Logo
< Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim-3

Birinci yılında “yeni süreç”


Geride kalan bir yıl paralel biçimde zıt görünümlü iki ayrı sürece sahne oldu. İlki düzen muhalefetini güçten düşürmeye, bölmeye ve elbette sindirmeye yönelik sonu gelmez kirli operasyonlar serisiydi. İkincisiyse Kürt sorununda “terörsüz Türkiye” resmi söylemiyle gündeme getirilen “yeni süreç”. PKK eksenli Kürt hareketi bu ikincisini, resmi söylemden farklı olarak “barış ve demokratik toplum süreci” olarak tanımlıyor. Fakat geride kalan bir yıllık dönemin her iki süreç üzerinden toplam bilançosu, bu tanımın herhangi bir karşılığı olmadığını ortaya koyuyor. Türkiye halen barışa ve demokratik topluma değil, fakat kuralsız bir dinci-faşist diktatörlüğe doğru sürükleniyor.

Elbette Kürt hareketi de bu gerçeğin farkında. Nitekim “yeni süreç”in yıldönümünde bir tür muhasebe olarak ortaya konulan değerlendirmelerden de bu açıkça yansıyor. Sürecin halihazırdaki tek meyvesinin meclis komisyonu olduğu, onun da yalnızca bir oyalama aracı olarak kullanıldığı dile getiriliyor. Diyarbakır’a barış ve demokrasi vaat edilirken, İstanbul’a savaş ve faşizm dayatılamayacağı vurgulanıyor. Selahattin Demirtaş ise Türk-Kürt kardeşliğini pekiştirmek hedefleniyordu, oysa üstüne bir de Türk-Türk ayrışması bindi diyor. Tüm bu değerlendirmeler sürece ilişkin belirgin bir güvensizliğin ve hayal kırıklığının yansımalarıdır kuşkusuz. Fakat Kürt hareketinin temsilcileri yine de siyaseten iyimser görünmeye çalışıyorlar. Bu değerlendirmelerini sürecin akıbetine ilişkin bir güvensizlik değil de iktidarın çelişkili ve tutarsız yönelimine ilişkin uyarılar olarak sunuyorlar.

Oysa dinci-faşist iktidarın gerçek amaç ve niyetleri üzerinden bakıldığında, ortada ne bir tutarsızlık ne de çelişki var. Temel amaç ve niyet, iktidarını her koşulda korumak, olanaklıysa yeni bir anayasal temele oturtmak ve böylece kalıcılaştırmaktır. Muhalefete yönelik saldırı kadar Kürt sorununda “yeni süreç” de tümüyle bu amaca yöneliktir ve de ona endekslidir. Bu amaca ulaşmak üzere bir yandan muhalefete yönelik kirli oyun ve saldırıların sonu gelmiyor. Öte yandan Kürt hareketini oyalama, muhalefetle mesafeli hale getirme ve elbette olanaklıysa eğer bazı biçimsel, sembolik ve sınırlı tavizler karşılığında yedekleme çabası sürdürülüyor. Dolayısıyla Kürt hareketi temsilcileri tarafından ileri sürülen çelişki ya da tutarsızlık yalnızca görüntüdedir. Gerçekte her iki süreç üzerinden aynı amaca yürünmek istenmektedir. İki sürecin neredeyse aynı zaman diliminde gündeme getirilmiş olması bile bu açıdan yeterince açıklayıcıdır. “Yeni süreç”in miladı sayılan Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısından yalnızca bir hafta sonra, Esenyurt Belediyesi üzerinden CHP’li belediyelere operasyon startı verilmiştir. Üstelik de, “yeni süreç”in görünürdeki ruhu ve amacıyla alay edercesine, Kürt hareketiyle yapılan “kent uzlaşısı” gerekçesiyle!

