindeki çelişkiler ve bu çelişkilerin çözümü zorlayan gücü, böyle bir devrimci partiyi ve lideri üretmeye ve geliştirmeye müsait olduğu içindir ki, onlar da varolmuşlar ve kendi tarihi rollerini oynayabilmişler. Devrimin zaferinde oynadıkları muazzam tarihi rol ancak bu çerçevede, bu nesnel zeminde kavranırsa yerli yerine oturur.

Materyalist dünya görüşü açısından bunu zaten başka türlü izah edemezsiniz. Sınıflar çatışmasının yumuşak olduğu yerlerde görkemli devrimci partiler doğmamıştır, doğamamıştır. Tarihe damgasını vuran devrimci partileri ve liderleri, son tahlilde, tam da devrimi üreten o çelişkiler zemini, o aynı toplumsal çatışmalar zemini üretir. Bu çelişkilerin yatıştığı yerde ve zamanda da, devrimci partiler güçsüz ve cılız kalırlar, hatta çoğu kere devrimci kimliklerinden bile uzaklaşırlar. Tersinden, çelişkiler gelişip depreşince, partilerin gelişip serpilebileceği zeminler oluşur. Partiler bunun bilincine varırlar, buna yön vermeye, toplumun derinliklerinde kendiliğinden dinamiklerle mayalanan devrime bir yön ve program kazandırmaya, onu örgütlü kılmaya ve dolayısıyla zafere ulaştırmaya çalışırlar. Sonuçta devrimi başarırlar veya yenilip başarısızlığa uğrarlar.

Devrim kitlelerin eseridir denilirken, bu, devrim sınıflar çatışmasının ürünüdür ve çatışmanın devrimci safındaki sınıfların eseridir ile aynı anlama geliyor. Devrim sınıfların çatışmasından doğar ve burada kitleler kavramının kapsamı hep sınıf kitlelerini, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri anlatır, yedekleriyle beraber düşündüğümüzde.

TKİP, “devrimi kitlelerin eseri olarak görür, kitlelerin devrimci şiddetini esas alır.” Bu, bizim devrimci şiddete bakışımızdır. Ama “esas alır” diyor, buna dikkat ediniz. Bu, bireylerin ya da birey gruplarının devrimci şiddetini hiçbir biçimde dışlayan bir tanım değil. Biz devrime, devrimci mücadelenin düzeyine ve ihtiyaçların uygun düşmek kaydıyla ve kitlelerin devrimci şiddetini geliştirmeye tabi bir biçimde, hiçbir mücadele biçimini, buna “bireysel şiddet” kapsamına giren yöntemler ve eylemler de dahil, reddetmeyiz. Hiçbir mücadele biçimini ya da yöntemini kullanmayı prensip olarak reddetmeyiz. Ama bizim için aslolan kitlelerin devrimci şiddetidir. Tüm ötekiler buna tabi olmalı, bunu kolaylaştırmalı, buna hizmet etmeli, bunu beslemeli ve tamamlamalıdır.

Geçmişi olmayanın geleceği olmaz

Sonraki paragrafa geçiyorum. Burada geçmişe bakış, yani partinin dayandığı ve üzerinde yükseldiği, bugün savunduğu ve yarına taşımaya çalıştığı, devrimci miras sorunu var:

“TKİP, geçmişten bugüne Türkiye’nin tüm devrimci birikiminin mirasçısı ve bugünkü temsilcisidir...”

Devrimci birikime dayanamayan, onda kalıcı olanı süzüp alamayan, geçici ve zararlı olanı eleştirip atamayan bir akım, devrimin ve devrimci mirasın temsilcisi de olamaz zaten. Parti programımız da bunun bilinciyle hareket etmektedir. Nitekim programımızın bitiş bölümü, uluslararası proletaryanın devrimci teorik ve pratik mirasına bağlılığın ilan edilmesinin ardından, şu sözlerle tamamlanmaktadır:

“Türkiye’nin devrimci teorik ve pratik mirasının bilimsel temellere dayalı eleştirel bir sentezi olan bu program, modern revizyonizme, sosyal-reformizme ve küçük-burjuva halkçılığına karşı yürütülen ilkeli bir mücadelenin ürünüdür.”

Burada sahiplenilen ve reddedilen miras içiçe ifade ediliyor. Kendini “Türkiye’nin devrimci teorik ve pratik mirasının bilimsel temellere dayalı eleştirel bir sentezi” ilan eden program, bununla yetinmiyor, aynı zamanda hangi türden bir mirasa karşı mücadelenin ürünü olduğunu da ortaya koyuyor.

Ciddi devrimci partiler her zaman kendi toplumlarındaki devrimci siyasal ve düşünsel birikimlerin ürünüdürler. Hiçbir gerçek devrimci parti boşluktan doğmaz. Toplumda düşünsel ve pratik bir mücadele birikimi, politik ve örgütsel bir birikim vardır; partiler bundan beslenerek, bunu eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutup aşarak doğarlar. Biz geçmişi eleştirdik ve aştık diyoruz; insanlar ya da partiler anlayamadıkları bir geçmişi aşamazlar. Eleştirip aşmak için öncelikle anlayabilmek gerekir.

