Logo

Sermaye düzeninin zor dönemeci ve devrimci sınıf çizgisi


I

İşçi sınıfı ve emekçiler için içinde adeta nefes alamadıkları bunaltıcı bir baskı, sömürü ve kölelik düzeni yıllardır yürürlükte. Özellikle AKP döneminde bu iyiden iyiye tahkim de edilmiş durumda. Zira AKP, kurulu düzenin geleneksel yöntemlerinin yanısıra, geleneksel gerici kültürü, özellikle dini, gelinen yerde ise artık kudurgan bir şovenizmi de, seleflerininkiyle kıyaslanamaz bir başarı ile kullanarak, emekçileri ideolojik yönden adeta sersemletmiş durumda. Bunca kuralsız ve dizginsiz sömürüye, çalışma koşullarındaki sürekli ağırlaşmaya rağmen emekçilerin, hele de işçilerin, hala da bu dinci-faşist odağın oy deposu olarak duruyor olması da bunu göstermektedir. Bu nedenledir ki bizzat emekçilerin kendi bünyesinden güçlü bir toplumsal çıkış yaşanmadığı sürece de her yeni yılda, dolayısıyla girmiş bulunduğumuz 2017 yılında, işçi sınıfı ve emekçileri daha da ağır yaşam ve çalışma koşullarının bekliyor olması şaşırtıcı değildir. Hele de halihazırda hızla ağırlaşmakta olan ekonomik kriz koşullarında.

Daha da karmaşık hale gelen, belirsizliklerle dolu olan, dolayısıyla birbirinden farklı, hatta karşıt gelişmelere açık durumda bulunan bizzat sermaye düzeninin kendi iç ilişkileri alanıdır. Bu bakımdan girmiş bulunduğumuz yeni yıl sermaye düzeni payına zor bir dönemece işaret etmektedir. İçerde olduğu kadar bölgesel ve uluslararası ilişkiler alanında da.

***

15 Temmuz darbe girişimini bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiren AKP, halihazırda toplumun üzerine dayanılmaz bir ağırlık olarak çökmüş durumda. Artık saldırgan icraatlarının ne haddi hesabı, ne de ölçüsü ve kuralı var. Olağanüstü Hal ortamında ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle ülkeyi yönetmesi ona bu olanağı sağlamış bulunuyor. Kendisini bağlayan hiçbir anayasal ve yasal kural ya da kaide yok. Başta parlamento olmak üzere kendisini denetleyen ve dolayısıyla sınırlayabilen herhangi bir yasal güç ya da kurum da yok. İcraatlarını ve davranışlarını, dümenini bizzat tuttuğu devlet düzeninin yasa ve kurallarına göre değil, fakat toplum yaşamındaki gerçek güç ilişkilerine göre ayarlıyor. Devlet iktidarına hakim konumu üzerinden elinde önemli bir güç birikimi bulunduğu ve özellikle darbe girişimi sonrasında yaratmayı başardığı özel ortamda kendini çok daha güçlü hissettiği için de günden güne daha çok pervasızlaşıyor.

15 Temmuz darbe girişimini kendi gerçek darbesi için bir dayanağa çeviren dinci faşist iktidar, şimdilerde geleneksel faşist partinin yönetiminden de aldığı beklenmeyen destekle yeni bir hamle peşinde. Gündeme getirdiği anayasa değişikliği ile kayıtsız şartsız bir tek adam diktatörlüğüne geçişi hedefliyor. 15 Temmuz’dan beri zaten kendi düzeninin inşasına geçen AKP, MHP yönetiminin desteği ile gündeme getirdiği bu yeni girişimle, bugüne kadarki tüm kazanımlarına anayasal bir çerçeve, dolayısıyla kendince hukuksal bir güvence kazandırmaya çalışıyor.

