20. yüzyıl... Bunalımlar, savaşlar ve devrimler yüzyılı!.. Yüzyılın başlangıcı, kapitalizmin emperyalist aşamasına geçişi işaretliyor. Emperyalizm çağı ile birlikte kapitalizmin genel bunalım aşaması başlıyor. Sistemin yapısal sorunları ağırlaşıyor, çelişkiler her alanda keskinleşiyor. 1904 Rus-Japon savaşı gerici emperyalist savaşlar dönemine, 1905 Rus Devrimi devrimler dönemine ilk açılışlar oluyor. Ekonomik bunalım ve emperyalist egemenlik mücadelesi militarizmi ve silahlanmayı azdırıyor, sonuçta emperyalist bir dünya savaşını hazırlıyor. İnsanlık, yüzyılın daha ikinci on yılı içinde, 1914 yılında, ilk emperyalist dünya savaşının büyük yıkımı ile tanışıyor.
Savaş sistemin bunalımını ağırlaştırıyor ve bu Rusya’da Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferini hazırlıyor. Bolşevik partisinin devrimci önderliği altında birleşmiş işçi sınıfı, yoksul köylülüğün desteğini de kazanarak, burjuvaziyi deviriyor ve iktidarı ele geçiriyor. Burjuvazi mülksüzleştiriliyor ve devrimci Sovyet iktidarı altında yeni bir toplumun inşasına geçiliyor.
Sosyalist Ekim Devrimi yeni bir çağı, proletarya devrimleri çağını başlatıyor. Yarattığı büyük sarsıntı, çok geçmeden tüm dünyada yankılanıyor. Kıta Avrupası yıllarca süren bir devrimci çalkantılar dönemi yaşıyor. Sömürge ve yarı-sömürge ülke halklarının uyanışı hız kazanıyor. Doğu’nun ezilen halkları emperyalist köleliğe başkaldırarak tarih sahnesine çıkıyorlar. Olgunlaşmakta olan Çin Devrimi, Ekim Devrimi’nin ardından yeni bir itilim kazanıyor.
Bolşevizm zafere devrimci Marksizmin bayrağı altında yürüyor. Bu, ezilenler dünyasında marksist dünya görüşüne ve devrimci sosyalizm ülküsüne büyük bir güç ve prestij kazandırıyor. Kültürel açıdan en geri konumdaki halklar arasında bile sosyalizm büyük bir umut haline geliyor. Burjuva ulusal demokratik akımlar bile sosyalizm iddiası ile ortaya çıkıyorlar.
Dünyanın dört bir yanında peşpeşe komünist partileri kuruluyor ve Komünist Enternasyonal’in kızıl bayrağı altında birleşiyorlar. Sınıf bilinçli devrimci işçiler, proletarya devrimi ve sosyalizm davasına ihanet etmiş sosyal-demokrat partilerden koparak, kitlesel halde komünist partilerin saflarına katılıyorlar. Batının devrimci işçi sınıfı ile Doğu’nun uyanış içindeki ezilen halkları arasında emperyalizme karşı sağlam devrimci köprüler kuruluyor. Ekim Devrimi burada birleştirici bir eksen rolü oynuyor.
Özetle, Ekim Devrimi ile birlikte, onun bir fırtınaya dönüşen etkisi altında, dünya devrimci süreci büyük bir güç ve yeni bir ivme kazanıyor.
Büyük Ekim Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınası, etkisini Türkiye’de de gösteriyor. 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, Büyük Ekim fırtınasının dolaysız bir ürünü oluyor.
Aynı yıllarda Türkiye’de başını burjuva kemalist hareketin çektiği milli kurtuluş mücadelesi var. Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiyeli komünistler bu mücadeleye katılmak, Ekim Devrimi’nin büyük soluğunu Türkiye’nin işçilerine ve köylülelerine taşımak istiyorlar. Fakat ulusal kurtuluş mücadelesinin bir işçi-köylü devrimine dönüşmesinden korkan kemalist burjuvazi buna izin vermiyor. Bu girişimi kirli bir komplo ile boğuyor. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı katlediliyor. Türk burjuvazisinin kirli savaş ve katliam geleneği, komünist katliamı ile başlıyor.
TKP, daha ilk adımında, önder kadrosu ile birlikte devrimci bir çizgide kalmak olanağını da yitiriyor. TKP’nin sonraki önderliği devrimci bir çizgi izleyemiyor. Kemalist iktidara soldan muhalefet etmeyi ve kemalist reformları daha ileriye taşımayı kendine misyon ediniyor. Böylece gerçekte bağımsızlığını yitiriyor, iktidardaki kemalist akımın muhalefetteki yedeği olmaktan öteye gidemiyor.
Türkiye Cumhuriyetin ilk iki on yılında Kürt isyanlarının sarsıntısını yaşıyor, kemalist burjuvazi bunları katliamlarla ve toplu sürgünlerle bastırıyor. Bunun ötesinde topluma sosyal mücadele bakımından belirgin bir durgunluk egemen. Bu, solu temsil eden TKP’nin gelişme ve büyüme şansını hepten boğuyor.
