Logo
< Parti: Proletaryanın devrimci öncüsü

Sol hareketin güncel durumu üzerine değerlendirmeler...


Sol hareketin güncel durumu üzerine değerlendirmeler...

Devrimci harekette ideolojik ve moral kırılma

 

(Eylül 2008’de verilmiş kapsamlı bir konferansın sol hareket ilişkin özel bölümleridir... Buradaki sunum tek tek gruplara ilişkin özel değerlendirmelerden arındırılmıştır...)

Bugün çok belirgin bir biçimde çözülmekte olan bir devrimci-demokratik hareket gerçeği ile yüzyüzeyiz. Sözkonusu olan basitçe bir örgütsel çözülme değil, daha da kötüsü ideolojik ve moral bir çözülmedir. Halkçı gelenekten gelen küçük-burjuva devrimci-demokrat gruplarda rahatsız edici bir kırılma var. Öylesine ki, artık ‘90’lı yılların genel devrimci hareket tanımı bile giderek bir anlam taşımaz hale geliyor. Eskiden, devrimci hareket demenin, devrimci-reformist ayrımının altını çizmenin büyük bir önemi ve siyasal yaşam içinde anlamlı bir karşılığı vardı. Bugün bunu söylemek artık kolay değil. Kuşkusuz hala da devrimciler olarak bir şeyler birlikte yapılmaya çalışılıyor. Örneğin 8 Mart’ta reformist-feminist akımlar blokuna karşı ortak devrimci bir tutum alınabiliyor. Ya da 1 Mayıslar öncesinde devrimci bir platform kurularak 1 Mayıs’a bileşik bir ağırlık konmaya çalışılıyor. Ama bunlar artık sınırlı örnekler ve bunların bile anlamı ve işlevi giderek zayıflıyor. Daha da önemlisi, kimileri için bunlar devrimci ilkesel hassasiyetlerde değil, fakat pratik seçeneksizliklerden dolayı tercih edilebilir ortaklıklar oluyor. Nitekim bakıyorsunuz, dünün söylem planında en iddialı devrimcileri, çok ciddi ilkesel ya da politik görüş ayrılıklarının sözkonusu olduğu durumlarda, devrimci platformları bırakıp reformistlerle birlikte hareket ediyor ve bunda hiçbir sorun da görmeyebiliyorlar. Bu, ideolojik bir gevşemeyi ve çözülmeyi anlatıyor.

Kürt hareketi üzerine değerlendirmeler yaparken, bugün bu hareketin en temel zaafının açık bir stratejik çizgiden yoksunluk olduğunu söyledim. Aynı olgu temelde, geleneksel halkçı gelenekten bugüne kalan devrimci gruplar için de geçerli. Halkçı devrimci hareketin gelinen yerde artık inanç ve ciddiyetle izleyebildiği devrimci bir stratejisi yok. Oysa devrimcilik, temelde bir stratejik açıklık ve tutarlılık işidir, devrimci iktidar hedefine dayalı bir siyasal mücadele çizgisinde ifadesini bulur. Devrimci-reformist ayrımını neye göre yapmak gerekir? Elbette kurulu devlet ve toplum düzenini devrimci yollardan değiştirmeye yönelik bir stratejik tutum ve açıklık üzerinden. Eğer sorun basitçe toplumsal sistem olarak kapitalizme karşı olmak olsaydı, bu durumda reformistleri de devrimci saymak olanağı doğardı. Zira onlar da ilke olarak kapitalizme karşı, onlar da özel mülkiyet düzeninin ya da sömürü ilişkilerini tasfiyesinden yanalar... Toplumsal ilişkiler değiştirilmeli, büyük kapitalist mülkiyet kamulaştırılmalı, emekçilerin üzerindeki sömürü son bulmalıdır diyebiliyorlar, ki bunu söylemelerinde bir güçlük de yok.

Devrimcilik, aynı gibi görünen bu hedeflere ulaşmada izlenecek siyasal strateji, bununla kopmaz biçimde, izlenecek yol ve kullanılacak yöntemlerle ilgilidir. Aslolan mevcut düzeni yorumlamak ve olumsuzlamak değil, fakat devrimci yollardan değiştirmektir. Hedefe ulaşmak ancak bununla olanaklı olabilir. Devrimci iktidar mücadelesi bu, kurulu devlet düzeninin zorla yıkılması ve yerine devrimci iktidarın konulması mücadelesi bu. Devrimci perspektifle hareket edebilmeyi, kurulu düzen ve devlet karşısında her bakımdan buna uygun bir konumlanmayı, buna uygun bir siyasal mücadele anlayışını, dostun-düşmanın buna göre saptanmasını, mücadele yol ve yöntemlerinin buna göre seçilmesini gerektir. Devrimcilik bunda, burada gerçek anlamını bulur. Devrimciyle reformisti ayıran ayrım çizgileri de burada kendini gösterir.

