“Partimizin II. Kongresi’nin dünyada ve Türkiye’de girmiş bulunduğumuz çok daha zorlu ve karmaşık bir dönemin ardından toplanmış olması, onun gündeminin ağırlık alanını da etkilemiştir” diyen TKİP II. Kongresi Bildirisi, sözünü ettiği dönemi dünyada 11 Eylül sonrası gelişmelerle ilişkilendirmekte, dünya ölçüsünde burjuva gericiliğinin yeni bir ivme kazandığı, bunun sistemin genelinde özgürlüklerin sınırlandırılması ve polis devletine geçişi hızlandırdığı, zaten geleneksel olarak bir polis-asker rejimine dayanan Türk burjuva gericiliğinin de bundan kendi yönünden en iyi biçimde yararlandığını vurgulamakta ve sözlerini şöyle sürdürmektedir:
“Böylesine karmaşık ve zorlu bir dönemin ardından toplanan TKİP II. Kongresi, doğru bir ideolojik-politik çizginin yanısıra, ihtilalci temellere oturan sağlam bir parti örgütünü, çok yönlü olarak eğitilmiş ve donatılmış militan savaşçı kadroları, doğru bir çalışma tarzı ve etkin bir çalışma kapasitesini, devrimci bir partinin bu dönemin gelişmelerine yanıt verebilmesinin olmazsa olmaz koşulları olarak ele almaktadır; ve tüm bunların gerçekten bir anlam taşıyabilmesi ve gerçek maddi bir kuvvet haline getirilebilmesi için de, sınıf eksenli bir devrimci çalışmayı tayin edici önemde görmektedir.
“Bu nedenledir ki, çok kapsamlı bir gündem üzerinden çalışan, dünyada, bölgede ve Türkiye’deki siyasal gelişmeler ve bunun ortaya çıkardığı sorunlar üzerinde gereğince duran II. Parti Kongresi, yine de çalışmasında esas ağırlığını partinin örgütsel gelişme ve kadrolaşma alanındaki sorunları ve ihtiyaçları üzerinde yoğunlaştırmış, bunu genel politik çalışmasının, özellikle de sınıf çalışmasının çok yönlü sorunlarının irdelenmesi ve deneyimlerinin özetlenmesi ile birleştirmiştir. Bu ağırlıklı çerçeve, girmiş bulunduğumuz zorlu döneme partinin hazırlanması bakımından temel önemde bir ihtiyaç olarak ele alınmıştır.” (TKİP II. Kongresi Bildirisi, Ekim, sayı: 248, Kasım 2007)
Kapitalist dünyanın emperyalist metropollerinde demokratik hak ve özgürlüklerin sistemli bir biçimde budanması ve bunun polis devletine yasal, kurumsal ve fiili uygulama olarak geçişle elele gitmesi, gerçekte 11 Eylül’ü önceleyen bir gelişmedir. 11 Eylül, daha ‘80’li yılların başında kendini gösteren bu eğilime yalnızca yeni bir ivme kazandırmış, dünya ölçüsünde burjuva gericiliği için ortak bir demagojik bahane işlevi görmüştür. Demokratik özgürlüklerin gaspı ve polis devletine geçiş, işin aslında sistemin sürmekte olan yapısal bunalımı ile ilgilidir ve bu çerçevede emperyalist metropoller için gerçekte son birkaç on yılın sorunudur. İşçilerin ve emekçilerin ekonomik ve sosyal kazanımlarına sistemli saldırılar, sömürüyü büyüten ve çalışma koşullarını ağırlaştıran politikalar, beraberinde siyasal özgürlüklere saldırıyı da getirmekte, geleceğin zorlu sosyal mücadelelerine hazırlanmak için burjuvazi bugünden önlemler almaktadır. ‘80’li yılların neoliberal saldırganlığına eşlik eden bu eğilim, ‘89 yıkılışının ardından yeni bir ivme kazandı, 11 Eylül sonrasında ise ifade uygunsa burjuva gericiliği bu alanda yeni bir sıçrama gösterdi.
