(TKİP VII. Kongresi’nde yapılmış sunumun kayıtlarının elden geçirilmiş halidir…)
VI. Kongre gündemleri içinde yurtdışı çalışması da bulunuyordu. Orada yurtdışı çalışması ve sorunları çeşitli yönleriyle ele alınmıştı. Kongreye sunulmuş bir rapor ve kongredeki değerlendirmeler üzerinden kongre belgesi olarak yayınlanmış temel bir metnimiz var. VII. Kongre için de çalışmanın durumunu, tablosunu özetleyen, çeşitli sorunlarını ele alan kapsamlı bir rapor hazırlandı. (...)
Aslında tartışabileceğimiz, söyleyebileceğimiz her şey söz konusu belgelerde yer alıyor. Elbette eksikler, tartışılabilecek başka hususlar olabilir, burada tekrar ele alınır. Ya da biraz daha açılması gereken noktalar vardır, burada onlara işaret edebilirim.
Bilindiği gibi, yurtdışında uzun yılları bulan, hareketin çıkışından beri yürütülen, süreklilik arz eden bir çalışmamız var. Hareketimizin temelleri sonuçta ‘70’lerin, ‘80’lerin kuşağından devrimciler tarafından yurtdışında atılmıştı. Yurtdışında ‘50-60’lı yıllardan beri bir göçmen emekçi kitle de olduğu ölçüde, yurtdışı çalışması hareketimizin başlangıcından itibaren süregelen bir çalışma alanı oldu. Yurtdışı çalışmamız temelde, ‘70’li yılların devrimci yükseliş atmosferini yaşamış orta yaşlı devrimcilere dayanan bir çalışma. Türkiye’ye, oradaki gelişmelere yönelik duyarlılıkları ileri düzeyde olan bir insan kuşağı bu. Bugüne kadar çalışmamız esasında bu kuşağa dayandı, hala da ona dayanıyor.
Perspektif planında ise hareketimizin baştan itibaren bir açıklığı vardı. Çeşitli belgelerde bu ortaya konulmuş bulunuyor. Belli ölçülerde unutulmuş olduğu için, bunu özellikle V. Kongre sonrası dönemde yurtdışında çeşitli platformlarda tekrar gündeme taşıdık. Üzerine tartışmalar yürüttük ve geçmişte yapılmış Yurtdışı Konferanslarını kitaplaştırma yoluna gittik. Bunun olumlu bir etkisi oldu, ki Sinan yoldaşın VI. Kongre için hazırladığı raporda bu ifade de edilmişti. O değerlendirmelerde yurtdışı çalışması için tanımlanan görev daha çok Türkiyeli göçmen işçi ve emekçilere yönelik bir özellik taşıyor. Bu kesime yönelik faaliyette üç temel boyuttan söz ediliyor. Burada uzun uzadıya açmak gerekmiyor.
Biz sonuçta Türkiyeli bir partiyiz, dünya devrimci hareketinin Türkiye kolunu oluşturuyoruz. Doğal olarak önceliğimiz, ilgi ve yoğunlaşma alanımız Türkiye devriminin, Türkiye’deki devrimci çalışmanın ihtiyaçlarıydı. Bu, yurtdışında konumlanmış kadroların karşısına başka bir sorun da çıkarıyordu. Devrime sempati duyan ama Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmen işçi-emekçi kitleler var. Bunlar içinde sola eğilimli, o zamanki hareketimize ilgi gösteren bir kesim de var. Ama bu insanlar aynı zamanda yaşamlarını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sürdüren insanlar. Bunların farklı duyarlılık alanları olsa bile bu dolaysız olarak sizin o ülkelerdeki sınıf mücadelesine, sosyal mücadeleye müdahale etme ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Toplam sürecimize bakıldığında yine de zayıf kaldığımız bir alan bu. Başta hareketin ve partileşmenin ihtiyaçları ön planda olduğu ölçüde, yurtdışı çalışması Türkiye’deki ihtiyaçlara ve gündemlere endeksli bir çalışma görünümü arz ediyordu. Tabii ki dönem dönem kimi yerellerde işçi taraftarlar üzerinden yapılmış anlamlı işler, çeşitli fabrika çalışmaları var. Bunlar yayınlara da yansımış. O dönemin yurtdışı konferanslarında adı geçiyor. Fakat bunlarda süreklilikten söz edemeyiz.
