Mısır'daki görkemli kitle hareketinin doruğuna çıktığı bir sırada, 19 Şubat 2011 tarihinde verilmiş bir konferansın kayıtlarıdır... İlgi duyan okurlar burada sunulan metni Tunus ve Mısır: Devrim İçin Dersler (Ekim, Sayı: 272, Nisan 2011) başlıklı değerlendirme ile birlikte ele alabilirler...
Yeri geldikçe atıfta bulunduğumuz yıllar öncesine (Mart 1991) ait temel önemde bir tespitimiz var. Sözkonusu olan Ekİm 1. Genel Konferansı’nın “Dünyada durum” konulu değerlendirmesinin (Bugünün Dünyası: Süreçler ve Eğilimler...) bitiş bölümündeki vurgulu düşüncedir. Söylenen basitçe şudur: Sistem propagandasının “tarihin sonu”nu ilan etmiş olması dayanaksız bir boş iddiadan ibarettir; '89 çöküşüyle dünya tarihinde yalnızca bir dönem kapanmış, ama böylece de yeni bir tarihi döneme girilmiştir; bu, insanlık tarihine yeni bir devrimler dönemi olarak geçecektir. (Bkz., H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yayıncılık, 203, s. 9-46)
Kısa bir paragraftan oluşan bu düşünce, sözkonusu metnin uzun bir tarihi dönem içerisinde sistemi irdeleyen bir değerlendirmesinin son sözlerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla söylenenler de bu teorik-tarihsel değerlendirmenin içinde bir anlam kazanmaktadır. Bugünün Dünyası: Süreçler ve Eğilimler başlıklı değerlendirmede, kapitalist dünya sistemi çeşitli açılardan; emperyalist hegemonya ve emperyalistler arası ilişkiler, dünya ekonomisinin tarihsel seyri ve ekonomik bunalımlar, devrim süreçleri, emperyalizmin temel çelişmeleri vb. açılardan inceleniyor. Böylece kapanmakta olan tarihi dönemin bir bilançosu çıkarılıyor. İşte bu bilanço üzerinden dile getiriliyor o kısa bitiş sözleri.
20. yüzyılın, bu yoğun ve hareketli yüzyılın ilk üçte ikilik döneminin ne türden devrimci olay ve sarsıntılara sahne olduğunun toplu bir dökümü var, sözkonusu değerlendirmenin girişinde. Bugün “tarihin sonu”nu, dolayısıyla kapitalizmin mutlak zaferini ilan edenler, daha henüz '50’li yıllarda sistemin çöküşü konusunda büyük korkular ve kaygılar içerisindeydiler, ki bu '70’li yılların ortasına kadar da devam etti, deniliyor ilgili metinde. Kapitalizmin bir parça nefes alabildiği dönem, 1975 Vietnam Devrimi’nin zaferi üzerinden ele alırsak, ki bu dünya ölçüsünde devrim dalgasının hızlı düşüşünü de işaretlemektedir, şu son on-onbeş yıllık bir evredir (elbette metnin yazıldığı tarih üzerinden, sözkonusu metin ‘91 yılı başına aittir). Dolayısıyla '70’li yılların ortasından alırsak arada yalnızca onbeş yıl, hatta daha da az bir zaman dilimi var. Zira Vietnam Devrimi’nin ardından dalganın düşmesi ve dünya ölçüsünde karşı saldırının gündeme gelmesi, ‘80’li yılların başını buluyor. Arada 1979'da birbirlerini birkaç ay arayla izleyen İran ve Nikaragua devrimleri var, devrimci dalganın son artçı sarsıntıları olarak. Böyle olunca, kapitalist dünya sisteminin bir parça soluklandığı evre, kabaca 1980-1990 arasındaki şu on yıllık dönemdir işin aslında, diyor Ekİm 1. Genel Konferansı'nın ilgili değerlendirmesi.
Tüm bunlardan çıkarılan sonuç, söze başlarken özetlediğim o bitiş ifadelerinde özetleniyor: “Sonuç olarak; burjuva ideologların büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.”
Peki neye dayanıyordu bu değerlendirme? Kapitalist dünya sistemine ilişkin yapılmış bu genel tarihi dökümün bilançosuna ve kısmen de '89 çöküşü sonrasını irdeleyen dönemsel bir tahlile. Bir sistem ele alınıyor ve bağrında taşıdığı başlıca çelişmelerin son 150-200 yıllık tarihi dönem içindeki seyri özetleniyor. Bu çelişmelerin tarihi seyir içerisinde aldığı biçimler, yarattığı sonuçlar irdeleniyor. Bundan güç alan bir tarih bilinci ve bunun sağladığı bir teorik bilinç açıklığı üzerinden, sistemin yeni tarihi dönemdeki seyri hakkında bir hükme varılıyor. Bu karşıt sınıflara, dolayısıyla onulmaz toplumsal çelişmelere dayalı bir sistemdir. Bu nedenle hareket üretmesi, bunun sosyal çatışma ve sınıf mücadeleleri olarak kendini ortaya koyması, giderek de devrimlere yolaçması kaçınılmazdır. Toplumların gelişiminde hareket, sınıflar mücadelesi üzerinden kendini gösterir, asli ifadesini burada bulur. Sınıflar mücadelesinin keskinleştiği aşamalarda ise bu tarihi hareket isyanlar ve ayaklanmalar halini alır, giderek de devrimler düzeyine çıkar. Düşünce temelde buna, kapitalist-emperyalist sistemin temel gerçeklerine dayanıyor, sözkonusu değerlendirmenin kendi sınırları içerisinde.
İlgili metnin sınırları dışına çıkarsanız, evet, o dönem Doğu Avrupa’daki sistem gürültülü bir şekilde çökmüş bulunuyor. Dünya gericiliği bunu büyük bir ideolojik ve psikolojik savaşa çeviriyor; devrimler döneminin kapandığı, tarihin bittiği, sosyalizmin geçersizliğinin kanıtlandığı eksenine oturan bir propagandaya dayanak olarak kullanıyor olup biteni. İşin böyle bir yanı var.
Ama öte yandan, tam da o çöküşün yaşandığı dönemde, '80’li yılların hemen başında gündeme gelen neo-liberal saldırının ilk on yılı var. Amerika’da Reagan ve Büyük Britanya’da Teatcher ile başlamış, Almanya’da Kohl ile kuvvet almış, Japonya’da ve tüm öteki metropol emperyalist merkezlerde uygulanmış, doğal olarak etki ve sonuçları dünyanın geri kalanına çok daha ağır bir biçimde yansımış bulunan on yıllık bir sosyal yıkım saldırısı da var orta yerde. Arada bağımlı ülkelerin kanını emen büyük borç krizleri var. Tam da aynı çöküş günlerinde bir de böyle bir on yılın yarattığı ekonomik-sosyal sorunlar birikimi var.
Daha bir de dünya ekonomisinin tümünü içine alan genel bir ekonomik bunalım var ve ‘70’li yılların ortasından itibaren genel ekonomik durgunluk üzerinden kendini gösteriyor. Nitekim neo-liberal saldırı sistemin buna bir yanıtı ve çözümü olarak gündeme geliyor. Sonradan krize dönüşen o büyük borç olayı da bunun bir parçası. Karlılığı azalan, karlı yatırım alanları bulamayan sermaye fazlasının, soygun mekanizmaları üzerinden bağımlı ülkelere aktarılmasından başka bir şey değil sözkonusu olan. Fakat neo-liberal saldırı, ekonomik bunalımın faturasını sistemli biçimde işçi sınıfına, emekçilere ve ezilen halklara aktarsa bile, bunun hiç de sorunu çözmediğini bize daha o dönemlerde gündeme gelen büyük borsa çöküşleri gösteriyor. Özetle o günlerde sistemin bir de genel durgunluk hali olarak seyreden ve arada çöküş sinyalleri de veren bir genel ekonomik bunalım sorunu var.
“Tarihin sonu” işte böyle bir tarihi ortamda, ekonomik-sosyal sorunların bu sistemli yığılışı ortamında ilan ediliyor.