TKP, solun tümünü temsil ettiği 40 yıl boyunca, bir avuç aydın ile sınıf bilinçli işçinin marjinal partisi olmaktan öteye gidemiyor. Türkiye’nin siyasal yaşamında kayda değer bir rol oynayamıyor. Buna rağmen devletin sık sık tekrarlanan saldırılarına hedef olmaktan da kurtulamıyor. TKP üyeleri döne döne baskı, zulüm, işkence ve hapislerle karşılaşıyorlar. İçlerinden bunu büyük bir direnç va kararlılıkla karşılayan değerli kadrolar çıkıyor.
***
1920’lerden 1960 başına Türkiye sosyal-siyasal durgunluk ve burjuva gericiliğinin boğucu egemenliği altındayken, dünyada 20. yüzyılın en hareketli onyılları yaşanıyor. Ekim Devrimi’ni izleyen büyük devrimci fırtına ancak hız kesmişken, 1929’da kapitalizmin büyük ekonomik çöküntüsü patlak veriyor. Dünya kapitalizmini yıllarca soluksuz bırakan “büyük bunalım”, kapitalizmin özünde yatan derin çelişmeleri bir kez daha gözler önüne seriyor. Oysa sosyalist Sovyetler Birliği bu bunalımdan hiçbir biçimde etkilenmiyor, tersine, aynı zaman dilimi içinde sosyalizmin inşasında önemli başarılar elde ediyor.
Doğu’da Çin Devrimi yeni bir safhaya geçerken, tüm 30’lu yıllar Avrupa’da, bir toplumsal-siyasal istikrarsızlık ve devrimci çalkantılar dönemi olarak yaşanıyor. Burjuva gericiliğinin buna tepkisi faşizm oluyor. Almanya’da Nazi iktidarı faşist gericiliği tüm Avrupa’da azdırırken, yeni bir emperyalist savaşı da alabildiğine yakınlaştırıyor. Enternasyonalizmin ve devrimci kahramanlığın en iyi örneklerine sahne olan İspanya’da cumhuriyetçiler İç Savaş’ı yitiriyorlar.
Sistemin çok boyutlu bunalımı emperyalistler arası çelişkileri keskinleştiriyor. ‘30’lu yılların sonunda yeni bir emperyalist paylaşım savaşı gündeme geliyor. Savaş 6 yıl sürüyor ve 50 milyonu aşkın insanın yaşamına maloluyor. Avrupa’yı ve sosyalist Sovyetler Birliği’ni harabeye çeviren bu savaş, kapitalist dünya sisteminin insanlığın ve uygarlığın önünde gerçek bir ayakbağı haline geldiğinin yeni bir kanıtı oluyor. İnsanlığı kapitalizmin ürünü faşizm belasından, sosyalist Sovyetler Birliği ve hemen tüm ülkelerde komünistler önderliğinde savaşan devrimci Avrupa halkları kurtarıyorlar.
Savaşı Doğu Avrupa’nın kapitalist sistemden kopması, bunu ise Uzak Doğu’da Çin, Kore ve Vietnam devrimleri izliyor. Milli kurtuluş mücadeleleri yeni bir hız kazanıyor. Dünya çapında halklara devrimci bir iyimserlik, sisteme ise gerici bir karamsarlık egemen. Emperyalist dünya gericiliği bunu saldırgan NATO oluşumu ve Soğuk Savaş saldırısı ile karşılıyor.
İnsanlık dünyayı bekleyen yeni bir fırtınalı on yıla, 1960’lara, Küba Devrimi’nin zaferi ile giriyor. Dünyadaki devrimci fırtına tüm ‘60’lı yıllar boyunca sürüyor... Sosyalist ülkelerdeki bürokratik bozulmaya ve dünya komünist hareketini hızlı bir bölünme, parçalanma ve yozlaşmaya sürükleyen Kruşçev liderliğindeki modern revizyonist ihanete rağmen bu böyle.
Dünyanın dört bir yanında halklar devrim için, ezilen uluslar kurtuluş için mücadele ediyor. Cezayir’de kurtuluş mücadelesinin zaferi, Çin’de kültür devrimi, Vietnam’da ve Filistin’de ulusal direnişler, Kara Afrika’da sömürgeciliğe karşı ulusal uyanış, hemen yer yerde devrimci halk hareketleri var. Geçici refah döneminin yarattığı bozulmaya rağmen Avrupa ve Amerika’da bile kitle hareketliliği güç kazanıyor. Dönemin sonunda Avrupa işçi ve öğrenci hareketleri ile sarsılırken, ABD’de Vietnam savaşına, ırksal ve cinsel ayrımcılığa karşı güçlü kitle hareketleri var.
Aynı 1960’lı yıllar Türkiye’de de büyük bir hareketlenmeye sahne oluyor ve her açıdan yeni bir dönemin başlangıcını işaretliyor. 1950’li yıllarda hızlanan kapitalist gelişme, ‘60’lı yıllara ulaşıldığında, Türkiye toplumuna yeni bir görünüm kazandırıyor. Geleneksel tarımsal ilişkiler çözülüyor, kırdan kente kitlesel göçler yaşanıyor, şehirler büyüyor, sanayi havzaları çoğalıyor... Köylülük ve küçük zaanatçılık çözülürken, işçi sınıfı güçleniyor, safları günden güne kalabalıklaşıyor.