Bu gelişmelerin ışığında bakıldığında, 15 Temmuz darbe girişiminin rejim krizinde gerçek bir dönüm noktası olduğu daha iyi anlaşılıyor. AKP, darbe girişimi öncesinde ve tam da Fetullahçı çete sayesinde, rejimi eski biçimiyle yıkmayı başarmıştı. Ama hala da kendi yeni  rejimini kuracak gücü kendinde bulamıyordu. 15 Temmuz, yani bir kez daha bizzat Fetullahçı çete ve kuşkusuz bu kez tersinden, ona bu olanağı sağlamış oldu. Dinci faşist bir darbe girişimi, buna girişenlerin düne kadarki ortağı ve ruh ikizi olan AKP’nin elinde, dinci faşist bir rejimi nihayet kurup dayatmanın bulunmaz bir olanağına dönüştü.

***

Gündemdeki anayasa değişikliği gerçekte devlet düzenini, onun ilkeler adına dayandığı temel varsayımları, dolayısıyla tüm yapı ve işleyişini, anayasal ve kurumsal yönden baştan aşağı yeniden düzenlemeyi hedefliyor. Bu, içi çoktan boşaltılmış, temel kurumlarıyla zaten felç edilip işlevsizleştirilmiş eski cumhuriyet rejiminin artık biçimsel yönden de tasfiyesi demektir. Fakat bu türden köklü bir rejim değişikliği, alışıla geldiği gibi emperyalizmin ve egemen sınıfın genel ya da ağırlıklı bir mutabakatıyla değil, yalnızca dinci-faşist siyasal blokun kendi özel tercihiyle yapılmaktadır. Bu halen mevcut girişimin en zayıf noktasıdır ve bu nedenle akıbeti kadar, başarılı olması durumunda yol açabileceği sonuçları da kestirmek bugün için kolay değildir.

15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı eğer, onu, düne kadarki paha biçilmez itaat ve hizmetlerine rağmen artık bir sıkıntı kaynağı olarak gördükleri Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın bir olanağı olarak değerlendirmeğe hazır olduklarını pek de gizleyemeyen emperyalist odaklar, girilen bu yeni yolu halen yalnızca izler görünmektedirler. Hiç değilse görünürdeki tutum budur. Elbette kendilerine göre hesapları, planları ve bunları gerçekleştirmeye yönelik çeşitli türden gizli ve karanlık girişimleri vardır. Ama görünürdeki tutum bir tür bekle gör politikasıdır. Kuşkusuz bunun gerisinde biraz da ABD’deki yönetim değişikliği sürecinin yarattığı geçici belirsizlikler vardır.

Türkiye kapitalizminin egemen sınıfı işbirlikçi büyük burjuvaziye gelince. Bu sınıfın özellikle AKP döneminde ve bizzat AKP iktidarı sayesinde palazlanıp öne çıkan besleme kesimi doğal olarak girilen yeni yola da tam destek vermekte, bunda daha çok semirmek için yeni imkanlar gördüğü için de bu işi hararetle yapmaktadır. Öteki bir kesimi, daha köklü ve geleneksel olanı, daha somut olarak ağırlıklı bölümüyle TÜSİAD burjuvazisi, gelinen aşamada olup biteni belli bir kaygıyla izlemekte fakat buna rağmen kılını kıpırdatmamaktadır. Zira hiçbir risk almak istememektedir. Bunu 7 Haziran Seçimleri sürecinde ve sonucu etkilemek üzere, elbette dayandığı batılı emperyalist odakların aynı doğrultudaki girişimlerinden güç alarak, bir ölçüde denemişti. Fakat dinci gericilik odağı karşısında karşılaştığı direnci ve böyle ucuz yollarla sonuç almanın kolay olmadığını görür görmez de hızla geri çekilmişti. O zamandan beri gelişmeleri yalnızca izlemekle yetinmekte, öfke ve tepkisine hedef olmamak için de Tayyip Erdoğan iktidarının tüm politikalarını olduğu gibi destekler görünmektedir.