Özetle sorun, demokratik hak ve özgürlüklerin zaten son derece sınırlı ve güdük olduğu ve bu kadarıyla bile her an militarist-polis rejiminin tehdidi altında bulunduğu Türkiye gibi ülkelerden öteyedir, sistemin geneliyle ilgilidir, demek oluyor ki dünya ölçüsündedir. Bu gelişmenin Türkiye gibi ülkeler için özel anlamı, dizginsiz bir militarist-polis rejimi için uygun bir uluslararası atmosfer oluşturmakta olmasıdır. TKİP II. Kongresi Bildirisi, “Çözümsüz yapısal sorunlarla boğuşup duran ve gelinen yerde özellikle Kürt sorunu üzerinden iyiden iyiye sıkışmış bulunan Türk burjuva gericiliği de kendi yönünden bu genel atmosferden en iyi biçimde yararlanma yoluna gitmektedir. İçerde baskıyı, şovenizmi ve faşist-militarist terörü azdırmakta, dışarda ise bölge halklarına karşı emperyalist-siyonist cephede yeni roller üstlenmektedir” derken bunu anlatmaktadır.
Sorunun bu yönü başlıbaşına önemlidir, zira daha birkaç yıl öncesine kadar, düzen propagandasının AB süreci üzerinden bilinçli bir biçimde pompaladığı hayallerin etkisi altında, Türkiye solunun önemli bir bölümü, üstelik sanılabileceği gibi salt reformist kesimleri de değil, sermayenin yeni yönelimleri, özellikle de AB sürecine paralel olarak, Türkiye’de siyasal rejimin “yumuşama”ya doğru gittiği üzerine ham hayaller taşıyor, bunun yarattığı rehavet içinde legal alana yığılmalar yaşanıyor ve bu devrimci hareketin bazı kesimlerinde bile legal parti eğilimleriyle birleşiyordu. Ne iyi ki olayların gidişatı halihazırda bu tasfiyeci liberal hayalleri kendiliğinden yıkmış bulunmaktadır. Dünyanın üçlü kriz bölgesinin tam göbeğinde bulunan ve bu aynı bölgede tarihsel olarak ABD emperyalizminin ileri karakolu işlevi gören bir ülkede, üstelik bölgeye yönelik emperyalist müdahalenin savaşlar dizisi boyutu kazanmakta olduğu bir evrede, rejimin siyasal olarak yumuşamakta olduğu beklentileri ancak liberal ham hayallerin ifadesi olabilirdi. Çözülemeyen Kürt sorununun süreklileştirdiği özel savaş durumunun, sonu gelmeyen ekonomik-sosyal yıkım saldırılarının sürekli bir ihtiyaç haline getirdiği baskı ve yasak düzeninin sözünü bile etmiyoruz. Nitekim bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan belli olan AB makyajı çok geçmeden döküldü, özellikle 11 Eylül ile birlikte oluşan atmosferin de verdiği güçle, rejim gerçek yüzünü yeniden tüm açıklığı ile ortaya koydu.
Sorunun devrimci açıdan genel ilkesel ve stratejik önemi bir yana, içinden geçmekte olduğumuz tarihsel evreye ilişkin bu iç ve uluslararası koşullar bile, illegal temellere dayalı devrimci bir örgütün/partinin yaşamsal anlamını ve önemini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Bugünün Türkiye’sinde, her ciddi devrimcilik iddiası illegal temellere sahip devrimci bir örgüt/parti üzerinden somutlanmak zorundadır. Bu çerçevede, devrimci örgüt sorununu ciddiyetle ele almayan ve pratikte çözmeyen bir siyasal hareketin devrimcilik iddiasını ciddiye almanın, bunu samimi ve inandırıcı bulmanın olanağı yoktur. Sözkonusu olan bir siyasal hareketse eğer, örgütsel açıdan düzenin icazet ve denetim sınırları içine sığabilen, bundan ibaret kalabilen bir siyasal kimliğin devrimcilikle yakından uzaktan bir ilişkisi olamaz. İfade uygunsa bu sorun, bu soruna ilişkin ilkesel ve pratik tutum, herhangi bir siyasal akımın devrimcilik iddiasının turnusol kağıdıdır.
