Logo

Devrimci taktiğin sorunları - H. Fırat


Burada Devrimci Taktiğin Sorunları başlığı ile yayınladığımız iki bölümlük metin, TKİP MK bünyesindeki yazışmaların ürünüdür. Yazışmanın ve dolayısıyla tartışmanın tüm kapsamı, TKİP MK’nın yakın zamanda parti örgütüne sunduğu Partiye Rapor’dan alınmış aşağıdaki sunumda var. Sunum burada herhangi bir özel açıklama yapmamızı gerektirmeyecek açıklıktadır…

İstanbul seçimleri ve devrimci taktiğin sorunları

11- İstanbul seçimlerine ilişkin olarak kamuoyuna açıklanan politikanın parti saflarında yer yer yol açtığı kafa karışıklığından muhtemelen tüm parti haberdardır. Bu karışıklığa ilişkin ilk bilgilerin yansıması üzerine, sözkonusu metni kaleme alan yoldaş buna ilişkin olarak iki mektup yazdı. MK bünyesinde mektupların ileri kadrolara ya da partinin tümüne de sunulması ya da aynı doğrultuda parti yayınlarında konunun incelenmesi önerileri gündeme geldi. Bu öneriler bir sonuca bağlanamadan İstanbul seçimleri gündemden çıktı. Ama hiç değilse partinin kendisi için, İstanbul seçimlerinin bazı yoldaşlarda yolaçtığı kafa karışıklığından dolayı mektupların ele aldığı konular önemini korudu.

Mektuplar MK içi yazışma kapsamında olduğu için, orijinal biçimleri özel bölümler ve açıklamalar içermektedir. Doğal olarak ileri kadrolara ya da partinin tümüne sunulmaları durumunda bu özel bölüm ve açıklamalardan arındırılacaklardı. Fakat genişletilmiş merkezi toplantıya [Ara Konferans] orijinal biçimleriyle sunuldular. Genişletilmiş merkezi toplantıdan ise mektupların özel bölüm ve açıklamalardan arındırılarak tüm partiye sunulması kararı çıktı. Duruma göre metinlerin Merkez Yayın Organı’nda yayınlanması da halen gündemde olan bir konudur.

Mektupların orijinal biçimi, genişletilmiş merkezi platforma onları kaleme alan yoldaş tarafından yeni özel açıklamalarla sunuldu. Burada yer yer bazı parti üyelerinde yaşanan düşünsel karmaşa ile buna zamanında müdahale edilememesine ilişkin olarak MK’nın kendi iç iletişimindeki bazı sorunlara yer verildi. Parti içi illegalite nedeniyle burada bunların tamamına değil fakat yalnızca aşağıya alacağımız kadarına yer verebiliyoruz.

***

Mektuplar Ara Konferans’a sunulurken yapılan açıklamadan…

(…) İstanbul İK’nın genel il raporunda yer alan aşağıdaki pasajlar, yaşanan düşünsel karışıklığın kaynağı konusunda yeterli bir fikir veriyor:

“Seçim açıklamasında ilkesel tutumumuz nesnel durum değerlendirmesi üzerinden ortaya konulmuştur. Fakat CHP ve adayının rolü daha geniş yer alsaydı ve komünistlerin sandık tutumuna vurgu yapılsaydı, tartışmalar yaşanmazdı diye düşünüyoruz. Bunları açıklamanın zayıflığı olarak değil eksikleri olarak görüyoruz.”

“Denebilir ki, bizim için seçim çalışması sandık tutumu değildir, seçimler üzerinden yoğunlaşmış bir siyasal çalışma-kampanya dönemidir. Fakat söz konusu seçim olunca, asıl olan siyasal çalışma olsa da, bunun bir parçası olarak sandık tutumunu ifade etmek de önemli diye düşünüyoruz. Başta yoldaşlarımız olmak üzere tüm çevre-çeper güçlerimiz açısından bir soru işareti oluşmaması için, sandık tutumumuzun daha net açıklanması daha işlevsel olurdu diye düşünüyoruz.

“İlimizde kadrolara yönelik olarak yapılan özel seçim toplantısında sandık tutumuna dair daha açık vurgular yapıldı. Komünistlerin hiçbir düzen partisine ve adayına çağrı yapmayacakları açıklıkla ifade edildi. Bu ifadelerin açıklamalarımızda da aynı açıklıkla olması iyi olurdu. Bunların açıklamada olmaması sebebi ile asıl öne çıkarılması gereken vurgular, tespit ve değerlendirmeler, sandık tutumu tartışmasının gölgesinde kaldı diyebiliriz.

“1975 meselesinin açılmasının ihtiyaç olduğu da ortada. 1975 örneğinin olduğu paragrafta ifade edilenler üzerinden İmamoğlu'na oy çağrısı yapıldığı en fazla tartışılan konu oldu.”

Kuşkusuz ilgili metinde, bu Ekrem İmamoğlu’na oy vermek anlamına da gelmiyor ifadesi aynı açıklıkla yer alabilirdi ve belki de bu durumda yine de bazı tartışmalar olsa bile bu denli bir karışıklığa yolaçmazdı. Ama bu durumda da saptanan taktik politikanın ruhuna aykırı hareket edilmiş olurdu. Saptanan politika diyor ki, bu bizim için bir seçim değil, fakat bu vesileyle dinci-faşist iktidarın iç yüzünü sergileme fırsatıdır. 1975’de, biz o dönemin devrimcileri, hiç de kime oy verilmesi ya da verilmemesi gerektiği üzerinde durmamıştık. Biz Faik Türün’ün 12 Mart’ın eli kanlı bir işkenceci paşası olduğunu emekçi kitlelere anlatmaya bakmıştık. Bu bir seçim faaliyeti değil, 12 Mart faşizmine karşı tümüyle bir siyasal teşhir kampanyası idi.

İstanbul seçimlerine ilişkin politikamızın da özü buydu. Bizim, yani biz sınıf devrimcilerinin işi, İstanbul seçimlerini yenileyerek konumunu güçlendirmeyi, böylece giderek kalıcılaştırmayı amaçlayan dinci-faşist iktidarın iç yüzünü sergilemeye yoğunlaşmak olmalıydı. Bu bir seçim kampanyası değil, seçimin oluşturduğu özel atmosferde yürütülen siyasal bir kampanya olacaktı. Bu kampanyanın sonuçlarının seçimde kime (İmamoğlu, Maçoğlu ya da bir başkası…) yarayacağının ise esasa ilişkin bir önemi yoktu. Bizim kurduğumuz siyasal eksen üzerinden bu yalnızca bir ayrıntı idi. Önemli olan Tayyip Erdoğan’ın (Binali Yıldırım’ın değil!) kaybetmesi idi. Ve bizim kendi konumumuz üzerinden bu sonuca katkımız, dinci-faşist iktidarın teşhirine yoğunlaşmak üzerinden anlamını bulacaktı. Ama bu arada İmamoğlu’na da oy vermeyin demek, kurduğumuz ekseni gerisin geri İstanbul seçimlerine indirgemek anlamına gelirdi ki, yineliyorum, bu da saptanan politikanın tüm ruhuna aykırı olurdu.