Bu vesileyle önemli bir hususa değinmiş olalım. AKP iktidarı ve özellikle de Tayyip Erdoğan, genel olarak işbirlikçi Türk burjuvazisinin, ama özellikle onun ekonomik ve mali yönden en güçlü kesimi olan TÜSİAD burjuvazisinin politik ve moral yönden gerçek gücü ve karakterinin tüm açıklığı ile görülmesine son derece aydınlatıcı bir vesile olmuştur. Bu burjuvazinin çapsızlığı, kendi düzeninin karakterine, yapı ve işleyişine kendi arzusuna rağmen yapılan köklü müdahaleler karşısındaki utanç verici aczi böylece ortaya çıkmıştır. Halen bu kesimin tüm umudu ve dolayısıyla tutumu, her zamanki gibi dış emperyalist odakların, özellikle de NATO ve ABD’nin ne yapıp edeceğine endekslidir. Emperyalist odaklar onun payına bir şeyler kotarmadıkça onun kendini öne atmaya ne niyeti ve ne de gücü var. Holding patronu ve Türkiye’nin en büyük medya tröstü Aydın Doğan’ın yıllardır ve özellikle şu sıralar düştüğü utanç verici durum ve gördüğü terbiyeli maymun muamelesi, bir bakıma büyük burjuvazinin bu kesimini sembolize etmektedir. Aydın Doğan burada bir günah keçisi gibidir; Tayyip Erdoğan TÜSİAD burjuvazisine tüm mesajlarını onun üzerinden vermekte ve hep isabet kaydetmektedir.

Fakat bu duruma durduk yerde ve karşılıksız olarak düşülmemiştir. Tayyip Erdoğan AKP’si hükümet olarak başa geldiği ilk günden başlayarak ve bütün bir iktidar dönemince büyük burjuvazinin tümü için Türkiye’yi bugünün dünyasında eşi az bulunur bir sömürü ve yağma cenneti haline getirdi. Ve bunu, işçi sınıfı ve emekçilerin büyük gövdesini örneği görülmemiş bir başarıyla denetim altına alıp etkisizleştirerek yaptı. Bu sayede başta geleneksel İstanbul burjuvazisi olmak büyük holdingler zenginliklerini defalarca katladılar. Hala da bu açıdan herhangi bir sorunları yok ve yaratılmış bulunan düzenin bu yönünden ziyadesiyle memnundurlar. Hala da AKP düzeni bu açıdan onlar için bulunmaz bir nimettir ve bu yönüyle alternatifsizdir. Koşulları oluştuğunda kendi sınıf çıkarları için ülkesini bile satabilen bu burjuvazi, böylesine bir hizmet karşılığında cumhuriyeti ve laikliği haydi haydi satabilirdi. Sürecin akışı içinde adım adım, bir bakıma sindire sindire yaptığı da bu oldu zaten.

***

Yine de girmiş bulunduğu yol ve halihazırda bu doğrultudaki gözü dönmüş kararlığı ne olursa olsun, dinci faşist kliğin işinin öyle kolay olduğu da sanılmamalıdır. Tam da onun on dört yıllık iktidarı sayesinde, izlediği politikalar ve gerçekleştirdiği icraatların bir sonucu olarak, günümüz Türkiye’si halen tüm cephelerde adeta batağa saplanmış gibidir. Ülkeyi bu bataktan çekip almak için ortada herhangi bir çıkış yolu da görünmemektedir. Halihazırda söz konusu olan bir sürüklenme durumudur ve bu her yeni gün daha derinlere batmak anlamına gelmektedir.

Özellikle hükümet olduğu ilk yıllardan başlayarak ekonomide işlerin bir parça düzgün gitmesi AKP’nin önemli bir şansı olmuştu. Oysa bugün tüm göstergeler tepe takla olmuş durumda. Tüm yönleri ve sonuçlarıyla ekonomik kriz, bugünün Türkiye’sinde sıradan insan tarafından gündelik olarak izlenebilen açık bir olgu halini almıştır.