***
Öte yandan, TKİP II. Kongresi’nin çalışma gündemi içinde devrimci örgüt sorununa verdiği ağırlık, bu sorunun taşıdığı genel ilkesel önemin içinden geçmekte olduğumuz tarihi evrenin özgün koşulları içinde kazandığı daha özel anlamdan da öteyedir. Sorunun öteki bir temel boyutu, ‘90’lı yılların ortasından 2000’li yılların ortasına uzanan son on yıllık dönemde yaşanan ve devrimci hareketi derinden etkileyen gelişmeler, bu gelişmelere ilişkin değerlendirmeler ve bundan çıkarılan somut sonuçlardır. TKİP II. Kongresi’nin konuya ilişkin değerlendirmeleri bakımından sorunun bu yönü ilkinden de önemlidir ve pratik yönden daha yakıcıdır.
Anılan on yıllık evrenin ilk yarısı, rejimin devrimci kimlik ve dolayısıyla da devrimci örgüt sorununda ısrarını sürdüren hareketlere yönelik kapsamlı bir saldırı dönemidir. ‘90’lı yılların ortasından başlayarak yoğunlaştırılan sistemli saldırılarla sonuçta devrimci örgütlere büyük darbeler vuruldu ve 2000 yıllara girilirken gündeme getirilen hücre saldırısı ile bu bir başka yönden pekiştirilmeye çalışıldı. Amaç devrimci örgütsel yapıyı mümkün olduğunca tasfiye etmek ve zindanları bu yapı için bir devrimci kadro kaynağı olmaktan çıkarmaktı. Devletin bu tutumunun bir değerlendirmeye dayandığından, ‘90’lı yılların ortasında güncelleştirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ndeki sol hareket değerlendirmesinin bunun temelini oluşturduğundan kuşku duyulamaz. Bu değerlendirmede devlet, solun önemli bir bölümünün “ılımlı bir çizgi”ye çekildiğini, fakat daha dar bir kesiminin hala da radikal konumda ısrar ettiğini saptıyordu. Bu saptamadan çıkan sonuç ve dolayısıyla görev, radikal çizgide ısrar edenlerin de aynı ılımlı çizgiye, daha açık ifadeyle düzenin icazet alanına çekilmesi olabilirdi. Sermaye devletinin bu değerlendirmeyi izleyen davranış çizgisine bugünden bakıldığında, bunun devrimci örgütsel yapıları güçten düşürmeye, olanaklıysa tümden yıkmaya, bu arada zindanlar üzerinden yenilenen devrimci kadro kaynağından yoksun bırakmaya, böylece sonuçta hiç değilse devletin denetim ve icazet alanına mecbur ve mahkum bırakmaya yönelik olduğu daha açık biçimde görülebilmektedir. ‘90’lı yılların ikinci yarısını kapsayan sistemli saldırılar ile bunu tamamlayan hücre saldırısı, bu saldırılardaki büyük kararlılık ve acımasızlık bunun bir ifadesi oldu.
Tüm bu saldırı sürecinin ardından bugünün tablosuna baktığımızda, devletin kendi hesapları çerçevesinde önemli bir başarı elde ettiğini açıklıkla ve yüreklilikle saptamak gerekir. Sorun basitçe illegal örgütsel yapıların büyük ölçüde zaafa uğramasından ibaret de değildir. Sorun yazık ki bundan öteyedir; devrimci örgüt iradesindeki belirgin bir zayıflama ile ilgilidir ve bu halihazırda geleneksel devrimci-demokrat grupların hemen tamamının en büyük zaafiyetidir. Yıllar öncesinden yenilmiş darbelerin örgütsel etkilerini gidermeye yönelik çabalardaki hissedilir zayıflık, işlerin hemen tamamen legal alan ve araçlar üzerinden yürütüllmesi, bu durumun giderek kurumlaşıp kalıcılaşması, bunun ifadesidir.