Her kopuş aynı zamanda bir süreklilik içerir. Kalıcı olanı özümser içerirsin, böylece güvenceye alıp süreklileştirirsin, geçici ve zamanını doldurmuş olanı ise eleştirip atarsın. İşte bu çaba ve tutum eleştirel bir sentez çıkarır ortaya. Siz daha ileri bir düzeydesiniz artık, geçmişi kucaklayan ama onu aşan bir konumdasınız artık. Geçmişi aşmışsınız; ama bunu, onda olumlu ve ileriye yönelik olarak ne varsa onu kucaklayıp daha ileri bir düzeyde yeniden yaratıp yaşatarak yapmışsınız. Eleştirel sentez! Bu, partimizin geçmişe bakışını da özetliyor. Dolayısıyla tarihine, geçmişten gelen tüm mücadele birikimine, kendisini de üreten birikime bakışını anlatıyor.

Bu son derece önemlidir. Biz geçmişin sert bir eleştirisi ile ortaya çıktığımız için, bu temel nokta bize dışarıdan bakanların gözünden kaçabiliyor. İnkarcılıkla çok suçlandık, biliyorsunuz. Ama biz daha inkarcılıkla suçlandığımız ilk andan itibaren; bizimki bilimsel bir inkardır, biz bir mücadeleye çizgi çekiyor değiliz, tam tersine, o mücadeleyi değerlendiriyoruz ve onda olumlu ve ileriye yönelik olan herşeyi sahipleniyoruz, diyerek yanıtladık ideolojik hasımlarımızı. Oysa bizim aksimize, siz bunu yapmıyorsunuz; bunu yapmadığınız için de, geçmişin devrimci kazanımlarını bile koruyamazsınız, çok geçmeden bugün savunuyor göründüğünüz o geçmişin de gerisine düşersiniz, diye de ekledik.

Sonuç ne oldu? Sonuç olduğu gibi doğrulanmamız oldu. Dünün tutucu ve samimiyetsiz geçmiş savunucuları geçmişten kalan hiçbir şeyi koruyamadılar. Tüm düşünsel ve örgütsel mevzileri peşpeşe terkettiler, daha da kötüsü, bunları bizzat tasfiye ettiler. Dünün devrimci partileri tasfiye edilerek yerine reformist legal partiler geçirildi. Geçmiş devrimcilikten hemen hiçbir şey kalmadı, hiçbir düşünsel ve pratik mevzi korunamadı, bu sözde geçmiş savunucularının düşüncesinde ve pratiğinde.

Biz gelenesel küçük-burjuva devrimciliğinin açık ve kesin bir inkarı olduk. Bu, bilimsel bir inkardır, bunu basit gündelik dildeki bayağı anlamıyla karıştırmamak gerekir. Bunu felsefi bakışaçısıyla ele almak ve anlamak gerekir. Felsefi bakışaçısından her inkar ise, aynı zamanda bir süreklilik içerir. Bu tür bir inkar eskinin birikiminden doğar; onunla çatışır, fakat onda olumlu olan herşeyden beslenen bir ileri sentez olarak kendini ortaya koyar.

Bu geçmişe yaklaşımda da böyledir. Siz geçmişe çizgi çekmiyorsunuz; tam tersine, bizzat o geçmiş, sizin ortaya çıkışınızı da olanaklı kılan çelişkileri ve birikimi içeriyor. Geçmişin iç çelişkileri ve birikimi olmazsa, siz bir çatışmanın içinden şekillenip fışkıramazsınız. Biz boşluktan doğmadık, bir takım bireylerin özel yetenekleri ile de ortaya çıkmadık, bir birikim bunu olanaklı kıldı, denildi, bizim konuya ilişkin tüm değerlendirmelerimizde.

Bunlar bizim geçmiş değerlendirmelerimizde hep var. Buna rağmen kendi dışımızda genellikle geçmişin inkarcısı olarak algılandık. Bu normaldi de, zira bunu böyle görenler marksist yöntemle düşünmesini bilmiyorlar, felsefi anlamda devrimci inkar nedir bilmiyorlar, böyle düşünme yetenekleri ne yazık ki yok.

İkiyüz yıllık devrimci tarihin mirasçısı...

Devam ediyorum: “... Sosyalizmin ve uluslararası proletaryanın sınıf mücadelesinin iki yüzyıllık devrimci tarihini sahiplenir, ondan eleştirel bir biçimde yararlanır.”

Öncelikle teknik bir sorun. Burada 200 yıl, oysa programda 150 yıl deniliyor... Bu bir çelişki mi? Farklılık nereden geliyor?