Siyasal cephede durum daha da kötüdür. 15 Temmuz sonrasında devlet krizi boyutuyla daha da ağırlaşan rejim krizi, halen de siyasal yaşamın en temel gerçeğidir. AKP hala da meşruiyetini korumakta olduğu seçmen desteğine dayamaya çalışa da, gerçekte süreç ve dolayısıyla toplum üzerindeki kontrolünü ancak çıplak zorla, tüm kurumlarıyla ele geçirdiği devletin zor aygıtlarını sınırsızca kullanarak sağlayabilmektedir. OHAL’in süreklileştirilmesi, birbirini izleyen KHK’lar, bunlara eşlik eden baskı, terör ve yasaklar rejimi, tüm bunlar bunun dolaysız bir göstergesi, bizzat dinci-faşist iktidar yönünden açık itirafıdır.

Siyasal krizin temel bir boyutu olarak Kürt sorunu da bütün ağırlığı ile yerli yerinde durmaktadır. Dahası gelinen yerde devletin tüm dış politikasını esir almış durumdadır. Yakın zamana kadar yeni-Osmanlıcılık taslayan, bölgeyi kendince dizayn etmeğe ve denetim altına almaya yeltenen, bunun için mezhepçilik yapan ve başta İŞİD olmak üzere her türden cihatçı çeteye destek verip yataklık eden AKP iktidarı, tüm bu alanlarda hüsrana uğramış, gelinen yerde artık her şeyini Kürtlerin Ortadoğu’daki kazanımlarını boğmaya, en azından sınırlandırmaya endekslemiş durumdadır. Rusya ve İran ile kurulan, Irak ile açıktan ve Suriye ile örtülü biçimde yumuşayan ilişkiler, tüm bunlar esası yönünden bu aynı amaca yöneliktir.

Tümden iflas eden dünkü dış politikanın ardından girilen bu yeni ilişkilerin halihazırda iki önemli sonucu var. İlki El Bab üzerinden Suriye’de batağa batmış olmak, ötekisi ise ABD ve dolayısıyla NATO ile gitgide gerilen ilişkilerdir. Bizzat Tayyip Erdoğan tarafından haftalardır, kuşatıldı ha alındı ha alınacak denilen El Bab’ta işlerin sarpa sardığı gitgide daha çok su yüzüne çıkmaktadır. Fırat Kalkanı Operasyonunun El Bab safhasına gerekli desteği vermeyerek bu durumun oluşmasında bizzat ABD ve NATO’nun da katkısı var. Kendisine Suriye’de çizilen sınırları Rusya’dan aldığı destekle aşmaya kalkan AKP iktidarına böylece güç ve olanaklarının gerçek sınırları batılı emperyalistler tarafından gösterilmek isteniyordu. Öyle anlaşılıyor ki bunda başarılı da olmuş durumdalar.

Utançların en rezili eşliğinde İsrail ile düzeltilen ilişkiler, gerçekte dolaylı biçimde, batıdan, özellikle de ABD’den gelen basıncı dengelemeye yönelikti. Fakat hemen ardından benzer bir rezil manevra ile bu kez Rusya’yla düzeltilen ilişkiler, ilkinden umulan yararı boşa çıkarmakla kalmadı, Putin yönetimi ile bu türden bir cilveleşme ABD ve NATO ile ilişkileri daha da gerdi. AKP iktidarı El Bab’ta çakılıp kalırsa eğer, bu onun kuyruğunu kısarak bir biçimde ABD ile ilişkilerini düzeltmeye ve bunun bedeli olarak da ABD’nin Kürt politikasına bir ölçüde olsun uyum sağlamaya itecektir.

Halihazırdaki sıkışmışlıktan kurtulmak için yeni ABD yönetimine bağlanan umutlar artık açıkça seslendiriliyor ve tersinden de oradan bazı olumlu ilk sinyaller geliyor. Ama bunun AKP iktidarı için açık bedeli, öteki şeyler yanında mevcut Kürt politikasında değişiklik demektir. Bu ise içerde MHP’den Perinçek güruhuna kadar Kürt düşmanlığı ekseninde yaratılmış şoven milliyetçi cephenin çatırdaması, bu arada 3 Kasım’da kudurgan bir şovenizmle güçlendirilmiş seçmen desteğinin zayıflaması anlamına gelecektir. ABD ile ilişkilerin onarılması ihtimalinin dışardaki yansıması ise Rusya ve İran bir ölçüde yoluna konulmuş gibi görünen ilişkilerin yeniden sarpa sarması demektir.