Partinin yurtdışı çalışmasını omuzlayan söz konusu kuşak, bugüne kadar daha çok Türkiye’deki siyasal süreçlere ve gelişmelere, partinin Türkiye’deki ihtiyaçlarına odaklanan bir duyarlılık taşıyordu. Haliyle bu çerçevede bir faaliyet yürütüyordu. Fakat Avrupa ülkelerinde de bir değişim yaşandı. Özellikle son on beş yıldır kendini hissettiren bir değişim öne çıktı. Bu zaten raporda ifade ediliyor. İşte 2008 krizi dünyadaki siyasal mücadele süreçlerinde yeni bir dönemeci işaret ediyor. Bu kendini özellikle 2010’larda daha belirgin biçimde gösterdi. Avrupa ülkelerinin pek çoğunda artık yoksullaşmadan, işsizlikten, taşeron çalıştırmadan bahsediliyor. Farklı ülkelerde farklı yoğunluklarda olmakla birlikte ekonomik-sosyal saldırılar sürekli gündemi meşgul ediyor. Ajitasyon ve propagandamızda sık sık değindiğimiz gibi, siyasal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar gündeme getiriliyor. Bu tabii polis rejimlerine geçiş düzenlemeleri ya da fiili adımlarıyla birleşiyor. Bu gelişmeler ister istemez Avrupa’daki işçi ve emekçilerde neredeyse süreklilik taşıyan tepkiler ve hareketlenmeler yaratıyor. Bunlar hakları korumak ya da gelen saldırıları püskürtme çerçevesinde direnme arayışları oluyor.
Örneğin 2010’lu ilk yıllarda, Tunus-Mısır olaylarının da etkisiyle pek çok Avrupa ülkesinde Blockoccupy hareketi ortaya çıktı. Bu da esasında Avrupa’daki ekonomik, sosyal, siyasal saldırılara yönelik bir tepki hareketiydi. Bu aynı dönemde ırkçılığın yaygınlaşması, ırkçı-faşist akımların güçlenmesi gibi gelişmelere tepkileri de içeren bir hareket olarak devam etti. Fransa, Belçika gibi başka ülkelerde işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına yönelik saldırılar gündeme geldiğinde, bunları püskürtmeye yönelik işçi-emekçi hareketi yükselişe geçti. Bugün Fransa’ya baktığımızda, bu hareketten kopuk bir kitle hareketinin gelişimini düşünemeyiz. Fransa’daki sınıf ve kitle hareketinin bugün bu kadar militan seyretmesinin gerisinde, örneğin 2014-15’lerde El-Kohmri saldırılarına karşı sınıf mücadelesinin birikimi de var.
O yılların hemen devamında Almanya başta olmak üzere birçok yerde omurgasını gençliğin oluşturduğu bir iklim hareketi çıkışı yaşandı. Arkasından örneğin Fransa’da “Sarı Yelekliler” hareketi patladı. Bu son aylarda emeklilik yasasına karşı bir mücadele gelişti. Yine kimi ülkelerde (örneğin İsviçre, Polonya, İspanya’da) militan kadın hareketleri öne çıkıyor. Korona döneminde ABD’deki bir cinayetin tetiklemesiyle polis şiddetine karşı yaygın eylemler gündeme geldi. Sonuçta her ülkede farklı etkenlerle patlak verse de, farklı özellikleriyle öne çıksa da hareket toplamda bir süreklilik arz ediyor.
Bütün bu hareketlerde genç kuşaklar çok belirgin bir yer tutuyor. Örneğin iklim hareketinin omurgasını Almanya oluşturuyordu ve ortaokul yaşlarından başlayarak yeni bir kuşak ortaya çıkıyordu. Bu tür hareketler sönümlenmiş olsalar da sonraki gelişmeler aslında ortaya bir birikim çıkardığını, devrimci bir mayalanmanın yaşandığını gösteriyor. Çünkü özellikle gençlik içinde genel bir devrimci örgüt arayışı olduğu görülüyor. Biz de dahil Türkiyeli çeşitli gruplardan Avrupa ülkelerindeki gençliğe yönelik faaliyet yürütenler, o ülkelerin gençlerinden küçümsenmeyecek sayıda genci saflarına çekebiliyorlar. Bunu o birikimin dolaysız bir göstergesi saymak gerekiyor. Kendi gençlik çalışmamız üzerinden de gördüğümüz budur. Kitle hareketlerinin gençliğin bir kesiminde radikal arayışlar yarattığını görebiliyoruz.
