ABD emperyalizminin dünyanın mazlum halklarına ve başta devrimci akımlar olmak üzere her türden sistem karşıtı ya da sisteme aykırı güçlere ilan ettiği uzun süreli savaştan hareketle, savaş sorununun teorik, tarihsel ve taktik yönleriyle apayrı bir güncel anlam ve önem kazandığını vurgulamıştık, geçen bölümde. İlan edilen uzun süreli emperyalist savaşın ilki dünyanın en yoksul ve perişan durumundaki halklarından biri olan Afganistan halkına karşı başlatıldı bile. Savaşı başlatanlar bunu çok geçmeden bölgede başka ülkelere yayacaklarını açıkça ifade etmekte bir sakınca da görmediler. Halkların direnci ya da emperyalistler arası çelişkiler önünü kesmezse eğer, bir bütün olarak bölgemizi büyük bir savaş yangını bekliyor.
Tüm bunlar ele almakta olduğumuz konunun teorik ve pratik önemini artırmaktadır.
Savaş konusunda en temel sorunlardan biri, geçen bölümün sonunda da üzerinde önemle durduğumuz gibi, haksız, gerici ve emperyalist savaşlar ile haklı ve devrimci savaşlar arasında temel önemdeki ilkesel ayrımı yapabilmektir. Emperyalist koalisyonun dünyamızı uzun süreli, çok yönlü ve acımasız savaşlarla tehdit ettiği şu günlerde, bu ilkesel ayrımın taşıdığı olağanüstü politik ve pratik anlam ve önem ortadadır. ‘89 çöküşünü izleyen dönemde devrimci sınıf mücadelesinde yaşanan ve henüz aşılamayan zayıflamanın reformcu burjuva, küçük-burjuva akımları güçlendirmesi ve bunun da savaş gibi temel bir sorunda kendini pasifizm olarak üretmesi, konunun önemini daha da artırmaktadır.
Nitekim halihazırda savaşa karşı sesler, önemli ölçüde, duygusal tepkiler ve iyi dilekli temennilerden ibarettir. Oysa tarih, özellikle de emperyalizm çağı, gerici ve emperyalist savaşların korkunç yıkıcılığı karşısında bu türden duygusal tepki ve temennilerin pratik herhangi bir değer taşımadığını tüm açıklığı ile göstermektedir. Lenin’in, tam da her türden savaşa karşıt ve silahsızlanma yandaşı küçük-burjuva pasifistlerinin yanılgılarını sergilerken vurguladığı gibi, “Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir.” Emperyalist ve gerici savaşlar ise bu dehşetin bir uzantısı, insanlık için en yıkıcı, acılı ve barbarca olan biçimleridir. Fakat bu, kapitalizmin dehşetine teslim olmayı değil, tam tersine, ona karşı kararlı bir mücadeleyi gerektirmektedir.
Toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan asalak yönetici sınıfların bencil çıkarları uğruna sürdürülen emperyalist ve gerici savaşlara karşı mücadelede mesafe ve sonuç almanın temel koşulu, haklı ve devrimci savaşların gerekliliğini kabul etmek, bu savaşlar içinde etkin bir biçimde yer almaktır. Daha çok burjuva ve küçük-burjuva hümanist ya da pasifist çevrelerden yükselen “savaş çözüm değildir”, “şiddet çözüm değildir” türünden sesler, sınıflı toplumların ve emperyalist dünya düzeninin acımasız gerçekleri karşısında papazca vaazlardan öteye gidemezler, gidememektedirler. Toplumsal hayatın her alanında sürekli şiddet üreten, şiddetle beslenen, şiddeti kendi varlığını sürdürebilmenin ve çıkarlarını koruyabilmenin temel koşulu olarak gören bir sistem gerçekliği karşısında bu sözler tümüyle anlamsızdır. Bu tür duygusal temenniler herhangi bir pratik sonuç yaratmamakla kalmazlar, yanısıra, dünya ölçüsünde, tepeden tırnağa silahlanmış emperyalist dünya karşısında ezilen halkları; toplum ölçüsünde ise, tepeden tırnağa silahlanmış egemen burjuva sınıfı karşısında işçi sınıfı ve emekçileri, çaresizlik içinde boyun eğmeye mahkum ederler. Bu son derece masum görünen yaklaşımın tehlikeli ve zararlı yanı da buradan gelir.
