Logo

Partimizin adı ne olmalıdır? - I


TKİP Kuruluş Kongresi Belgeleri...

 Partimizin adı ne olmalıdır? - I

 

I. BÖLÜM

Cihan: Partimizin adı ne olmalıdır? Önümdeki yazının başlığını tekrarlayarak söylemiş oluyorum bunu. Lenin’e ait bu yazı tartışma yöntemi ve çerçevesi bakımından bir fikir veriyor.

1917 Nisan Tezleri’nin sonuncu maddesi, partinin adının değiştirilmesine ilişkindir. Bu maddeyi daha sonra Lenin gerekçelendiriyor, önümüzdeki metin de bu gerekçelendirmeye ilişkin. Aslında konuya ilişkin metin bundan ibaret değil, 1919 tartışmalarında bir başka kısa metin daha var. Zira tartışma ve sorun ancak o zaman bir sonuca bağlanıyor. Maalesef o zamanki tartışmaların kapsamı hakkında çok fazla bilgimiz yok. Lenin’in önerileri, tartışmanın başlangıcını ve genel çerçevesini oluşturuyor. Öyle anlaşılıyor ki, 1919’daki Sekizinci Kongre’de, kendi partimizin adını saptarken bizim de karşı karşıya kaldığımız belli sorunlar ve güçlükler de tartışılıyor. Böyle bir çerçevesi var bu tartışmaların.

Bolşevikler 1917’de partinin adının değiştirilmesini gündeme getiriyorlar. Bu son derece normal. Bunu Bolşeviklerin, 1914’deki iflasının ve çöküşünün ardından İkinci Enternasyonal oportünizmine karşı yürüttükleri sert ve ilkeli mücadelenin doğal bir uzantısı ve tamamlayıcısı saymak gerekiyor. İkinci Enternasyonal’in çöküşünün ardından, onun ideolojik iflasının ardından marksist ilkelere dayalı konumunu koruyan tek parti Bolşevik partisi. Uluslararası cephede savaşın bayrağını taşıyan bir parti. Daha 1914’deki çöküşünün hemen ardından yeni bir enternasyonal, Üçüncü Enternasyonal şiarı ve çağrısı ile ortaya çıkan böyle bir partinin isim meselesini gündeme getirmesi, bilimsel açıdan yanlış ve politik açıdan kirlenmiş “sosyal-demokrat” isminin terkedilmesini savunması son derece doğal.

Bildiğiniz gibi, çağdaş işçi partisinin, devrimci işçi sınıfı partisinin tarihteki ilk örneği Marks ve Engels’in de üyesi oldukları Komünistler Birliği’dir. Bu aynı zamanda uluslararası bir örgüt. Adı üzerinde, Komünistler Birliği, yani komünist ismini kullanıyor, kendini komünist olarak tanımlıyor. Bu parti kendi ilke ve amaçlarını ortaya koyan bir program kaleme alma kararı alıyor, Marks-Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto ortaya çıkıyor. Adı üzerinde, Komünist Partisi Manifestosu. O dönemin işçi sınıfı devrimcileri, komünist devrimciler, kendilerini komünist olarak görüyorlar. Marks, Louis Bonapart ve Fransa’da Sınıf Mücadeleleri başlıklı kitaplarında, “Blanqi’nin temsil ettiği komünist partisi”, diyor. Orada parti dar anlamıyla bir örgüt değil; işçi sınıfı devrimciliği, yani genel bir siyasal konum kastediliyor. Tüm bunlarla şunu vurgulamak istiyorum: Başlangıçta yalnızca komünist isimlendirmesi var, işçi sınıfı devrimcileri kendilerini böyle tanımlıyorlar.

Sonradan Almanya’da sosyal-demokrasi ismi çıkıyor ve giderek yaygınlaşıyor. Kitleselleşen işçi sınıfı partilerinde sosyal-demokrasi adı yerleşip kalıyor. Bu Lasalcılıkla bağlantılı, onlardan çıkan bir isim, Lasalcıların 1860’larda çıkardıkları yayın organı bu ismi taşıyor. Sonradan Liebknecht ve Bebel önderliğinde kurulan parti bu ismi alıyor. Lenin’in buradaki eleştirisinde de görüldüğü gibi, bu aslında bilimsel olarak doğru bir isimlendirme değil. Ama bir kez yerleşiyor, yerleştikten sonra da kalıcılaşıyor. Marks ve Engels kendilerini her zaman komünist olarak gördüler, öyle tanımladılar. Özellikle Engels vesile doğdukça farkı vurguluyor, ama mevcut duruma da karşı çıkmıyor. Engels’in büyüyen sosyalist işçi hareketine karşı tavrında genelde böyle bir esneklik var. Her durumda ilkesel ve ideolojik ayrımları net bir biçimde koyuyor, ama pratikte bazı durumları ya da tutarsızlıkları katlanılabilir buluyor. Sosyal-demokrat isimlendirmesi de bunun örneklerinden biridir.