İlgili değerlendirmenin hangi koşullarda yazıldığı birinci mektubun girişinde var. Kuşkusuz daha rahat koşullarda yazılmış olsaydı, kendini çok daha iyi anlatabilirdi ve özellikle kafa karıştırıcı olabilen belirsizlikler en aza indirilebilirdi. Olayın kendisi benim için de uyarıcı önemli bir deneyim oldu. (...)

***

Genişletilmiş merkezi platformda [Ara Konferans] mektuplar doğal olarak ilgiyle karşılandı. Katılımcı yoldaşlardan birinin toplantı üzerine yaptığı yazılı değerlendirmede yer verdiği şu düşünce, bir bakıma toplantının genel eğilimini de özetlemektedir:

“Seçimler üzerinden sunulan ek metinlerin anlamlı ve gayet açıklayıcı olduğu kanaatindeyim. Mektuplardaki çerçeveyi yayınlarımızda seçim dönemi işleyebilseydik, iç ve dış tartışmalara güçlü yanıtlar vermiş olurduk. Metinlerin partiye sunulması ve metinlerdeki çerçeve ekseninde dışa dönük çeşitli metinlerin yayınlanması anlamlı olacaktır...”

Tüm özel bölümlerinden arındırılmış biçimiyle sözkonusu iki mektubu ekte partiye sunuyoruz. Bunun ve bu zeminde yürütülecek eğitim ve tartışmaların partide devrimci taktiğin sorunlarının daha derinden kavranmasını kolaylaştıracağını umuyoruz.

***

Birinci Mektup (23 Mayıs 2019):

Devrimci taktiğin sorunları – 1

(…)

“Sorunumuz”u önce somut biçimde ve sonra genel planda en kısa cümlelerle özetlemeye çalışacağım... İstanbul Seçimleri metni, bu başlığına rağmen ve daha ilk maddesinde, bu gerçekte bir kent belediyesi seçimi değil fakat siyasal bir boy ölçüşmedir artık diyor ve ekliyor: Üstelik ülke çapında! İkinci madde bu boy ölçüşmenin görünürdeki değil fakat gerçek taraflarını tanımlıyor ve bitişinde özetliyor: “Özetle farklı türden toplumsal katmanları dinci-faşist iktidara karşı aynı heyecanda birleştiren, bir nebze olsun nefes alabilmek, giderek de bugünkü korku atmosferini parçalamak isteği ve özlemidir.”

Metnin bu iki kısa maddesinde uzun sayfalara sığdırılabilecek bir siyasal tahlilin en özet bir biçimde sunuluşu var gerçekte. İstanbul seçimlerinin tekrarlanması son derece somut bir siyasal olay. Bu olay karşında doğru devrimci bir siyasal tutum alabilmek için öncelikle onu bu somutluğu içinde tahlil edip gerçek anlamını açığa çıkarmak gerekirdi.

Yapılan budur ve hepimizin çok iyi bildiği gibi, “gerçek her zaman somuttur.” Gerçekliği bu somutluğu içinde bilince çıkarmadığımız sürece, herhangi bir politik tutum saptama, dolayısıyla devrimci politika yapma şansımız da kalmaz. Devrimci ilkelerimizi ya da bakış açımızı herhangi bir biçimde somutlamak olanağı bulamayız. Böyle durumlarda “Tek yol devrim!” ya da “Çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde!” demek ve bununla kalmak, gerçekte hiçbir şey söylememekle aynı anlama gelir. Zira bunlar bizim devrimci stratejik şiarlarımızdır; onları birer propaganda şiarı olarak her yerde ve her zaman coşkuyla haykırabiliriz, bunu İstanbul seçimleri vesilesiyle de yapabiliriz ve yapmalıyız. Ama yalnızca propaganda yapmış oluruz. Oysa biz somut bir politik olayla yüz yüzeyiz ve Lenin’in bu gibi durumlarda özellikle gözettiği gibi, devrimci politik süreci ilerletecek ya da onun önünü açacak somut bir devrimci politik tutum belirlemek durumundayız. Zamanla kaçınılmaz olarak sekterleşecek dar bir propaganda grubu olmaktan çıkıp sınıfın gerçek devrimci partisi olabilmemiz, bu alandaki yeteneğimiz ve başarımızla sıkı sıkıya ilintili olacaktır.

Metnin ilk iki maddesi, basit bir parlamenter seremoniyle değil fakat sonuçları bakımından işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet için de son derece önemli bir siyasal sorunla karşı karşıya olduğumuzu bildiriyor bize. Bu belirleme, bizim bu somut siyasal sorun karşısında etkin bir taraf olmamız gerektiği anlamına da geliyor.

Bunu nasıl yapabileceğimizi açıklığa kavuşturmak ya da bu somut durumda devrimci siyasal sürecin önünü açmak amacı çerçevesinde neye odaklanmamız gerektiği sorusuna yanıt bulabilmek içinse metnin 5. ve 6. maddelerine bakmamız gerekiyor. Metni ekte gönderiyorum, özel tarzda okunmuş biçimiyle. Sözü geçen maddelerdeki en önemli belirlemeleri alt alta sıralayalım:

“… yenilenecek olan İstanbul seçimlerini bir kez daha kaybetmek, dinci-faşist iktidar için bu kez gerçekten sonun başlangıcı olacaktır…”

“AKP, İstanbul gibi bir kentte muhtemel bir ikinci yenilgiyi göze alarak gerçekte bir kumar oynamıştır. Fakat bu onun için bir tercihten çok bir zorunluluktu. Seçimi keyfi bir biçimde iptal etmesi gücünün değil gerçekte zayıflığının bir göstergesidir. Amacı yenilenecek seçimi kazanarak bu zayıflığı bir ölçüde olsun dengelemektir. Bunu başarırsa bu onu bir dönem için rahatlatacak, içindeki çatlakları bir süre için geri plana itecektir. İstanbul seçimlerinin İstanbul’dan öte kazandığı siyasal mahiyet ve önem aynı zamanda buradan gelmektedir.”

“AKP, yenilenecek İstanbul seçimlerini kazanarak tüm bunların politik ve moral yükünden bir dönem için kurtulmayı hedefliyor. Fakat tersinden, başvuracağı her türlü kirli yol ve yönteme rağmen kaybederse, iktidar meşruiyetini yitirmekle kalmayacak, yarattığı korku atmosferinde artık onarılması kolay olmayacak büyük gedikler açılacaktır. Böyle bir gelişmenin devrimci siyasal mücadele ve işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından anlamı ve önemi yeterince açıktır.”