Kuşkusuz bu dönemde siyasal olayların genel seyri de devletin işini alabildiğine kolaylaştırmış, tersinden devrimci akımların örgütsel yönden toparlanmasını zora sokmuştur. Genel siyasal durgunluk, bunun temel bir etkeni olarak da sınıf ve kitle hareketindeki genel zayıflık, Kürt hareketinde yaşanan İmralı sonrası sürecin derin etkileri, toplumda gerici siyasal atmosferin şovenizm ve dinsel gericilik üzerinden iyice ağırlaşması, tüm bunlar devletin işini kolaylaştırmış, devrimci yapıların örgütsel açıdan toparlanmalarını zora sokmuştur. Bütün bunlar yeterince açıktır. Fakat işte tam da bütün bu zorluklar sonuçta devrimci örgüt iradesini zayıflatmış, devrimci örgütsel yapıyı yeniden kurmak kararlılığını ve pratik çabasını zaafa uğratmıştır.
Öte yandan bu, öyle basitçe dönemsel bir gelişme ve sonuç da değildir. Sorun gerçekte daha temellidir ve geleneksel küçük-burjuva devrimci demokrat örgütlerin yapısal zaafiyeti ile ilgilidir. Dönemsel koşulların bu denli kolay sonuç vermesinin gerisinde de bu yapısal zaafiyet vardır. Yenilginin öğretici derslerinden hiçbir anlamlı sonuç çıkarmadan yeni döneme giren ve herşeye rağmen devrimci çizgide ve devrimci örgütte ısrar eden bu grupların, yeniden toparlanma dönemini izleyen 20 yılın ardından bugün artık bir tıkanma, tıkanmadan da öteye bir çözülme evresine girdikleri görülmektedir. Devrimci örgüt iradesinde ve pratiğinde yaşanan belirgin zaafiyetin gerisinde de gerçekte ve temelde bu vardır. Devletin saldırılarının bu denli kolay sonuç verebilmiş olması da bundan dolayıdır. Mevcut durumun vahametini artıran da yine bu gerçeğin kendisidir.
20 yıl önce, 12 Eylül yenilgisini izleyen o yeniden toparlanma döneminde, en acil, öncelikli ve yaşamsal görev, yenilginin derslerinden de yararlanarak geçmişle ideolojik hesaplaşmaya dayalı olarak yaşanacak kapsamlı bir ideolojik yenilenme idi. Halkçı devrimci-demokrat örgütler o evrede bu görevden yan çizdiler, buna yönelik devrimci ideolojik basınca belirgin bir tutuculukla direndiler. Örgütsel ve pratik görevlerin önemi ve önceliği adı altında, teorik gelişme ve ideolojik yenilenme ihtiyacına burun kıvırdılar; dahası, bunun anlamına ve önemine ilişkin vurguları devrimci örgütten ve pratikten kaçışın göstergesi saymak kolaycılığına bile sığındılar. Döneme egemen liberal tasfiyeci eğilimler, yaygın bir eğilim olan devrimci örgütten kaçış ve legalizim cereyanı, bu söyleme belli sınırlar içinde elbette bir anlam ve haklılık kazandırıyordu. Fakat yine de bunun küçük-burjuva halkçı çizginin tutuculukla savunulmasına bir dayanak olarak kullanılması, sonuçları bugün tüm açıklığı ile görülebildiği gibi, büyük bir yanılgı ve tipik bir küçük-burjuva dargörüşlülüğü örneği idi. Yapılması gereken; kapsamlı bir devrimci ideolojik yenilenmeyi bu yeni temeller üzerinde devrimci örgütsel bir şekillenme ile birleştirmek ve bunu devrimci sınıf çalışması ekseninde geliştirmekti. Bunu kavrayamayanlar, eski çizgi temelinde ve kendi dar sınırları içinde devrimci örgütü ve pratiği önemsediğini sananlar, böyle yapmakla gerçekte devrimci örgütün ve pratiğin olanaklarını da zamanla tüketeceklerini görüp kavrayamadılar.
Bugün ise tersinden bir zaafla yüzyüzeyiz, bu aynı gruplar şahsında. 20 yıl sonra bugün ve bugünün Türkiye’sinde en acil sorun, en yaşamsal ihtiyaç devrimci örgüttür, bu sorunda gösterilecek pratik kararlılık ve tutarlılıktır. Oysa tam da böyle bir dönemde, aynı halkçı devrimci-demokrat gruplar örgütsel alandaki zaafiyete karşı belirgin bir duyarsızlık içindedirler. Bu, elbetteki tüm öteki güçlüklerle birlikte ve bunlar temelinde, devrimci örgüt iradesindeki zayıflamanın bir yansımadır. Düne kadar devrimci örgüt sorununu kendileri için alameti farika haline getiren bu gruplar, bugün gerek düşünsel ve gerekse pratik planda bu sorunun belirgin biçimde uzağındadırlar.