'90’lı yılların başında dünya gericiliğinin “tarihin sonu”nu ilan etmesi, sınıf mücadelelerinin bitmesine değil, fakat Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki yozlaşmış bürokratik rejimlerin çürüyüp çökmesine dayandırılıyordu. Bu çerçevede tümüyle ideolojik ve psikolojik bir saldırı niteliğinde idi. Gerçekte ise sınıf çelişkileri tüm gücüyle varlığını koruyor, dahası tam da aynı dönemde giderek keskinleşiyor. Tam da aynı dönemde neoliberal saldırı boyutlandırılıyor. Böylece rüzgar ekiliyor sürekli bir biçimde ve sonuçları gelecekte kesinlikle fırtına olarak biçilecek. Dönemin sağlam devrimcilerinin olup bitene ve geleceğe bakışı buydu.
Sınıflar mücadelesi tarihi-toplumsal bir olgudur ve sosyo-ekonomik ilişkiler nesnel zeminine dayanır. Komünist Manifesto üzerinden alırsanız, bilimsel sosyalizmin 150 yıllık bir tarihi var. Ama sınıflar mücadelesi gerçekte sınıflı toplumla yaşıt. Demek oluyor ki mücadelenin varlığının bilimsel sosyalizmle, marksist düşünceyle bir alakası yok. Marksist düşünce, bu çatışmanın modern kapitalizm çağında ve işçi sınıfı bakış açısından teorik ifadesi oluyor yalnızca. Mücadele tarihin her döneminde var ve somut koşullara göre de her dönemde kendine özgü ideolojik biçimler kazanmış. Ortaçağ’da çoğu durumda dinsel, modern zamanlarda ise genellikle sosyalist biçimler kazanması gibi. Ama sınıflar mücadelesinin kendisi nesnel bir olgu ve tarih içinde kesintisiz bir süreçtir. Dolayısıyla “tarihin sonu” iddiaları idealist safsatadan öte bir anlam taşımamaktadır.
Kuşkusuz çok geçmeden ciddiyetini yitirmiş ve hızla gündemden düşmüş bu şarlatanca iddia ile fazla zaman kaybetmemiz gerekmiyor. Ama burada geriye dönerek, ‘90’lı yılların başına ait bir değerlendirmeden hareket ettiğim için, ister istemez buna değinmiş oldum.
Neden konuya sözkonusu değerlendirmemizden hareketle girdim? Şunun için: Dünyanın şu veya bu yöresindeki sınıf mücadelelerini, kitle hareketlerini, halk isyanlarını, ayaklanmaları ele alıp irdelerken, dolayısıyla anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken, öncelikle içinden geçmekte olduğumuz tarihi döneme bakmak durumundayız. Olup bitenleri tarihi dönemin çerçevesi içinde bir yere oturtmak durumundayız. Demek oluyor ki tarihsel bir perspektifle ve teorik bir bilinçle. Mutlaka teorik bir bakışımız olacak ve olayı tarihsel bir çerçevede ele alacağız. Gündelik olarak bakarsanız bazen dizleriniz titreyebilir, umutsuzluğa kapılabilirsiniz. Ama toplumsal olaylar tarihi çerçevede gündeme gelirler ve tarihi ölçülerle bakılır onlara. Üç beş günle, üç beş ayla, üç beş yılla, hatta bazen birkaç on yılla ele alınmaz onlar.
Bugün Tunus ve Mısır üzerinden yaşanan sarsıntıları da tarihsel bir dönem içinde, daha somut olarak da son otuz yılın birikimi üzerinden ele alırsanız eğer, onları tam olarak anlayabilir ve doğru bir biçimde anlamlandırabilirsiniz.
1997 yılı başında kaleme alınmış bir başka değerlendirmemize geçiyorum, başlığı şöyle: Proleter Hareketin ve Halk İsyanlarının Yeni Dönemi. İlk cümlesinde de başlıktaki düşünce bir tespit halinde yineleniyor: “Dünya ölçüsünde proleter kitle hareketinin büyüyeceği ve isyanlara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir tarihi döneme girmiş bulunuyoruz.”
Bu bir tespit ve 1997 yılının Mart ayına ait. Derin sezgilere değil, dönemin somut olgularına dayanıyor. Derin sezgilerle bu tür tespitler yapılmaz, tespitin bir takım maddi verilere dayanıyor olması lazım. Proleter kitle hareketlerinden ve halk isyanlarından sözediliyor. O zaman buna ilişkin verilerden hareket ediliyor olabilmesi lazım. Bunlar sınıf mücadelesine, daha somut olarak kitle hareketlerine ve halk isyanlarına ilişkin somut veriler olmalı.
Neler o halde bunlar? Metnin kendisinden aktarıyorum, önce proleter kitle hareketleri:
“‘90’lı yıllara ‘tarihin sonu’ üzerine gürültülü bir emperyalist propaganda ile girmiştik. Oysa daha birkaç yıl sonra, 1994 yılının ilk günü Chiapas’ta patlak veren halk isyanı, tarihin yeni bir sayfasının açılmakta olduğunun ilk işaretlerin vermişti bize. Avrupa’nın dönek solcu aydınlarının ‘Elveda Proletarya’ dedikleri günlerde, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kitlesel eylemlerini yaşamaktaydı. Arjantin’den Hindistan’a dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının ardı arkası kesilmeyen eylem dalgaları vardı. Bunun geri ve bağımlı ülkelere özgü olduğu, emperyalist metropollerde sınıf hareketinin gerçekten bittiğinin sanılabileceği bir sırada ise, Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İspanya’da, Yunanistan’da yeni proleter kitle hareketinin, yaygın grev hareketlerinin önemli örnekleri peşpeşe ortaya çıkmaya başlamıştı.
“İtalyan işçi sınıfının 1994 sonbaharında haftalar boyu süren büyük eylem dalgası, İtalya’da parlatılan ‘yeni politikacı tipi’ Berlusconi’yi daha bir yılı bile dolmadan politik yaşamdan sildi. Derken Fransa’da işçi sınıfının ‘95 yılının son aylarını kaplayan büyük eylem dalgası, kapitalist düzenin sözcülerine bile proleter kitle hareketinin yeni ve sarsıcı bir çıkışı olarak göründü. Fransız proletaryasının verdiği örneğin ardından Alman işçileri eylem ve direnişlerinde yaygın olarak ‘Fransız işçilerinin yürüdüğü yoldan!’ anlamına gelen şiarları attılar. Ve Alman madencilerinin geride kalan günlerdeki militan eylem dalgası, bunun hiç de boş bir iddia olmadığını gösterdi. Alman madencilerinin eylemlerine İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’da örneği görülmemiş bir militan kararlılık egemendi. Bir Alman madencisinin ‘Bonn’u başlarına yıkarız!’ sözünün sembolik değerini tam olarak değerlendirebilmek için, Alman işçi hareketinin geride kalan onyıllardaki ılımlı ve barışçıl karakterini gözönünde bulundurmak gerekir.”