“Bütün bunlardan çıkan sonuç, zaten yeterli açıklıkta çıkarmış bulunduğunuz gibi, İstanbul seçimlerini yitirmesinin dinci-faşist iktidara onarılması zor bir büyük darbe olacağıdır. Bu tespitin bizim için anlamını ve önemini tam olarak değerlendirebilmek için yukarıdaki son cümlede dile getirilen düşünce üzerine derinlemesine düşünmek zorundayız: “Böyle bir gelişmenin devrimci siyasal mücadele ve işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından anlamı ve önemi yeterince açıktır.”

Bu gerçekten herkes için yeterince açık mıdır, doğrusu bundan emin değilim. Politika yapma tarzımızdaki yapısal zayıflık halen de tartıştığımız ve uğraştığımız bir sorun. 8 Mart ve kadın hareketi üzerine tartışmalar kongrede bunun yeni bir örneği olmuştu ve orada yaratılan açıklıklara rağmen hala da darkafalılıkta ısrar edenler var aramızda.

Metnin 8. Maddesi partinin bu seçimlerde izlemesi gereken somut politikanın bütün bir özünü ve içeriğini veriyor, lafı dolandırmadan, herkesin anlayabileceği en açık sözlerle: “... Sorun hiçbir biçimde Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanlığına seçilmesi değildir. Sorun bu seçimlerde onun karşısındaki gerçek aday olan Tayyip Erdoğan’a oynadığı büyük kumarı kaybettirmektir. Dinci-faşist iktidarın yeni bir politik ve moral darbe almasıdır...”

Bu denli açık sözler ve dolayısıyla tutum karşısında, kafa karışıklığı nereden doğuyor peki? Sizin yazdıklarınızdan bu soruya iki yanıt çıkıyor:

1- Bu tutum, Ekrem İmamoğlu’na dolaylı destek anlamına gelmiyor mu?

2- Böyle bir tutumu, “referandum sürecinde olduğu gibi sandık tutumuyla (da) birleştirmek” gerekmez mi?

İlkine yanıtım: Hayır bu tutum “Ekrem İmamoğlu’na dolaylı destek anlamına” gelmiyor. Dolaylı da olsa “destek” etkin bir tutumu ima ediyor. Devrimci bir partinin herkese mavi boncuk dağıtan ne akar ne kokar bir burjuva politikacısına “dolaylı” da olsa herhangi bir destek vermesi sözkonusu olamaz. Sorunu böyle anlamak, metindeki konuluş tarzını anlamamak demektir. Metin bu seçimin tüm önemi kimin kazandığından değil, kimin kaybetmesi gerektiğinden geliyor diyor. Kazanan İmamoğlu ya da Maçoğlu olabilir, her iki durumda da bunun esasa ilişkin bir önemi yok. Oysa dinci-faşist iktidarın kaybetmesinin önemli siyasal sonuçları olacaktır.

Elbette dinci-faşist iktidara karşı başarılı bir seçim kampanyası, sonuçta sandıkta İmamoğlu’na yarayacaktır. Ama bu bir destek değil kendiliğinden bir sonuçtur. Bunlar temelden farklı şeylerdir. İlki etkin bir tutumu, ikincisi kendiliğinden bir sonucu anlatır. Bu türden kendiliğinden etki ve sonuçlar politik yaşamın ve mücadelenin doğasında vardır. Bunlardan kaçınılamaz ve bunlardan kaygı duyarak doğru devrimci bir politikadan geri de durulamaz.

Metnin 7. Maddesi nostalji olsun diye değil fakat bu meselenin çok açıklayıcı bir tarihsel örnek üzerinden anlaşılabilmesi için bu kısacık metne yerleştirildi. 1975 Ekim’inde İstanbul’da dönemin devrimcileri Besim Üstünel için hiçbir sorumluluk üstlenmediler, ama seçimlerde onun rakibi olan Faik Türün’e karşı haftalarca süren geceli gündüzlü bir anti-faşist kampanya yürüttüler. Bunun seçim sandığı üzerinden sonuçları olduğu gibi Besim Üstünel’e yaradı kuşkusuz. Ama o somut durumda bunun bir önemi yoktu. Kimin seçileceği değil, seçilmeyeceği önemliydi. Seçimlerin sonuçları dönemin devrimci mücadelesi için politik ve moral açıdan çok önemliydi. … Sonuçta 12 Mart’ın işkenceci faşist paşası seçimlerde ağır bir hezimete uğradı. Devrimciler seçimleri 12 Mart faşist cuntasıyla politik ve moral bir hesaplaşmanın fırsatı olarak kullanmışlardı.

İkinci soruya geçiyorum. Böyle bir tutumu, “referandum sürecinde olduğu gibi sandık tutumuyla (da) birleştirmek” gerekmez mi? Hayır gerektirmez! Zira ikisinde kurulan “sandık” farklılıklar taşıyor. İlkinde işçilere ve emekçilere, referandum sandığına gidiniz ve şu şu gerekçelerle “hayır!” deyiniz diyebiliyorduk. Herkesin “hayır”ı farklı bir anlam taşıyordu ve herkes kendi adına ve kendi anladığı anlamda “hayır” diyordu! Oysa şimdiki “sandık”ta adaylardan birinden birine “evet” demek için sandığa gidilebiliyor. İşçilere sandığa gidin ve İmamoğlu’na “evet” deyin diyemeyiz. Örneğin 1874 gibi erken bir tarihte Engels’in böyle durumlarda bunu diyebildiğini biliyoruz. 1921’de Lenin’in İngiliz komünistlerine benzer anlama gelebilecek bir tutum önerebildiğini biliyoruz. Komintern 7. Kongre’sinden sonra bunun yaygın şekilde yapıldığını, giderek işin adeta çığırından çıktığını ve Eurokomünizme varan tarihsel akıbetin tam da buralardan kök aldığın da biliyoruz. Ama biz bunu yapamayız. Çünkü biz yüz sene sonrasını yaşıyoruz, bütün bu deneyimlerin tarihsel sonuçlarını biliyoruz ve daha 1992’den beri de kamuoyu önünde açıklıkla ve yüreklilikle eleştiriyoruz. (...)