Ama İkinci Enternasyonal’in çöktüğü bir evrede bu ismi değiştirmek özel bir ihtiyaç haline geliyor. Lenin bunu, sosyal-demokrasinin ihanetini ve bu ismin buradan gelen kirlenmişliğini, dördüncü argüman olarak koyuyor. Ama temelde bilimsel argümanlar ileri sürüyor: Partimiz demokrasinin de, sosyalizmin de ötesine bakıyor, komünizmi hedefliyor, diyor. Partimiz demokrasiyi bir devlet biçimi olarak görüyor; demokrasi bir devlet biçimidir, oysa partimiz proleter devlet de olsa devletin ötesine, onun yok oluşuna bakıyor, nihai hedefleri bakımından komünist toplumu hedefliyor, diyor. Dolayısıyla sosyalizm proletarya partisi için dar ve sınırlı bir hedef olarak kalıyor. Devlet bu parti için aşılması gereken bir tarihsel olgu oluyor. Lenin açıklamalarını bu çerçevede yapıyor. Marks ve Engels kendilerini her zaman komünist olarak adlandırdılar diyor. Ancak bu bir dizi bilimsel argümanın sıralanmasından sonradır ki, sözü getirip sosyal-demokrasinin bu ismi kirletmiş olmasına bağlıyor. Ve kirli gömleği çıkarıp atmanın, temiz çamaşır giymenin zamanıdır, sözleriyle bitiriyor önerisini.

Öncelikle, marksist bilimsel ölçülerle bakıldığında, sosyal-demokrat isimlendirmesi temelden yanlış olduğu için değiştirilmesi gerekiyor. İkincisi kirlenmiş bir isim olduğu için değiştirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bunun bilimsel olarak doğru olan isimle değiştirilmesinin tam zamanı deniliyor. Marksizmin kurucuları kendilerini komünist olarak görüyorlardı, biz o çıkışa dönmek zorundayız; kaldı ki bilimsel olanı da, doğru olanı da budur; işçi sınıfına, enternasyonalizme, Marksizme, genel olarak sosyalizme ihanet etmiş partilerle aynı ismi taşımanın utancını artık daha fazla yaşamamalıyız deniliyor ve bu ismin reddedilmesi isteniyor. Buna karşı çok güçlü olmayan bazı argümanlar var. Biz kendimize komünist dersek bu sefer de anarşistlerle karıştırılırız, deniliyor. Lenin onları da yanıtlıyor; anarşistler hiçbir zaman kendilerine yalnızca komünist demezler, onu başka bazı sıfatlarla birlikte kullanırlar, diyor.

Partinin komünist kimliği

O dönemin tartışması bu. Bugün, günümüzde nasıl bir tartışma olabilir? Bu soruyu uluslararası komünist hareketin yüzyılımızdaki evriminden giderek ele alalım.

Bildiğiniz gibi, partinin adı 1919’daki Sekizinci Kongre’de Rusya Komünist Partisi olarak değiştirildi. Aynı günlerde Komünist Enternasyonal kuruldu. Komünist Enternasyonal’in safına geçen bütün partiler de isimlerini komünist partileri olarak değiştirmek durumunda kaldılar. Bu zaten Komünist Enternasyonal’e üye olmanın temel bir koşulu olarak da tanımlandı. Bu komünist partiler tarihin bir döneminde, ‘20’li, ‘30’lu, ‘40’lı, kısmen ‘50’li yıllarda, işçi sınıfı hareketinin herşeye rağmen devrimci kanadını temsil ediyorlardı. Sınıf hareketinin reformist, düzen içi kanadını ise İkinci Enternasyonal geleneğinin daha da yozlaşmış, ihanete batmış uzantısı olarak sosyal-demokrasi temsil ediyordu. Bu işçi sınıfı hareketinde gerçek bir bölünmeydi. İşçi sınıfı hareketinin düzenle uzlaşma, düzeni reforme etme eğiliminin temsilcisi Sosyalist Enternasyonal’in devamı olan sosyal-demokrat hareketti. İşçi sınıfının devrimci kanadını ise Komünist Enternasyonal temsil ediyordu. Komünist partiler başlangıçta ve uzun yıllar için devrimin temsilcileriydiler, gerçek Marksizm tabanı üzerinde duruyorlardı. Ama tarihin bir başka evresinde biz bu partilerin de peşpeşe yozlaştıklarını ve Marksizmin devrimci tabanını reddettiklerini, davaya ihanet ettiklerini, düzen partileri haline geldiklerini biliyoruz. Biz onlara revizyonist partiler diyoruz, ama bildiğiniz gibi onlar komünist sıfatını uzun bir dönem taşıdılar. Hatta en reformist konuma geçenler bile kendilerini Euro-komünist olarak nitelediler, yani komünizm ismini gene de korumaya çalıştılar.