“Emperyalist metropollerde ‘sosyal devlet’le birlikte ‘sosyal barış’ dönemi de artık bitmiştir. Ekonomik bunalım ve keskinleşen uluslararası rekabet ortamında ‘reform’, ‘uyum’ ya da ‘yeniden yapılanma’ adı altında işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilen saldırılar çelişkileri keskinleştirmekte, hoşnutsuzlukları derinleştirmektedir. Bunun bugünkü meyvesi emperyalist metropollerdeki proleter kitle hareketinin günden güne büyüyüp yaygınlaşmasıdır. ”
“Sermayenin dünya çapındaki saldırılarının iktisadi, sosyal ve siyasal sonuçlarını çok daha ağır bir biçimde yaşayan bağımlı ülkelerde durumun ne olduğuna en taze örnek ise Güney Kore işçilerinin ayağa kalkmasıdır. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda kapitalizme kölece uyum örneği sayılan Güney Kore proletaryası, bugün militan, kararlı ve disiplinli bir proleter kitle direnişinin örneği durumundadır. Latin Amerika’da Arjantin’den Ekvator’a, grevsiz gün ve genel grevsiz yıl geçmiyor. Rusya ve Ukrayna başta olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri yıllardır işçilerin grev, direniş ve gösterilerine sahne oluyor. ” (H. Fırat, Dünya, Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yay., s.409-410)
Buraya kadar aktarılan bölüm “proleter kitle hareketleri”ne ilişkindi. Şimdi de “halk isyanları”na ilişkin olarak söylenenlere bakalım:
“Halk isyanlarına gelince; ‘94 yılına Chiapas’taki köylü isyanı ile giren dünya, ‘97 yılını Arnavutluk’taki silahlı halk ayaklanması ile karşıladı. Aradaki dönemi Ürdün’deki ‘ekmek isyanı’, 30 yıllık suskunluktan sonra Endonezya’daki kitle başkaldırıları türünden birçok irili ufaklı örnekler kaplamaktadır. Halklar her yerde İMF ve Dünya Bankası’nın hayatı çekilmez hale getiren politikalarına, bu politikaların uygulayıcısı durumundaki hain ve işbirlikçi diktatörlük rejimlerine çeşitli biçimlerde başkaldırıyorlar. Bu satırların kaleme alındığı sırada Pasifik’teki Papua Yeni Gine’de halkın isyan ettiği ve mağazaları yağmaladığı haberleri geliyordu. Açlığa ve sefalete mahkum edilen ezilen halk yığınlarının öfkesinin artık dizginlenemediğine son bir örnektir bu.” (s.411)
Onyılları bulan bir birkimin ürünü olan bütün bu hareketler, dünya ölçüsünde daha yaygın bir toplumsal hareketlenmenin de ilk belirtileri olarak ele alınıyor. Bu hareketler henüz açık bir politik doğrultudan, dolayısıyla devrimci bir politik önderlikten yoksunlar, bunlar henüz sistemin bizzat kendisine yönelmiş örgütlü hareketler değil, diyor sözkonusu değerlendirme; ama bu, bu aşamada beklenebilecek bir şey de değil, diye de ekliyor. Bu aşamada bu hareketliliğin bizzat kendisi önemli, proleter kitlelerin, ezilen halkların ayağa kalkması önemli, bunun etkisiyle gericilik atmosferinin dağılması, geleceğe yönelik umutların ve devrimci iyimserliğin güçlenmesi önemli, bunlar vurgulanıyor metinde.
'97 yılı başına ait bu değerlendirme, o günden bugüne bir dizi başka proleter kitle hareketi ve halk isyanıyla doğrulandı. Latin Amerika kıtasal düzeyde bir toplumsal çalkantı içine girdi. Bolivya’da sonu gelmeyen kitle hareketleri ve isyanlar yaşandı. 2001 krizi sonrasında aylar boyunca Arjantin’i birbirin izleyen isyan dalgaları sardı, ardarda devlet başkanları ve hükümetler devrildi. Ekvator’da bir dizi isyan gerçekleşti. Başta Arjantin olmak üzere bir dizi ülkede grevler, genel grevler gerçekleşti. Venezuella halkı amerikancı darbeyi kırksekiz saatte püsküttü ve Chavez'i yeniden başa geçirdi. Tüm bu hareketlilikler yıldan yıla güç kazandı ve her bir ülkenin kendi özgün koşulları içinde bugünkü sol hükümetler Latin Amerika’sını yarattı. Latin Amerika ile ilgili değerlendirmelerimizde var, bu kıtada sol hükümetlerin birbirini izlemesi işçi hareketleri ve halk isyanlarına sıkı sıkıya bağlı, daha açık bir ifade ile bunların dolaysız bir ürünü. Bu hükümetlerin hepsi bir proleter kitle hareketliliği dalgasından güç alarak, bir halk isyanları dizisinin ardından, onların yarattığı toplumsal atmosfer içinde, onların yaratıp büyüttüğü oy desteği ile bu parlamenter başarıları elde ettiler. Konuya ilişkin değerlendirmelerimizde bunlar var.
Özetle dünya ölçüsünde yeni bir proleter kitle hareketliliği ve halk isyanları dönemine girdiğimiz artık apaçık bir olgudur ve daha '90'lı yılların ikinci yarısından itibaren böyledir.
Tarih akıyor, yeni safhalarla, yeni biçimler kazanarak... Ve böylece 2000’li yıllarda ek bir durumla karşılaşıyoruz. Neyle karşılaşıyoruz? Daha 2000’li yılların başında 11 Eylül var. Dünya halklarına karşı büyük bir savaş ilanı var. ABD'nin o zamanki başkanı oğul Bush, halklara açık bir savaş ilanınında bulunuyor ve bunu yüzyıl sürecek bir savaşlar dizisi olarak niteliyor. Nedir olayın esası, bu savaş ilanının gerçek anlamı?
Amerikan emperyalizmi, '90’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği blokun çöküp dağılmasıyla birlikte, rakipsiz bir dünya imparatorluğu kurmak istiyordu. Ve daha 1992 yılında, değerlendirmelerimizde çokça atıfta bulunulmuş bir gizli strateji belgesini gündeme getiriyordu. Bu belgenin en önemli stratejik hedefi, kendisine emperyalist rakip tanımamak, geleceğe yönelik olarak bu potansyeli taşıyanları zamanında denetim altına almak, onları ABD ile rekabeti akıllarından bile geçiremeyecekleri bir duruma düşürmek... ABD emperyalizminin yeni stratejisinin temel hedefi buydu. Bu hedefin '90’lı yıllar içindeki seyrini bir yana bırakıyorum. Çeşitli olaylar var bu çerçevede. Daha '90’lı yılların başlangıcında, 1991 yılı başında, Irak’a yönelik emperyalist savaş, Birinci Körfez Savaşı var. Ardından Yugoslavya’ya müdahale var, '90’lı yılların ikinci yarısında, somut olarak 1998’de. Sonra Nisan '99’da, NATO’nun 50. kuruluş yılında gerçekleşen Prag Konferansı üzerinden bu emperyalist saldırı ve savaş örgütünün dünya polisi haline getirilmesi var. Bilindiği gibi NATO demek fiilen ABD demektir. Sovyetleri Birliği ile eski dönemden kalma balistik füzelere ilişkin anlaşmaların artık geçersiz ilan edilmesi var. Füze Kalkanı projesini gündeme getirmek ve dolayısıyla nükleer dengeyi belirgin biçinde kendi lehine değiştirmek girişimleri var. Ve daha bir dizi başka şey...
Bütün bunların ardından 2000’li yıllara geliyoruz. 2000’li yılların başında Afganistan’a ve bu ülke üzerinden iç Asya’ya emperyalist müdahale var, savaş ve ardından işgal var. Bunun ardından Irak’a yönelik emperyalist savaş ve onu izleyen işgal var. Bütün bunlar birarada yeni bir savaşlar yüzyılını başlatmaktır. Yeni savaşlar dönemi ‘91 yılında, Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla aynı sırada başlamıştı, ardından Balkanlar’da sürdü ve 11 Eylül olayları bahane edilerek 2000’li yıllarda bir topyekün savaş ilanı ve uygulaması gündeme getirildi. ABD emperyalizmi militarist agıtını buna uygun olarak harekete geçirdi. ABD’nin yıllık savaş bütçesi yarım trilyon doları aştı, 600 milyar dolara dayandı, resmen görünen rakam olarak.
Bu nedir? Bugün çok daha net olarak görüyoruz. Hegemonyası çözülmekte olan bir emperyalist güç, konumunu korumak için çıkış üzerine çıkış yapıyor, henüz rakipleri hazır değilken. Kendisine ileride rakip olmak potansiyeli taşıyan öteki emperyalist güçler henüz yeterli hazırlığa, iddiaya ulaşmamışken, inisiyatifi ele alarak dünya güç dengelerine müdahale ediyor. İç Asya üzerinden petrol ve doğal gaz kaynakları ile bunların iletim hatlarını denetimi altına almaya çalışıyor. Irak’a el koyarak böylece Ortadoğu’da bir başka önemli petrol ülkesini ele geçirmek, bu arada İran’ı kıskaca almak, giderek Avrupa’yı ve Japonya’yı besleyen petrol kaynaklarını kendi denetimine almak, dolayısıyla Avrupa ve Japonya’yı kendi denetimi altında tutmak girişimiyle ortaya çıkıyor.