Bugünün kudurganlık içerisindeki emperyalist dünyasına, halihazırda bu dünyanın jandarmalığını yapan ABD emperyalizmine bakalım. Onlar, dünyaya egemen kılmak istedikleri “yeni düzen”lerini, halklara ve gerektiğinde ülkelere, tam da emperyalist savaş makinasının gücüyle dayatmaya ve kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bugünün Türkiye’sine bakalım. İşbirlikçi burjuvazi toplumun ezici çoğunluğuna kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği tüm önlemleri baskı ve terör aygıtlarının gücüyle dayatıyor ve bu son 20 yıldır süreklileşmiş en temel yöntem olarak kullanılıyor.
Bu güncel örnekler, temel tarihi-toplumsal gerçeklerin güncel tezahürlerinden başka bir şey değildir. Bu nedenledir ki savaşa ve şiddete karşı mücadele, bunların toplumsal ve sınıfsal kaynaklarına karşı mücadeleden ayrı düşünülemez. Emperyalizme ve gericiliğe karşı her türden ilerici-devrimci savaşın gerekliliği, zorunluluğu ve haklılığı da buradan gelir. Evrensel barış, şiddetin, savaşların ve militarizmin kesin olarak son bulması, bunlar sosyalizmin en temel amaçları ve idealleri arasındadır. Ama marksistler, bunlara ulaşmanın ancak bunları üreten tarihsel-toplumsal zeminin kurutulmasıyla, yani kapitalizmin yeryüzünden kesin olarak silinmesiyle olanaklı olacağını da çok iyi bilirler. “Kapitalizm savaş demektir, barış sosyalizmle gelecek!” şiarı bunu anlatır.
Partimizin programı bu temel tarihsel ve toplumsal gerçekleri/yasallıkları hareket noktası olarak alır. Haksız ve gerici savaşların karşısına işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların haklı ve zorunlu devrimci savaşlarıyla çıkar. Geçen bölümde bunu, çağımızın haklı ve devrimci savaşlarını, milli kurtuluş devrimleri, halk devrimleri ve proletarya devrimleri üzerinden örneklemiştik. Bunlara burada devrimci sınıf mücadelesinin ileri, genelleşmiş ve yoğunlaşmış bir aşaması olarak içsavaşlar da eklenmelidir.
Devrimci içsavaşları da öteki savaşlar gibi bir savaş türü olarak tanımlayan Lenin, “Sınıf savaşımını kabul eden herkes iç savaşı da kabul etmek zorundadır” der ve bunu şöyle gerekçelendirir: “Her sınıflı toplumda iç savaş doğal ve bazı koşullarda sınıf savaşımının kaçınılmaz devamı, gelişmesi ve şiddetlenmesidir. Bu, her büyük devrimle doğrulanmıştır. İç savaşı kabul etmemek ya da görmezlik gelmek, büyük bir oportünizme düşmek ve sosyalist devrimi yadsımak olur.” (Proletarya Devriminin Askeri Programı, Sosyalizm ve Savaş, 5. baskı, Sol Yayınları, s.61)
Partimizin programı, bu marksist teorik-ilkesel bakışaçısını, tüm programa sinmiş genel bir anlayıştan öteye, somut bir program maddesi olarak da içerir. “Stratejik ve taktik ilkeler”e ayrılmış VIII. Bölüm’ün 3. maddesinde, bunu en özlü biçimiyle formüle eder: “Proletarya devrimi ve sosyalizm için verilen kavganın dünya tarihinin gördüğü en zorlu içsavaş olduğunun bilincinde olan TKİP, işçi sınıfı ve emekçileri bu tayin edici mücadeleye bugünden hazırlamak için sistematik bir çaba harcar.” (s.50)
Bu formülasyon bu haliyle bize, ilkesel bir çerçevenin yanısıra, son derece önemli bir stratejik ve taktik görevler alanı da tanımlamaktadır.