İktisadi gelişme toplumun sosyal yapısını ve sınıf ilişkileri tablosunu baştan aşağı değiştiriyor. Bu, etkisini çok geçmeden sosyal-siyasal mücadele planında da gösteriyor. Türkiye, Cumhuriyet döneminin tanık olmadığı çapta büyük bir sosyal uyanışa, hareketlenmeye ve mücadeleye sahne oluyor. İşçi sınıfı, topraksız köylülük, küçük üreticiler, şehir küçük-burjuvazisinin modern katmanları, eğitim emekçileri, öğrenci gençlik, her biri kendine özgü istemlerle birbiri ardına mücadele sahnesine çıkıyorlar. Bunu Kürdistan’da, halk katmanlarına dayalı, ilerici sosyal özlemlerin demokratik ulusal özlemler ile içiçe ifade edildiği bir yeniden uyanış ve hareketlenme tamamlıyor. Kapitalist sömürüye ve emperyalist talana eşlik eden siyasal baskı rejimi, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri arasında, ekonomik-sosyal istemlerin yanısıra demokratik siyasal özlemleri de kamçılıyor. Grevler, gösteriler, yürüyüşler, fabrika işgalleri, küçük üretici eylemleri, toprak işgalleri, öğrenci boykotları birbirini izliyor. Dünyadaki süreçlerin de olumlu etkisi ile birlikte sosyalizm özlemi toplumun mücadele içindeki ileri katmanları arasında güç kazanıyor.
‘60’lı yılların bu büyük sosyal uyanışı ve hareketlenmesi, solun ve sosyalizmin üzerinde gelişip serpileceği verimli ve bereketli bir toprak demek. Nitekim öyle de oluyor. Türkiye sol hareketi tarihinde ilk kez olarak bu dönemde kitleselleşiyor, toplumda meşrulaşıyor ve giderek etkin bir taraf haline geliyor. Öte yandan Kürt hareketi, yine bu dönemde, ama artık alt sınıflara dayalı olarak ve belirgin ilerici özlemlemlerle, yani sınıfsal kimliği ve siyasal niteliği değişmiş olarak, yeniden mücadele sahnesine çıkıyor. Bu aynı yıllar, 1960’lı yıllar, Türkiye’de sol bir kültürel aydınlanma dönemidir de. Bu ilerici gelişmeyi bilim, kültür, sanat, edebiyat yaşamı içindeki aydınların hatırı sayılır bir bölümünün solda yer alması ve emekçilerin mücadelesini desteklemesi tamamlıyor.
Tarihi önemdeki bu büyük uyanışın merkezinde tartışmasız biçimde Türkiye işçi sınıfı var. Büyük hareketlilik, dönemin başında, işçi sınıfının grev ve toplusözleşme hakkı için giriştiği büyük Saraçhane Mitingi ile ilk itilimini kazanıyor. Ve dönemin sonunda, işçi sınıfının temel sendikal haklarını korumak için ayağa kalktığı Büyük 15-16 Haziran Direniş ile doruğuna ulaşıyor. Arada büyük yankılar yaratan Kavel direnişinden ancak askeri birliklerle bastırılabilen Zonguldak kömür işçileri direnişine, yürüyüşlerden fabrika işgallerine kadar sayısız işçi direnişi var. Bu etkin konum ve öncü tutum, işçi sınıfını adeta kendiliğinden öteki emekçi katmanların da umudu haline getiriyor.
Fakat yazık ki bu dönemde işçi sınıfının devrimci partisi yok. Dahası genel olarak devrimci bir parti de yok. Sol adına sahneye çıkan başlıca akımlar, sosyalizm söylemi kullansalar da gerçekte ne sosyalist, ne de devrimci idiler. Bu akımlar ne bir sınıf egemenliği sistemi olarak kapitalist mülkiyet düzenini, ne de bir sınıf egemenliği aygıtı olarak burjuva sınıf devletini hedef alıyorlardı. Ne buna uygun bir konumlanışları ve örgütlenmeleri, ne de bunu olanaklı kılacak bir stratejik çizgileri ve mücadele anlayışları vardı. Ya TİP örneğinde olduğu gibi parlamentocu, ya da YÖN ile MDD Hareketi örneğinde olduğu gibi darbeci idiler. Bu, burjuva düzen kurumlarına bağlanan gerici umutları anlatıyordu. TİP tüm umudunu anayasaya ve parlamentoya bağlarken, YÖN ve MDD Hareketi başta düzen ordusu olmak üzere devlet bürokrasisinden medet umuyordu.
Bu akımlara ortak payda olarak milli kalkınmacı bir orta sınıf zihniyeti egemendi. Tabanda samimi emekçiler ile devrim özlemi güçlü militanlar yer alsalar da, hareketi pratik olarak bunlar sürükleseler de, dönemin sol hareketine reformcu orta sınıf temsilcileri yön veriyordu. Hedef toplumsal devrim değil, fakat ulusal ve sosyal reform idi. Düzenin temellerine dokunmaksızın düzen reforme edilmek isteniyordu.
Özetle bu, Türkiye solunun yakın tarihinde sosyal reformcu akımların egemenliği anlamında bir burjuva sosyalizmi dönemi idi.