***

Dinci-faşist iktidarın halihazırdaki gücü, tüm kurumlarıyla devlete hakim olmasından ve bunları her türden muhalefete karşı etkin biçimde kullanabilmesinden, bunu yaparken de içerde işbirlikçi büyük burjuvazinin ve dışarıda başta ABD olmak üzere emperyalist dünyanın desteğine sahip olmasından gelmektedir. Güçsüzlüğü ise başta ekonomi alanı olmak üzere Türkiye’yi çok yönlü bir kriz batağına sürüklemiş bulunmasından ve bundan da bir türlü bir çıkış yolu bulamamasından... İktidar gücünün kaynaklarından etkin biçimde yararlanmakta, ama zayıflık kaynaklarına çözüm bulamamaktadır. Çok yönlü kriz, yoksulluğa ve sefalete itilmiş geniş halk kitlelerinin günden güne büyüyen hoşnutsuzluğuna ve bu da, dinci-faşist iktidarın yakın zamana kadarki en büyük meşruiyet kaynağı olan seçmen desteğinin yeni bir seçimi kazanamayacak denli zayıflamasına yol açmaktadır.

Bir yıl önce birer hafta arayla gündeme getirilen çifte süreç bu durumdan bir çıkış yolu olarak düşünülmüştür. Amaç bir yandan, düzen muhalefetini bölüp güçten düşürmek ve sindirmek, böylece yönetimi devralacak bir alternatif olmaktan çıkarmak; öte yandan, “yeni süreç”le Kürt hareketini bu muhalefetten koparmak, dahası olanaklıysa yeni bir anayasa için desteğini alıp kurmuş bulunduğu düzeni bununla pekiştirmektir.

Seçmen desteğini yitirmiş iktidar, iktidar konumunu hiçbir biçimde terk etmek istemiyor. Dahası herkesin de bunu böyle anlamasını ve buna da boyun eğmesini özellikle istiyor. Sorunun, dolayısıyla son bir yılda çifte süreç üzerinden olup bitenlerin özü ve esası budur. Birbirine zıt yönelimler gibi görünen çifte süreçle ulaşılmak istenen ortak hedef de budur.

Süreçlerden ilki, CHP’ye yönelik kuşatma ve saldırılar, onu önemli ölçüde kendini savunmak gündemine hapsetmek dışında henüz esaslı bir sonuç yaratabilmiş değil. Dahası bu politika ters tepmekte, gerçekte iktidarın güçsüzlüğünü ortaya koymakta ve meşruiyetini ayrıca tartışmalı hale getirmektedir. Bu arada, saldırılar karşısında güçlü durabilmek kaygısıyla da olsa, CHP’yi meydanlara, dolayısıyla kitlelerle sürekli ve hareketli bir temasa itmekte, böylece aslında güçlendirmektedir de.

Fakat ikincisi, Kürt hareketiyle girilen “yeni süreç”, bu doğrultuda henüz hiçbir adım atmadığı ve atacak gibi de görünmediği halde, halen iktidar hesabına bazı sonuçlar vermiş görünmektedir. İktidarla girilen ilişkilerin kaçınılmaz mantığı gereği düzen muhalefetiyle Kürt hareketi arasında belirli bir mesafe oluşmuş, Kürt hareketinin dinci-faşist iktidarın yeni anayasa oyununa katılmasına uygun bir potansiyel zemin de doğmuştur. Bu arada aynı süreç düzen muhalefetini kendi arasında ayrıca da bölmüştür. Ana muhalefet partisi olarak CHP Kürt hareketinden ve elbette asıl olarak onun seçmen desteği olanaklarından kopmamak kaygısıyla yeni sürece koşullu bir destek vermek yoluna giderken, MHP’den kopma ırkçı-faşist partiler aynı süreci bir imkan olarak kullanıp Kürt düşmanlığı üzerinden siyaseten güç olmak yolunu seçmişlerdir. Bir arada bunlar dinci-faşist iktidarın baştan amaçladıklarına uygun gelişmelerdir.