Parti programının teorik bölümünün “Toplumsal devrim, sosyalizm ve komünizm”e ayrılmış II. alt bölümü, bu temel görüşlerin genel teorik-ilkesel çerçevesini ayrıca verir. Devrimci sınıf savaşımı; bu savaşımın yoğunlaşmış ve genelleşmiş bir üst aşaması olarak devrimci iç savaş; ve nihayet, burjuva sınıf egemenliğinin şiddete dayalı bir devrimle yıkılması ve yerine “bir geçiş dönemi devleti” olarak proletarya diktatörlüğünün kurulması olarak proletarya devrimi... Devrimci sınıf mücadelesinin bu tarihsel gelişim seyrine ilişkin genel yasallıklar, programımızın bu bölümünde yer alır. (s.18-20)
“Pratik bölüm” olarak da tanımlanan ve Türkiye devriminin stratejik ve taktik sorunlarına ayrılmış bulunan II. ana bölümde ise, tüm bu sorunlar, Türkiye’nin özgül koşullarına uyarlanmış pratik bir çerçeve içerisinde ortaya konulur, pratik anlamı ve sonuçlarıyla ifade edilir.
Bu teorik ve pratik bütünlüğü içerisinde programımız, savaşların kaynağını vermekle, haklı ve haksız savaşlar arasında ilkesel bir ayrım yapmakla kalmaz; yanısıra savaşları ve dolayısıyla militarizmi ortadan kaldırmanın tarihsel ve toplumsal koşullarını da tanımlar. Konuyu fazla dağıtmamak için bu konuda bazı maddelere işaret etmekle yetineceğiz burada.
Örneğin, teorik bölümün 12. maddesi (II. alt bölüm), toplumsal devrimin, kapitalizme özgü çeşitli türden toplumsal sorunların yanısıra savaşların ortadan kaldırılmasının da yolunu açtığını tespit eder. Bunu, bu alanda kesin ve kalıcı sonucu, proletarya devriminin temel tarihi sonuçlarına “evrensel bir çerçevede” ulaşması zorunluluğuyla ilişkilendirir (13. madde, s.19-20).
“Emperyalizm ve dünya devrim süreci”ni ele alan III. alt bölümün 23. maddesi ise, insanlığın “savaşların yıkım ve felaketlerinden” kurtulmasının ancak “uluslararası proletarya önderliğinde zafere ulaştırılabilecek dünya devrimi”yle olanaklı olabileceğini saptar. (s.24)
Bu, marksist açıdan çok temel önemde bir görüştür. Savaşların kaynağı bir bütün olarak kapitalist-emperyalist dünya sisteminin kendisidir. Bu nedenledir ki, bir ya da birkaç ülkede proletarya devriminin başarıya ulaşması ve sosyalizme geçişi başlatması, kendi başına savaşları ortadan kaldıramaz ve dolayısıyla, silahlanma sorununu bu ülke ya da ülkelerin kendi içinde bile çözemez.
Kapitalist dünya sistemi ayakta olduğu sürece, proletarya devriminin bu sınırlar içinde bir başarısı, başarıya ulaşmış bu devrimlerin içten karşı-devrimin ve dıştan ise emperyalist müdahalelerin, saldırı savaşlarının hedefi olma olasılığını ortadan kaldırmaz. Teorik gerçeklerden öteye, sosyalizmin bütün 20. yüzyıl deneyiminin yeterli açıklıkta ortaya koyduğu bir durumdur bu. Bir ya da birkaç ülkede proletarya devriminin başarıya ulaşması ve sosyalizmin kuruluşu sürecine geçiş, bu ülkelerde burjuvazinin sınıf egemenliğinin tasfiyesi anlamına geldiği için, işte yalnızca bu sınırlar içerisinde, gerici ve haksız savaşların toplumsal-sınıfsal kaynağının ortadan kaldırılması anlamına da gelir.