Düne kadar kapitalizme karşı ideolojik perspektifleri tartışmalı olan, devrimi anti-faşist, anti-feodal sınırlarda gören bir takım çevreler, salt kurulu devlet düzenine karşı devrimci bir iktidar mücadelesini formüle ettikleri için, biz onları rahatlıkla devrimci olarak tanımlayabiliyorduk. Öte yandan, kapitalist mülkiyet düzenine karşı ideolojik tavır alışını gerçekte daha net bir biçimde ortaya koyan, ama bu düzene yönelik devrimci bir mücadele ve örgüt anlayışından da tümüyle uzak olan akımları ise reformist olarak değerlendiriyorduk. Bu anlaşılır bir tutumdu. Zira bu akımlar devrimci değiştirme iradesinden, buna uygun düşen bir devrimci mücadele stratejinden, bunun gerektirdiği yol ve yöntemlerden, devrimci örgüt ve araçlardan özenle uzak durmakta idiler. Devrimci siyasal strateji burada çok büyük bir önem taşımaktadır. Kurulu devlet düzeninin devrilmesine dayalı bir devrim anlayışı, bir mücadele anlayışı burada bir temel ayrım çizgisidir. Komünist sınıf devrimciliği ile devrimci-demokrat sınırlardaki küçük-burjuva devrimciliğini aynı “devrimci hareket” ortak tanımında birleştirebilen de budur.

Zaaf bugün tam da bu alanda ortaya çıkmaktadır. Zira artık devrimci siyasal stratejinin gerektirdiği tutum ve hassasiyetleri göremiyoruz bazılarında. Duygular ve niyetler hala da devrimci olsa bile, ortada ideolojik açıdan net devrimci stratejik formülasyonlar ve bunun gerektirdiği pratik hassasiyetler yok. Sözkonusu çevrelerin artık belirgin bir iktidar sloganı bile yok. ‘70’li yıllarda tüm devrimci siyasal grupların en belirgin özelliği, kendilerine özgü bir biçimde tanımlanmış bir devrim anlayışı ve stratejisi ile hareket etmeleri idi. İçerik olarak bu çok tartışmalıydı, ama hiç değilse biçimsel yönden bir stratejik duyarlılık sözkonusu idi. Devrimci demokratik halk iktidarı denebiliyordu, devrimci işçi-köylü iktidarı denebiliyordu... Sonuçta devrimci bir iktidar tanımı, buna dayalı bir devrimci strateji tanımı vardı. Anti-emperyalist demokratik devrim, milli demokratik devrim, milli demokratik halk devrimi, ulusal demokratik halk devrimi diyorlardı...

Bugün bunlar söylem olarak da büyük ölçüde kayboldu. Artık daha çok taktik sorunlar, gündelik politikalar üzerinden konuşuluyor, gündelik bir pusulasız pragmatist sürüklenmedir gidiyor. Herkesin gösterebileceği türden bir sistem ya da düzen karşıtlığı kuşkusuz var. Ama açık bir devrimci stratejik çizgi yok, net bir devrim anlayışı yok. Çünkü birçok grubun bugüne kadar bağlı oldukları devrim ve iktidar görüşlerine olan inançları kırıldı. Bunun yerine yeni bir şey de koyamıyorlar. Yeri gelince herşeyi uluorta tartışıyorlar, ama herşeyden önce kendilerinin ne tür bir devrim anlayışına sahip olduklarını netleştirmeleri gerekiyor. Bunlara dönüp, herkesi eleştiriyorsunuz da sizin programınız nerede, devrim anlayışınız ve stratejik çizginiz nedir diye sorulsa, bir kısmının söyleyebileceği hemen hiçbir şey yok. Bir takım partilerin hala resmen ortada duran programlarının bile onlar için bir şey ifade edip etmediği artık belli değil. Bazılarının resmi programları kendileri için bile anlamını yitirmiş, içi boşalmış durumda.

Devrimci bir akım, herşeyden önce devrimci bir ideolojik kimlik demektir. Bu kendi başına bir şeyi çözmez ama bunsuz da bir yol yürünemez. Bir programı, bir rotası, yani net bir siyasal çizgisi olur bir hareketin. Her konuda bir şeyler söylüyorlar, ama kendilerinin temel görüşleri belli değil! Bir dizi grubun durumu tamı tamına böyle. Eski çizgi çökmüş, yerine yeni bir şey koyamıyorlar ama. Böyle olunca da gündelik politikayla idare ediyorlar, işin özünde sürükleniyorlar. Genel bir düzen, devlet, sistem karşıtlığı söylemiyle gidiyorlar. Bu kendi başına kimseyi devrimci yapmaz, zira aynısını üstelik daha kuvvetli bir söylemle reformist gruplar da iyi kötü yapıyorlar.

Bu, işin ciddiyetinin kaybedildiğini gösteriyor. ‘60’lı yıllarda Türkiye solu kitlesel bir temel üzerinde doğduğunda, tüm gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen, en hararetli tartışmalar strateji sorunları üzerine yapılıyordu. Mahir Çayan gibi genç bir devrimci Aren-Boran oportünizminin karşısına stratejik görüş ayrılıkları üzerinden çıkabiliyordu. İbrahim Kaypakkaya 12 Mart’ın o ağır faşist terör koşullarında, PDA revizyonizmine karşı kendi devrimci stratejik çizgisini tanımlıyordu. Bu genç devrimciler, devrime ilişkin, topluma ilişkin, sınıflara ilişkin, dolayısıyla bütün bunlardaki açıklıklarla anlamını bulan devrimci stratejiye ilişkin sorunlardaki açıklığı, bir siyasal hareket olarak ortaya çıkabilmenin olmazsa olmaz koşulu olarak ele alıyorlardı. Bu açıdan sözkonusu dönem gerçekte Türkiye sol hareketinin ideolojik ve stratejik sorunlar yönünden en ciddi, en titiz davranabildiği bir dönemdi. Stratejik sorunlarda gösterilen bu titizlik, devrim ve iktidar sorunlarındaki ciddiyetin ve samimiyetin de bir ifadesi idi.