Bu, emperyalist nüfuz alanları ve dünya egemenliği uğruna mücadele dediğimiz şeyin ta kendisidir, buna yönelik ilk ataklardır bunlar. Bu, ABD ile Irak halkı, ya da ABD ile mazlum Afgan halkı arasındaki bir sorun değil işin esasında. Onlar üzerinden, Afganistan, Irak ve öteki mazlum halkların yıkımı üzerinden, ABD kendi emperyalist hegemonyasını korumaya, güçlendirmeye, bundaki kaçınılmaz çözülmeyi geciktirmeye bakıyor. Gelecekte rakip olma potansiyeli taşıyan öteki emperyalist güçleri denetim altında tutmaya bakıyor. Bu, dünya egemenliği uğruna bir emperyalist hegemonya ve nüfuz mücadelesidir. Pazarlar, hammadde kaynakları, petrol ve doğal kaynakları üzerine bir mücadeledir sözkonusu olan.
Bu çatışma, bu mücadele savaş boyutuna ulaştı mı, savaşı ve zorbaca el koymak demek olan işgali gündeme getirdi mi, biliniz ki artık emperyalist dünya savaşı tarihi bir dönem olarak fiili bir durumdur, bu tekil ya da bölgesel savaşlar şahsında. Bugün ortada bir emperyalist dünya savaşının olmaması yanıltıcı olmamalıdır. Duruma göre genel bir emperyalist dünya savaşına da götürebilecek dinamikler harekete geçmiş bulunmaktadır, ki önemli olan da budur. Emperyalist dünya savaşları her zaman kısmi savaşlarla başlıyor. Bunu her iki dünya savaşı üzerinden de somut olarak görüyoruz. Örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesinde Japonya’nın Mançurya’yı işgali var, yıl 1931. İtalya’nın Habeşistan’ı işgal var, yıl 1936. Faşist Almanya ve İtalya’nın İspanya iç savaşına dolaysız müdahalesi var, yıl 1936-39. Hitler Almanya’sının önce Avusturya’yı ve ardından Çekoslavakya’yı işgali var, yıl 1938. Ve nihayet bunları Polonya’yı işgal izleyince, Eylül 1939, emperyalist dünya savaşı da resmen başlamış oldu.
Bütün bunlar büyük emperyalist savaşların tam da kısmi emperyalist savaşlar üzerinden geliştiğini gösteriyor. Buna şimdi de tanıklık ediyoruz. Tarihi ölçülerle aldığımızda ve mevcut kısmi savaşlar serisine baktığımızda, artık bir emperyalist savaşlar dönemine girdiğimizi görüyoruz. Emperyalist dünya egemenliği uğruna süren bir savaşlar dönemine... Bu, içinden geçmekte olduğumuz tarihi dönemin temel özelliklerini saptarken önemle gözönünde bulundurmamız gereken ilk temel önemde olgudur.
2000’li yıllarda karşı karşıya kaldığımız bir başka temel önemde olgu ise kapitalist dünya sisteminin temelinde ekonomik kriz bulunan çok yönlü krizidir. Sistem 30-35 yıldır genel durgunluk içinde seyreden bir ekonomik kriz içindeydi zaten. 1970’lerin ortasından beri sürmekte olan, kendini bazen kısmi bir toparlanma, bazen de kısmi ya da genel çöküş sinyalleri üzerinden gösteren bir genel ekonomik kriz bu. Arada bazı ülkelerin durumu çok kötüleşirken, öteki bazıları kısmi bir toparlanma ve canlanma gösterdi. Örneğin Clinton’lu dönemler, '90’lı yıllar, ABD ekonomisinin nispeten canlandığı bir dönem oldu. Oysa bu aynı dönemde Alman ekonomisinin ciddi zorluklar yaşadığını, Japonya’nın soluksuz kaldığını, Rusya’da, uzak Asya’da ve Latin Amerika’da çöküntülerin yaşandığını biliyoruz.
2000’li yıllara bakıyoruz... 2002 tarihli bir değerlendirmemizde, Amerikan ekonomisinin hızla durgunluğa girdiğinden sözediliyor. Amerikan ekonomisi dünya ekonomisinin motor gücü olduğu için bunun büyük kaygılara yolaçtığı belirtiliyor. Arkasını biliyoruz; tüm kapitalist dünyayı vuran 2008 krizi tam da sistemin merkezinde, ABD üzerinden patlak verdi. Kriz hala sürüyor, genel çöküş tehlikesi hala da atlatılmış değil. Bakıyorsunuz bu arada Alman ekonomisi nispi açıdan iyi bir durumda. Öyle oluyor zaten; arada bazılarında durum nispeten iyileşiyor, öteki bazılarında ise durum kötüleşiyor, zaman zaman çöküş tehlikesi sinyalleri kendini gösteriyor.
Kapitalist dünya ekonomisinin genel durgunluğunda ifadesini bulan ekonomik kriz son 30 yıldır var. 1974-75’de patlak veren kriz, 1980-82’de bir kez daha ağırlaşıyor. '89 yılında bir “kara Pazartesi” var, borsaların çöktüğü ve büyük kaygılar yaratan bir olay. '94’de büyük yıkıcı etkisini özellikle Meksika üzerinden gösteren bir kriz var. '97 yılında bu kez Güney Doğu Asya krizi var, Japonya’yı da etkisi altına alan. Ardından Rusya’ya, ardından Brezilya üzerinden Latin Amerika’ya yayılan... 2001 yılında Türkiye, Arjantin vb. ülkeleri çökerten büyük bir yeni kriz var. Kriz böyle yoklaya yoklaya, organik bir bütün oluşturan kapitalist dünya sisteminin değişik noktalarında dolaşıyor. 2008 yılında sistemin kalbine ulaştığında ise büyük bir genel sarsıntıya dönüşüyor. Kapitalist dünya hala da bu sarsıntının içinde.
Bütün bunlar kapitalist dünya ekonomisinin bir kriz içinde debelenmekte olduğu anlamına geliyor. Ve bu etki ve sonuçlarını sosyal, siyasal, kültürel, çevresel vb. alanlarda, demek oluyor ki yaşamın tüm öteki alanlarında gösteriyor. Ekonomik bunalım tüm biçimleriyle toplumsal bunalımın da temelini oluşturuyor. Büyük bir sosyal yıkım ve dolayısıyla büyük bir sosyal bunalım var. Biz daha 2007-2008 yılında otuz ülkede açlık isyanları gördük, dünya gıda krizine bağlı olarak ortaya çıkan. Açlığa karşı ekmek isyanları bunlar. Otuz ülke, dile kolay! Öyle bugün Ortadoğu’da görülen türden bir domino etkisi de değil bu, dünyanın çok değişik yerlerinde ve çok farklı koşullara sahip bu isyanları yaşayan ülkeler. Bir ucunda Hindistan ve Bengladeş gibi Asya ülkeleri, bir ucunda başta Mısır olmak üzeri bazı Afrika ülkeleri var, bir ucunda başta Haiti olmak üzere bazı Latin Amerika ülkeleri var. 2007-2008 yıllarında, otuz ülkede, gıda fiyatlarının ani artışına karşı toplumsal bir tepki olarak...
1970’li yıllarda patlak veren ekonomik bunalım '80’li yıllarda neo-liberalizm, '90’lı yıllarda küreselleşme biçimi üzerinden kendini gösteren sosyal yıkım saldırısının temelini oluşturmuştu. Bunu keyiflerinden yapmıyorlardı. Kapitalizm genişleme yaşadığı dönemlerde hiç değilse metropollerde kitlelere tavizler veriyor, sosyal devlet, kamusal sorumluluklar vb. bunun ürünü oluyordu. Kendini genel durgunluk biçiminde gösteren ekonomik bunalım ile bunu tamamlayan sert rekabet koşulları gelip çatınca, kapitalist dünya neo-liberal politikalara dayalı saldırılar ile kendine bir çıkış aradı. Özelleştirmeler, kuralsızlaştırmalar, taşeronlaştırmalar, vb. bir dizi yolla maliyeti düşürmeyi, karı çoğaltmayı, sömürüyü katmerleştirmeyi ve böylece sistemin işleyişini sürdürmeyi denedi. Bunun artık sınırlarına vardığını biliyoruz. Neo-liberal ideoloji çöktü. Küreselleşme ideolojisi yerlerde sürünüyor, tüm inandırıcılığını yitirdi. Buna dayalı söylemlerin büyük sosyal yıkımların ideolojik kılıfı olduğu açığa çıktı. Artık bir küreselleşme övgüsü duymuyoruz, değil mi? Ekonomik-sosyal olaylar bunun içyüzünü açığa çıkarttı ve çökertti.