Gene de soru ortada duruyor diyeceksiniz: Sonuçta işçilere ve emekçilere sandıkta ne yapın diyeceğiz? Yanıtım çok basit: Bir şey dememiz gerekmiyor. Biz kampanyamızı tümüyle siyasal düzlemde tutup sorunun bu yanıyla ilgilenmeyeceğiz. Bu olamaz mı? Elbette olur. Nitekim 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçiminde oldu bile:

10- Seçimlerde kitlelere sonuçta sandıkta ne yapmaları gerektiğine ilişkin somut çağrı, genellikle seçim politikasının en önemli ve öncelikli yönü kabul edilir. Gerçekte bu parlamentarist bakış açısının ürünü ve ifadesi bir önyargıdır. Esas olan her zaman temel gerçekleri ve devrimci çıkış yolunu emekçi kitlelere anlatmak, onları örgütlü mücadele alanına çekmeye çalışmak, seçimlerden de tam da bu amaçla yararlanabilmektir. Ötesi güncel açıdan esasa ilişkin bir sorun değildir. Zira devrimcilere yakınlık duyan kitleler bile çoğu kere kısa dönemli kaygılar ve beklentilerin etkisi altında oylarını kullanma yoluna giderler. Dolayısıyla asıl önemli olan, seçim atmosferinden de en iyi biçimde yararlanarak, onlara anlamı ve önemini yarın çok daha iyi anlayabilecekleri gerçekleri en iyi biçimde anlatabilmektir…” (Parti Açıklaması, 8 Mayıs 2018)

Sorunun metin üzerinden konulan çerçevesi üzerinden size söyleyebileceklerim bundan ibaret. Metnin somut içeriğinden öteye de söyleyeceklerim var, ama yazık ki şu an vaktim yok. (…) Umuyorum ki bunu birkaç gün içinde yapar, tamamlayıcı ikinci bir mektup olarak gönderirim. Burada konu seçimler bağlamı üzerinden program-politika, strateji-taktik, devrim-reform vb. ilişkiler olacak. Engels ve Lenin değinmelerime de açıklık getirmiş olacağım. Ayrıca hatırlıyor olmalısınız, bu konuya gerçekte son kongrenin ilgili gündeminde (yerel seçimler) girmiş ve önemli bazı noktaların altını çizmiştim. Bunlara da yeniden değinmiş olacağım.

(…)

İkinci Mektup (1 Haziran 2019):

Devrimci taktiğin sorunları – 2

Sevgili yoldaşlar…

Size geçen 23 Mayıs’ta bir mektup göndermiş, o anki zaman sıkışıklığından dolayı ekleyemediğim bazı genel hususları en kısa zamanda bir ikinci mektupla ileteceğimi bildirmiştim. Ekleyeceklerim önemli noktalar olmakla birlikte öyle uzun boylu şeyler değildi. O gün biraz daha vaktim olsaydı bunları aynı mektubun devamına bile eklemiş olurdum.

İlk mektubumdan sonra öncelikle son kongredeki konuşmama bakmam gerekiyordu. Zira tam da konumuzu ilgilendiren bazı sorunlara bu konuşmamda değindiğimi hatırlıyordum. Konuşmayı okuduğumda August Nimtz’in Lenin’in Seçim Stratejisi kitabına özel bir biçimde değindiğimi gördüm. Kongre döneminde bu kitabı okumuş değildim, yalnızca başlığına yansıyan konusundan hareketle atıfta bulunuyordum. Daha sonra Alman Devrimi üzerine çalışma kapsamında ilk cildinin Marks-Engels’e ayrılmış başlangıç bölümüne kabaca göz atmış, Lenin bölümüne hiç geçmemiştim. Kongre konuşmamda içeriğini henüz bilmediğim bu kitaba başlığına yansıyan konusundan dolayı atfettiğim önemi görünce, kitabın tümünü incelemeye ve size bunun ardından yazmaya karar verdim. Size bu ikinci mektubu yazmakta gecikmemin nedeni de bu oldu.

İki cilt halinde yayınlanan kitabı nihayet inceledim. Bunu Nimtz’in öne çıkardığı bazı Lenin metinlerini yeniden incelemekle birleştirdim. Kongredeki konuşmamda bundan böyle seçim konulu tartışma ve değerlendirmelerimizi Nimtz’in derlediği bilgiler ışığında yapmak gerektiğini vurgularken yanılmadığımı da somut olarak görmüş oldum. Kitap Lenin’in seçim konulu düşünce, politika ve pratiğinin çok zengin bir sunumunu yapıyor. Üstelik Marks-Engels konulu kitabında olduğu gibi bunu da mümkün mertebe devrimci bir bakış açısıyla yapıyor. Kitabı incelediniz mi bilmiyorum (…). Her halükârda, daha önce incelediyseniz bile demek istiyorum, bu kitabı en kısa zamanda dikkatle incelemek ve bunu da, benim yaptığım gibi, Lenin’in bazı metinlerinin yeniden incelenmesiyle birleştirmek durumundasınız. Bunun çok şeyin anlaşılmasını kolaylaştıracağına ve birçok tartışmayı kendiliğinden ortadan kaldıracağına inanıyorum. Bu hatırlatma ve önerinin ardından sizlere yazacaklarımı en kısa biçimiyle sıralamaya çalışacağım.

***

Partimizin ideolojik kimliğinin şekillenmesinde program-politika, strateji-taktik, devrim-reform türünden diyalektik bütünlüğü olan ilişkileri doğru devrimci bir bakış açısıyla ele almanın çok özel bir yeri var. Çıkış dönemi metinlerimizden ‘90’lı ilk yıllardaki sosyalizm sorunları üzerine tartışmalarımıza, “Program Sorunları Üzerine Konferanslar”dan (Demokrasi ve Devrim, Bağımsızlık ve Devrim, Ulusal Sorun ve Devrim vb.) bu aynı döneme ait bir dizi kapsamlı polemiğe kadar bir dizi temel çalışma üzerinden bunu görebilirsiniz. Bu ilişkiler bütününün devrimci diyalektik ele alınışı, reformist sola yönelik tüm eleştiri ve tartışmalarımızın da değişmez ekseni oldu.

Aynı diyalektik ilişkiler bütünü/sorunu Parti Kuruluş Kongresi çalışmalarında da özel bir yer tuttu. Program Taslağı gündemi çerçevesinde, özellikle de programın “Acil Demokratik ve Sosyal İstemler” ile “Emeğin Korunması” bölümleri üzerinden çok hararetli tartışmalara vesile oldu. Konu devrim-reform ilişkisi, bu kapsamda devrimci bir programda reform istemlerine yer olup olmadığı idi. Programda acil istemlere yer verilmesine karşı çıkan yoldaşların dayanağı tarihsel deneyimlerdi; programın bu bölümünün sonradan kendi içinde amaca dönüştürülerek reformizme geçişe dayanak yapılabileceği kaygısı taşıyorlardı, Erfurt Programı’na dayanan II. Enternasyonal partilerini ve daha sonraki bir tarihsel aşamada komünist partilerinin sosyal-demokratlaşmasını doğuran süreci, buna örnek olarak gösteriyorlardı. (…).