Bugün ise durum kabaca şöyle: Gündelik hareket herşey, sonuçsa hiçbir şey! Bu, Bernstein’ın ünlü revizyonist formülüdür, en kaba bir reformizmi anlatır. Gündelik hareket ve çıkar herşey, sonuç, yani uzun vadeli temel hedefler, yani devrimci strateji hiçbir şey. Kuşkusuz bugünün o yıpranmış, yorulmuş devrimcileri bu anlamda reformist değil ama, işin özünde durumları bir bakıma böyle. Gündelik hareketlilik içinde kim kendini nerede ne kadar çok gösterirse kaygısı egemen artık. Bu, artık ciddiyetin kaybedildiğini gösteriyor. Burada artık bir devrim, bir iktidar iradesi yok demektir. Zaten çözülmeyi yaratan da bu. Gide gide bu ciddiyetsizliği kendileri de hissettikleri ölçüde, bu kadarını olanaklı kılan o şevk ve enerji de kayboluyor. Türkiye’nin geleneksel devrimci hareketi zaten uzun yıllar sağlam bir ideolojik bakışa sahip değildi. Ama herşeye rağmen belli ideolojik görüş ve yaklaşımları vardı, her bir hareketin. Bu onlara kendine göre bir şevk ve heyecan da veriyordu. Bu şevk ve heyecan çoğu zaman o çizgiyi aşıyor, çizgi onun gölgesinde de kalıyordu. Şimdi çizgi de gidiyor, heyecan da... Bugünkü durum özetle bu.

Bunu şu veya bu hareket üzerinden çok somut olarak örneklemenin bir yararı yok. Çok yaptık bunu bugüne kadar, başlıca grupların durumuna ışık tutacak değerlendirmelerimiz orta yerde duruyor.

(...)

Hemen tümden tasfiye olmuş bir devrimci örgütü yeniden kurmak bugün Türkiye’deki en zor sorun. Ortada ciddi boyutlarda bir kırılma var. Sorun fiziki kırılmadan öteyedir ve bu nedenle fazlasıyla vahimdir. Devrimciler fiziki yönden 12 Martlar’da, 12 Eylüller’de de kırıldılar. Önemli olan bunun bir devrimci irade kırılmasına dönüşmemesidir. Oysa bugün kırılan devrimci örgüt iradesidir. Bugün legal çalışma ile uyumlu belli sayıda kadroyu herşeye rağmen hala da çıkarabilirsiniz. Ama devrimci yeraltı mücadelesinin tüm güçlüklerini göğüsleyebilen ve bedellerini devrimci bir kararlılıkla ödemeye hazır kadrolar çıkarmak artık eskisi kadar kolay değil. Burada herkesin bildiği bir sır olarak belirgin bir zaafiyet var ve bunun bilincine varmak, geleneksel örgütlerde bir umutsuzluk yaratıyor ve bu tasfiye olmuş devrimci örgütsel yapıyı yeniden kurmakta bir irade kırılmasına yolaçıyor.

(...)

Özetle genelde bu irade kırılması var; bu konuda gerçekçi olmak ve artık bu gerçeği dosdoğru görmek gerekiyor. Bu durum, ciddi ilkesel sorunları, bu ilkesel sorunlara dayalı politika sorunlarını hafife almayı da beraberinde getiriyor. Daha önce de söyledim, öyle devrimci çevreler var ki, ciddi sorunlarda devrimcileri bırakıp, gidip reformistlerle o kadar rahat bağdaşabiliyorlar ki... Başlangıçta bunu anlamakta güçlük çekiyorduk, fakat artık duruma şaşırmıyoruz. Bunu ideolojik ve ilkesel sorunlardaki hassasiyetin yitirilmesi ve faydacılığa dayalı bir pratik sürüklenme durumu olarak görüyoruz.

 ‘90’lı yılların ortalarında böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildi. Dönemin devrimcileri reformistlerle ayrım çizgileri konusunda belli bir hassasiyet içinde idiler, devrimci-reformist ayrımı belirgindi. Şimdi bu konuda müthiş bir rahatlık var. Kendilerine devrimci diyenler öteki devrimcilerle anlaşabildiğinden çok daha rahat bir biçimde reformist parti ve çevreler ile anlaşabiliyor ve bunda hiçbir sorun görmüyorlar. İlkesel hassasiyetlerin ve ideolojik ölçülerin kaybedildiğinin göstergesi bu. Devrimci ideolojik kimlik böyle bir erozyon içinde gide gide anlamını yitiriyor.

(...)

Sorun bizim sınıfın ne denli bağrında ve ekseninde olduğumuz değil kuşkusuz. Bizim hiç değilse bir bilincimiz ve bununla uyumlu bir yönelimimiz var. Toplumda belli bir devrimci sınıfa dayanmadan, onu devrimci eksen haline getirmek iradesi ve pratik çabası göstermeden, bu konuda mesafe almadan, politik mücadelede de ciddi bir rol oynama şansı yok, biz bunun bilincindeyiz. Siyasal mücadele sınıflar mücadelesidir temelde, küçük gruplar mücadelesi değil. Küçük grupların devletle kapalı devre atışması hiç değil. Biz hiç değilse bunu biliyoruz, bunu bilmenin ışığında davranıyoruz ve çalışıyoruz. Çalıştığımızın bize ne kazandırdığı, bizim ne mesafe katettiğimiz, bu ayrı bir sorun. Bu bizi aşan da bir sorun. Bu zamana, döneme, toplumsal ortama, kitle hareketinin mevcut durumuna, bir dizi başka etkene bağlı. Ama bizim hiç değilse bir bilincimiz var; biz sınıfa dayanamadığımız sürece yokolur gideriz, hiçbir varolma şansı, iktidar olma şansı, devrimi zafere ulaştırma şansımız olmaz diyebiliyoruz. Böyle bir marksist bir bilincimiz var.