Reformizmin egemenliği sosyal hareketliliğin dinamizmi ile çelişiyordu. Biriken koşullar aşılmasını zorluyordu. Dönemin sonuna doğru bu gerçekleşti. Gençlik hareketi içinde yetişmiş kadrolar, dönemin dünyasına egemen devrimci akımlardan da etkilenerek, reformist çizgiden koptular. THKP-C, THKO ve TKP-ML bu kopuş süreci içinde şekillendi. Parlamentarizm ve ordu darbeciliği reddedildi, devlet tüm kurumlarıyla karşıya alındı ve devrim uğruna kurulu düzene başkaldırıldı. Bu, devrimci hareketin doğumu idi. Bu doğum tarihi önemdedir; ‘71 Devrimci Hareketi’nin yakın tarihimiz içindeki özel yeri bunda anlamını bulmaktadır.
Fakat bu henüz işçi sınıfı devrimciliğinin doğumu demek değildi. Tüm olumlu etkilenmelere rağmen bu akımlar, temelde Marksist dünya görüşüne ve işçi sınıfı devrimciliğine uzak idiler. İşçi sınıfının devrimci sosyalist ufkunu değil, fakat kent ve kır küçük-burjuva katmanlarının devrimci-demokratik özlemlerini temsil ediyorlardı. İdeolojik çizgileri, programları, örgüt ve mücadele anlayışları, bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyordu.
Bu akımların mücadele sahnesine çıkışlarıyla hemen hemen aynı dönemde büyük 15-16 Haziran Başkaldırısını gerçekleştiren Türkiye işçi sınıfı hala da devrimci konum ve kimliğine uygun bir ideolojik-siyasal temsilden yoksundu.
Türkiye ‘70’li yıllara işçi sınıfı cephesinden 15-16 Haziran çıkışı ve sol hareket cephesinden devrimci hareketin doğumu ile adım attı. Burjuva gericiliğinin genel toplumsal uyanışa yanıtı ise faşist 12 Mart askeri darbesi oldu. Dönemin Genelkurmay Başkanı “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aşmıştır” diye özetlemişti durumu. Durum tespitinden çıkan vazife, Amerikancı faşist askeri darbe oldu. Halk hareketi yeni kurulmuş devrimci örgütlerle birlikte acımasızca ezildi. Devrimci örgütlerin liderleri ve kadroları ya katledildi, ya da zindanlara dolduruldu. Faşizmin zulmüne karşı dışarda, işkencehanelerde, mahkemelerde ve idam sehpalarında yiğit direniş örnekleri gösterildi ve bu sonraki devrimci kuşaklara kalan en önemli miras oldu.
12 Mart faşizminin zulmü çok geçmeden ters tepti. Baskı ve zulümle rüzgar ekenler, daha aradan birkaç yıl bile geçmeden, halk hareketinin ilkinden de büyük yeni bir fırtınası ile yüzyüze kaldılar. 1974 yılından başlayarak tüm Türkiye’de devrimcileşmiş bir halk hareketi boydan boya yayıldı. Modern Türkiye tarihinin en kitlesel, coşkulu ve militan gösterileri bu dönemde gerçekleşti. Onbinlerce insanın döne döne katıldığı faşizmi protesto eylemleri, yüzbinlerce kişinin katıldığı 1 Mayıs eylemleri bu dönemde yaşandı. Kürt halkının ‘60’ların sonuna doğru açığa çıkan yeni ulusal demokratik uyanışı da aynı dönem içinde serpilip gelişti.
Ezilen sınıfların hemen tüm kesimleri, işçi sınıfı, kent küçük-burjuvazisi, gecekondu yoksulları, öğrenci gençlik, kır yoksulları vb., en ileri kesimleriyle mücadelenin içinde idiler. Fakat ilk hareketlenenler bir kez daha öğrencilerle birlikte işçiler olmuştu. Sosyal hareketliliğin merkezinde bir kez daha işçi sınıfı vardı. İşçi sınıfı sayısız grev ve direnişlerle, birbirini izleyen faşist cinayetlere karşı ortaya koyduğu eylemlerle, 1 Mayıs gösterilerine etkin katılımı ile, DGM’yi püskürten direnciyle, Tekel ve Tariş gibi unutulmaz direnişleriyle, politik bir genel greve dönüşen 20 Mart faşizmi protesto eylemiyle, Kemal Türkler’in katledilmesine karşı ortaya koyduğu görkemli siyasal protesto ile, 15-16 Haziran’ın kitlesel militan ruhunu yeni döneme taşımıştı. Özetle işçi sınıfı, etkili gücü ve militan etkinliği ile, birleştirme ve ardından sürükleme yeteneği ile, öteki emekçi kesim ve katmanların öncüsü olabilecek biricik sınıf olduğunu, bir kez daha hayatın içinde, sosyal mücadelenin sıcak zemininde, tüm açıklığı ile ortaya koymuştu.
Fakat bu aynı dönemde, sol ve sosyalizm adına ortaya çıkan sayısız akıma rağmen, Türkiye işçi sınıfı politik düzeyde devrimci bir temsil olanağından yine yoksundu. Tüm öteki katmanlar bir biçimde sol siyasal sahnede temsilcilerine sahip idiler, ama işçi sınıfı değildi. Ara katmanların, kent ve kır küçük-burjuvazisinin değişik kesimlerinin, kent ve kır yoksullarının düşünce tarzlarını, sınıfsal ufkunu, siyasal özlemlerini, kültürel eğilimlerini dile getiren, kendinde cisimleştiren çok çeşitli akımlar vardı. Fakat işçi sınıfının devrimci dünya görüşünü ve siyasal ufkunu temsil eden, bu temelde onu bağımsız devrimci bir güç olarak örgütlemeye ve harekete geçirmeye yönelen herhangi bir akım yoktu.