Fransız Devrimi’nde kendini “eşitler komplosu” ile gösteren Babeuf, modern komünizmin henüz ilkel düzeyde de olsa bir ilk öncüsüdür. Modern proletaryanın Fransız Devrimi içindeki o ilk çıkışı üzerinden kendini gösteren bir akımın temsilcisidir. Buradan bakıldığında, 200 yıllık bir siyasal geçmişimiz var. Parti tüzüğümüzde sorun, salt “Sosyalizmin ve uluslararası proletaryanın sınıf mücadelesi” açısından konulduğu için, bu mücadele mirası iki yüzyıllık tarih üzerinden tanımlanıyor.

Oysa partimizin programı, sorunu bilimsel sosyalizmin teorik ve pratik mirası açısından ele alıyor ve bu çerçevede, bilimsel sosyalizmin 150 yıllık düşünsel birikimi diyor. Komünist Manifesto bilimsel sosyalist dünya görüşünün başlangıç tarihidir, programda bu hareket noktası olarak alınıyor. Dolayısıyla, birinde salt bir politik miras tanımlanıyor, diğerinde ise düşünsel temele bağlı bir politik miras. Fark buradan geliyor. İki ayrı vurgu tercihi var burada.

Sözkonusu paragraf sosyalist Ekim Devrimi’nin ilke ve ideallerine bağlılık bildirerek bitiyor: “Proletarya devrimleri çağını başlatan büyük sosyalist Ekim Devrimi’nin ilke ve ideallerine kararlıkla sahip çıkar, kendine rehber olarak alır.”

Bu, Ekim Devrimi’nin teori ve pratiğinden beslenmeyi, Leninizme bağlılığı anlatıyor ve özel bir açıklama gerektirmiyor.

İllegal temel üzerinde legalitenin
etkin biçimde kullanımı

“TKİP, burjuvazinin gerici sınıf egemenliği koşullarında, illegal temeller üzerinde örgütlenmeyi, örgütsel varlığını ve siyasal faaliyetini her koşulda sürdürebilmenin biricik gerçek güvencesi sayar...”

Parti tüzüğü; partinin genel dünya görüşünü, genel ilkesel konumunu, genel stratejik hedefini dile getiriyor ve bütün bunları, partinin varoluş biçimi ile ilgili bir sonuca bağlıyor. Demek oluyor ki; bu ideolojiye sahip, bu hedefleri güden, bu tür bir devrimi hedef alan bir parti, eğer bu amaçlarında ciddi, tutarlı ve samimi ise, kendini burjuva düzenin koşulları, sınırları, çerçevesi içine sığdıramaz, bunun için, “illegal temeller üzerinde örgütlenir”.

Paragraf şöyle devam ediyor: “Bu ilkesel temel üzerinde ve ona tabi bir biçimde, burjuva legalitesini en etkin bir biçimde kullanır.”

Partimiz başından itibaren buna uygun olarak hareket ediyor. Bir siyasal akım olarak çok zayıf doğduk, asgari bir örgütsel yapıya ulaşabilmek için birbuçuk-iki sene uğraştık. Bu ‘89 sonunu buldu. ‘90 yılından itibaren ise legalitenin istismarına başlıyoruz. Yani az-çok bir örgütsel varlık kazandığımız andan itibaren burjuva legalitesini, koşullara, döneme ve kendi gelişme durumumuza göre etkin bir biçimde kullanıyoruz, istismar ediyoruz. İllegal temeli, illegal omurgayı kaybetmeden, bu istismarı en ileri düzeyde hala da yapıyoruz. Bunda günden güne giderek daha çok deneyim ve ustalık kazanıyoruz.

Aslolan ile tabi olanı başarıyla
birleştirmek

Farketmişsinizdir, bir dizi sorun; esas olan-tali olan, ilkesel olan-ilkesel olana tabi, bu çerçevede taktik olan diye gidiyor. Bu çok önemli. Çünkü, kafa karışıklığının, yoldan çıkmanın, çizgiden sapmanın en temel nedenlerinden biri, tam da bu temel ilişki kategorilerini yerli yerine oturtamamakta ifadesini buluyor.

Burjuva legalitesini en ileri düzeyde istismar etmek yanlış değil, onu illegal bir temele tabi kılamamaktır yanlış olan. Emekçi köylülüğü önemsemek yanlış değil, onu işçi sınıfı eksenine tabi kılarak ele almamaktır yanlış olan. Bireysel şiddeti kullanmak yeri geldiğinde kendi başına yanlış değil, onu kitlelerin devrimci şiddetine, onun gelişmesine ve ihtiyaçlarına tabi kılmamaktır yanlış olan. Demokrasi mücadelesi kendi başına önemsiz ya da gereksiz değil, onu devrime ve sosyalizm eksenine bağlayamamaktır yanlış olan, vb., vb... Bu ilişki kategorilerini daha da uzatabilirsiniz.