Ekonomik-mali temele dayalı büyük bunalımlar, beraberinde zamanla emperyalist savaşlar ve sosyal devrimler getiriyor. 20. yüzyılı önceleyen ve izleyen olaylar serisi de bunu açıkça gösteriyor. 20. yüzyılın hemen öncesinde, 1870’lerden 1890’lara kadar uzanan uzun bir durgunluk dönemi var. Kapitalizmin gelişme tarihi içerisinde ilk defa yaşanıyor bu denli uzun bir durgunluk dönemi. Ardından 20. yüzyıla giriliyor, bir dizi bölgesel emperyalist savaş eşliğinde. Daha 1898’de Küba üzerine süren bir ABD-İspanya savaşı var. Ardından1900 yılındaki Boxer ayaklanmasını bahane eden sekiz emperyalist devletin Çin’e müdahalesi ve onu kölece koşullara mahkum etmesi var. 1904’de Rusya-Japonya savaşı var. 1911-12’de İtalya’nın Libya’ya müdahalesiyle patlak veren Trablusgarp savaşı var. Bunu 1912’de birinci Balkan Savaşı izliyor. Liste uzatılabilir, ama belirginleşen olguyu görebilmek için bu kadarı yeterli. Ekonomik-sosyal bunalımları emperyalist paylaşım mücadeleleri ve bunun ürünü savaşlar izliyor. Bütün bunları dolu dizgin bir silahlanma, kudurgan bir militarizm ve elbette büyük emperyalist dünya savaşına hazırlık tamamlıyor. Çok geçmeden bu savaşın patlak verdiğini biliyoruz.
Ve bakıyoruz, yüzyılın daha ilk yıllarından itibaren yoğun bir sömürgecilik ve militarizm tartışması var, II. Enternasyonal’in kongrelerinin gündemleri üzerinden belirgin biçimde yansıyor bu. 1907 Stuttgart Kongresi sömürgeciliği, militarizmi ve savaşı tartışıyor. 1910 Kopenhag Kongresi aynı konular üzerine tartışmalarla geçiyor. 1912’de Basel’de toplanan olağanüstü kongrede bir kez daha savaş, üstelik bu kez somut ve yaklaşan acil bir tehlike olarak, tartışılıyor ve yaklaşmakta olan emperyalist savaşa karşı tavır belirleniyor, o ünlü kararlar alınıyor. Demek ki sözkonusu dönem bunalımlar ve savaşlar dönemi, dönemin uluslararası sosyalist hareketi bunu algılıyor, döne döne tartışıyor ve Basel Kongresi kararları üzerinden de yansıdığı gibi, savaşı toplumsal devrimle göğüslemek gündeme geliyor.
Tam aynı dönemde, 1909 yılında, bakıyoruz Kautsky Lenin’in övgüyle bahsettiği İktidar Yolu kitabını çıkarıyor. Lenin’in aktarma ve yorumları üzerinden biliyoruz, Kautsky bu kitabında, yeni bir devrimler döneminin yaklaşmakta olduğunu saptıyor ve izlenmesi gereken devrimci çizginin sorunlarını tartışıyor. 1912 Basel Kongresi, savaşı sınıf mücadelesi yoluyla durdurmak, eğer durdurulamazsa, savaşın yaratacağı bunalımdan yararlanarak kapitalizme karşı toplumsal devrimi gündeme getirmek kararı alıyor.
Fakat bunlardan da önemli olan, aynı dönemde devrimlerin bizzat gündeme gelmiş olmasıdır. 1905’te Rusya’da başarısızlığa uğrayan ama gerçekte Ekim Devrimi’nin başarısını hazırlayan bir önemli devrim var. Bunu 1905 sonunda patlak veren ve ancak 1909'da bastırılabilen İran Devrimi, 1908 yılında Jön Türk devrimi, 1911 yılında Sun Yat Sen önderliğindeki Çin devrim izliyor. Bütün bu olaylar bir devrimler döneminin de başlamış bulunduğunu duyuruyor. Nitekim 1914’de birinci emperyalist dünya savaşı, 1917’de Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, ardından da Avrupa’daki o büyük devrimci sarsıntılar var, ancak 1923'de durulabilen. Bunu ise 1924'ten itibaren yeni bir ivme kazanan Çin Devrimi izliyor.
Özetle; ekonomik ve sosyal bunalımlara kısmi savaşlar ile şu veya bu ülkede devrimlerin eşlik ettiğini görüyoruz, çok geçmeden bunları birinci emperyalist dünya savaşı ile ardından Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin izlediğini, Ekim Devrimi’nin büyük bir devrimci çalkantılar çağı başlattığını biliyoruz.
Demek ki, bunalımlar, savaşlar ve devrimler, aynı dönemin temel toplumsal olguları olarak birarada, birbirlerine bağlı olarak ve birbirlerini izleyerek sökün ediyorlar. Bu bütünlük çok önemli ve çok öğretici. Kapitalizmin tarihinde demek ki bunalımlar, savaşlar ve devrimler birbirinden besleniyor, birbirini besliyor, birbirini izliyor ve tamamlıyar. Bunlar emperyalist kapitalizmin temel çelişkilerin ürünü, onların hareketinin ifadesi süreçlerin beslediği tarihi olaylar.
Ve şimdi insanlık yeniden böyle bir tarihi evreye girmiş bulunuyor. Bunalımlar gözümüzün önünde seyrediyor ve şu yıllarda bunun ekonomik-mali boyutuyla ABD merkezli olarak ve dünya ölçüsünde ağırlaştığını biliyoruz.
Savaşlar, emperyalist kısmi savaşlar/bölgesel savaşlar olarak son yirmi yıldır gündemde. 1991’de birinci Körfez Savaşı, 1998’de Yugoslavya savaşı, 2001’de Afganistan savaşı, 2003’te Irak savaşı, tümü de emperyalist saldırı ve madahalelerin ürünü olarak gündeme gelmiş bulunuyor. Dünya genelinde büyük bir silahlanma yarışı ve bir kez daha kudurgan bir militarizm var. Tarihin hiçbir döneminde silahlanmaya ve savaş hazırlıklarına bu kadar yüklü kaynaklar ayrılmadı.
Tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi bugün de bir emperayalist hegemonya krizi var bu arada. Her savaşın öncesinde bir de hegemonya krizi vardır. Birinci emperyalist savaş öncesinde İngiliz hegemonyası krizdeydi, karşısında yükselen emperyalist güç olarak Almanya vardı ve yeni bir emperyalist paylaşım mücadelesi dayatıyordu. Bu bugün de var, daha özgün bir biçimde de olsa. Özgünlük şurada. Sert bir emperyalist nüfuz mücadelesi halen hegemonyası çözülmekte olan güç tarafından, yani ABD tarafından dayatılıyor. Zira onu yeni bir paylaşıma zorlayacak güçler henüz yeterince hazır değil ve ABD bunu fırsat bilerek çözülmekte olan hegemonyasının ömrünü uzatmaya çalışıyor.
Bütün bu olguları şuraya bağlamak istiyorum. Biraz önce sizlere proleter kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının yeni döneminden sözetmiştim. Buna ilişkin ‘97 yılına ait değerlendirmeden bölümler okumuştum... 1998 sonbaharında partimiz kuruldu ve Kuruluş bildirisinde şu görüşlere yer verdi:
“Dünyada ve Türkiye’de yıkıcı yenilgilerle sonuçlanan bir tarihi dönemle devrimci hesaplaşmanın ürünü olan Türkiye Komünist İşçi Partisi, bu konumu ve kimliği ile yeni dönemi kucaklama iddiasındadır. Yeni dönem, ikibinli yıllar, dünyada ve Türkiye’de yeni devrim dalgalarına sahne olacaktır. Bu salt devrimci iyimserliğe dayalı bir kehanet değildir. Dünya ölçüsünde işçi sınıfının ve ezilen halk kitlelerinin yeni bir mücadele dönemine girdiklerinin, proleter hareketin ve halk isyanlarının yeni bir tarihi evresinin başladığının şimdiden çok sayıda somut göstergesi mevcuttur. Partimizin kuruluşu bu yeni dönemin, geleceğin yeni devrimler dalgasının kendi coğrafyamızdan başarılı bir önderlikle kucaklanabilmesine bir ilk hazırlıktır.”