***

Dinci-faşist iktidarın Kürt sorununda yeni sürece ilişkin olarak biri içe öteki dışa yönelik iki hesabı vardı. İçerdeki hesabı Kürt hareketini ehlileştirip kendi meşruiyet alanı içine çekmeye ve böylece zayıflayan iktidar zeminini olanaklıysa bu yolla yeniden güçlendirmeye yönelikti. Dışarıdaki hesabı Ortadoğu’daki yeni alt üst oluşlar ortamında ABD-İsrail ikilisinin Kürt sorunu üzerinden yaratabileceği sorunları Türkiye’deki Kürt hareketini etkisi altına alarak dengelemeye yönelikti.

Aradan geçen bir yılın ardından dışarıya yönelik kaygıların esası yönünden anlamını yitirdiğini görüyoruz. Dinci-faşist iktidar Trump yönetimindeki ABD emperyalizmiyle güçlü bir uyum yakalamış, Ortadoğu’ya dayatılan emperyalist-siyonist yeni düzen konusunda onunla aynı çizgide hareket eder hale gelmiştir. Esat sonrası Suriye, tam da dinci-faşist iktidar sayesinde ABD emperyalizmi, onun üzerindense siyonist İsrail için inanılmaz bir ganimet olmuştur. Öte yandan Tayyip Erdoğan iktidarı İran’a yönelik kuşatmada aktif taraftır, dolaysız rollere sahiptir ve halen bunun gereklerine uygun hareket ettiğinin ve edeceğinin işaretlerini vermektedir.

ABD emperyalizminin sözde Gazze barışında Türkiye’nin oynadığı özel role Trump yönetiminden gelen övgülerin ise haddi hesabı yok. Bu dinci-faşist iktidarın Filistin davasının gömülmesinde ABD ve onun üzerinden de İsrail ile uyumlu hareket etmekte olduğunun açık bir kanıtıdır. Elbette bu çok gönüllü bir tercih değildir. Ama içerde ve dışardaki sıkışmışlık karşısında Trump Amerika’sından dilendiği ve elde ettiği “meşruiyet”in bir diyetidir. Ayrıca işbirlikçi büyük burjuvazinin hemen tüm kesimlerinin beklentilerine de uygun bir tercihtir. ABD emperyalizmi çizgisinde NATO’culuk, dolayısıyla Ortadoğu’da batı emperyalizminin çıkarlarına bekçilik ve bunların organik bir uzantısı, yani olmazsa olmazı olarak da bölgede İsrail ile çok yönlü yakın ilişkiler, Türk tekelci burjuvazisinin ikinci emperyalist savaş sonrasına damgasını vuran değişmez politikasıdır. İslamcı tabanın hassasiyetlerine yönelik iki yüzlü söylemler bir yana bırakılırsa, başından itibaren Tayyip Erdoğan yönetiminin çizgisi de bu olmuştur. Gelinen aşamada ise ayakta kalmak, iktidarını sürdürebilmek için buna mutlak biçimde muhtaçtır, dolayısıyla gereklerini yerine getirmeye de mecburdur.

 Geriye Rojava üzerinden bir dönem için yaşanan sıkıntı kalıyor. Ama tüm gelişmeler gösteriyor ki bu iş de artık ABD emperyalizmine ihale edilmiştir. Nitekim Kürtlerin kontrol ettiği bölgelerin ve elinde bulundurduğu güçlerin Suriye’deki yeni rejime entegrasyonu sorunu halen tümüyle ABD denetiminde ve yönlendirmesinde yürümektedir. ABD bunu yaparken elbette Türk devletinin kaygılarını gözetmekte, Türk burjuvazisi ile siyonist İsrail’in beklenti ve çıkarlarını, elbette belirgin biçimde İsrail lehine olmak üzere, gözetmektedir. Resmi açıklamalara ve aradaki uyuma bakılırsa, dinci-faşist iktidarın gelinen yerde bu konuda esasa ilişkin bir sorunu kalmış görünmemektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, Gazze ve Suriye üzerinden yaşanan işbirliği ve uyumun finali, Türkiye ile siyonist İsrail’in ilişkilerinin yeniden rayına oturtulması ve normalleşmesi olacaktır. Nitekim tüm bu gelişmelerde çok özel bir rolü bulunan ABD emperyalizminin Ortadoğu sömürge valisi Tom Barrack, bilinen boş boğazlığı ve açık sözlülüğü ile bunu da şimdiden tüm dünyaya müjdelemiş bulunmaktadır. Bunun da gerçekleştiği bir durumda, sorun artık Kürt kartının kimin eline geçeceği olmaktan çıkacak, Ortadoğu’da ABD emperyalizminin çıkarları ve siyonist İsrail’in temel ihtiyaçları doğrultusunda oluşmakta olan yeni düzen içinde yerini almak olacaktır. Elbette bölge Arap gericiliği ile de işbirliği ve uyum içinde.