Yineliyorum; yoldan çıkmalar, ideolojik sapmalar birçok durumda bunları yerli yerine oturtamamaktan doğuyor. Ne demokrasi mücadelesi, ne de kitlelerin gündelik çıkarları önemsizdir. Nitekim bunlar programımızda gerektiği gibi yer almıştır. Bunları sağlam bir eksene oturtmaktır tüm sorun. Programımızın örneğin taktik siyasal bölümünde, kapitalizmin işsizlik belasına karşı bir talep var; “Tüm çalışanlara iş güvencesi!” Ama programımızın teorik bölümünde de, kapitalizmin bunu sağlayamayacağına ya da sınıf mücadelesinin baskısıyla geçici olarak sağlasa bile, bunun kapitalizmde hep iğreti kalacağına bir vurgu var. En temel teorik sorun ile en pratik taktik istem arasında bir ilişki var burada. Siz bu talepler üzerinden gündelik mücadeleyi geliştirmeyi başarabilirseniz, tam da bu sayede, işçilere bu meselenin kaynağını gösterme olanağı da bulursunuz günden güne.

Ama işte bu kaygıyı, işçilere ve emekçilere sorunların asıl kaynağını gösterme kaygısını, şaşmaz bir biçimde taşımanız lazım. Zira gündelik mücadeleye, kitlelerin acil istemelerine ilgi gösterirken amacınız pekala birbirine zıt iki farklı türden olabilir.

Birinci durumda siz, işçi sınıfına kapitalizm koşullarında biraz olsun soluk aldırmak ve böylece kapitalizmi katlanılabilir kılmak istiyor olabilirsiniz. Bu sizi Bernstein’in ünlü düşünce tarzıyla birleştirir; hareket, yani gündelik çıkar için mücadele herşey, nihai hedef hiçbir şeydir!..

Ya da siz gündelik çıkarı, emekçiyi fiziksel ve zihinsel çürümeye karşı korumanın bir gereği olarak ele almanın yanısıra, bu uğurdaki mücadeleyi de ona temel tarihsel çıkarını anlatabilmenin bir olanağı, bir manivelası, bir vesilesi olarak ele alırsınız. Onun bu mücadele içinde gücünün bilincine varmasını, mücadele yeteneğini ve kapasitesini güçlendirmesini, böylece daha ileri mücadelelere hazırlanmasını hedeflersiniz. Sizin mücadeleye bakışaçınızı hep bu belirler, gündelik mücadelenin her adımında buna uygun hareket edersiniz.

Bazı yoldaşların programla ilgili yazıları, bazı emekçilerin programa ilişkin gözlemleri, bu bakımdan son derece anlamlıdır: Partimizin programının gerek “Acil Demokratik ve Sosyal İstemler”bölümü, gerekse “Emeğin Korunması” bölümü, emekçileri kapitalizmle, kapitalizmin temel gerçeklikleri ile karşı karşıya getirme mantığına dayanıyor, bu işlevi görüyor, diyorlar bu yoldaşlar. Gerçekten tam da böyle bir dinamik mantığa dayanıyor bu bölümler ve zaten kongrenin programa ilişkin kapsamlı tartışmalarında bu döne döne böyle de formüle edilmiştir.

Partimizin programı bir bütündür

Partimizin programı bir bütündür; programı bu bütünlüğü içinde kavrayamazsanız, buradaki hiçbir meseleyi doğru kavrayamazsınız. En basit taktik istemin teorik temelini bulmak zorundasınız. Tersinden de, en temel teorik sorunun taktikteki, gündelik mücadeledeki izdüşümünü, uzantısını bulmak zorundasınız.

Kongremizin en temel tartışma konularından biri olmuştur bu, o bölümler henüz yayınlanmadı (Parti Programı Üzerine dizisinin dördüncü kitabı olarak yayınlanacak bu tartışmalar). Bu tartışmalar içinde bazı yoldaşlar; acil demokratik ve sosyal istemler türünden alt bölümlere gerek yok, bunlar reformizm üretir, yarın birileri kalkar bunu kendi içinde bir programa dönüştürür, böylece reformizme düşülür, demişlerdir. Böyle bir tehlike elbette ki var, nitekim tarih bunun tanığıdır. Ama biz bu tehlikeden korkarak parti programının temel teorik sonuçlarının taktik yansımalarını gene programatik bir form içerisinde ifade edemezsek, tarihi güne bağlayamayız, stratejiyi taktiğe bağlayamayız, tarihe ve stratejiye yürüyecek yolu bulamayız, diye yanıtlanmıştır bu yoldaşlar.

Doğru devrimci çözüm, parçalardan birinden birini kendi içinde esas almak ya da herşey saymak değil, parçayı bütüne tabi kılmak, dolayısıyla ikisi arasındaki ilişkiyi doğru kurabilmektir. Bu bizim dünya görüşümüzün felsefesinde böyledir zaten. Evrim olmadan devrim olmuyor, nicelik olmadan nitelik olmuyor, parça olmadan bütün olmuyor. Ama bütün üzerinden bakmadan da parça doğru kavranamıyor, yerli yerine oturtulamıyor. Stratejik ölçünüz yoksa, taktiğiniz her tarafa savrulabiliyor.