Sözkonusu akımların böyle bir bilinci de yoktu ve halen de yok. Onlar kendi sözde “çelik çekirdek”lerini, devrimci sınıf ekseni dışında kurabileceklerini ve bununla bir yere yürüyebileceklerini zannediyorlardı. Hiçbir yere yürüyemedikleri çıktı ortaya. Geline yerde bazı grupların en etkin oldukları yer yurtdışı, daha somut olarak Avrupa. Yöneticilerin kafalarını en çok taktığı, en çok ilgi yoğunlaşması yaşadıkları yer yurtdışı. Hiç de sadece şu veya bu özel grubu kastederek söylemiyorum bunu. Genelleşen bir eğilim var burada. Çünkü yurtdışı giderek bir yaşam alanı haline geliyor. Düne kadar lanetli bir mültecilik alanı olarak görülen ve yönüne bile dönülüp bakılmayan alan, şimdi artık giderek bir yaşam alanı haline geliyor, geleneksel küçük burjuva gruplar için. Bu yaşam alanına bir yaşam altyapısı gerekiyor, yurtdışına gösterilen ilginin gerisinde bu var. Yoksa ülkede çalışan, gelişen bir örgütün, ilerleyen bir devrimci siyasal mücadelenin ya da örgütsel inşa çabasının bir takım ihtiyaçlarını karşılamak, lojistik destek alanı olarak kullanmak değil...

 (...)

Bundan on yıl kadar önceki bir değerlendirmemizde, Türkiye’de 40 örgüt var deniliyor ama alakası yok, topu topu 5 örgüt var deniliyordu. Şimdi bu sayıyı daha da azaltmak, en fazla üçe indirmek gerekiyor. Bunlardan da ikisinin ideolojik çizgileri ve mevcut yönelimleri çok tartışmalı. Çalışma tarzları, mücadele anlayışları, sınıfsal bakışları çok farklı. Ama bir siyasi aktivite olarak bakarsanız, açığına-kapalısına, tarzına-yöntemine, sınıfına-alanına bakmadan sorarsanız, bir hareketlilik olarak, bir gayret olarak, bir politik aktivite olarak bakarsanız, evet ortada iyi kötü üç siyasal hareket var.

Ne var ki kendi başına politik aktivite kimseyi bir yere götürmez. Bugün sönümlenen grupların hepsi de zamanında çok aktiflerdi. Kendilerine göre yırtıcı bir biçimde çalışıyorlardı, güç olmaya çalışıyorlardı, belli etki alanlarına sahiptiler. Onlar şimdi kamandılar, oysa dün böyle değillerdi. Ama o kamanmayı getiren bir süreç var. O kamanma sonuçta neden doğuyor? Bu çok önemli. İdeolojik belirsizlik, sınıf kimliğinden yoksunluk, yapısal zaaflar konusunda herhangi bir bilinç açıklığından yoksunluk, dolayısıyla özeleştirel bir tutumdan, devrimci bir yenilenme çabasından yoksunluk sonuçta bu akibeti hazırlıyor.

 (...)

Sorun kendi içinde legal bir partinin kurulup kurulamayacağı sorunu değil, meselenin bu yanı kendi başına ilkesel bir sorun da değil, bu tümüyle somut bir durum değerlendirmesi sorunu. İlkesel olan ihtilalci illegal örgüt sorunudur, buna dayalı bir eksenin vazgeçilmezliğidir. Aslına bakarsanız, bugünkü her siyasal hareketin legal oluşumları da bir tür legal bir partidir kendine göre. Mesele bu değil. Kırılma legalitenin kullanılmasında değil, fakat devrimci illegalitenin terkedilmesindedir. Bu, legalitenin devrimci temellerde ve amaçlara yönelik olarak kullanılabileceği zeminin de yitirilmesi demektir. Zira illegal temellere dayalı bir devrimci örgütünüz ve buna dayalı bir siyasal faaliyetiniz yoksa, bu durumda legalitenin devrimci istismarı ifadesi de tüm anlamını yitirir. Devrimci illegalitesi olmayanın devrimci legalitesi de olamaz, sorunun özü budur.

Devrimci legaliteyi belli bir rahatlıkla kullanabilmek için bile geride illegal bir örgütsel yapının olması gerekir. Bu olduğu sürece devlet, bırak açıkta kalsın, hiç değilse buradan izlerim diye bakar. Bu olmasa, kullandığınız devrimci söyleme bile müdahale etmeye kalkar. EMEP’liler sokakta kurduk sokakta savunacağız dediler. Bunu söyleyenlere polis sokak terörü uyguladı, söylem ondan itibaren terkedildi, üstelik ideolojik eleştirisi bile yapılarak. TKP bugün gerçekte taşıdığını düşündüğü amaç ve hedeflerini resmi bir parti programı olarak ortaya koyamıyor. Bunun kapatılma nedeni olacağından kaygılanıyor çünkü. Kendi amaç ve hedeflerini, bunu gerçekleştirme yol ve yöntemlerini tüm açıklığı ile ortaya koyamayan, somutlanmış bir program halinde dostun düşmanın önünde göndere çekemeyen bir devrimci parti düşünebiliyor musunuz?