***

Geride kalan bir yılın iç cephesinde olup bitenler, PKK eksenli Kürt hareketinin bilinen adımlarından ibarettir. Buna bugüne kadar iktidar cephesinden sözü edilebilir herhangi bir yanıt verilmediğini ise bizzat Kürt hareketinin temsilcileri yineleyip durmaktadırlar. İktidar PKK’nin tek taraflı adımlarına herhangi bir karşılık vermediği gibi, izlediği çizgiyle Kürt hareketinin “barış ve demokratik toplum” üzerine söylemini boşa çıkaracak hemen herşeyi de yapmaktadır. İktidar toplumu esir almak, kendi rejimini kalıcılaştırmak, Kürt hareketiyle girdiği süreci de bu hedefe dayanak olarak kullanmak istemektedir.

Kürt hareketi halen bu çıplak gerçekle yüzleşmekten, iktidarın neden ısrarla kendilerini oyaladığını, sembolik ve göstermelik düzeyde olsun en sıradan adımlardan bile neden kaçındığını sorgulamaktan uzak durmaktadır. Bundan şimdilik kaçınıyor; zira bunu yapmanın sürecin gerçek mahiyeti ve amacıyla yüzleşmek olacağını, bunun da kendisini kabul ya da reddetmek ikilemiyle yüz yüze bırakacağını biliyor.

Belli ki Tayyip Erdoğan kurduğu rejimin kalıcılaşması ve yeni bir anayasal forma kavuşturulması için Kürt hareketinden kesin söz ve güvence istiyor ve bekliyor. Tıpkı 2013-14 sürecinde aynı şeyi başkanlık rejimine geçiş ve kendi başkanlığının onayı için isteyip beklediği gibi. Nitekim “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla bu beklenti boşa çıkar çıkmaz, sözde Dolmabahçe Mutabakatına rağmen Tayyip Erdoğan masayı devirmişti. Sonrasını biliyoruz.

Bu gerçek, halihazırda Kürt hareketinin en büyük açmazıdır. Tek adam düzeniyle belirlenen mevcut rejimin legalitesi içine alınma karşılığında iktidarın beklentilerine yanıt verse, kendini inkar etmiş ve “demokratik toplum” üzerine onca söz ve propagandayı çöpe atmış olacaktır. Tutarlılığını korumaya ve “demokratik toplum” / “demokratik cumhuriyet” hedefinde ısrar etmeye kalktığı bir durumda ise neler olacağını bir önceki süreçten bilmektedir. Bu aşılması zor bir açmazdır. Abdullah Öcalan’ın yakın zamanda “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışını mahkûm etmesi ve bunun Tayyip Erdoğan’a bildirilmesini özellikle istemesi iyiye bir işaret değildir. Yine de bazı şeyler yapmak o denli kolay değildir. Dinci-faşist bir tek adam rejimini kalıcılaştırmaya dayalı bir sözde çözüme razı olmanın politik ve moral ağırlığı kaldırılamayacak denli büyüktür.

EKİM


Üste