Stratejik ölçünüz neyi gerektiriyorsa taktik tercihiniz de ona uygun olmak zorunda. Elbette ki taktik esneklik; ama stratejik hedefle çelişmeyen, ona tabi olan, onun başarısını hazırlayan bir taktik esneklik olmalıdır bu. Yoksa strateji bir tarafta, taktik öte tarafta kalırsa, bu ikisi yaşamın içinde doğru bir biçimde bütünleştirilemezse, bu durumda devrimci çizgi korunamaz. Bu durumda iki şey sözkonusu olabilir. Ya taktik sizin herşeyinizi belirler; stratejik yönünüzü kaybedersiniz, reformist olursunuz, düzen içinde kalırsınız. Ya da, programımızın genel teorik bölümü, sosyalizme ilişkin ilkesel bölümler ile proletarya devrimi programı çok iyi der ve orada öylece durursanız, onlar çok hoş ama aynı ölçüde boş hayaller olarak kalır yalnızca. Bu durumda emekçilere ulaşamazsınız; zira onları emekçilere kavratmanın yolu, bu programda emekçilerin gündelik çıkarlarının izdüşümlerini yaratabilmek, buna uygun düşen bir çalışma ve mücadele içerisinde olabilmektir.

Bu sorun kongredeki tartışmalarda, bizim program taslağı üzerine bütünsel tartışmamızı dağıtacak ve sınırlayacak kadar çok özel bir yer tutmuştur. Bir noktadan sonra tartışma buna kilitlenmiştir. Vakit sınırlılığından dolayı taslaktaki bir sürü başka nokta maalesef bu nedenle tartışılamamıştır. Bu, bu konunun önemine bir göstergedir.

Partimizin programında, taktik olanla stratejik olanın ilişkisi doğru kurularak, bu soruna amaca en uygun bir çözüm getirilmiştir. Bu temelde; esas-tali, strateji-taktik, devrim-reform vb. kategorilerin doğru ilişkisi sorunudur. Buradan bakıldığında, programımız organik bir bütündür. Teorik olan bölümler ile pratik bölümler bir bütündür, birbirinden koparılamaz. Bu da teori ile pratik ilişkisi gibidir. Programımızın taktik bölümünü teorik ve stratejik bölümünden kopardınız mı, bu sizi dosdoğru reformizme götürür. Tersinden de, programın teorik ve stratejik bölümünü taktik bölümünden kopardınız mı, bu da sizi aydın oportünizmine götürür. Bu ise, bir süre sonra gerisin geri gene reformizm üretir. Çözüm, programın organik birliği ve bütünlüğüdür. Bu organik birlik ve bütünlük programımızın içinde vardır, gerekçeleri de Kuruluş Kongremizin değerlendirme ve tartışmalarında kapsamlı biçimde ortaya konulmuştur. Böylece hata yapma, hatalı anlayışlarla hareket etme olanağı en aza indirilmiştir.

Yeniden legalite-illegalite ilişkisi

Tüzüğün ilkesel bölümü programın bir özü ve özetidir demiştim. Programın kendisi bir özettir, parti tüzüğümüzün “Parti” başlıklı bu ilk bölümü de, bir bakıma programın bir özeti. Bu tartışmanın ikide bir dönüp programa bağlanmasının gerisinde bu var, zaten bunu anlatmaya çalışıyorum.

Aslında legalite-illegalite meselesinde de bunu anlatmaya çalışmıştım. Burada eğer diyalektik düşünmeyi başarabilirsek, bu ilişkiye bir nicelik değil fakat nitelik ilişkisi olarak bakarız. Yani temelde partinin ne kadarı illegal ne kadarı legal meselesi değil bu. Öyle koşullar olur ki, partinin çalışma biçimi çok büyük ölçüde açık biçimler üzerinden yürüyebilir. Zaten kitle mücadelesi geliştiği ölçüde bu kaçınılmaz olarak da böyle olur. Ama buna rağmen partinin geleceği temsil eden bir omurgası vardır; partiyi temsil eden, onun çizgisini ve mücadele değerlerini temsil eden, partinin doğru yolda yürüyüşünün güvencesi olan bir çekirdektir bu aynı zamanda. Bu profesyonel devrimci çekirdeği siz burjuvazinin denetim ve saldırı alanından koruyor musunuz, bütün mesele budur. Parti milyonları seferber eden bir güce ulaşabilir, buna uygun düşen kitlesel örgütlemelere, desteklere, mevzilere kavuşabilir. Bunların beşte dördü, onda dokuzu legal olur. İllegal olan, partinin omurgasıdır, beyni ve çekirdeğidir. İllegalite temeldir diyoruz. Ama bizim çok şeyimiz bugün de legalden yürüyebilir. Burada hiçbir çelişki, hiçbir tutarsızlık yoktur. Zira bu bir nitelik ilişkisidir, nicelik değil.