Buradan, bu sorunla bağlantılı olarak, parti programımızın “Türkiye devrimi”ne ayrılmış V. alt bölümüne geçebilir ve sorunu daha pratik bir çerçevede ortaya koyabiliriz.
Devrimimizin zaferinin ilk adımda başaracağı siyasal görevler kapsamında ortaya konulan önlemlerden ikisi üzerinden örnekleyelim bunu. Burjuva devlet aygıtının parçalanması, ordu, polis ve bürokrasi türünden militarist-bürokratik kurumların ezilip dağıtılması (1. madde) ve “Devrilen sınıfların tüm mensuplarının silahsızlandırıl”ması (3. madde), işçi sınıfı ve yoksul müttefiklerinin genel silahlanması ile birlikte bu devrimci önlemler, Türkiye devriminin zaferi üzerinden militarizme vurulmuş büyük bir tarihi darbe olacaktır. (s.33)
Bu, emperyalist dünya sisteminin Türkiye halkasındaki bir gericilik, saldırganlık ve savaş kaynağının ortadan kaldırılması anlamına gelmekle kalmayacak, ülkemizi emperyalizmin komşu halklara bir savaş üssü olmaktan da çıkaracaktır. Dahası, devrimin Türkiye’si, bölge devrimleri ve bir bütün olarak dünya devrimi için önemli bir dayanak noktası haline gelecektir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgenin güncel tablosu, Türk burjuvazisinin emperyalizmin bölgesel vurucu gücü konumu, Türkiye’nin emperyalizmin bölgedeki saldırganlık ve savaş üssü olarak kullanılması gerçekleriyle birlikte düşünüldüğünde, tüm bunların tarihsel devrimci anlamı ve önemi çok daha somut olarak anlaşılabilir.
Fakat bu tarihsel başarı, yani Türkiye’de proletarya devriminin zaferi, Türk burjuvazisinin sırtını dayadığı emperyalist dünya güçleriyle başarılı bir hesaplaşma olmaksızın olanaklı değildir. İşte bu temel önemde gerçeklik, bizi programımızın anti-emperyalist mücadele boyutuna getiriyor.
Programımız, emperyalizme karşı mücadeleyi, Türkiye devriminin ötesinde, onun da içine oturtulduğu genel-evrensel bir çerçevede ele alır. Programımızın teorik bölümü, proletarya devrimi sorununa ilişkin genel teorik-ilkesel çerçeveyi ortaya koyar ve ardından “Emperyalizm ve dünya devrimi süreci” başlıklı alt bölüme bağlanır. Bu bölüm ise, kapitalizmin içinde bulunduğumuz tarihi aşamasının, yani emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının en temel sorunlarını tanımlar. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu temel sorunlara ancak enternasyonal bir çerçevede, yani dünya devrimi perspektifi ve süreci içerisinde çözümler bulunabileceği gerçeğini saptar. Emperyalist zincirin en zayıf halkasını oluşturan bir ya da birkaç ülkeden başlayarak gelişse bile, dünya devrimi sürecinin bir bütün olduğunu vurgular.
Bizzat program maddeleri üzerinden ayrıntılandırılabilecek olan (ki burada buna gerek yoktur) bu perspektif, partimizin emperyalizme karşı mücadeleyi genel planda emperyalist dünya düzenine karşı mücadele olarak ele alan kavrayışını yansıtır. Bu kavrayış, gerçekte, “proletaryanın devrimci sınıf mücadelesinin uluslararası karakteri”ne ilişkin ilkesel yaklaşımın (Teorik Bölüm’ün giriş paragrafı) emperyalizm çağına uyarlanmasından başka bir şey değildir.