Komünist Manifesto’dan beri komünistler, düşüncelerini, inançlarını, amaç ve hedeflerini dostun düşmanın önünde bir bayrak gibi dalgalandırırlar. Komünist Manifesto buna ilişkin sözlerle biter. Komünistler kendi görüş ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler, diye vurgular. TKİP Programı da anlamlı bir tutum ve tercihle, Komünist Manifesto’nun buna ilişkin sözleri ile biter. Siz bir parti olarak gerçekten neyi hedeflediğinizi, ne yapmak istediğinizi doğrudan söyleyemedikten sonra, parti adına ve herkesin önünde partimizin gerçek amaç ve hedefleri şunlardır diyemedikten sonra, kendinize parti deseniz ne olur ki? Kendi düşüncelerini en dolaysız ve en tam bir biçimde söyleyebilmek, devrimci olmanın olmazsa olmaz koşuludur. Devrimcilerde bu köklü bir gelenektir. 1905’te Petrograd Sovyeti’nin başkanı Troçki, Çarlık mahkemesinde yargılanıyor, ayaklanmaya girişmiş ama yenilmiş Petrograd Sovyeti’nin başkanı olarak. Savunmadaki tutumu mealen şöyle: Evet, sayın savcı doğru söylüyor; biz tam da Çarlık rejimini silahlı ayaklanma yoluyla devirmeye kalktık, yapmaya çalıştığımız şey tamı tamına buydu... Bu budur, tavır böyle olmak zorunda.

***

Devrimci demokratik harekette belirgin bir irade kırılması olduğunu ve bunun temelde ideolojik bir kırılma olduğunu söyledim. İdeolojik kimlik herşeyin başı dedim. Ama bu, ilk adım olmak anlamında! Bir mayanız olacak, bu ideolojik çizgidir. O mayayı çalacaksınız, bu mücadelenin içinde bir politik kimlik halini alacak, bir mayalanma yaratacak. Böylece bir politik kimliğiniz ve bir örgütsel yapınız oluşur. Eğer devrimci ideolojik kimliğinize uygun devrimci bir örgütünüz yoksa, devrimci ideolojik kimliğinizi korumanız güvence altında değil demektir. Devrimci örgütü devrimci ideoloji yaratır. Devrimci bir örgüte sahip olmak için devrimci bir ideolojiye sahip olmak zorundasınız. Ama devrimci bir ideoloji ile devrimci bir örgüt yarattıktan sonra, bu devrimci örgütün kendisi, devrimci ideolojinizin sürekliliğinin bir güvencesidir. Eğer bu temel önemde devrimci örgütsel zemini kaybederseniz, zamanla o devrimci örgütü yaratmış ideolojik kimliği de koruyamazsınız. Şimdiki olay bu, devre şimdi böyle tamamlanıyor ve kapanıyor.

Türkiye’de devrimci örgütsel kimlik devrimci siyasal çıkışla yaratıldı. Devlete silah çekmeyle yaratıldı, ‘71 Hareketi’nin doğumunu kastediyorum. Zamanla çeşitli siyasal çevreler belli örgütsel yapılar yarattılar, çizgi geri planda kaldı, ama yaratılan devrimci örgütsel yapı, gelenekler, ruh, heyecan uzun süre devrimci kimliğin korunmasını, devrimci söylemlere sadık kalınmasını sağladı. Şimdi işte bu devrimci örgütsel zeminler kaybediliyor.

Bunun ilk büyük dalgası, asıl yıkıcı ve tasfiye edici dalgası 12 Eylül’de yaşandı, Biz TDKP’yi, Dev Yol’u, Kurtuluş’u, TKEP’i vb. o zaman kaybettik. Ama geriye herşeye rağmen dar bir çevre kaldı ve bunlar geçmişin devrimci mirasından, 12 Eylül’ün devrimci direnişçi ruhundan yararlanarak, yeniden devrimci örgütsel yapılar kurdular, bu temel üzerinde devrimci iddialarını ve söylemlerini sürdürdüler.

‘90’lı yılların ortasından 2000’li yıllara, yani son 10-12 yıl içerisinde, kaybedilen işte bu oldu. Devrimci yapılar etkili darbelerle tasfiye edildi. Devrimci örgütlere yönelen devlet saldırısı, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin saptamasının bir gereği olarak, çok özel bir tarzda yoğunlaştırıldı. F tipleri/hücre saldırısı da bu genel operasyonun bir parçasıydı. Çünkü, zindanlara doldurulan devrimcilerin uygun koğuş koşullarında eğitilerek dışarı çıktığını görüyordu devlet ve bunu bir sorun sayıyordu. Bu zemini ortadan kaldırdı. Bu, çok geçmeden, halkçı küçük-burjuva çevrelerde devrimci örgüt iradesinin kırılmasının önemli bir nedeni haline geldi.