Biz bu broşürü illegal de basabiliriz, ama legal olarak basmak varken ne gerek var buna. Bunun biçimsel ve teknik kolaylıkları varken, neden illegal basacakmışız. Ama bize bunu legalde bu kadar rahat bastırma imkanı veren de gene illegalitedir. Burjuvazi illegaliteyi bitirmeden legaliteye dokunamıyor çoğu durumda. Ama sizin illegalitenizi bitirsin, dönüp legalitenizi de ya kendi icazetine uydurur, değilse onu bitirme yoluna gider. İllegal temelinizin ve güvencenizin olmadığı bir durumda da, siz, burjuvazinin baskı ve dayatmalarına istemeseniz de boyun eğmek durumunda kalırsınız.

Kürt hareketini teslimiyete itmeyi başardıktan sonra, Genelkurmay, yakın zamanda tutup Kürdistan’da gazetecilere bir brifing verdi. O brifingte Genelkurmay diyor ki; yok Kürt kimliği imiş, yok Kürt dili imiş, bunları duymak bile istemiyoruz. Bir savaş verilmiştir, isyan bastırılmıştır, bu askeri zaferi şimdi de kültürel bir zaferle tamamlamamız gerekiyor; bunun için de devlet Türkçe öğretmeye ağırlık vermelidir, merkezi köy projesine önem vermelidir, okuma-yazma kurslarına önem vermelidir, vb... Devrim ayaktayken Kürt kültürel kimliğini seve seve kabullenenler, hatta bunu bir ölçüde devletin Milli Siyaset Belgesi’nde bile ananlar, şimdi Kürt kimliğiymiş, Kürt diliymiş, kültürüymüş, böyle şeyler duymak bile istemiyoruz, diyebiliyorlar.

Konuyu dağıtmış oluyorum, ama bir şey anlatmaya çalışıyorum. İllegal temeli koruduğunuz sürece legalitede size alan vardır. Devlet illegal alandan kovmaya çalışarak da legalitede alan açar size, sizi oraya özendirir. Orada alan mı açıyor, o alanı kullan, istismar etmeye bak, ama kendi alanını asla terketmeden. Onun sürdüğü alana sürülmüş olma, sen kendi alanını koru, illegal temelini koru, onun sana tuzak olarak hazırladığı alandan tam karşıt yönden yararlanmaya bak.

İllegal temeller üzerinden burjuva legalitesinin en ileri düzeyde istismarı bunu anlatıyor. Bu açıdan bir kusurumuz olduğunu sanmıyorum. Ama bugün için gücümüz azdır, olanaklarımız sınırlıdır, kitle desteğimiz zayıftır, bu nedenle bu alanı daha az kullanıyoruz bugün, bu başka bir sorundur. Parti ilerledikçe, gelişip güçlendikçe, legaliteyi de daha çok ve daha etkin bir biçimde kullanmayı başarabilecektir.

Kurulu düzene karşı mücadele eden her
devrimci siyasal akıma destek

İlkesel bölümünün son maddesine gelmiş bulunuyoruz: “TKİP, kurulu toplumsal ve siyasal düzene karşı mücadele eden her devrimci siyasal akımı destekler.”

Komünist Manifesto’dan beri temel bir hükümdür bu. Komünist Manifesto’nun dördüncü bölümünde bu vardır. Bizim programımızın da son paragraflarında vardır. Tüzüğümüzün ilkesel bölümünün son maddesi olarak var. Bu, kendi dışındaki devrimci akımları, devrimci bir çizgide mücadele ettikleri sürece desteklemek anlamına gelmektedir. Yaşam içerisinde fazlasıyla görüldüğü için, somut anlamına çok girmek gerekmiyor. Devrimci temeller üzerinde kurulu düzene karşı mücadele ettikleri sürece biz çeşitli akımları destekliyoruz. Bu onları ideolojik olarak eleştirmeye engel değil kuşkusuz, bu, işin tümüyla başka bir yanı.

Daha önce irdelediğimiz üçüncü paragrafta sözkonusu olan sınıflar alanıydı, öncü sınıf ve onun emekçi müttefikleri sorunu konuluyordu orada. Bu son paragrafta, bu kez partiler ilişkisi alanıyla ile yüzyüzeyiz. Devrimci sınıf partisi kendi devrimci mücadelesini vermekle kalmaz, kendi dışında kurulu düzene karşı mücadele eden devrimci siyasal akımları da destekler. Devrimci emekçi sınıflar denilmiyor dikkat ederseniz, kendi dışındaki devrimci siyasal akımlarla politik ilişki tanımlanıyor burada. Yeterince açıktır, ama fazlasıyla önemlidir.

Partimizin tüzüğünün “Parti” başlıklı ilkesel bölümü üzerine tartışmayı böylece burada noktalıyoruz.

 (Ekim, Sayı:217, Ağustos‘00)

 

Ek metin:

Proletarya diktatörlüğü ve
devrimci partiler

(Bu parça, Partimizin Tüzüğü Üzerine konulu konferans esnasında
sorulan bir soruya verilen yanıttan oluşmaktadır)

Soru: Proletarya diktatörlüğü koşullarında başka devrimci partiler de olabilir mi, duruma göre bunlar da iktidarda yeralabilirler mi?