Aralarında geçiş halkaları oluştaranlar bulunsa da, dönemin sol siyasal akımları temelde iki ana grubu oluşturuyorlardı. Bunlardan ilki, ‘60’lı yılların TİP reformizminden kök alan ve artık herşeyi ile Sovyet revizyonizmine dayanan reformist partiler grubuydu. İkincisi ise, hemen tümüyle ‘71 Devrimci Hareketi’nden kök alan, kendi aralarında alabildiğine bölünüp farklılaşan, her renkten devrimci-demokrat akımlar kümesi idi.
İlk grubu oluşturan reformist akımlar devrimciliğe her bakımdan yabancı idiler. Kent ara katmanlarının, iyi halli kent küçük-burjuvazisinin düşünce ve özlemlerini temsil ediyorlardı. Mevcut sorunlu biçimiyle düzene muhalif, fakat gerçekte onun temelleri ile barışık idiler. Amaçları kurulu düzeni devirmek değil, fakat yalnızca reforme etmekti. Konumlanışları da buna göre idi; tümü de düzenin icazet sınırları içinde bulunuyorlardı. Bunlar, ‘60’lara egemen burjuva sosyalizminin yeni dönemdeki uzantıları, siyasal sahnedeki temsilcileri idiler.
İkinci grubu oluşturanlar, genel planda devrimci bir konumda idiler. Fakat devrimcilikleri temelde küçük-burjuvazinin sınıf ufkunu aşmıyordu. Başta öğrenci gençlik olmak üzere kentin ve kırın küçük-burjuva katmanları içinde kendilerini bulmuşlar, her bakımdan bu zeminde yoğrulmuşlardı. Kitle tabanlarını buradan edinmiş, kadrolarını buradan devşirmişlerdi. Programatik ufukları ve siyasal çizgileri, mücadele ve örgütlenme anlayışları, kültürel ve moral değerleri buna, bu sınıfa, demokratik küçük-burjuvaziye göre şekillenmişti. Tümü birarada, yeni döneme, 1970’li yıllara damgasını vuran küçük-burjuva sosyalizminin temsilcileri idiler.
Dönemin reformist akımları işçi sınıfı hareketi üzerinde belirli bir etkiye sahiptiler. Bu, reformist sendika bürokrasisi üzerinden ve dolayısıyla tepeden inme elde edilmişti. Bu yolla sınıf hareketinin devrimcileşme olanakları felce uğratılıyor, hareket düzenin icazet sınırları içinde tutuluyor, burjuva akımların yedeği haline getiriliyordu. Dönemin halkçı devrimci-demokratik akımları ise işçi sınıfından ya tümüyle kopuktular, ya da onunla ancak halk sınıflarından biri sınırlarında ilgileniyorlardı.
Sol hareketin bu tablosu ile birlikte işçi sınıfı hareketinin durumu, ‘70’li yılların büyük devrimci fırtınasının neden kolayca heba olduğunun da en temel açıklamasını verir bize. Dönemin gerçek ihtiyacı, işçi sınıfının devrimci dünya görüşünü, buna dayalı bir devrimci programı ve stratejik yönelimi temsil eden, bunun işçi sınıfı içinde ete-kemiğe büründürmeye yönelen bir devrimci sınıf partisi idi. Dönemin geniş çaplı devrimci halk hareketini, ancak devrimcileşmiş bir örgütlü işçi sınıfı hareketi, kendi ekseni etrafında birleştirebilir ve burjuva sınıf iktidarı için gerçek bir tehdit düzeyine çıkarabilirdi. Olmayan da yazık ki buydu. Dönemin, onbinlerce devrimcinin binbir türlü fedakarlığı üzerinden oluşan muazzam devrimci birikiminin, bir sonraki dönemde kolayca heba olup dağılmasının gerisinde temelde bu vardı.
Türkiye’de büyük bir sosyal hareketliliğe sahne olan 1970’li yılların ikinci yarısı, dünyada bir dönemin sonuna gelindiğinin ilk önemli işaretlerini de veriyor.
Dünya kapitalizmi, ikinci dünya savaşını izleyen uzun ekonomik genişleme döneminin sonuna ulaşıyor ve yeni bir bunalım dönemine giriyor. Ekonomik durgunluğa tüm dünyada işsizlik ve enflasyon eşlik ediyor. Kapitalist dünya, bunalımın faturasını emekçilere ödetmek üzere, ‘80’li yılların başından itibaren, bugün çöküşünü izlemekte olduğumuz saldırgan neo-liberal politikalar dönemine giriyor.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın yozlaşmış bürokratik rejimlerinde sorunlar çoğalıyor. ‘89 çöküşünün koşulları olgunlaşıyor. Revizyonist akımın yozlaşması yeni boyutlar kazanıyor. Euro-komünizm akımı, eski komünist partilerdeki yozlaşmanın sosyal-demokratlaşma aşamasını işaretliyor.
‘70’li yılların ortalarına doğru Çin Hindi halkları Amerikan emperyalizmine karşı ezici bir zafer elde ediyorlar. Afrika’da sömürgeciliğe son darbeler vuruluyor. İran’da Amerikancı Şah rejimi yıkılıyor. Halkların bu zaferleri, Ekim Devrimi ile başlayan büyük devrimci sürecin son halkalarını oluşturuyor. Bunu dünya ölçüsünde aynı sürecin hızlı bir gerilemesi izliyor.