Sözkonusu diyalektik ilişkiler bütününü ele alış üstünlüğünü seçim konulu değerlendirme ve polemiklerimiz üzerinden de görebilirsiniz. Seçimlere katılmak ama bunu tam da devrimci bir bakış açısıyla yapmak bile kendi başına bunun bir ifadesidir. Seçimlerden ve burjuva temsili kurumlardan devrimci amaçlarla yararlanmanın anlamı, kapsamı ve sorunları üzerine hacimli metinlerimiz var. Birçok temel önemde sorun bu metinlerde işlenmiş bulunuyor. Öte yandan bazı sorunlar üzerinde bugüne kadar gereğince durulmadığı da bir gerçek. Kongrede yerel seçimler gündemi kapsamında biraz buna işaret etmeye çalışmış, bu sorunların kapsamını örneklemiş, bugüne kadar neden gündeme gelmedikleri üzerine açıklamalarda bulunmuştum.

Bu aynı kapsamda, ilki ilkesel düzeyde bir ele alışa, ikincisi yönteme ve üçüncüsü günümüz Türkiye’sindeki özgün duruma ilişkin olmak üzere üç sorundan sözedeceğim.

İlkinden başlıyorum. Seçim konulu metinlerimizin hemen hepsinde, Lenin’den alınma temel önemde bir düşüncenin ısrarla yinelendiğini görürsünüz: “Komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mü­cadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim at­mosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların bir­liğini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar. Bu çerçevede, kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış gü­dük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız dev­rimci sınıf programlarıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar.” (H. Fırat, Seçimler ve Sol Hareket, s.101)

Bu pasajda hem burjuva düzen koşullarında seçimlere katılmanın amacı ve hem de bunun platformu tanımlanmaktadır. İlk cümle amacı ortaya koymakta ve ikincisi, bu amacın güvencesine, yani “bağımsız dev­rimci sınıf programı”na, seçim çalışmasına bu program üzerinden katılmanın önemine işaret etmektedir.

Devrimci bir partinin seçim çalışmalarına her halükârda kendi bağımsız programıyla katılması ilkesel önemdedir. Bu en temel, tartışılamaz ve vazgeçilemez olan husustur. Seçim ittifakları, blokları vb. durumlarda bile bundan hiçbir biçimde taviz verilemez. Şu veya bu devrimci partiyle koşulların gerektirdiği bir seçim ittifakı ya da bloku ya da belli adaylar üzerinden işbirliği pekala gerçekleştirebilirsiniz. Fakat çalışmanızı ve kampanyanızı her durumda kendi programınıza dayalı olarak bağımsız biçimde yürütmek zorundasınız.

Sorunun bu ilkesel yönü bizde uzun yıllar boyunca döne döne işlendi. Reformist sola karşı mücadele ve seçim dönemlerinde kendini gösteren tasfiyeci cereyanlara göğüs germe ihtiyacı bunu özellikle gerektirdi. Somut durumlarla gündeme gelmediği için bugüne kadar üzerinde durulmayan ve bu nedenle de pek bilinmeyen konu ise seçimlerde şu veya bu yönde, şu veya bu adaya yönelik olarak oy kullanmak sorunudur. Bu stratejik amacın ışığında tümüyle somut bir sorundur. Dolayısıyla ilkeyi değil taktiği ilgilendirmektedir. Seçimlerde yürütülmesi gereken propaganda-ajitasyonun içeriğinden, yani stratejik olandan taviz verilemez. İlkesel katılık bu alana ilişkindir. Ama temsili kurumlara aday seçimlerinde, yani oy kullanımında duruma göre belli tavizler verilebilir ya da esneklikler gösterilebilir. İlkesel katılık-taktik esneklik de bir diyalektik ilişkidir ve buradaki örnekleme bu açıdan yeterince açıklayıcıdır.

İlkesel olanla taktik olan arasındaki ayrıma ilişkin olarak söyleyeceklerimi bunlarla sınırlıyorum. Bundan ötesi için sizlere bir kez daha, Marx, Engels ve Lenin’in sorunu genel planda ve somut tarihsel durumlarda nasıl ele aldıklarına dair bize geniş bir tarihsel sahne üzerinden çok zengin bir malzeme sunan August Nimtz’in iki ciltlik kitabını öneriyorum.

Değinmek istediğim ikinci sorun yönteme ilişkindir. Daha somut olarak, o çok iyi bildiğimiz, “somut durumun somut tahlili” sorunudur. Taktik esnekliği hangi durumda ve neden göstermeniz gerektiğini ancak somut durumun somut tahlili üzerinden açıklığa kavuşturabilirsiniz. Öte yandan taktik esneklik elbette başı boşluk demek değildir. Taktik esnekliğinizin sınırlarını bir kez daha ilkesel yaklaşımlarınız ve stratejik amacınız belirler. Sorunun esası, belirli somut durumlarda stratejik devrimci amaca uygun düşen tercihin ne olduğunu netleştirebilmektir. Referandumdaki “hayır” tercihi bu türden bir somut durum tahlilinin ürünüdür. Aynı şekilde İstanbul seçimlerine ilişkin tutum da. Somut durumun somut bir tahlilini yapıp stratejik devrimci amacın gereklerini buna dayalı olarak belirleme yoluna gitmezseniz eğer, her duruma giden ya da uyan bazı genel kalıpları tekrarlamaktan öteye gidemezsiniz. Stratejik gerçekler etrafında dönenir durursunuz, bu da politik yaşamda size bir arpa boyu yol aldırmaz. Stratejik devrimci amaçlarınıza başarıyla ilerlemek olanağından ilelebet yoksun kalırsınız.

Tarihin halen gördüğü en büyük devrimci kabul edilen Lenin’in yaklaşımları ve tarihsel pratiği bu konuda çok zengin ve çok öğreticidir. Denebilir ki Lenin ilkelerde katılık ile taktik esnekliğin cisimleşmiş halidir. Ama eğer ilkini ikincisiyle birleştirmeyi başarmamış olsaydı, tarihe mal olmak bir yana bir hiç olarak kalırdı. Kongre konuşmamda örnekler vermiştim. “Savaşa karşı iç savaş!” demek yürekliliğini gösteren bir tek oydu. Ama birkaç istisna hariç dönemin tüm seçkin Bolşevik önderlerini şaşkınlık içinde bırakarak Brest barışını savunan ya da NEP’i gündeme getiren da oydu. Devrimci yükseliş döneminin boykotçu cazibesinden kurtulmakta zorlanan yoldaşlarını Duma seçimlerine katılmanın önemi konusunda ikna etmeye çalışan, bunun için “Boykota Karşı” olarak bilinen bir kitapçık bile yazan yine oydu.