Tablo karmaşıktır, sayısız belirsizliklerle yüklüdür ve süreç farklı, hatta birbirinin zıddı alternatiflere açıktır derken, aynı zamanda bu gibi durumları ima etmiş oluyoruz.

Özetle, içinde bulunduğumuz koşullarda ne sermaye düzeninin ve ne de onun iktidar dümenini halihazırda tutan AKP’nin işi hiç de kolay değildir. Sözkonusu olan gerçekte sermaye düzeninin çok yönlü bunalımıdır. Dinci-faşist AKP iktidarının kendi öznel hedefleri doğrultusundaki dayatmalarıyla yarattığı sorunlar, sermaye düzeninin içinde debelendiği çok yönlü bunalımın yalnızca bir boyutundan ibarettir.

 

II

Bu son vurgu, günümüzde doğru devrimci bir mücadele perspektifiyle hareket edebilmek bakımından tayin edici önemdedir. Ne dinsel gericilik, ne dinci faşist hareket, ne milliyetçi faşist hareket, ne de bunları bugünün Türkiye’sinde burjuvazi adına iktidar gücü olarak bir araya getirmeyi başarmış AKP, kurulu düzenin bir arazı ya da sapması değildir. Bunlar kurulu düzenin kendi öz ürünleri, ayrılmaz organik öğeleridir. Tarihsel açıdan olduğu kadar toplumsal açıdan da bu böyledir. Sorun bu eğilim ve akımların ideolojik, kültürel ve politik olarak bu düzenin dokusundaki doğal varlıklarından ibaret de değildir. Daha da önemli olanı, özellikle ‘60’lı yıllardan başlayarak, faşist ve dinci akımların bizzat emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazi tarafından, tam da Türkiye’nin ilerici-devrimci dinamiklerini kırmak amacı çerçevesinde, her yolla desteklenip palazlandırılmalarıdır.

Sürecin seyrini ve mantığını çok özlü bir biçimde ortaya koyduğu için, TKİP IV. Kongresi’nin (2012) temel önemde değerlendirmelerinden aktaralım:

“1960’lardaki büyük sosyal uyanış ve bunun sola hızla güç kazandırmasının ardından ise, din ve dinsel gericilik burjuvazinin elinde artık devrime karşı bir dalga kıran olarak iş görmeye başladı. Bu çok bilinçli bir politikaydı ve aklı verense böyle durumlarda hep olduğu gibi emperyalist merkezlerdi.

“‘70’li yıllardaki devrimci yükselişin saldığı büyük korkunun ardından ise, başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ittifak ile başta TÜSİAD olmak üzere tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvazinin tezgahladığı 12 Eylül askeri faşist darbesi, dinin ve dinsel gericiliğin önünü her cephede açtı. Bugünkü koşullarda cisimleşmiş ifadesini AKP şahsında bulan “Türk-islam sentezi” devletin resmi ideolojisi haline getirildi ve tüm topluma dayatıldı. Aynı politika ‘90’lı yıllarda oluşan yeni dünya koşulları içinde bu kez “ılımlı islam” projesi halini aldı, yine emperyalist merkezlerde planlanarak. Sonuç olarak, toplamı içinde bugünkü dinci gerici iktidar, 12 Eylül faşist darbesiyle yaratılan yeni toplumsal, siyasal ve kültürel koşulların, aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin izlediği politikaların en dolaysız bir ürünü oldu.”