Devrimci sürecin gerilemesine ‘80’li yıllardan itibaren siyasal gericiliğin öne çıkması eşlik ediyor. Yeni-sağın yükselişi eşliğinde neoliberal saldırı dönemi başlıyor. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher, Almanya’da Kohl hükümetleri bunu simgeliyor.
Aynı yıllara Türkiye faşist karşı-devrim hamlesi ile giriyor. 1980 sonbaharında 12 Eylül askeri faşist darbesi tezgahlanıyor. Darbenin arkasında dolaysız olarak ABD ve NATO var. Amaç yalnızca tehdit oluşturan devrimci süreci boğmak değil, fakat İran devriminin ardından doğan büyük boşluğu da Türkiye ile doldurmak.
Darbenin ardından sınıf ve kitle hareketi faşist askeri rejimin zoruyla dizginleniyor ve devrimcilere karşı ülke çapında bir sürek avı başlatılıyor. Yüzbinlerce insan işkencelerden geçiriliyor, onbinlercesi zindanlara dolduruluyor. İdamlar ve faşist cinayetler birbirini izliyor. Dinsel gericiliğin önü bizzat faşist cunta eliyle açılıyor. Kürt devrimcilerine görülmemiş bir zulüm uygunlanıyor. Kürt halkına inkar ve imha dayatılıyor. 24 Ocak Kararları’nın engelsizce ve acımasızca uygulandığı, sömürü ve talanın da dizginlerinden boşaldığı her açıdan karanlık bir dönem bu.
Devrimci hareket çok ağır, aynı ölçüde çok kolay bir yenilgi alıyor. Binlerce militana hükmeden örgütler gevşek yapılar olarak peş peşe çöküyorlar. Yenilgiyi yılgınlık, yılgınlığı tasfiyeci süreç tamamlıyor. Devrimden kaçış kitlesel bir hal alıyor. Küçük-burjuva kimliğe dayalı bir devrimciliğin zor döneme dayanaksızlığı her yönüyle açığa çıkıyor. ‘70’li yıllardaki yükseliş içinde hemen hemen kendiliğinden kazanılan her şey, yenilgi döneminde aynı kolaylıkla kaybediliyor.
Ağır ve kolay yenilgiye rağmen devrimci hareketten arta kalan güçler yenilgiyi açıklıkla ve yüreklilikle sorgulamak yeteneği gösteremiyorlar. Küçük-burjuvaziye özgü yapısal zaafiyet kendini burada da gösteriyor. Yapıldığı kadarıyla sorgulama geriye dönük olarak yapılıyor. Bu ise liberalizmi ve tasfiyeciliği besliyor. Devrimden kopmak ve devrimci örgütten kaçış ile sonuçlanıyor. Bugünün reformist sol grupları bu sürecin ürünü olarak ortaya çıkıyorlar.
Çok geçmeden ‘89 çöküşü patlak veriyor. Bu, dünyada ve Türkiye’de bir dönemin sonunu kesin olarak işaretliyor. ‘60’lı yılların ürünü burjuva sosyalizmi, ‘70’li yılların ürünü küçük-burjuva sosyalizmi için bir dönem kesin olarak kapanıyor.
1987 yılı... Ekim Devrimi’nin 70. Yılı... Dünyada devrim dalgası durulalı yıllar olmuş. Uluslararası ortama artık neo-liberal gericilik egemen. Sovyetler Birliği’inde Gorbaçov dönemi ve yıkılışın hemen öncesi... Ekim Devrimi ile başlayan bir büyük tarihi dönem biçimsel yönden de kapanmak üzere...
Türkiye ise 12 Eylül karanlığından çıkışın sancılarını yaşıyor. ‘70’li yıllarda solda yer alan kent orta sınıfları artık düzenle her açıdan bütünleşmiş durumdalar. Devrimci yükselişin coşkulu taşıyıcısı kent küçük-burjuva katmanlarına yılgınlık ve atalet egemen. Sınırlı bir öğrenci hareketliliği dışında sahnede yalnızca ve yine işçiler var. Grevler birbirini izliyor ve ‘89’daki büyük Bahar Hareketliliği’nin koşulları olgunlaşıyor. Kürdistan’daki gerilla mücadelesi ile halk hareketliliği birleşme aşamasına doğru hızla ilerliyor.
Türkiye solunda yenilgi sonrası ilk toparlanma çabaları var. Büyük ve kolay bir yenilgiyi izleyen her yeniden toparlanma çabası, kapsamlı bir devrimci muhasebeye dayanmak zorunda. Küçük-burjuva tutuculuğu buna gerici bir ayak direme gösteriyor. Kalınan yerden aynı biçimiyle devam edilebileceği hayaliyle hareket ediyor. Bu hayalin yarattığı akibet, aradan geçen 20 yılın ardından, bugün bütün açıklığı ile gözler önündedir. Geçmişin yapısal zaaflarıyla devrimci temellerde bir hesaplaşmaya yanaşmayanlar, sonuçta ne geçmişin devrimci kazanımlarını ve ne de kendi devrimci kimliklerini koruyabildiler.