Her durumda aslolan, stratejik devrimci amaca sarsılmaz bağlılıktır. Birbirinden çok farklı durumlarda bu amaca ulaşmayı ya da onu korumayı olanaklı kılan her neyse, bunu somut durumun somut tahliliyle bulup çıkarmasını bilmek gerekir. Lenin’in üstünlüğü buradaydı; çoğu durumda en yakın yoldaşları için bile şaşırtıcı ve sarsıcı olabilen taktik esnekliğinin gerisinde bu vardı. Tersinden, çok özel yeteneklere sahip seçkin bir teorisyen kabul edilen Buharin’de olmayan da buydu. Diyalektik ilişkiler bütününün olağanüstü önemini anlayabilmek için, Lenin’in vasiyetinde Buharin hakkındaki yargısını hatırlayalım. O partimizin seçkin bir teorisyenidir diyor ve hemen ardından ekliyordu: Ama teorik düşünceleri ancak çok ciddi kayıtlarla kabul edilebilir, çünkü o hiçbir zaman diyalektiği çalışmadı. Nitekim Buharin’in sürekli zikzaklar çizmesi, en soldan en sağa savrulması rastlantı değildir.

“Taktikleri olmayan strateji zafere giden en uzun yoldur. Stratejisi olmayan taktikler ise yenilgiden önceki gürültüdür.” (Sun Tzu). Çinli bilge bunu tam ikibinbeşyüz yıl önce söylüyordu. Dile getirilen, devrimci siyasal mücadelenin en tayin edici sorunu olan strateji-taktik ilişkisinin bütün bir özünden başka bir şey değildi. Parti olarak bu derin diyalektik düşüncenin ikinci cümlesinin anlamını kuşkusuz çok iyi biliyoruz. İçinde şekillendiğimiz tarihsel dönem ve gelişim sürecimizin gerekleri bizi sorunun bu yanının uzmanı haline getirdi desem yeridir. Ama ilk cümledeki derin anlam konusunda aynı şeyi söyleyebilecek durumda değilim. Oysa burada bütünsel bir düşünce var. “Stratejisi olmayan taktikler” ile “Taktikleri olmayan strateji”, bir arada bu bütünselliğe bir vurgudur. Doğru devrimci konum ve tutum strateji-taktik ilişkisini bütünlüğü içinde kavramak olduğuna göre, kendi payımıza zayıf yönümüz üzerinde, dolayısıyla da “Taktikleri olmayan strateji zafere giden en uzun yoldur” sözlerinin anlamı üzerine ne kadar çok düşünürsek o kadar iyi etmiş oluruz.

Değinmek istediğim üçüncü noktaya, “günümüz Türkiye’sindeki özgün duruma” geçiyorum. İkinci nokta, yönteme ilişkin formül, yani “somut durumun somut tahlili”, tartıştığımız sorun sözkonusu olduğunda, tam da günümüz Türkiye’sindeki özgün duruma açıklık getirmek ihtiyacı demektir. Bu konuda sözü uzatmam gerekli değil sanıyorum. İstanbul Seçimleri konulu parti metni ile size 23 Mayıs tarihli ilk mektubum, bu konuda söylenebileceklerin hemen tamamını zaten içeriyor. Bu nedenle burada söyleyeceklerim özel bir noktanın altını kalınca çizmenin ötesine geçmeyecek.

TKİP VI. Kongresi Bildirgesi’nin “Türkiye: Düzen Siyaseti” başlıklı IV. Bölümü’nün ilk alt başlığı (Dinci-faşist iktidar bloku), ikinci paragrafında şunları söylemektedir:

AKP çatısı altında birleşmiş dinsel gericilik, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında faşist MHP ile bir iktidar bloku oluşturdu. Türkiye’yi burjuvazi adına halen bu dinci-faşist güç koalisyonu yönetiyor. Ordusu, bürokrasisi, polisi, yargısı, istihbaratı, eğitim kurumları, diyaneti, medyası ve elbette cumhurbaşkanlığı, hükümeti ve meclisiyle tüm iktidar, Türkiye Cumhuriyeti devleti denilen o devasa aygıt, halen tümüyle bu güç koalisyonunun elinde, yönetiminde ve denetimindedir.”

Bu paragrafı şöyle de özetleyebiliriz: Bugünün Türkiye’si, örneğin 1970’lerin faşist “Milliyetçi Cephe” örneğinde olduğu gibi, basitçe dinci-faşist bir hükümet tarafından değil, fakat devlete hakim dinci-faşist bir iktidar bloku tarafından yönetilmektedir. Bu, bugünün Türkiye’sinin en özgün yönlerinden biridir. Fakat bu henüz güncel gerçeğin tamamı değildir. Tabloyu bütünlüğü içinde görebilmek için bu ikinciyi izleyen üçüncü paragrafa da bakmamız gerekir:

Fakat elinde tuttuğu muazzam güce ve hala da sahip olduğu önemli kitle desteğine rağmen, bu güçler koalisyonu ve onun kurmaya çalıştığı yeni rejim, henüz oturmuşluktan ve dolayısıyla istikrardan yoksundur. Hassas ve kırılgan dengelere dayalıdır. Aradan geçen yıllara rağmen hala da esneme yeteneği gösterememesi bunun bir göstergesidir.”

Sözü uzatmam gerekmiyor. Bu iki temel önemde tespit, İstanbul seçimleri üzerine politik tutumun temelidir. Umarım gerekli bağlantıyı kurmak sizler için herhangi bir güçlük taşımıyordur. Günümüz Türkiye’sinde “dinci-faşist parti-devlet” olgusu ile onun yerleşik hale gelmek sancısı/çabası gözetilmeden, doğru devrimci bir taktik politik hat saptamak/izlemek olanağı olamaz. Bugün AKP-MHP bloku hükümet değil devletin ta kendisidir; bu durumu kalıcılaştırmakta zorlansa da ve bu nedenle halen elinden gelen herşeyi yapsa da… Buna, günümüz Türkiye’sinin bu en temel siyasal gerçeğine dayanmayan hiçbir taktik politika isabetli olamaz.

Bunu tamamlayan ve belki daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracak olan bir başka noktaya geçiyorum. VI. Kongre Bildirgesi’nin yukarıda sözü edilen IV. Bölümü’nün son paragrafı şunları söylüyor:

“Dinsel gericiliğin çatı partisi AKP, onun temsil ettiği zihniyet, ideoloji, kültür, bunların maskelediği toplumsal güçler, sınıfsal çıkarlar ve sermaye grupları, cemaat ve tarikatlardan vakıflar ve derneklere kadar bin türlü oluşum, örgüt ve kurum, günümüz Türkiye’sinin en katı gerçeklerinden ve mevcut kapitalist düzenin en temel yapıtaşlarından biridir. Dolayısıyla tüm bu yapı ve ilişkileriyle dinsel gericiliğe karşı mücadele, kurulu sermaye düzenine ve emperyalizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Şimdiki özel konumu ve yönelimi ona karşı mücadeleye de ayrı bir anlam ve önem kazandırıyor olabilir. Fakat bundan hareketle onu kendi başına bir hedef haline getirmek, böylece dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi emperyalizme ve sermaye düzenine karşı mücadeleden kopartmak, devrimci konum ve kimliği yitirmek demektir.”