Bu grupların mevcut ideolojik çizgileri ile bugünden sonra devrimci örgüt sorununa anlamlı bir yanıt veremeyecekleri bir gerçektir. Bu çerçevede içlerinden bazılarının bir dönemdir ideolojik bir yenilenme arayışına yönelmelerinin bir anlamı ve mantığı da vardır. Fakat tüm öteki güçlükler bir yana, bu işin tam da moral ve örgütsel açıdan belirgin bir zaafiyetin yaşandığı bir evrede gündeme gelmiş olması gerçeği, sözkonusu ideolojik arayışların akıbetini daha baştan bir hayli tartışmalı kılmaktadır. Kırk yıllık geçmişle ve yirmi yıl öncesinin tutuculuğu ve dargörüşlülüğü ile açık bir hesaplaşmaya girişilmeksizin bu arayışların herhangi bir olumlu devrimci sonuç yaratması olasılığı ise zaten yoktur.
Yerleşik kanının aksine, Türkiye’nin geleneksel devrimci-demokrat örgütleri devrimci örgüt sorununun ideolojik ve ilkesel çerçevesi konusunda belirgin bir zayıflığa sahiptirler. Örgüt sorunu ideolojik ve sınıfsal içeriği ile kavranmış, yerli yerine oturtulmuş ve sindirilmiş değildir. İçlerinden bir kesimi ‘70’li yılların o verimli devrimci yükseliş ortamında bile örgüt olmayı başaramamışlardı ve 12 Eylül mahkemelerinde “dergi çevresi” olmaktan öteye gidemediklerini dile getirirlerken bir gerçeği ifade ediyorlardı. Öteki bazıları ise herşeye rağmen bir örgütsel yapıya ve geleneğe sahip olmakla birlikte bu, açık ve sağlam bir ideolojik bilincin ve yönelimin ürünü olmaktan çok büyük ölçüde kendiliğinden bir gelişmenin ürünü olmuştu. Ortada henüz açık bir ideolojik çizgileri bile yokken iyi-kötü bir örgüt olmaları bunun bir göstergesi idi. 12 Eylül yenilgisi sonrasında örgütsel yapıları ile birlikte devrimci örgüt bilincini de bu denli kolay yitirmeleri de bunun bir başka göstergesi oldu. Bu iradeyi ve pratiği herşeye rağmen korumayı başaranların bugünkü durumu da, bu alandaki zayıflıktan/kendiliğindencilikten çok ayrı bir durum değildir. Denebilir ki zamanla ve kendiliğinden kazanılan bir üstünlük, yine zaman içinde ve kendiliğinden bir biçimde sönümlenmektedir.
***
Açık bir ideolojik bilincin ve sınıfsal yönelimin ürünü bir devrimci örgüte dayanmaksızın siyasal mücadele süreçlerinde etkin bir rol oynamak ve devrimci bir gelişme etkeni olabilmek olanaksızdır. Reformist sol akımların dünden bugüne genel tablosu, devrimci örgütten kopmanın devrimci kimlikten ve pratikten de kopmak demek olduğunu tüm açıklığı ile bir kez daha ortaya koymaktadır.
Devrimci örgüt zemini, devrimci olabilmenin ve devrimci kalabilmenin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Öte yandan, devrimci örgüt zemini, burjuva legalitesinin etkili ve amaca uygun bir biçimde istismar edilebilmesinin de zorunulu koşuludur. Legalitenin devrimci kullanımı, illegal bir devrimci örgüt temeline dayanmaksızın olanaksızıdır. Komünistler bu konuda daha baştan tam bir ideolojik açıklık ve buna eşlik eden kararlı bir pratik yönelim içinde oldular:
“İdeolojik kimliği, sınıfsal konumu ve tarihsel-siyasal amaçlarıyla proletaryanın sınıf partisi, kurulu düzen karşısında ihtilalci bir konumdadır ve varoluş biçimi de buna uygun olmak zorundadır. Partinin ihtilalci esaslara dayalı illegal örgütlenme ihtiyacı buradan doğmaktadır. Parti örgütlenmesinin tek ve mutlak varoluş biçimi olmamakla birlikte, illegalite, temel ve ilkesel önemde bir sorundur.