Komünist hareketin doğumu küçük-burjuva tutuculuğuna karşı mücadele içinde şekilleniyor. Komünistler Ekim Devrimi’nin 70. yılında mücadele sahnesine çıkıyorlar. “Yeni Ekimler İçin!” şiarını yükseltiyorlar. Bunun ancak dünyadaki ve Türkiye’deki süreçlerin dersleri temelinde devrimci bir yenilenme ile olanaklı olabileceğini savunuyorlar. Bu temelde Türkiye solunun yakın geçmişini her yönüyle sorguluyorlar ve yapısal zaafları kıyasıya eleştiriyorlar. Bunun dünya komünist hareketinin 20. yüzyıl deneyimlerinin dersleri ile birleştirmeye çalışıyorlar. Bürokratik yozlaşmaya ve revizyonist ihanete yolaçan süreci çeşitli yönleriyle sorguluyorlar ve sonuçlar çıkarıyorlar. Küçük-burjuva halkçılığına, revizyonizme ve liberal tasfiyeciliğe karşı çok yönlü bir mücadele süreci bu. Komünist hareket kendine özgü ideolojik kimliğini bu mücadele içinde buluyor.
Türkiye Komünist İşçi Partisi, Ekim 1987’den Kasım 1998’e uzanan zorlu bir parti inşa sürecinin ürünü olarak kuruluyor. Bu sürecin teorik cephesinde devrimci bir parti programını ortaya çıkarma, pratik cephesinde sınıf hareketiyle devrimci birleşme çabası var. Bunlara devrimci örgüt sorununda ilkeli bir hassasiyet ile devrimci direniş geleneğinin her alanda geliştirilmesi eşlik ediyor.
Bugünden bakıldığında, sürecin tüm zorluklarına rağmen toplam bilanço yüz ağartıcıdır. Devrimci parti programı bir bayrak gibi dostun düşmanın önünde göndere çekilmiştir. Sınıfla birleşmede büyük bir deneyim ile birlikte ilk önemli mevziler elde edilmiştir. Burjuva gericiliğinin sonu gelmeyen saldırılarına rağmen illegal temellere oturan devrimci örgütün korunmasında ilkeli bir kararlılık gösterilmiştir. Ve nihayet tüm bunlar, siyasal mücadelenin her alanında devrimci direniş geleneğinin geliştirilmesi ile birleştirilmiştir.
Bütün bunların başarıldığı dönemi de önemle gözönünde bulundurmak gerekir. Komünistlerin devrimci bir sınıf partisini inşaya giriştikleri yıllar, tüm dünyada ve Türkiye’de azgın bir siyasal gericilik dönemi oldu. ‘89 çöküşü ile başlayan bu dönemde, dünya ölçüsünde burjuva gericiliği dizginlerinden boşaldı. “Tarihin sonu” ilan edildi, devrime ve sosyalizme ait her şey bin türlü karalamanın konusu haline getirildi. Bunu işçi sınıfına, emekçilere ve halklara yönelik emperyalist küreselleşme saldırısı tamamladı. Tüm bunlar etki ve sonuçlarını Türkiye’de de gösterdi. Şoven milliyetçlik ve dinsel gericilik emekçi kitleleri sarıp sarmaladı ve boğucu bir atmosfere dönüştü. Kürt halkının haklı ulusal direnişini ezme çabası, baskı ve terör rejimini süreklileştirdi. Devletin çeteleşmesi yeni boyutlar kazandı.
Böylesine zor ve her açıdan elverişsiz bir tarihi dönemde kurulan Türkiye Komünist İşçi Partisi, devrimci tarihimizin dolaysız bir ürünüdür. Varlığını, bu tarihin her yönüyle bilince çıkartılması ve işçi sınıfı devrimciliği temelinde aşılmasına borçludur. Türkiye Komünist İşçi Partisi, işçi sınıfının toplumdaki yeri ve tarihi devrimci misyonu üzerine temel marksist düşünceyi, boş bir söylem olmaktan çıkarmış, mücadelenin içinde ete-kemiğe büründürmeye yönelmiştir. Türkiye devrimci hareketinin tarihinde böyle bir yönelim, buna dayalı bir tutarlılık ve kararlılık ilk kez olarak gösterilmektedir. Bu teorik ve pratik konum ve yönelim, modern Türkiye’de proleter sınıf devrimciliğinin gerçek doğumunun ifadesi olmuştur.
Türkiye’de ‘60’lı yılların büyük sosyal uyanışına, düzen sınırlarını ve kurumlarını aşamayan bir burjuva sosyalizmi damgasını vurmuştu. ‘70’li yıllardaki büyük halk hareketine ise, ufku demokrasiyi ve bağımsızlığı aşamayan devrimci küçük-burjuva sosyalizmi damgasını vurdu. Bu iki akımdan ilki bugünün reformist sol çevreleri şahsında, ikincisi ise bazı devrimci-demokrat gruplar şahsında halen de varlığını sürdürmektedir. Fakat gerçekte ikisinin dönemi kesin olarak kapanmıştır, üstelik daha ‘80’li yıllarda. 12 Eylül yenilgisi burada bir dönüm noktası olmuş, ‘89 yıkılışı ise bunu pekiştirmiştir.