Aynı kavrayış kendini “Sosyalizm deneyimi”ne ayrılmış IV. alt bölümde de göstermektedir. Burada, sosyalizmin 20. yüzyılda karşılaştığı temel önemde sorunlara, öncelikle “proletarya devriminin enternasyonal karakteri” üzerinden yaklaşılır. “Ulusal çerçeveyi amaçlaştıran ‘ulusal sosyalizm’ anlayışı” mahkum edilir ve bu şu görüşe bağlanır: “Sosyalizme geçiş sorunuyla öncelikle yüzyüze kalan ülke proletaryası, kazanımlarını kalıcılaştırmak istiyorsa, kendi devriminin kaderini hiçbir biçimde uluslararası devrimin kaderinden koparmamalıdır.” (32. madde, s.27)
Bu yaklaşımın “Türkiye devrimi” bölümündeki uzantısını ise, siyasi önlemlere ayrılmış alt bölümün 10. maddesinde görüyoruz: “Proletaryanın devrimci iktidarı, proletarya enternasyonalizminin ilkelerine pratikte tam bir sadakat gösterecektir. Kendini amaçlaştırmayı, geleceğini dünya devriminin geleceğinden koparmayı, enternasyonalizm davasına ihanet sayacaktır. Dünyanın dört bir yanındaki devrim ve sosyalizm mücadeleleri maddi ve manevi olarak her yolla etkin biçimde desteklenecektir.” (s.35)
Tüm bunların somut anlamı şudur: Parti programımızda emperyalizme karşı mücadele, öncelikle ve genel planda, emperyalist dünya sistemine karşı mücadele olarak kavranmaktadır. Türkiye coğrafyasındaki kendine özgü mücadelenin yalnızca genel çerçevesi değil, fakat bağlanacağı, tabi olacağı ana eksen de budur. Bunu ülke devriminin dünya devrimine bağlı olarak ele alınması biçiminde de kavrayabiliriz.
Emperyalizme karşı devrimci mücadeleyi bu evrensel çerçeve içinde ele almayan, onu salt belli bir ülkenin sınırları içine daraltan ve burada devrim yapmaya indirgeyen bir görüş ve yaklaşım, küçük-burjuva dargörüşlülüğünün ve milliyetçiliğinin bir ifadesi ve yansıması olabilir ancak. Bu dar ve sınırlı perspektifle hareket eden bir devrimin, bir ülkenin kendi sınırları içerisinde başarılı olması da olanaklı değildir. 20. yüzyıl sosyalizminin yaşadığı yozlaşma ve akibet, bunu tarihsel olarak da anlaşılır hale getirmiştir.
***
Parti programımızın sonuç bölümünde birbirini izleyen ve tamamlayan iki vurgulu ifadeye yeniden dönelim.
Bunlardan ilki şöyleydi: “Bu program, insanlığı, uygarlığı ve doğayı yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist dünya düzenine karşı, Türkiye topraklarından yükseltilen devrimci bir savaş bayrağıdır.”
Burada suçlanan ve hedef alınan, bir bütün olarak “emperyalist-kapitalist dünya düzeni”dir. Bu, yukarıda irdelediğimiz perspektifin özlü ve vurgulu bir anlatımından başka bir şey değildir.
İkinci cümlede ise sorunun Türkiye’ye özgü yönü tanımlanır: “(Bu program) Türkiye’nin çürümüş ve kokuşmuş kapitalist sömürü ve zulüm düzenine, onun gerisindeki uluslararası emperyalizme karşı militan bir savaş ilanıdır.” (s.52)
Burada, işbirlikçi sermaye iktidarına karşı mücadele ile kopmaz bağı içerisinde, devrimimizin anti-emperyalist boyutu vurgulanmaktadır. Bu da bizi anti-emperyalist mücadelenin somut ve pratik alanına ve anlamına getirmektedir.
Üçüncü ve son bölümde, güncel gelişmelerle de bağı içinde, bu konuyu ele alacağız.
(Dünya Ortadoğu ve Türkiye, H. Fırat, Eksen Yayıncılık, s.321-330)