İllegalite sorununun özü, düzenin hukuksal çerçevesi içine sığıp sığmamak değil, bizzat düzenin içine sığamamaktır. Türkiye gibi polis rejiminin hüküm sürdüğü bir ülkede, bu sorun, ilkesel öneminin ötesinde, parti için pratik bakımdan da hayati bir sorundur. İhtilalci kimlik korunduğu sürece, bu, bir parti için varolup-olmama sorunudur. “Partinin düzen karşısındaki ihtilalci ideolojik-politik perspektifi teorik çabayla kazanılsa bile, bu ancak, örgütsel varoluş biçimiyle de ihtilalci bir konumda bulunan bir parti yapısıyla güvenceye alınabilir. Bu ikincisi yoksa, ya parti kesin bir biçimde tasfiye edilecektir, ya da bu akibete uğramamak için, utanç verici bir tutumla, başlangıçtaki ihtilalci ideolojik-politik perspektifini bizzat kendi tasfiye edecektir. İhtilalci bir illegal parti sorununun ilkesel önemi tam da buradan gelmektedir.
“İhtilalci örgütlenmeye karşı güçlü bir legalist tasfiyeci akımın varolduğu günümüz (Mart 1991) koşullarında, parti örgütlenmesini illegal temeller üzerinde hazırlama pratik çabası sağlam ve sarsılmaz inatla sürdürülmeli ve bu çaba tasfiyeciliğe karşı sürekli bir mücadeleyle birleştirilebilmelidir. Fakat öte yandan, partinin bu zorunlu varoluş biçiminin tamamlayıcı öğesi, onun legal biçim, araç ve yöntemleri en iyi şekilde ve sonuna kadar kullanabilmesidir. Düzen karşısında partinin ihtilalci varoluş biçimini ilkesel önemde gören komünistler için, sorun, legal araç ve olanakları küçümsemek ya da bunları illegal örgütlenmenin karşısına koymak değil, illegal bir parti örgütlenmesi ve faaliyeti temeli üzerinde, bu temel koşulla uyum içinde, tüm legal biçim, yöntem ve araçlardan sonuna kadar ve ustalıkla yararlanabilmektir. Legal olanakları illegal örgütlenme ve faaliyete tabi bir biçimde, onun hizmetinde kullanabilmektir...” (Partileşme Süreci/1, Eksen Yayınları, s. 69-70)
Daha baştan ortaya konulan bu bakışaçısı dün olduğu gibi bugün de komünistlere yol göstermektedir. Komünist hareketin geride bıraktığı bütün bir 20 yıl, bu bakışaçısına bağlılığın, onu tutarlılıkla savunmanın ve tüm güçlüklere rağmen inatla pratikte gerçekleştirmeye çalışmanın kanıtıdır. Reformist sol üzerinden tasfiyeci cereyanın hala da güçlü olduğu ve geleneksel devrimci-demokrat akımlarda devrimci örgüt iradesi ve pratiğinin ciddi biçimde zaafa uğradığı bir dönemde, bu bakışaçısı partimiz için bugün çok daha özel bir önem ve anlam taşımaktadır. Bugünün Türkiye’sinde, içinden geçmekte olduğumuz bu özel evrede ve tam da ortadaki sol hareket tablosu çerçevesinde, bugünün en temel ve yaşamsal sorunu ve ihtiyacı devrimci örgüttür. Partimiz bunun bilincidendir ve bunun gerekleri doğrultusunda hareket etmektedir.
TKİP II. Kongresi’nin konuya ilişkin çok yönlü değerlendirmeleri, bu değerlendirmelere dayalı olarak saptadığı politik ve örgütsel hedefler ve görevler, buna ilişkin bilincin ve iradenin yeni bir göstergesi, somut bir güvencesidir.