Duruma göre tabii ki olabilir. Ekim Devrimi deneyiminin de somut olarak gösterdiği gibi, bu pekala olabilir. Başlangıçta sol Sosyalist-Devrimcilerle birlikte iktidar alınıyor, devrimin zaferi için çalışan bu parti sonuçta kurulan iktidara da ortak oluyor.

Peki sonra niye tasfiye ediliyorlar? Devrimin karşısına geçiyorlar da ondan. Brest barışını yapmak, devrimi kurtarmak için Almanlara Rusya’nın zenginliklerinin üçte-ikisini geçici olarak bırakmak gerekiyor. Bunlar küçük-burjuva gelenekten geliyorlar, dargörüşlü küçük-burjuva yurtseverliği iliklerine işlemiş, “vatan” kavramına kendi içinde çok tutkunlar, Brest barışına “vatana ihanet” diye bakıyorlar.

Oysa Bolşevikler hiç de böyle düşünmüyorlar, onlar için devrimi kurtarmak önemli ve herşeyin başı; devrimi kurtarırsak, “vatan”ı nasıl olsa kurtarırız diye bakıyorlar soruna. Devrim ölünce, “vatan” şu veya bu biçimde zaten gidecektir. Ya toprak sahiplerinin ve burjuvazinin eline, ya onların eliyle rakip emperyalist olan Almanya’nın eline geçerek... Vatanı kurtarmanın yolu da işin özünde devrimi kurtarmaktan geçiyor.

Ama Sosyalist-Devrimciler Brest barışı ile “vatana ihanet ediliyor” diye feveran ettiler, ardından köylülük meselesinde yalpaladılar. Bu tür sorunlardan hareketle, adım adım devrimin karşısına geçtiler ve sonuçta zorunlu olarak tasfiye edildiler. Mücadelenin amaçları ve hedefleri ittifak kurmayı gerektiriyordu, ittifak kuruldu; mücadelenin amaçları ve hedefleri tasfiye etmeyi gerektiriyordu, tasfiye edildiler.

Bu kadarlık bir açıklama yeterli bir fikir veriyordur sanıyorum. Bu bir ilke sorunu değil. Tabii ki, tarihsel olarak devrim öncesi süreçte oluşmuş, size paralel olarak devrim için mücadele etmiş, devrimde yerini almış, devrimden sonra çeşitli meselelere yaklaşımı farklı olsa bile devrimi savunma çizgisini sürdüren parti ya da partilere; hayır, artık biz egemen olduk, tek başına biz yöneteceğiz, ya bize katılırsınız ya da sizi yok ederiz, diyemezsiniz? Bir mantığı olabilir mi bunu diyebilmenin?

Ama bu işler ısmarlama da olmuyor. Çok partili olacağız, başka partilere yer vereceğiz cömertliği ya da alicenaplığı sorunu değil bu. Bu tümüyle sınıflar mücadelesinin, onun belirlediği tarihi koşulların ortaya çıkaracağı bir durumdur. Olduğu zaman reddedemezsiniz, olmadığı zaman da yapay bir biçimde yaratamazsınız. Öyle partiler doğabilir ki, kalıcı da olabilirler, kalsınlar. Zamanla hayat onları getirip işçi sınıfının devrimci partisiyle zaten birleştirir bir biçimde. Olayın mantığı üzerinden baktığımızda, bu bir yerde kaçınılmazdır.

Hayır birleştiremeyebilir de diyebilirsiniz. Olabilir, birleştiremeyebilirler de. Bu durumda bağımsız fakat paralel çaba içerisindeki partiler olarak kalırlar devrimci partiler. Ama bir tanesi hep sürükler, olayın mantığında bu var. Sınıfı devrimci temeller üzerinde tutan ötekini kendine tabi kılar. Başka türlüsü mümkün değil. Moskova’yı, Petersburg’u tutanlar egemen kaldılar, değil mi? Sağ Sosyalist-Devrimcilerin kendi çapında önemli bir gücü vardı. Ama Bolşevikler bunları ezip geçtiler. Sol Sosyalist-Devrimciler, tüm güçlerine rağmen, koşullar gerektirdiğinde az-çok kolaylıkla tasfiye edildiler. Neden? Çünkü Bolşevik parti tutacağı yeri iyi biliyordu da ondan. Toplumu tutan omurgayı tuttuğu için, çatışmada tüm ötekileri ezdi geçti.

Tüm bu nedenlerle, bu konuda öyle çok abartılacak, sorun edilecek ya da korkulacak bir şey yok ortada. Öyle tartışılacak derin bir şey de yoktur. Sosyalizmin sorunları adı altında bu konuda yapılan tartışmalar genellikle boş laf yığınıdır. Öteki partilere yer verecek miyiz? diyorlar. Bu, tarihi öznel tercihlere indirgemektir. Mesele sizin yer verip yer vermeyeceğiniz değil, tarihin ne getireceğidir. Bunun ne olacağını siz bugünden bilmiyorsunuz ki. Tarih devrimin zaferinin ardından, işçi sınıfını tutan komünist partisinin yanısıra üç başka devrimci partiyi de mi getiriyor sahneye, getirsin. Devrimi birlikte yapanlar, onu birlikte sürdürüyorlarsa, ortada mesele yok demektir.