Burada dinsel gericiliğe karşı mücadeleye stratejik bir bakış açısı var. Korkarım ki çoğu durumda kafaları karıştıran, tam da bunun stratejik bir bakış açısı olduğu gerçeğinin unutulmasıdır. Oysa bu tespitlerin içinde bir de bu vesileyle vurgulamış bulunduğum (boldladığım) özel bir kayıt var: Şimdiki özel konumu ve yönelimi ona karşı mücadeleye de ayrı bir anlam ve önem kazandırıyor olabilir.” Stratejik bakış açısını tanımlayan bir pasaj içinde ikincil önemde kalan bu alt tespit, güncel durum sözkonusu olduğunda, çok özel bir önem kazanır. Çünkü sözkonusu olan, halihazırda içinde bulunduğumuz koşullara, dolayısıyla taktik politikaya ilişkin temel önemde bir tespittir.

Dikkatinizden kaçmış mıdır bilemiyorum. Ama gerek 16 Nisan Referandumu’na ve gerekse 24 Haziran Seçimleri’ne ilişkin parti açıklamalarında, bu taktik tespit özel bir biçimde yinelenmiş, her seferinde ona birer koca paragraf ayrılmıştır. Partinin referanduma ilişkin açıklamasının 4. Maddesinin son paragrafı, vurgulu bir biçimde buna işaret etmektedir:

Dinci faşist hareketin 15 Temmuz’la birlikte kurmaya yöneldiği ve referandumla da taçlandırmak istediği yeni siyasal düzen, işçi sınıfı ve emekçiler için dizginsiz, engelsiz, kuralsız ve keyfi bir yönetim anlamına gelmektedir. Hedeflenen toplumu süreklileşen OHAL koşullarında KHK’larla keyfi ve kuralsız biçimde yönetmek olduğuna göre, bunun ağırlığını ve acısını herkesten çok işçiler ve emekçiler çekeceklerdir. Bu, kuralsız ve keyfi bir sömürü cehennemi demektir. Dinci faşist kliğin tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvaziye en büyük vaadi de budur. Tayyip Erdoğan ‘başkanlık sistemi’ biçimi içinde işçi sınıfı ve emekçiler karşısında sermayenin ‘demir yumruğu’ olmaya soyunmaktadır. Ve zaten işin bu yönünü, AKP propagandası sermaye çevrelerine yönelik olarak incelikli bir biçimde işlemektedir de. Fakat yazık ki halen önplana çıkan ideolojik-kültürel değerler çatışması görünümü üzerinden üstü kolayca örtülebilen en katı gerçek de budur.”

Aynı konuda 24 Haziran Seçimleri’ne ilişkin parti açıklamasının 9. Maddesinde şunlar söylenmektedir:

Günümüz Türkiye’sinde halen keyfi ve kuralsız bir tek adam rejimi egemen. Dinci-faşist iktidarın gündemdeki seçimler üzerinden asıl amacı, bu durumu pekiştirmek ve olanaklıysa kalıcılaştırmaktır. Güncel planda dinci-faşist iktidara karşı mücadelenin özel önemi buradan gelmektedir. Komünistlerin seçim dönemi çalışması, esas hedefi dinci-faşist iktidar olan, ama bu iktidar ile kurulu düzen arasında organik ilişkiyi göstermeye özel bir biçimde yoğunlaşan bir siyasal kampanya halinde yürütülecektir. Sermaye kodamanları önünde OHAL’i kullanarak grev hakkını tümüyle gasp etmiş bulunmakla övünen bir ‘sermaye diktatörü’ ile yüz yüzeyiz. 16 Nisan referandumu için ileri sürülen temel şiar bugün de aynı ölçüde güncel ve işlevseldir: ‘Sermayenin diktatörüne de diktatörlüğüne de HAYIR!’ Sermayenin diktatörü ile diktatörlüğüne bir arada vurmalı, ikisi arasındaki organik ilişkiyi işçiler önünde tüm açıklığı ile ortaya koymalıyız.”

Umuyorum ki bütün bunlar yeterli bir fikir vermiş, partinin politik tespitleri ile saptadığı politik hat arasındaki bütünlüğü ve tam uyumu göstermiştir.

***

İlk mektubumda, Engels ve Lenin’in, zaman zaman taktik esnekliği aşırıya ya da bizim bugünkü bilincimizle kabul edebileceğimiz sınırların ötesine vardırdığına işaret etmiştim. Oportünist çarpıtmalar ve spekülasyonlar karşısında tam bir Engels savunusu ortaya koyan August Nimtz, kitabının ilk cildinde ve Marx-Engels’e ayrılmış bölümde, bize şu bilgiyi veriyor:

“Son olarak 1874 Reichstag seçimlerinin sonuçları ulaşılabilir hale geldiğinde, Engels üç hafta öncesinden, işçi sınıfı par­tileri açısından iki turlu seçimlerde doğru davranışa dair fikrini onaylamıştı: ‘[Ö]nce kendi adamlarımıza oy veririz ve sonra, eğer adayımızın ikinci turda kazanamayacağı açıksa, kim olursa olsun hükümetin muhaliflerine oy veririz.’ Engels'in bu ikinci tur stratejisinden vazgeçtiğine dair hiçbir kanıt yoktur.” (Lenin’in Seçim Stratejisi-1, s.58)

Öyle anlaşılıyor ki Nimtz’in kendisini bile şaşırtmış gibi görünen (son yorum cümlesi bunu akla getiriyor) bir aşırı esneklik örneği Engels’inki: “kim olursa olsun hükümetin muhaliflerine oy veririz.” Oysa biz, “hükümet”ten öte halen devletin ta kendisi olan AKP-MHP iktidar bloku karşısında, “kim olursa olsun”u desteklemiyoruz ve destekleyemeyiz de.