Madalyonun diğer yüzünde ise Avrupa solunun ortaya çıkan arayışı kucaklayamaması gerçeği var. Çünkü Avrupa’da sol, örneğin Ukrayna savaşının da tekrar kanıtladığı gibi gerçekten perişan bir görüntü veriyor. Bildiğimiz ülkelerin solu arasında bir nebze doğru tutum alan bir yapı neredeyse yok gibi. Çalışmamız Almanya ağırlıklı ve bu ülkenin solunu biliyoruz. Hollanda’da taraftarlarımız var, orayı biliyoruz. Fransa’da, Paris’te uzun yıllardır bir faaliyetimiz var ve solunu orası üzerinden tanıyoruz. İsviçre’nin bir iki kentinde baştan itibaren faaliyetimiz, bir çevremiz var. Özellikle Basel üzerinden yerel solla da ilişkilerimiz var. Belçika’yı kısmen biliyoruz. Tüm bunlara baktığımızda gençlik içindeki radikal arayışlara yanıt verebilecek, bunu kucaklayabilecek bir sol akım göremiyoruz.
Ukrayna savaşı başladığında, pek çok ülkedeki sol parti ve gruplar, kendi ülkelerinde egemenlerin oluşturdukları toplumsal atmosferin dışına çıkmayı başaramadılar. Bu ülkelerde burjuvazi toplumu gütmeyi, nabzını oluşturmayı iyi başarıyor ve sol buna göre hareket edebiliyor. Örneğin Almanya’daki en örgütlü parti, toplumun nabzına göre tutum açıklayan bir çizgi sergiledi. Yayınladığı sekizden fazla bildiri ve açıklamasında bu var. Avrupa’daki bu tablo, son elli yıldaki parlamentarizm pratiğinin, legal alanın terbiye etmesinin bir sonucu. Varılan yer bundan bağımsız düşünülemez.
Türkiyeli sol gruplar ise yakın zamana kadar bir canlılık sergiliyorlardı. Avrupa’daki toplam sol hareket ve sınıf mücadelesi açısından anlamlı bir gücü ifade ediyorlardı. Örneğin 2010’ların başında dahi 1 Mayıslar olduğunda sendika kortejleri dışındaki ağırlığı Türkiyeli sol gruplar oluşturuyordu. Fakat onlar da bir erime süreci yaşadılar. Türkiye’deki gerilemeden derinden etkilenmenin sonucu olarak, kitle tabanı epeyce zayıflamış bulunuyor. Politik-moral değerler, örgüt yapıları, canlı ve tempolu bir siyasal faaliyet kapasitesi büyük oranda aşınmış durumda. Elbette bu gruplar her zaman bir şeyler yapıyorlar. Sitelerini izlediğinizde görebiliyorsunuz bunu. Fakat o eski kitle tabanı eridiği ölçüde zorlanıyorlar. Ya da daha geniş kesimlere etkileyen, duyarlılık yaratan gelişmeler üzerinden bir etkinlik gösterilebiliyor.
Bu iki noktaya önderlik alanındaki boşluğun altını çizmek için işaret ediyorum. Son on beş yılın kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı birikimi kucaklayabilecek reformist ya da devrimci güçler pek yok ortalıkta. Dolayısıyla kongre gündemleri çerçevesinde Türkiye’deki solla ilgili yaptığımız değerlendirmelerden çıkardığımız sonuçların, Avrupa ülkeleri için de büyük oranda geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Şüphesiz partimiz Türkiye’nin partisi. Avrupa ülkelerindeki devrime önderlik etmek iddiasında değil. Fakat en baştan itibaren bulunduğumuz ülkelerdeki sosyal mücadeleye, sınıf mücadelesine etkin bir taraf olarak katılmak perspektifini taşıyor. Öncesi bir yana, son 7-8 yıldır faaliyetlerimizi bu doğrultuda yürütmeye çalışıyoruz. Belli yerellerde süreklilik taşıyan adımlar da atıldı. Bazı yerlerde genel politik faaliyet üzerinden, bir iki yerde sınıf çalışması ısrarı göstererek, bazı kentlerde yerli sol örgütlerle ilişkiler geliştirerek bulunduğumuz ülkelerdeki sınıf mücadelesinin bir parçası olmaya yönelmiş durumdayız. Bu yönelim saflarımızda geçmişten gelen bazı kırılmaları ve sosyal mücadeleye etkili katılım alanındaki ataleti kısmen aşmamıza da yaradı.
(...)