Sözkonusu değerlendirme, hemen devamında, bundan çıkarılması gereken en önemli sonucu özetliyor:

“Tam da bundan dolayı AKP’ye karşı mücadele emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye karşı mücadeleden ayrılamaz. AKP bir sermaye kliğinin değil fakat tüm kesimleriyle büyük burjuvazinin dolaysız çıkarlarının bugünkü temsilcisidir. Bazı sermaye kliklerinin onun iktidarından daha fazla yararlanmaları bu genel gerçeği değiştirmemektedir ve tüm sermaye kesimlerinin ona tam desteği bunun böyle olduğunu ayrıca göstermektedir. AKP’nin yaratmakta olduğu siyasal düzen, evrimi içinde burjuva cumhuriyetinin bugün vardığı yerdir. Bundan dolayıdır ki, AKP’ye karşı mücadeleyi cumhuriyeti savunmak mücadelesi olarak ele almak, tükendiği ve dolayısıyla aşılmayı beklediği bir aşamada onu yeniden diriltmeye çalışmak, gerici bir ütopyadır. Çürüme süreci içinde tükenen burjuva cumhuriyetinin gerçek alternatifi sosyalist işçi-emekçi cumhuriyetidir. Olduğu kadarıyla burjuva cumhuriyetinin kuruluşu sürecinden gelen kazanımlarını yaşatmanın ve geleceğe taşımanın da bundan başka bir yolu yoktur..” (TKİP IV. Kongresi Bildirisi, Kasım 2012)

Bu pasajdaki son cümle, solun bazı kesimlerinde kafa karışıklığı yaratan ve beraberinde yanlış eğilimleri, daha açık bir ifadeyle cumhuriyetçi reformizmi besleyen yaklaşımlara veciz bir yanıttır. Sorun hiçbir biçimde saltanatın ve hilafetin tasfiyesinin, cumhuriyetin ilanının, toplum ve devlet yaşamında dine belli sınırlamalar getirilmesinin ve bunları izleyen ya da tamamlayan ileriye dönük öteki bazı adımların tarihsel anlamı, önemi ve dolayısıyla tarihsel bir miras olarak sahiplenmesi gerektiği değildir. Sorun bunun nasıl yapılacağıdır ve sorunun devrimci yanıtı yukarıdaki satırlarda yeterli açıklıkta vardır. Bunu göz önünde bulundurmak günümüz Türkiye’sinde işçi sınıfı adına bağımsız devrimci bir konum ve çizgide durabilmenin olmazsa olmaz koşuludur.

Yukarıdaki değerlendirme 2012 yılına, işbirlikçi büyük burjuvazinin bütün kesimleriyle bir blok olarak AKP’yi desteklediği ve bunu da bir yıl önceki seçimlerde somut olarak ortaya koyduğu günlere aittir. Bu değerlendirmeyi izleyen yıllarda Tayyip Erdoğan liderliğinin emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin bazı kesimleri için soruna dönüşmeye başladığı bir gerçektir. Ama önemle altını çizmeliyiz, AKP değil fakat Tayyip Erdoğan liderliğinin. İlgili kesimler için sorun hiçbir biçimde AKP’nin geri plana, hele de bir yana itilmesi değil, fakat yalnızca denetim sınırları içine çekilmesiydi. Tayyip Erdoğan liderliğine alternatifin özenle bizzat AKP içinden aranması, Abdullah Gül ve benzeri bazı kimseler üzerine hesaplar yapılması bile bunu böyle olduğunu göstermeye yeter.

AKP, daha doğrusu onun temsil ettiği zihniyet, ideoloji, kültür, bunların maskelediği toplumsal güçler, sınıfsal çıkarlar ve sermaye grupları, cemaat ve tarikatlardan vakıflar ve derneklere kadar öbeklendiği bin bir türlü oluşum, örgüt ve kurum, günümüz Türkiye’sinin en katı gerçeklerinden ve mevcut kapitalist düzenin en temel yapı taşlarından biridir. Dolayısıyla tüm bu yapı ve ilişkileriyle dinsel gericiliğe karşı mücadele, kurulu sermaye düzenine karşı mücadelenin ayrılmaz bir öğesidir.

Bu ise bizi TKİP IV. Kongresi’nin temel yargısına götürüyor: “AKP’ye karşı mücadele emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye karşı mücadeleden ayrılamaz.” Bu temel noktanın anlaşılması, başta laiklik mücadelesi olmak üzere bugünün özel koşullarıyla bağlantılı öteki bazı sorunların devrimci bir perspektifle ele alınabilmesinin en temel koşuludur.

EKİM


Üste