Bugün örgütleri yeniden kurmak istemiyorlar demiyorum, kuramıyorlar diyorum. Kuramadıklarını gördükçe de umutsuzluğa kapılıyorlar ve yeni arayışlara giriyorlar. Bu, sanal alan yayıncılığından legal partiye kadar bir takım biçimlerde kendini üretiyor. Bazıları da çaresizce ve belirsizce bekliyorlar. İdeolojik kırılma ve örgütsel kırılma birbirini karşılıklı olarak besliyor. Vurgulamaya çalıştığım bu.

İdeolojik kimlik örgütsel kimliği yaratır, örgütsel kimlik de gerisin geri ideolojik kimliği besler dedim. Bu ilişki bu dar sınırlar içerisinde kendi içinde doğru. Ama bu aslında yeterli bir formül de değil. Türkiye sol hareketinin en büyük yapısal zaafı bu aynı zamanda. İdeoloji ile örgüt yeterli değil. İdeoloji bir sınıfa dayanmak, örgüt o sınıfa taşınmak, orada ete kemiğe büründürülmek zorunda. Devrimci ideoloji, devrimci sınıf, devrimci örgüt, üçü bir araya gelmek ve organik olarak kaynaşmak zorunda. Gerçek devrimci sınıf partisi ancak böylece ortaya çıkar. Belli bir sınıfın, modern toplumda kendine özgü benzersiz bir konuma sahip bir sınıfın, yani proletaryanın devrimci hareketini bir eksen haline getirebilmenin dışında, bolşevik “çelik çekirdek” olmak/yaratmak mümkün değildir. Toplumsal hayatta böyle mucizeler yoktur, nitekim tarihte de bu iş böyle olmamıştır. Devrimci ideoloji, devrimci örgüt, devrimci sınıf devrimci çalışmanın ve mücadelenin kaynaştırıcı harmanında bir araya gelmiştir, o ünlü bolşevizm tam da böyle doğmuş, şekillenmiş, kendini bulmuş, serpilip gelişmiş, güç kazanıp iktidar olmuştur.

Bugün geleneksel devrimci demokrat hareket aynı zamanda, sınıf kimliğinden yoksun olmanın, sınıf kimliğini ciddiye almamanın, belli bir sınıf üzerinden kendini tanımlama ve o sınıfa dayanmanın, kendi ideolojik kimliğini bu maddi zeminde ete-kemiğe büründürme sorununu ciddiye almamanın da sonuçlarını yaşıyor. Sınıf dışı devrimcilik iflas ediyor, sorun aynı zamanda bu. Basitçe devrimci demokrasinin programı iflas etmiyor, sınıf dışı devrimcilik anlayışı da iflas ediyor. Bunu başaramayan herkes iflas edecektir.

TKİP’nin II. Parti Kongresinin gerekçeli gündemini ortaya koyan değerlendirmesi ile Kongre bildirisinde de bu temel önemde noktaya atıflar var: Biz işçi sınıfı hareketiyle devrimci temellere dayalı bir ilk birleşmeyi sağlayamamış olmak anlamında henüz sosyalizmle sınıf hareketinin birliğini simgeleyen bir parti değiliz, deniliyor orada, ki bu nokta çok önemli. Partimizin geleceği bunu ne kadar başarıp başaramayacağımıza bağlı. Eğer parti bunu başaramazsa, değil bir devrimci sınıf partisi olmak, şimdiki devrimci ideolojik kimliğini bile korumak başarısı gösteremez. Çünkü materyalizm bir dünya görüşü ise, sorunun özünde bu var. Bir ideoloji bir sınıf üzerinden ancak ete-kemiğe bürünebilir, maddi bir güç haline gelebilir. Teori kitlelere, sosyalizm proletaryaya malolduğu zaman maddi bir güç haline gelir, proletarya sosyalizmi denilen siyasal akım şekillenir ve modern burjuva toplumda kendi devrimci rolünü oynayabilir.

Bizim ötekilerden farkımız nedir diyorsanız, herşeye rağmen bu bilinci korumak, bu bilincin doğrultusunda yapılabilecek olanları yapmaya çalışmak, bu konuda iradesini kaybetmemek, derim öncelikle. Bizim temel önemde bir farklılığımız bu. Bu çok belirgin bir fark. Biz bugününü özel koşullarında öncelikle devrimci örgüt denilen sorunu çok ciddiye alarak, sorunun bu halkasını mümkün mertebe güçlendirmeye çalışıyoruz. Çünkü etrafın boşaldığını, işimizin daha da zor hale geldiğini biliyoruz. Devrimci ögüt halkasını güçlendirmek en temel sorun bugün. Çünkü bu bugünün en zayıf noktası, çözümü büyük güçlükler taşıyan bir sorun halihazırda.

(...)

Reformist harekete ilişkin olarak kısaca neler söylenebilir? Reformist hareket kimliğini buldu. Türkiye’nin reformist hareketi kendi bugünkü kimliğine gönlü rahat bir biçimde oturdu. Ama belirgin bir iç bunalım içinde. Seçimleri izleyen dönemin değerlendirmeleri içinde bu sorunu, bunalımı ve ona yolaçan etkenleri ele almış bulunuyoruz.

ÖDP işin aslında iki ayrı parti şu anda. Bir genel merkez kanadı var, Ergenekon operasyonunda AKP’nin yanında tutum aldı. Bir de Oğuzhan Müftüoğlu’nun temsil ettiği eski Dev-Yol’cu kanadı var; onlar da bunu düzen içi klikler çatışması olarak görüyor, bunun dışında kalmayı savunuyorlar. Aynı gazetede birbirleri ile ideolojik polemik yapabiliyorlar. Bir bunalımı anlatıyor bu, fiili bir bölünmeyi anlatıyor.