Parti, kendi kuruluşunu, tarihi ve devrimci bir bakışaçısıyla gerekçelendirmeye çalışıyor. Ama bu gerekçelendirmeyi yaparken, insanlığın yeni bir döneme, yeni bir devrimler dönemine girmiş bulunduğunu ve bu yeni dönemin de kendini proleter kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının ilk örnekleriyle dışa vurduğunu saptıyor.
Bu saptamalar sistemin gidişinden çıkarılıyor, bunu tekrarlıyorum. Sistemin ekonomik, sosyal ve siyasal gidişinden çıkarılıyor. Bu savaşlar, militarizm, hegemonya krizi, hegemonya mücadelesi, buna dayalı verilerden çıkıyor. Ve artı, bunların beslediği sosyal hareketliliklerden, proleter kitle hareketlerinden, halk isyanlarından, giderek halk ayaklanmalarından çıkıyor. Bunlar birbirini tamamlıyor. Bunalım, savaş ve devrim!
Devrim bir anda değil fakat bir tarihi dönem olarak gelir. Rus devriminin başlangıcını tarihçiler 1861’de toprak köleliğinin kaldırılmasıyla ilişkilendirirler. Serfliğin kaldırılması devrime karşı bir önlemdir, ama sonuç vermemiş, büyük devrimi hazırlayan süreci başlatmıştır. Serflik büyük bir ağırlık, toplumun çekemeyeceği bir yük haline gelmişti Çarlık Rusya’sında. Çarlık 1861 reformuyla, serfliğin kaldırılması diye bilinen reformla buna karşı önlem almış oldu, sistemi kurtarmak uğruna. Ama bu sözde reformun herhangi bir şeyi çözmediğini, serfliğin kalkmadığını, köylülüğün özgürleşmediğini, toprağın köylülüğe geçmediğini biliyoruz. Eh, reformlarla çözülemeyen sorunlar tarih içinde devrimlerle çözülür. Bunun ilk aşamada 1905 Devrimi’ne vardığını, 1905 Devrimi’nin büyük bir kitle hareketlenmesinin üzerine geldiğini, başarısızlığa uğradığını, kırıldığını, yenildiğini, ama bir başka evrede de kendini daha ileri düzeyde yeniden ortaya koyduğunu biliyoruz.
Devrimler bir anda patlak vermezler, bir anda bir yerden çıkmazlar. Devrimler, büyük bir tarihi birikimin ürünüdürler ve onun kendini çeşitli ilk sarsıntılar halinde, yerine göre çeşitli olgunlaşmamış devrimler halinde, 1905’de olduğu gibi, dışarıya vurduğu bir tarihi evre olarak sökün eder gelirler.
Biliyorsunuz, devrimler ile depremler arasında analojiler kurulabiliyor. Toplumsal fay hatlarındaki enerji birikiminden sözedilebiliyor. Ama fay hatlarındaki birikim kendini önce belli sarsıntılarla dışa vurur. Bakarsınız Marmara’da bir takım sarsıntılar olur, bilim insanları, büyük Marmara depreminin ilk belirtileridir bunlar der. Gerçekten de öyledir. Ama deprem on yılda gelir, otuz yılda gelir, elli yılda gelir, bu önden kestirilemez. Zira çok karmaşık bir doğa olayıdır sözkonusu olan. Bilim henüz ona hakim olmayı, onu zamansal olarak doğru biçimde öngörmeyi, gerçekleşme zamanını hesaplamayı, saptamayı olanaklı kılamıyor.
Bu aynı güçlük toplumsal depremler demek olan devrimlerde de var. Belli bakımlardan belki daha kolay, belki belli bakımlardan daha zor... Bir dönemin içindeyiz. Bolivya’da yıllarca büyük kitle hareketleri ile bir dizi halk isyanı yaşandı. Şimdiki Morales yönetimi varlığını ona borçlu. Aynı şekilde Ekvator’da bir dizi halk isyanı oldu, kent emekçileri ile birleşen yerlilerin içinde özel bir yer tuttuğu halk isyanı oldu ve şimdiki solcu başkan Rafael Correa iktidarını buna borçluyuz. Venezuella’da halk hareketinin bir ürünü olarak iktidara gelen Chavez’i 2002 yılında amerikancı bir darbe yoluyla ensesinden tuttular, götürüp bir adaya hapsettiler. İki milyon Karakas’lı emekçi yeni kurulan darbeci hükümetin sarayını sardı kırksekiz saat boyunca. Bunun üzerine ve büyük kitle kararlılığından güç alan bir grup genç subay, adına “ulusal onur operasyonu” dedikleri bir girişimle, Chavez’i kapatıldığı adadan alıp gerisin geri başkanlık sarayına getirdiler. Bunlar yalnızca Latin Amerika’dan ve yalnızca birkaç örnek, tümü de yakın geçmişte, geride bıraktığımız yakın yıllar içinde yaşandılar.
Dünyada olayların gidişini konu alan bazı değerlendirmelerimizde var, söylenen şudur: Bugün bazı soğukkanlı burjuva bilim adamları bile neo-liberal kudurganlığın dünya çapında biriktirdiği sosyal sorunlardan, çelişkilerden, hoşnutsuzluklardan hareketle, diyorlar ki; 21. yüzyıl öyle büyük bir toplumsal sarsıntılar yüzyılı olacaktır ki, tarihçiler dönüp 20. yüzyıla baktıklarında, ne de sakin bir yüzyılmış 20. yüzyıl diyeceklerdir. Olaylara nesnel bakmaya çalışan bazı burjuva bilim adamları bile bunu söyleyebiliyor. 21. yüzyılın büyük toplumsal patlamalar yüzyılı olacağına, bunların kendini küresel boyutlarda ve büyük zincirleme olaylar olarak gösterebileceğine ilişkin bir öngörü bu.
Gerçekten de, dönüyoruz Magrip’e bakıyoruz, oradan Ortadoğu’ya doğru kayıyoruz, herkes, konunun uzmanları da dahil, Tunus’un tarihinde böyle bir şey yok, bu çapta bir hareket yok diyorlar. Mısır’a geçiyorlar, Mısır’ın tarihinde bu çapta bir toplumsal kitle hareketi yok diyorlar. Demek ki 20. yüzyıl, o büyük çalkantılar ve devrimler yüzyılı, o büyük savaşlar yüzyılı, o büyük sosyal mücadeleler yüzyılı bile Tunus ve Mısır’a bu çapta bir hareketlilik nasip eylememiş. Ama şimdi var. Ne zaman? 21. yüzyılda. Demek ki 21. yüzyılda ölçüler hep farklı. Kitle katılımı, birbirini etkileme, birbirini tetikleme, yayılarak büyüyen bir sarsıntı... Ölçüler değişiyor dikkat ederseniz. Bunlar ama henüz yalnızca ilk sarsıntılar. İlk sarsıntıların ölçüleri üzerinden ifade etmiş oluyorum.
Tunus ve Mısır’a bakarken, öncelikle buradan bakacağız. Dünya artık bir köy olmuş durumda, emperyalist küreselleşmeyi propaganda ederken böyle diyorlardı bize, değil mi? Bunu neye göre söylüyorlardı? Gerçekten dünyayı bir köy gibi yönetmek hevesinde ve bir parça da başarısında idiler. Bolivya’daki köylünün içme suyuna el koyuyorlardı, ülkenin doğal gazına el koyuyorlardı. Böyle gidebilse, dünya onlara kalabilse, belki bir on sene sonra bu kez temiz havanın ticarileştirilmesini gündeme getirecekler. Dün insanlık suyun parayla olabileceğini düşünemezdi. Ondan dolayı da gündelik dilde sudan ucuz denilirdi! Bedavadan da öteye anlamına gelir. Ama şimdi su parayla ve çok değerli. Yarın temiz havanın paralı hale geleceğinden kuşku duymayınız, eğer dünya bu barbarların elinde bu çizgide giderse. Gitmeyecek ama! Ya barbarlık içinde çökecek ya toplumsa devrimle değişecek.