Türkiye’nin gelmesi kaçınılmaz yeni devrimci yükselişine işçi sınıfı damgasını vuracaktır. Komünistlerin 20 yıl önce yükselttiği ve TKİP ile taçlandırdığı proletarya sosyalizmi bayrağı, bu yeni döneme ideolojik ve örgütsel bir hazırlıktır. Türkiye’nin devrimci geleceği, bu hazırlığın her alanda ve her açıdan güçlendirilmesine, işçi sınıfı içinde ete-kemiğe büründürülmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu başarıldığı ölçüde, geleceğin devrimci yükselişine proletarya eksenli devrimci sosyalizm damgasını vuracaktır.
İnsanlık 20. yüzyılın ilk on yılında bunalımlar, ikinci on yılında ise emperyalist dünya savaşı ile birlikte Ekim Devrimi’nin büyük devrimci sarsıntısı ile yüzyüze kalmıştı. Yüzyılın bunalımlar, savaşlar ve devrimlerce belirlenen çehresi daha ilk iki on yılda belirginleşmişti.
Şimdi 21. yüzyılın ilk on yılı içindeyiz. Emperyalizm yeni yüzyıla halklara karşı uzun süreli bir savaş ilanı ile başladı. Bunun ne anlama geldiğini Afganistan ve Irak üzerinden somutladı.
Emperyalist dünya şimdi de ekonomik kriz boğuşuyor. Büyük bir çöküşe dönüşmesinden korkulan ekonomik kriz, kapitalizmin yapısal sorunlarını ve onulmaz çelişkilerinin yeni bir itirafı oluyor. Sosyal yıkımın ve küreselleşme saldırısının dayanağı neoliberal ideoloji çöküyor.
Bütün bunları emperyalist dünyadaki hegemonya bunalımı tamamlıyor. ABD emperyalizminin liderliği sorgulanıyor, çok kutuplu dünya istemleri güç kazanıyor. Bu, emperyalistler arası gerilimleri büyütüyor, militarizmi azdırıyor ve silahlanma yarışına yeni boyutlar kazandırıyor.
Özetle, daha ilk adımında, daha ilk 10 yıllık süreç içinde, 21. yüzyılın bir bunalımlar ve savaşlar yüzyılı olacağı kesinlik kazanmış bulunuyor. Halen eksik olan devrimler boyutudur. Fakat sıra ona da gelecektir. Kapitalist dünyanın onulmaz çelişkileri sosyal ve siyasal sorunları sürekli ağırlaştırıyor, sınıf çelişmelerini keskinleştiriyor ve böylece yeni bir devrimler döneminin zeminini bizzat hazırlıyor. Dünya ölçüsünde işçi sınıfının, emekçilerin ve halkların günden güne güç kazanan ve yayılan mücadeleleri ise geleceğin devrimlerinin daha bugünden ilk işaretlerini veriyor.
Bugünün devrimci partisinin temel görevi, gelmesi kaçınılmaz yeni devrimler dönemine hazırlanmaktır. Bu hazırlık devrimci teori ile silahlanmayı, devrimci örgütü güçlendirmeyi ve toplumun biricik tutarlı devrimci sınıfı olan işçi sınıfıyla birleşmeyi gerektirir. Türkiye Komünist İşçi Partisi, kendi misyonuna buradan bakıyor. Her alandaki görevlerini ve tüm günlük çalışmasını, yeni devrimler dönemine stratejik hazırlık üzerinden ele alıyor.
Kapitalizmin güncel ekonomik krizine eşlik eden temel tartışmalardan biri, Karl Marx’ın bir kez daha haklı çıktığıdır. Burjuva dünyası bile artık bunu itiraf etmek zorunda kalıyor. Kapitalizm yaşadığı sürece Karl Marx hep haklı çıkacaktır. Fakat yalnızca teşhis konusunda değil, aynı zamanda çözüm konusunda da. Teşhis kapitalizmin onulmaz çelişkiler içinde insanlığı ve doğayı tüketen bir sistem olduğudur, çözümse proletarya devrimi ve sosyalizm!..
Karl Marx, aslolan dünyayı yorumlamak değil fakat değiştirmektir, demişti. Kapitalizm sonu gelmez krizler içinde debelense de kendiliğinden çökmeyecektir. O ancak işçi sınıfının devrimci önderliği altında birleşmiş emekçilerin örgütlü gücüylü yıkılabilir. Onun nasıl yıkılacağını, ne yolla yıkılması gerektiğini, 91. yılını kutlamakta olduğumuz Büyük Sosyalist Ekim Devrimi tüm insanlığa göstermiştir.
Bundan dolayıdır ki Ekim Devrimi tüm güncelliğini koruyor. Bundan dolayıdır ki biz komünistler “Yolumuz EKİM’in yoludur!” diye haykırıyoruz. İnsanlık kapitalizmin yıkıcı ve tüketici barbarlığından ancak “Yeni Ekimler” yoluyla kurtulacaktır. Karl Marx’ın haklılığı burjuva dünyasında bile bugünden itiraf ediliyor. Sıra Lenin’in haklılığının ilanına da gelecektir. Bu, burjuva dünyasının yeni bir itirafıyla değil, fakat emek dünyasının işçi sınıfının devrimci önderliği altında kapitalist barbarlığa karşı örgütlü ayağa kalkışı ile olacaktır.
Yeni Ekimler için ileri!
Yaşasın proletarya devrimi ve sosyalizm!
Yaşasın Türkiye Komünist İşçi Partisi!
İşçi sınıfı savaşacak, sosyalizm kazanacak!