Logo

Orta Asya’da ABD taşeronluğunun iflası


Türk dış politikası üzerine/3

 

Orta Asya’da ABD taşeronluğunun iflası

 

H. Fırat

Orta Asya: Dış politikada gürültü
ve hezimet

Türk dış politikasının Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya ilişkin boyutuna geçiyoruz. ‘90’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve dağılmasının ardından Kafkaslar’da Azerbaycan, Orta Asya’da ise Türki Cumhuriyetler olarak tanımlanan devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte, Türk dış politikasına yeni ve üzerine büyük gürültüler koparılan bir alan açıldı. Bu alanda Türk dış politikasının son on yıllık bilançosu, bir kısım burjuva yazarlarının da açıkça tespit ettiği gibi, tam bir “hezimet” oldu.

Fakat hezimete uğrayan öncelikle ABD emperyalizmi ve dolayısıyla Türkiye’dir. Zira Türk burjuvazisi bu alanda kendine özgü çıkar ve tercihlere dayalı bir dış politika çizgisi izlemekten çok, ABD emperyalizminin bölgeye ilişkin stratejik çıkar ve hesaplarının basit bir taşeronu olmaktan öteye gidememiştir. Zaten Türk burjuvazisinin siyasal sözcüleri de Türk dış politikasının bu alandaki temel misyonun, “tarihi ve kültürel bağlar”ına dayanarak, emperyalist batı ile Asya’nın Türk cumhuriyetleri arasında “köprü olmak” olarak tanımlamışlardır. Amaç başta ABD emperyalizmi olmak üzere batılı emperyalistlere köprü olmak ve bundan doğal olarak kırıntı kabilinde de olsa pay kapmaktı. Sonuçta bu bile başarılamadı. Çin ve Rusya’nın karşı hamleleriyle, ABD emperyalizmi, çok büyük önem verdiği bu alanda büyük ölçüde dışlandı.

Gerçek niteliği ve işlevi bu denli açık biçimde ortaya konulmasına rağmen, Özal’dan başlayarak burjuva siyaset adamları tarafından iç politikada halk kitlelerini aldatmaya ve sersemletmeye dayalı iddialı söylemlere dayanak yapılan Türk dış politikasının bu alanı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bilindiği gibi; ‘90’lı yılların başında ve bu propagandanın halk kitlelerine dönük yüzünde, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne 200 milyonluk Türk dünyası”ndan sözedilir ve Türkiye de bu dünyanın “doğal lideri” olarak sunulurdu. Bu resmi söylemle dış politikada olduğu kadar iç politikada da gerici, ırkçı-turancı ideolojiye ayrı bir kuvvet kazandırılmıştı. 12 Eylül mağduru faşist Türkeş bu yönelimle birlikte rehabilite edilmekten de öteye yeniden rejimin en has adamı haline getirildi. Yeni Türk cumhuriyetlerle kurulacak ilişkilerin önemli bir olanağı, doğal temsilcisi sayıldı. Azerbaycan ve Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişkilerde öne çıkarılan bakanlar hep de öteki partilerdeki eski MHP’liler oldu. Azerbaycan’da darbe yapmaya kalkan, Özbekistan’da kirli oyunlara adı karışan DYP’li faşist Ayvaz Gökdemir bunun ilk akla gelen örneklerinden. Fakat bu da kör bir politikaydı ve çok geçmeden ayaklara dolandı.

Başlangıçta etkili bir misyoner güç olarak değerlendirilen ve bizzat ABD emperyalizminin teşvikiyle cömertçe desteklenen şeriatçı Fethullahçılık da aynı akibeti yarattı. ABD emperyalizminin stratejik çıkarları ve hesapları uğruna Orta Asya’ya “köprü” olmaya çalışanların “kardeş cumhuriyetleri” hiç tanımadığı, onların durumunu, sorunlarını ve yönelimlerini doğru değerlendiremediği de böylece açığa çıktı. ABD emperyalizminin soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ni kuşatmaya yönelik “yeşil kuşak” projesinin artığı islami gericilik, Türkiye’nin Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişkilerinde bir imkan olmaktan çok bir handikaptı. Bugün bu ülkelerden en az üçü, Özbekistan, Kırgızıstan ve Tacikistan kendi içlerinde islami gericilikle uğraşıyorlar. Şimdilerde Şangay İşbirliği Örgütü ismini alan Şangay Beşlisi içinde yer almalarının temel nedenlerinden biri de, tam da kendi bünyelerindeki şeriatçı akımlarla daha başarılı bir biçimde başa çıkabilmektir.