Küresel çapta neo-liberal politikalar dünyanın dört bir yanında uygulandı. '90'lı yıllarda dünyada yüz ülke İMF programlarını uyguluyordu. Bunlar içinde Tunus ve Mısır da var. İkisi de anlaşmalarını 1991 yılında yapmışlar. İMF anlaşmaları sosyal yıkım demektir, sömürü demektir, tarımın çökertilmesi demektir, yoksulluk demektir, emekçilerin aç bırakılması demektir, hayatın her alanında ticarileşme demektir, işsizleşme demektir. Bu ne yaratır? Bu sosyal patlama yaratır. Bu patlamayı önce Arjantin’de mi yaratır, sonra Tunus’ta mı yaratır? Bunu bilemeyiz, kimse de bilemez. Nitekim bu ülkelerde yaşayan uzmanlar bile bunu bilemiyorlar.
BBC muhabiri 17 Ocak’ta Kahire mahreçli bir haber yapıyor. Neyin haberi bu? 25 Ocak’ta 6 Nisan Hareketi’nin çağrısı var, bunun haberi... Yazının başlığı şu: “Mısır Tunus olabilir mi?” Bu deneyimli bir muhabir, öyle olduğu söyleniyor. Yazık ki böyle bir şans yok diyor, bu deneyimli muhabir haberinde. Bunun olabilmesi için Mısır’ın önce uzun yıllar süren ataletten kurtulması lazım; gösteriler hep birkaç yüz kişiden ibaret kalıyor, bunlar da hep aynı yüzler, polisler göstericilerin birkaç katı oluyor, dolayısıyla böyle bir şans yok, diyor. Kim diyor bunu? “BBC’nin deneyimli Kahire muhabiri”!.. BBC’nin Kahire muhabiri demek, Arapça bilen, Mısır toplumunu içinden bilen, nabzını tutan, gidip o birkaç yüz göstericiyi hep gören bir insan demek. Beklemiyor böyle bir şeyi ama. Bu yalnızca onun kusuru değil, hiçbir Mısır uzmanı olup biteni beklemiyordu. Bir dalga bekliyorlardı, ama Mısır sırada yoktu. Yemen’e, Ürdün’e, Cezayir'e, Fas'a, başka ülkelere işaret ediyorlardı. Ama kimse Mısır için bunu öngörmüyordu. Mısır sindirilmiş, tüketilmiş, bitmiş, atalet içinde bir toplum diyorlardı. Ama tümü de yanıldılar. Tunus'u hemen ardından Mısır izledi, tüm negatif öngörüleri silip süpürerek.
Patlamaların geleceğini biliriz, ama nerden geleceğini bilemeyiz. Geleceğini biliriz, ama ne zaman geleceğini bilemeyiz. Hiç merak etmemiz de gerekmiyor. Bunu kendi toplumumuz için merak edebiliriz. Bu toplumun içindeyiz. Nabzını tutmak, gelişme süreçlerini sezmek çok önemli. Özellikle öncü rolü oynaması gereken devrimci bir parti için. Ama hiçbir devrimcinin, acaba öncelikle dünyanın neresinde ve ne zaman patlayacak, bunu bilme şansı yok, bunu bilmesine gerek de yok.
TKİP III. Kongresi’nin bildirisinin temel önemde bir saptaması ile toparlamak istiyorum. Sözkonusu bildiride, insanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır; bunalımlar ve savaşlar halen gözümüzün önünde yaşanan, seyreden olgular durumundadır; ama kuşku olmasın ki devrimler de bunları izleyecektir, zira ilk ikisini hazırlayan tarihi-toplumsal zemin üçüncüsünü de hazırlayan o aynı zemindir, deniliyor. Orijinal biçimiyle okuyorum:
“İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek, yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de..."
20. yüzyıla analoji var burada. İnsanlık, kapitalist sistemin kudurganlığına, yarattığı çok yönlü yıkıma, yarattığı bunalımlara ve yolaçtığı savaşlara karşı çaresiz, eli kolu bağlı kalmayacaktır; çıkışı bir kez daha devrimlerde arayacaktır, tüm dünyada ve elbette Türkiye’de de, söylenmek istenen bu. Bu “tüm dünya"ya gördüğünüz gibi beklenmedik bir şekilde Tunus girebiliyor, Mısır girebiliyor. Dün Endonezya girmişti, Suharto devrilmişti. Arnavutluk girmişti, ülkenin yarısı silahlı ayaklanmayla ayağa kalkmıştı. Latin Amerika’nın sol hükümetlerini yaratan büyük isyanlar girmişti. Akdeniz’in kuzeyini, Yunanistan’ı ayağa kaldıran olaylar yaşanmıştı. Bütün bunlar hep bunun içinde.
Saldırı ve yıkım politikalar dünya çapında uygulandı. Küreselleşme saldırısı bunu ifade ediyordu. Böyle olunca, bunların yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk birikiminin şu veya bu şekilde dünyanın herhangi bir ülkesinde ya da ülkeler grubunda, şu veya bu zamanda patlak vermesi hiçbir biçimde şaşırtıcı değildir, olmayacaktır. İktisadi ve sosyal açıdan tüm kapitalist dünya buna aday. Kuşkusuz iktisadi ve sosyal koşullar kendi başına yeterli değil. Her bir ülkenin bir de kendine özgü koşulları var. Kendine özgü tarihi, kültürel koşulları, etnik ve dini yapıları, dünden kalan toplumsal mücadele birikimi vb., bir dizi başka etken var. Dolayısıyla toplumsal hoşnutsuzluk birikimi ortak zeminini, her bir toplumun kendi özgünlüğü üzerinden düşünmek gerekir. Her toplumun kendi prizması var ve ortak paydayı oluşturan sorunlar bu prizmadan yansıyarak kendini ortaya koyar.
Diyalektiğin temel bir yasasıdır. Evrensel olan özgül olanın üzerinden yansır. Hiçbir şeyi evrenselliği içinde göremezsiniz. Evrensellik bir soyutlamadır, bir genellemedir. Özgünlüğü, özgül yansımaları üzerinden görüp somutlayabilirsiniz onu. Hani denilir ya, gerçek her zaman somuttur. Gerçeklik kendini kendi somutluğu içinde gösterir. Dolayısıyla toplumsal mücadelenin, giderek de patlamaların nerede ne zaman gerçekleşeceğini, hangi biçimler ve boyutlar üzerinden ortaya çıkacağını aynı zamanda her bir toplumun kendi özgün koşulları belirler.
Demek istiyorum ki, dar ve kısır bir ekonomik-sosyal indirgemeci yaklaşım yok anlatmaya çalıştığım dünya tablosunda. Ama son tahlilde de sözünü ettiğim ortak zemin var ve son tahlilde olup bitecekleri de belirleyen zemindir. Son tahlilde sömürü sisteminin, sınıflar sisteminin, mülkiyet ilişkilerinin olduğu bir genel zeminde, bunun üstüne binmiş ağır bir sosyal yıkım, neoliberal saldırı, bunun tamamlayan, bunun güvencesi ve aracı olarak baskı, kölelik, aşağılanma, hiçe sayılma varsa, bunlar da müzminleşmişse, bu bir yerde kendini bir patlama olarak gösteriyor. Kaldı ki, dünya küreselleştiği için, bunu burada pozitif anlamda kullanıyorum, bu patlamalar bulaşıcı da oluyor. Sınırlar bir anda yıkılıyor.
Kapitalizm tarihinde buna benzer bir durum ilk kez olarak 160 yıl önce, Avrupa'da 1848 Devrimleri fırtınası ile yaşandı. 1848 dünyasında ulaşım ve iletişim henüz son derece geri ve sınırlıydı. İngiltere üzerinden demiryolu kullanımının gündeme gelişi henüz yirmi yıllık, ABD üzerinden telgraf kullanımının gündeme gelişi ise henüz yalnızca birkaç yıllık bir olaydı. Ama yine de dünya, daha doğrusu o günün dünyası sayılan Avrupa, hayli küçülmüş sayılırdı. Fırtına 22 Şubat'ta Paris’te patlak verdi, 11 Mart’ta Viyana ve Prag’a, 17 Mart’ta Berlin’e sıçradı. Ardından İtalya’da bir dizi kente, öteki bazı Avrupa ülkelerine yayıldı.