Kaldı ki bizim sorunumuz oy vermek de değildir. Bizim sorunumuz, günümüz Türkiye’sinde boğucu bir siyasal atmosferin kaynağı haline gelen ve iktidarını kalıcı hale getirmek için bazı kritik eşikleri aşmak için uğraşan dinci-faşist bir iktidar blokuna karşı kendi konumumuz üzerinden direnmek, ona bu fırsatı vermemek için kendi cephemizden yapılabileceklerin azamisini yapmaktır. Bizi 23 Haziran seçimlerinin İstanbul düzeyindeki parlamenter sonuçları değil fakat Türkiye düzeydeki siyasal sonuçları ilgilendirmektedir. Biz bir seçim kampanyası değil fakat devrimci bir siyasal kampanya yürütmekle yüz yüzeyiz denmesinin nedeni de budur. İstanbul Seçimleri konulu parti açıklamasının tüm ruhunda ve özel olarak da 9. Maddesinde ısrarla söylenen de budur:

“Tıpkı 1975’te olduğu gibi bugün de devrimciler için sorun hiç de bir seçim kampanyası değil, fakat gündemdeki seçimleri kullanarak dinci-faşist iktidara karşı etkili bir siyasal çalışma yürütmektir. Bunu temel toplumsal-siyasal sorunlar eksenine oturtmak, böylece dinci-faşist iktidarın emperyalizmin ve sermayenin hizmetindeki icraatlarını sergilemektir.”

(Ara not: Eğer “işçi sınıfı partileri açısından iki turlu seçimlerde doğru davranış” gibi genelleştirilmiş bir ifadenin uzantısı olmasaydı, Engels’in “hükümet” sözüne takılmazdım. Zira dönemin imparatorluk Almanya’sında “hükümet”, hiç de bildiğimiz türden parlamenter bir hükümet değildi. Kayzer’in atadığı ve görevden alabildiği, parlamentonun ise hiçbir biçimde dokunamadığı türden bir hükümetti. Yani açıkça imparatorun güdümünde, onun istek ve iradesine tabi bir icra organıydı. Bu, sözkonusu olan o günün Almanya’sı olunca, Engels’in vurgusunu hafifletiyor. …)

Nimtz okuduğunuzda, Engels denli olmasa da, Lenin’den de Duma seçimleri süreçlerinde benzer “esneklik”ler görebileceksiniz. Örneğin şu sözler Lenin’e ait: “Bir parlamenter sistemde sıklıkla daha az liberal olana karşı daha çok liberal olan partiyi desteklemek gerekir… Örneğin, oylama za­manlarında vb. böyle bir tutum, sosyal demokrasinin sınıf par­tisinin bağımsızlığını zerre kadar zedelemeyecektir.” (Lenin’in Seçim Stratejisi - 1, s.153) 1906’da bunları söyleyen Lenin, 1921’de İngiliz komünistlerinden seçimlerde, devrimin yeminli düşmanı ve burjuvazini sadık uşağı Macdonald’ın desteklenmesini isteyebiliyordu. (…)

Bunlar ölçüsü kaçan örnekler olabilir. Ama ben bunlara, taktik esneklik denilen alanda, devrimci dünya görüşünün kurucularının bile işi nereye vardırabildiklerini örneklemek için işaret ediyorum. Benzer tutumları tekrarlayalım diye değil, fakat ola ki “kafamızdaki bazı kalıplar”ın kırılmasını bir parça kolaylaştırır umuduyla. (Tırnak içindeki ifadeyi, kongrenin kadın hareketi gündemi tartışmalarında B yoldaş kullanmıştı. Bence bazı yoldaşlarımızın siyasal sorunları anlamakta zorlanmalarını çok iyi anlatan bir ifade ve zaten yoldaş da tam olarak böyle bir bağlamda kullanmıştı.)

Aynı konuda Nimtz’in kitabından bir pasaj daha aktararak ve bunu da önemli bir noktaya bağlayarak mektubumu bitirmek istiyorum:

“En önemlisi, politik gerçeklik RSDİP'ye parlamenter çalışmanın 'tekdüze hayat’ını dayattığında, Lenin böyle bir Dumada Kadetlerin vekilleriyle birlikte çalışmanın neye benzeyeceğini broşüründe tahayyül etmeye başlamıştı. ‘Bu koşullar altında, parlamentoda daha sağdaki tüm partilere karşı Kadet Partisini desteklemek zorunlu görevimiz olacaktır. O zaman da (eğer iki turlu seçim söz konusu olursa) sonraki turda... bu partiyle ya­pılacak seçim ittifaklarına kategorik olarak karşı çıkmak yanlış̧ olacaktır. Dahası var. Parlamentoda (Kara Yüzler gibi) gerçek, utanmaz gericilere karşı [Oktobristler olarak bilinen, meşrutiyeti savunan ılımlı liberaller] Şipovnik'leri bile desteklemek sosyal demokratların görevi haline gelecektir.’ Bu durumda, Lenin'e göre, ‘gericiliği yalnızlaştırmak için’ ehvenişer liberallerle yapı­lacak geçici seçim ittifakları – ‘Mart 1850 Çağrı’sının diliyle ‘birlik değil ittifak- mubah olacaktı.” (Lenin’in Seçim Stratejisi -1, s. 160)

Yinelemiş olayım: Bütün bunlarla amacım size ustalarımızın taktik esneklikte işin ucunu kaçırdıklarını göstermek ya da işte örnek alınması gereken davranışlar bunlar demek değil. Bunları, çok daha farklı bir şeyi, devrimci siyasal mücadele ve devrimci taktik çizgi konusundaki en önemli ve belirleyici noktayı vurgulamak üzere aktarıyorum (Nitekim Nimtz’in kendisi de devrimci bir tutumla tüm kitabı boyunca bunu yapıyor).

Gerek Engels’in ve gerekse Lenin’in, bize aşırı esnek gibi görünen en uç hallerde bile değişmez ve şaşmaz temel kaygıları, verili somut durum ya da koşullardan devrimci siyasal süreci ilerletmek ve stratejik amaca başarıyla yürüyebilmek üzere en iyi bir biçimde yararlanmaya çalışmaktır. Demek ki sorun, genel doğruları ya da soyut ilkeleri yararsız bir biçimde yineleyip durmak değil, fakat devrimci süreci ilerletmek, stratejik amaca yakınlaşmak, bunda başarılı olabilmek içinse her somut durumda koşullardan bu amaç doğrultusunda en iyi biçimde yararlanmaktır. İngiliz komünistlerine Macdonald’ı destekleyin derken de Lenin’in tüm amacı ve kaygısı buydu. Burada bu tutumun sözkonusu amaca uygun düşüp düşmediği tartışması tümüyle ayrı bir konudur ve bunun yanıtı soyut muhakemeyle değil fakat tarihsel pratik üzerinden verilebilir (Komintern Üzerine Değerlendirmeler -1’de yapılmaya çalışılan da budur).

Yineleyerek bitiriyorum: Taktik bir siyasal çizgi saptanırken, somut bir sorun karşısında somut bir siyasal tutum alınırken, yapılması gereken nihai hedefi ya da stratejik olanı boş bir söz kalıbı gibi yineleyip durmak değil, fakat stratejik amacı gözönünde bulundurarak, “somut durumun somut tahlili” üzerinden, bizi bu amaca gerçekten yakınlaştıracak tutum ve tercihleri bulup açığa çıkarmaktır. (…)


Üste