EMEP sınıf hareketi içerisinde belli bir ciddiyetle çalıştığı dönemde bir parça etkinlik sağlamıştı, tuttuğu bazı mevzilerle (TÜMTİS gibi) daha iyi bir durumdaydı. Son 6-7 yıl içerisinde bu konumunu kaybetti, çünkü Kürt hareketinin yedeğinde depreşen parlamenter hayalleri onu daha farklı bir arayışa itti. Şimdi yeniden yer yer sınıf çalışmasına yöneliyor. Ama bu alandaki eski iddialı konumunu çoktan kaybetti. 2002 yılından beri parlamentarizm sevdasına kapıldı, hala da esas dikkati burada. Şimdi “çatı partisi”nin en hararetli yandaşlarından...

Çatı partisi bilindiği gibi bu seçimlere yönelik hazırlığın yeni örgütsel biçimi olarak çıkıyor ortaya. 2002 DEHAP blokuydu. 2004’te SHP çatısı oldu. 2007’de önce zeytin dalı olarak seslendirildi, sonra “1000 aday” bloku biçimini aldı. Şimdilerde ise buna Çatı Partisi deniliyor. Tüm liberaller yeni bir seçime yönelik olarak bu çatının altında kendilerine yer arıyorlar. EMEP bunların en heveslilerinden biri.

SDP bunalımının aldığı biçimsiz görünüm sonunda kesin bir bölünmeyle sonuçlandı. Kürt hareketinin ekseninde, Kürt hareketinden çok daha fazla onun söylemlerine sahip çıkarak, kendine bir siyasal yaşam alanı açmaya çalışıyor. Ayrılanlar, bizim Kürt sorunu dışında bir politikamız, bir siyasal varlık nedenimiz olmayacak mı diye ayrılmışlardı. Aslında anlamlı bir soruydu, fakat tümüyle yanlış kişiler tarafından ve sağlıklı olmayan amaçlarla sorulmuştu. Ayrılanların da bunun yerine koyabileceği bir şey yok. Sadece Kürt hareketi ile araya konulmuş bir mesafe olarak kaldı çıkışları.

TKP ise başka bir yerde duruyor. “Ulusalcı sol”un soldaki uzantısı görünümü kazandığı ölçüde, çok büyük bir itibar kaybına uğradı. Belirgin bir milliyetçi söylemi var. Kürt sorununda çok belirgin bir şovenizmi var. Bir orta sınıf milliyetçiliği TKP’ninki. Oysa bu baylar zamanında anti-emperyalizmi modası geçmiş bir argüman olarak gören bir ideolojik birikimden geliyorlar. Gelenek’te bunlar işleniyordu bir zamanlar. Genel olarak demokratik siyasal sorunlara, demokrasi, siyasal bağımsızlık, Kürt sorunu gibi sorunlara küçümseme ile bakılıyordu. Aslolan sosyalist devrimdir diyorlardı, şimdi yurtsever olmuşlar! En geri, yer yer bayağı yurtsever temaları kullanıyorlar: “Türkiye’yi Amerika’ya böldürmeyeceğiz!” diyorlar örneğin. Bu, Kürt sorunu üzerinden şovenist kudurganlığın etkisi altındaki kitlelere verilmiş gerici bir mesaj oluyor işin aslında. “Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin çiftliği yapmayacağız, komşu halklara karşı saldırı üssü yapmayacağız” demiyor da, “Türkiye’yi Amerika’ya böldürtmeyeceğiz” diyor. Böylece devletin bölücülük söylemi anti-amerikan bir sosla sunulmuş oluyor. Bu partinin birçok çevre tarafından bu konuda eleştirilmesi, yer yer “milli komünistler” olarak aşağılanması bu açıdan şaşırtıcı değil. Belli bir gücü var, kadrosal yapısı var, bir takım yayın organları var, yetişmiş eğitimli insanları var, belli bir kitlesi var. Ama bunlar önemli değil, sonuçta kimlik önemli. Biz devrimciyiz, ideolojik ölçülerle ve politik kimlik üzerinden bakarız sorunlara.

***

Reformistlerin şu an tüm dikkatleri çatı partisi üzerinde. Çatı partisi, farklı partilerin kendi partisel varlıklarını koruyarak, ortak bir parti içerisinde ayrıca bir araya gelmeleri projesi. Bu proje nasıl bir ihtiyacın ürünü? Onlar iddia ediyorlar ki, bu hiç de seçimlere yönelik bir proje değil, Türkiye’nin böyle bir sol alternatife ihtiyacı var, asıl sorun bu, vb...