Bugünden baktığımızda, dünya o zaman henüz çok büyüktü. Ama sanayi devriminin 50 yıl sonrası üzerinden baktığımızda, 1848'ler dünyası, sanayi devriminin başlangıç evresine göre de hayli küçülmüştü ve dolayısıyla etkileşim büyüktü. 160 sene sonra bugün ulaşım, iletişim ve dolayısıyla da etkileşim artık o zamanlarla kıyaslanamaz ölçülerde. Artık devrimler için birkaç gün sonra gelecek güvenilir haberler beklemiyoruz. Saati satine internetten haber olarak, televizyondan canlı görüntü olarak izliyoruz. Bu hiçbir dönemle kıyaslanamaz boyutlarda ve güçte yoğun bir etkileşim olanağıdır. Günü geldiğinde bu etkileşimin apayrı bir etkisi olacaktır. Bugün için burjuvazi onu kötüye kullanıyor ve bir dizi araçla dengeliyor, zaafa uğratıyor olsa da.
Bütün bunları bir kez daha şöyle toparlıyorum. İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar dünyanın genel bir gerçeğidir bugün. Savaşlar, genel bir emperyalist dünya savaşı olarak değil ama onun ilk hazırlıkları, ilk çatışmaları, ilk muharebeleri olarak halen gözler önündedir. Devrimler devrim olarak henüz yok ama devrimlere varabilecek ilk kıvılcımlar olarak bugün gene gözler önündedir. Tunus, Mısır vb. olaylar da bunun günümüzdeki yeni kıvılcımlarıdır. Büyük depremin ilk öncü sarsıntılarıdır bunlar.
Bu bakış açısı çok önemli. TKİP III. Kongresi’nin o kısacık bildirisinde bile, bu bakış açısı, partimizin bütün bir hazırlığını, örgütsel konumlanışını, çalışma tarzını, kadro yapısını, mücadele anlayışını, değerler sistemini belirlemektedir deniliyor. O kısacak bildiride bile bu bakış ile güncel tutum ve davranışlar bütünü arasında dolaysız bir ilişki kuruluyor. Bildiri'de yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine işaret eden paragraf hemen ardından şöyle devam ediyor:
"Bu tespit partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakış açısı ile hazırlanmaktadır. Her biçimi ile burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.
"Partimizin bilincine, pratiğine ve tüm hareket tarzına sinmiş bu bakış açısı, doğal olarak kongremizin gündemindeki sorunları ele alışını da belirlemiştir." (TKİP III. Kongresi Bildirisi)
Geçen yılın son aylarından yine burada TKİP III. Kongresi'ni konu alan bir konferans vermiştim. O zaman altını çizdiğim önemli noktalardan biri de şuydu:
Demiştim ki, şu geride bıraktığımız aylar içerisinde, kısa aralıklarla iki partinin kongresi gerçekleşti. Bu partilerden birinin kongresinden çıka çıka legal alana yeni bir düzeyde geçiş, yani yasal parti çıktı. Demek ki rejimde bir yumuşama bekleniyor ve Türkiye'nin görünür geleceğinde bir sosyal durgunluk öngörülüyor, bundan da barışçıl hazırlık sonucu çıkarılıyor. Yasal parti her zaman barışçıl hazırlıkla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Aynı zamanda rejimin yumuşayacağı, demokrasinin olanaklarının genişleyeceği, dolayısıyla yasal çalışma olanaklarının çoğalacağı düşüncesi var ve yasal parti aynı zamanda bunun ürünü olarak gündeme getiriliyor.
Aynı dönemde bir başka parti daha kongre yapıyor, diye eklemiştim. Bu partinin kongresinden ise, tıpkı iki yıl önce yapılan II. Kongre'sinde olduğu gibi, bir kez daha devrimci örgüt yaşamsaldır, tespiti ve vurgulu çağrısı çıkıyor. Düzene karşı sağlam bir devrimci konumlanış, parti örgütünün bu temelde çok yönlü olarak devrimcileştirilmesi, devrimci iç yaşamının güçlendirilmesi, sınıf eksenli partiye geçiş vb., vb. bunu tamamlıyor. Yasal partiyi seçenler, partiyi herkese açıyorlar, bunun için sokaklara kayıt büroları kuruyorlar. Devrimci örgüt yaşamsaldır diyenlerse partinin saflaştırılması, sağlamlaştırılması, devrimcileştirilmesi, bununla çelişen unsurların ayıklanmasından sözediyorlar. Biri reforma/barışçıl bir döneme hazırlık, ikincisi devrime hazırlık anlamına geliyor, görevler buna göre saptanıyor, tercihler buna göre yapılıyor. Biri şekilsiz bir ezilenler partisi, diğeri sınıf eksenli devrimci bir parti olmak peşinde.
Sınıf eksenli parti ne demek? Sınıf eksenli devrime hazırlık demek. Sınıf eksenli devrim olmadı mı ne olur? Tunus ve Mısır’da ne olduysa işte o olur! Bunlar son derece önemli ayrım çizgileri. Mısır’ı alacağız, başarısız 1905 Devrimi ile karşılaştıracağız. Görünürde başarılı “Mısır devrimi”ni alacağız, gerçekte başarısız 1905 Devrimi’yle karşılaştıracağız. Neden 1905’e devrim dediğimizi, neden Mısır’daki “devrim”e gerçekte ancak bir halk isyanı diyebileceğimizi enine boyuna tartışacağız. Bunu burada, bu tartışmanın içinde yapacağız. Böylece konumuzun da daha somut alanına girmiş olacağız.
Bir kez daha tekrarlıyorum, bu olaylara hep bir tarihi dönemin içinde bakacağız. Mısır’ın ya da Tunus’un derinlikleri bizim için esasa ilişkin bir önem taşımıyor. Biz Türkiyeli devrimcileriz, biz bu ülkelerde olup bitenleri ancak genel dış çizgileri içinde görebiliriz. Tunus’ta ve Mısır’da bu tür bir hareketlenme beklemiyorduk, ama patlak verdiğinde de buna hiçbir biçimde şaşırmıyoruz. Başka herhangi bir ülkede patlak verseydi yine şaşırmazdık.
Fay hatlarındaki enerji birikiminin saptanması toplumsal devrimler için çok daha zordur, sorun burada çok daha karmaşıktır. Ama yine de bir dönem öngörülebilir. O fay hatları ilk sinyalleri bize gönderebilirler ve işte gönderiyorlar da. Bugün Ortadoğu bir bütün artık. Bunu olaylar gösterdi. Ama bu bütünlüğü sağlayan bir tarih var, bir kültür var, bir dil birliği var. Yani bir rastlantı değil bu. Hani, toplumların özgünlüğü, kültürel yapısı, etnik yapısı demiştim ya... Dikkat edin, bu koşullar sağlıyor sözünü ettiğim bütünlüğü. Ortak payda altında topluyor. Bunlar aynı tarihin ve aynı kültürün insanları. Abbasiler’in, Endülüsler’in, Emeviler’in... Sömürge döneminde de Osmanlı’nın sömürgesiydi bunlar. Sonra Fransız ve İngiliz emperyalizminin sömürgesi oldular. Onlar yapay bir biçimde bölündüler. Tabii bu bölünme belli sonuçlar yaratmamazlık edemezdi, belli bakımlardan farklılaştırdı bu toplumları. Ama tarihin ve kültürün derinliklerinden gelen ortak özellikleri silemezdi ve böyle hareketlenmeler döneminde bu ortak yönler önplana çıkabiliyor.
Buraya kadarki anlatımım içerisinde, Tunus’la başlayan, Mısır’la devam eden, giderek genel Ortadoğu sarsıntısı olarak süren olayların sadece bugünkü dünya tarihi içerisinde nasıl görülmesi gerektiğine ilişkin bir sunum yapmış oldum. Şimdi Tunus ve Mısır'da yaşananlara daha somut biçimde bakabiliriz.