Ama önce razı oluyorsunuz da, sonra tutup tasfiye ediyorsunuz, deniliyor. Ama tasfiyeyi durduk yerde gündeme getirenler Bolşevikler değil ki. İsyan eden, Bolşevikleri ihanetle suçlayan, Sol Sosyalist Devrimciler’ in kendisi. İşi Lenin’e ve birçok başka Bolşevik öndere ya da yöneticiye suikastlara vardıranlar onlar. Ve bunun bir mantığı var.

Bu ara solda da moda olan bu “vatan” edebiyatının yarın nelere mal olacağına buradan da bakabilirsiniz. Bugün birileri “yurtseverlik” dururken, tutup durduk yerde “vatansever” oldular. Bu vatan sevdasının yarın işleri ne noktaya götüreceğini birlikte göreceğiz. Rusya devrim tarihi bu açından büyük derslerle doludur. Tüm “vatan” sevdalıları, emperyalist savaş patlak verdiğinde “vatanı savunma” adına sosyal-şovenizme kaydılar, sosyal-yurtsever olup çıktılar.

Bolşevikler, devrim kurtarılmadan vatan kurtarılmaz diyorlar. Devrimi kurtarmak için de Rusya topraklarının üçte birini, aynı anlama gelmek üzere Rusya’ nın zenginliklerinin üçte-ikisini Brest barışıyla Almanlara bırakıyorlar. Devrimi kurtarmak için “vatan”ın bir kısmı üzerindeki hükümranlık haklarını yitiriyorlar. Ama tam da bu sayede devrimi kurtarıyorlar, devrimi kurtararak da gerisin geri vatanı kurtarıyorlar.

Bu işin bir mantığı var. Siz “vatancı”, aynı anlama gelmek üzere küçük-burjuva milliyetçisi olursanız, meseleye bir türlü bakıyorsunuz, marksist sosyalist olursanız bir başka türlü bakıyorsunuz. Sosyalistin gözünde vatan sınırlarının silinmesi, onun için vatanı hiç de önemsizleştirmiyor. Bizim küçük-burjuva milliyetçisinin histeri konusu ettiği türden bir vatan aşkımız yok, ama devrim aşkı, kelimenin olumlu anlamında, vatan aşkının da, gerçek bir yurtseverliğin de temeli ve gerçek güvencesidir. Bu çağda sosyalist olmayanın gerçek bir yurtsever olması da mümkün değildir.

Burjuva yurtseverliğinin en iler örneği görünürde Perinçek ve partisi, değil mi? Buna daha yakından bakın, onun sınırlarını da görürsünüz. Yakın zamanda Küba’yı ziyaret eden bir Türk parlamenter heyetinin Castro’ ya atfen söylediği bazı sözler üzerinden yaratılan bir tartışma oldu. Güya Castro; İMF günümüz dünyasının bir gerçekliği, gerekirse İMF ile de çalışırız demiş. Deyip demediği, gerçekte ne dediği ve nasıl dediği belli değil, bunu geçiyorum. Bunun üzerine tekelci basın, Türkiye sol hareketinin temsilcileri olarak görünen bir takım adamlara buna ilişkin düşüncelerini sormuş. Perinçek diyor ki; Castro doğru söylemiş, tabii ki İMF ile çalışacağız. İşte size burjuva yurtseverliğinin sınırları.

Kaldı ki Perinçek ve partisi zaten epey zamandır ABD’ye köklü bir karşıtlık da ifade ediyor değiller. Yalnızca bu ilişkilerde bir gözden geçirme ve bu ülkeyle ikili ilişkilerde daha kişilik bir tutum talep ediyorlar. ABD ile ilişkilerimizi her iki ülkenin çıkarlarına uygun olarak yeniden düzenlemek gerekir, diyorlar. Bu tam da emperyalist sistem ve burjuva düzen içine sığan liberal bir program. Ecevit’in ‘70’lerde söylediği de aşağı yukarı buydu zaten. “Onurlu dış politika”, “ulusal savunma sanayii”, ABD ve AB ile ilişkileri “her iki tarafın karşılıklı çıkarlarına göre yeniden düzenlemek”, vb., vb... Demek ki burjuva yurtseverliği, artı küçük-burjuva milliyetçiliği, onca “vatan-millet” retoriğine rağmen gerçekte gerçek bir bağımsızlık ve özgürlük çizgisinde değiller. Onca milliyetçi söylem, gerçekte hiç de vatanın gerçek bir kurtuluşunu hedeflemiyor.

(Ekim, Sayı:217, Ağustos ‘00)


Üste