Fakat Türk devletinin Kafkasya ve Orta Asya politikası tümüyle ABD emperyalizminin bu alanlara yönelik stratejik politikalarının bir uzantısı olarak ortaya çıktığına göre, konuya da oradan bakmak durumundayız.

ABD emperyalizmi ve Avrasya
hakimiyeti

Sovyetler Birliği’nin dağılması ABD emperyalizmine dünyanın tek süper gücü konumunu kazandırmakla kalmadı, ona başlangıçta, yani ‘90’lı ilk yıllarda, Rusya’nın kendisi de dahil geniş bir etkinlik sahası da açtı. Kafkasya ve Orta Asya Türk cumhuriyetleri bu çerçevede çok özel bir öneme sahipti. Zira bu bölge Ortadoğu’nun yanısıra dünyanın en zengin petrol ve doğal gaz rezervlerini barındırıyordu.

Birleştirici bir rol oynayan Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla birlikte Avrupa ve Japonya’nın kendisi karşısında daha güçlü konumlar elde etmeye yöneleceğinin farkında olan ABD emperyalizmi, bunun önünü daha baştan kesebilmek için, üstünlüklerini en iyi biçimde kullandı. Enerji kaynakları üzerinde tam denetim, buna yönelik girişim ve önlemlerin en temel unsurlarından biriydi. Kendi dolaysız kışkırtmalarının da önemli bir rol oynadığı Körfez krizi, ona Ortadoğu’da kendi rakipsiz egemenliğini kurmak olanağı sağladı. Körfez savaşının ABD emperyalizminin tek süper güç konumunu muazzam ölçüde pekiştirdiğini ve bu savaşa paralel olarak açıklanan “yeni dünya düzeni” stratejisini hayata geçirme olanağı sağladığını biliyoruz.

Fakat yıkılışına kadar Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu karşı denge ne olursa olsun, Ortadoğu ABD emperyalizminin zaten güçlü bir konuma ve mevzilere sahip olduğu bir bölgeydi. İran hariç fakat Irak da dahil bölgenin petrol kaynakları büyük bir bölümüyle ABD emperyalizminin denetimindeydi. Yeni durumda, yani yıkılış sonrası dönemde önemli olan Avrasya hakimiyeti, bunun içinde de özellikle Hazar ve Orta Asya enerji kaynaklarına hakimiyetti. Nitekim ABD emperyalizminin dünya egemenliği için sürekli fikir üreten akıl hocası stratejistler sürekli bir biçimde, ABD’nin dünyanın tek süper gücü konumunu koruyabilmesi için Avrasya hakimiyetinin mutlak biçimde kurulması gerektiğini döne döne yinelemişlerdir. Bunun için de dağınıklık, kaos ve çöküntü içindeki Rusya’ya nefes aldırmadan, toparlanıp kendini bulmasını her yolla sabote etmek, yanısıra ve belki de daha da önemli olarak Asya’da sürekli yükselen bir güç olan Çin’i etkisiz kılıp tecrit etmek gerekirdi.

Başkalarının yanısıra Henry Kissenger, daha ‘90’lı ilk yıllarda, hızlı bir büyüme içinde bulunan ve geleceğin en büyük ekonomisi olma potansiyeli taşıyan Çin engelinin mutlaka etkisiz kılınması gerektiğine döne döne vurgu yapmıştır. Daha yakın zamanlarda yayınlanan ve ABD emperyalizminin rakipsiz bir dünya egemenliği kurmasının sorunlarını ele alan kitabında (Büyük Satranç Tahtası, 1997), ünlü Zbigniew Brzezinski, Avrasya’nın olağanüstü stratejik önemini enine boyuna irdeleyerek, “Amerika için ana jeopolitik ödül Avrasya” olmalıdır diyor. Brzezinski kitabında şu temel önemde tespiti de yapıyor: “Amerikanın küresel önceliği doğrudan doğruya Avrasya kıtasındaki hakimiyetinin ne kadar süreyle ve nasıl bir etkiyle sürdürüleceğine bağlıdır.”