Ayrı partiler, bir çatı parti kurup bir alternatif parti yaratamazlar. Parti kavramının siyaset biliminde bir anlamı var, açık bir ideolojiye, programa ve taktiğe sahip siyasal bir organizma demektir parti. Hem ayrı partiler olacak, hem de bir çatı partisi olacak! Bu söylemin hiçbir ciddiyeti yok. Çatı partisi tümüyle bir seçim partisidir, ki ancak bu taktirde bir parça anlamı olabilir. Nitekim AKP’nin kapatılması tehlikesinin var olduğu bir aşamada, bir an önce kuralım diyorlardı, Mayıs’ta kurmayı bile düşünüyorlardı. AKP kapatılırsa sonbaharda yapılacak gibi görünün seçime parti yetiştirmek istiyorlardı. AKP kapatılmayınca, yerel seçimler de normal tarih olan Mart’a kalınca işi ağırdan almaya başladılar. Tümüyle bir seçim partisi olduğunu bu bile gösteremeye yeter. Kürt hareketi eksenli bu ittifak her zaman seçimlere yönelik oldu, halen de öyle. Her seçim öncesinde, bizim ittifakımız hiç de seçimlere yönelik değil diyorlar, ama seçimler bitiyor ve ittifak dağılıyor. Ta ki yeni bir seçime kadar. Yeni bir seçim yaklaşınca, yeniden yeni bir biçim altında, “çatı partisi”, “zeytin dalı” vb. adlar altında yeni projelerle ortaya çıkıyorlar. Ve her seferinde yemin billah ediyorlar, ittifakımız seçimlere değil mücadele ortaklığına yönelik diye. Bunu 6 senedir böyle söylüyorlar, ama pratikte yaptıkları seçim ittifaki ilişkisini geçmiyor.

Reformist solda parlamentarist kimlik giderek oturdu. Kendilerine parlamentarist denilmesini sorun da etmiyorlar artık. Onları bu eksende eleştirmenin bu açıdan bir anlamı yok artık. Tabanına anlatacağınız bir şey yok, zira tabanına da benimsetiyor bunu, kendince meşrulaştırılmış bir yeni kimlik bu.

Peki, meclise grup sokacaklar da ne olacak? Halen mecliste zaten bir grup yok mu? Anlamlı ne işler yapıyor bu parlamento grubu?

Çarlık Rusya’sında parlamento tartışmaları, devrimci söylemi meşrulaştırma işlevi görüyordu. Duma kürsüsü üzerinden kitlelere sesleniliyordu. Bu ses kitlelere doğrudan Duma üzerinden yansımıyordu. Duma tutanaklar yoluyla söylemi resmi belgeye dönüştürüyordu, gerisi tümüyle devrimci örgütün etkinliği olarak yaşanıyordu. Tutanaklar devrimci basına, devrimci basınsa işçilere taşınıyordu. Duma kürsüsünden yükseltilen sesin işçilere ulaşmasının mekanizması buydu. Parlamento grubunun gerisinde dinamik bir devrimci parti ve hareket halindeki kitleler vardı. Kitle hareketi parlamento grubunu besliyordu, parlamento grubunun kendisi de kitle hareketine destek oluyordu. En verimli dönemi 1912-14 yıllarıdır. Badayev Çarlık Rusyası’nda Bolşevikler kitabında bunu çok güzel anlatıyor. Bu budur, böyle çalışılır. Bizimkiler kitle mücadelesini, sokak mücadelesini ve kitlelerin hareketi üzerinden parlamentoda bir kuvvet olmayı bir yana bırakmışlar, kendi içerisinde bir parlamenter güç olmaya bakıyorlar.

Latin Amerika’da parlamenter başarılar var ama büyük bir sosyal huzursuzluğun, büyük kitle mücadelelerinin (Bolivya’da, Venezuella’da, Ekvador’da bu çok belirgindir) üzerinden gündeme geliyorlar ve kitlelerin tepkisi, bunun üzerinden hükümet olmayı başarmış güçleri, başkanları ya da partileri sürekli baskı altında tutuyor. Bolivya’da Morales başlangıçta sendeliyor ve çok da güven vermiyordu. Onu başa getiren kitle dinamizmi tepkisini ve kararlılığını ortaya koydukça, bu Morales üzerinde hem bir basınç etkeni oldu ve hem de onun için bir cesaret kaynağı oluşturdu.

Peki Kürt oyları üzerinden parlamentoya girmeye çalışan reformist sol hangi kitle hareketine dayanıyor? Sizi parlamentoya taşıyan bir kitle hareketi yoksa eğer dayanabildiğiniz, bu durumda Kürt oylarıyla parlamentoya girme başarısı elde etseniz ne olur? Bugünün burjuva toplumunda parlamenter mekanizmalar geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde denetim altına alınmıştır. Parlamentoda yükselecek sesinizi ancak kitle hareketi üzerinden ve kendi öz araçlarınız üzerinden duyurabilirsiniz. Ciddi bir kitle hareketine dayanmıyorsanız, asıl kavranacak halkayı buradan almıyorsanız, dikkatinizi, enerjinizi buraya yoğunlaştırmıyorsanız, bir yolunu bulup parlamentoya 80 kişilik grup da soksanız bunun bir kıymeti olmaz.

Burada ideolojik kavrayıştaki temelli sorunları bir yana koyuyorum. Parlamentarizmin ne olduğu belli. Yerel seçimler üzerinden reformistlerin “yerel iktidarlaşma” kavramının ne anlama geldiği belli. Bizde bunlar eleştirildi, enine boyuna tartışıldı. Reformist hareketin bu yönünü ve yönelimin doğrusu artık çok önemsemiyoruz. Bu artık sindirilmiş bir kimlik oldu onlar için, bundan böyle bir gerçeklik olarak kabul etmek gerekiyor. Çok özel ideolojik yüklenmelerin konusu yapmak da gerekmiyor bence. Herkes ne yaptığını biliyor, burada bir yanılgı yok. Yeni kazanılan genç devrimcileri dışında bırakırsanız, taban da büyük ölçüde bu çizgiyi, bu konumu benimsemiş bulunuyor.

(...)


Üste