Bütün bunlar, stratejik konumu ve zengin enerji kaynaklarıyla Avrasya’nın ABD emperyalizmi için olağanüstü önemini ortaya koyuyor. Ve elbette bütün bunlar, Türk devletinin Kafkasya ve Orta Asya politikasının tümüyle ABD emperyalizminin bu bölgeye yönelik stratejik çıkar, hesap ve yönelimlerinden oluşan genel çerçevesini de ortaya koyuyor. Türk burjuvazisi bu bölgeye yönelik politikasının ana misyonunu, “tarihi ve kültürel bağlar”ını kullanarak “batı ile Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasında köprü olmak” biçiminde tanımlarken, sadık bir ABD işbirlikçisi olmanın gereklerine uygun davranmanın yanısıra gerçekçi olduğunu da ortaya koymuştur.

Yıkılış sonrası dünya hakimiyetinin bu en kritik bölgesinde Türk burjuvazisinin kendi başına ve kendi adına yapabileceği hiçbir şey yoktu. İktisadi ve askeri açıdan en güçlü emperyalist devletlerin etkinlik kurma mücadelesi verdikleri bu alanda Türk burjuvazisinin yapabileceği biricik şey, bu mücadelede en avantajlı konumda görünen ABD emperyalizmine taşeronluktan başka bir şey olamazdı. (Türk burjuvazisi bu taşeronluğu yalnızca ABD için değil İsrail için de yaptı; Türk firmaları birçok durumda İsrail’in bölgeye yönelik yatırımlarına aracılık yapmaktan ya da paravan oluşturmaktan öteye gidemediler. ‘90’lı yılların başında faşist lider Türkeş’in İsrail’le girdiği çok özel ilişkilerin temel bir boyutu ve işlevi de buydu.) Türk devletine bu taşeronluk imkanını sağlayan da, tam da o sözü çok edilen “tarihi ve kültürel bağlar”dı.

Fakat bu bağların temelde iktisadi ve siyasi çıkar ilişkileriyle belirlenen uluslararası politika alanında kendi başına bir şey ifade etmediği; yalnızca, eğer tüm öteki imkanlar ve koşullar uygunsa tamamlayıcı bir işlev gördüğü, son on yılın toplam bilançosu üzerinden ortaya çıktı. Kaldı ki, daha önce de vurgulandığı gibi, Türk devleti bu “bağlar”ı da düşünülebilecek en kötü bir biçimde ve tümüyle kötüye kullandı. Irkçılık-turancılık ile Fethullahçı gericilik bu ülkelerle ilişkilerde bir imkan değil bir sorun kaynağı haline geldi. Orta Asya cumhuriyetleri “Şangay Beşlisi” içerisinde yer alırken, buradan da beslenen sorunlarını çözmeye de yöneliyorlardı aynı zamanda. Şangay Beşlisi içerisinde yeralan Orta Asya cumhuriyetlerinin Çeçenistan konusunda Rusya’yı ve Çin’in Uygur bölgesi konusunda Çin’i desteklediğini de bu arada belirtelim. Bu, Türk devletinin bu ülkeleri ABD emperyalizmi hesabına etkilemeye çalışırken temel malzeme olarak kullandığı “tarihi ve kültürel bağlar”ın ne kadarlık bir anlamı olduğunu da bütün açıklığı ile ortaya koyan çarpıcı bir tutum örneğidir.

Fakat Türk burjuvazisinin ve devletinin işi eline yüzüne bulaştırmakla sonuçlanan beceriksizliği ne olursa olsun, daha önce de vurgulandığı gibi, bu alandaki çatışmanın seyri ve sonuçları onun boyunu zaten çok aşıyordu. Çatışan stratejik Çin-Rusya ekseni ile ABD emperyalizmi idi ve halihazırda belirgin bir üstünlük sağlayan da Çin-Rusya ekseni oldu. 1996 yılında Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’tan oluşan Şangay Beşlisi bunun ilk büyük meyvesiydi. Özbekistan’ın başlangıçta gözlemci statüsüyle katıldığı bu oluşum, daha sonra Şangay Forumu’na dönüştü. Ve son olarak da, Özbekistan’ın üye ve bu kez Türkmenistan’ın gözlemci statüsüyle katıldığı “Şangay İşbirliği Örgütü” adını alan bu oluşum, böylece çok yönlü işbirliğine dayanan bir kurumlaşmaya vardı. Taşeronluk rolünü hala bir ölçüde oynayabilmek için Türk devletine de kala kala Azerbaycan ile herhangi bir “tarihi ve kültürel bağ”a sahip olmadığımız Şvardnadze’nin komşu Gürcistan’ı kaldı.
İşte bu, Orta Asya’ya yönelik Türk dış politikasının iflas tablosudur.


Üste