İlk bakışta komünist adı tarihsel olarak, bu modern revizyonist akımın yaşadığı ihanetin ardından biraz kirlenmiş, biraz yıpranmış gibi görünüyor. Fakat bu kendi başına onu kullanmamak için bir neden olamaz. Dikkat ederseniz Lenin’in dört argümanı var, bunlardan ilk üçü komünist adlandırmasının neden bilimsel olarak doğru olduğu üzerinedir. Dolayısıyla, herşeyden önce bu isim bilimsel olarak doğru bir isimdir, kirletilmiş ya da yıpranmış olsa bile bilimsel olarak doğru bir isimdir. Lenin’in sadece dördüncü argümanı sosyal-demokrasi isminin yıprandığı, bir ihanetin simgesi haline geldiği üzerinedir. Dolayısıyla salt bir ismin yıpranmışlığı gerçeğinden kalkarak biz komünist sıfatını terk edemeyiz.

İkincisi, 1990’lar dünyasında somut bir durumla karşı karşıyayız. Gerçekte komünizme ihanet eden bu partilerin tümü değilse bile önemli bir bölümü ‘90’lı yıllarda artık bu ismi terk ettiler, sosyal-demokrat ya da demokratik sol gibi isimler aldılar. Özü kirletilemeyecek olan ismimiz gene bize kaldı. Ve biz EKİM olarak çıkışımızdan itibaren net bir biçimde kendimiz için komünistler sıfatını kullandık. Bundan hiçbir bi çimde şaşmadık, hiçbir dolaylı sıfat seçmedik. Mesela ‘70’ler Türkiye’sinde bu hiç de yaygın değildir. “Proleter devrimciler” vardır, “proletarya sosyalistleri” vardır, “marksist-leninistler” vardır, ama komünist sıfatı çok fazla kullanılmaz. Biz yeni dönemde çıkan bir hareket olarak komünist sıfatını net bir tutumla kullanmaya çok özel bir eğilim gösterdik. Popüler propagandada “işçi sınıfı devrimcileri” dediğimiz oluyor, ki bence işçilere hitap ederken bu isimlendirmeyi de kullanabilmeliyiz. Kısacası ismimiz bize kaldı, ‘90’lar dünyasının bir gerçeği olarak ilkin bunu söylemek istiyorum.

İkinci nokta şudur: Dikkat ederseniz, ‘60’lı yıllarda modern revizyonizmin ihanetine karşı ortaya çıkan bir takım genç devrimci partiler var. Neticede amaca ulaşamayan, gerçek marksist düşünsel konuma ve devrimci sınıf temeline ulaşamayan, ama temelde samimi devrimci partiler bunlar. İşte bu partiler, çok yerinde bir tutumla, komünist ismini terk etmediler, sadece marksist-leninist ya da bir takım başka sıfatlar almak yoluna gittiler. Bu doğru tutum da bir şey anlatıyor. Dolayısıyla bu ismi hiçbir durumda kirletilmiş bir isim olarak kabul etmemiz mümkün değil.

Kaldı ki ‘90’lar dünyası ortaya bir başka yeni olgu daha çıkardı. Bizzat kitlelerin kendisi, bu özellikle eski Sovyet Cumhuriyetlerinde ve Rusya’da yaşandı, komünizme yeniden itibar kazandırdılar, komünizmin sembolleriyle yürüdüler. SBKP çürüdü ve çöktü; ama tabanında, sosyalizme samimiyetle inanan, Marks’a ve Lenin’e inanan, onların eserlerini sürdürenlere inanan emekçi bir devrimci kitlenin olduğu ortaya çıktı. Binlerce, onbinlerce, zaman zaman yüzbinlerce kişi komünizmin sembolleriyle, orak-çekiçli bayraklarla (orak-çekiç aynı zamanda komünist kimlikle özdeşleşmiş bir simgedir) yürüdüler. Buna ilişkin çarpıcı görüntüler tüm dünyaya ulaştı ve komünizm bu açıdan popüler bir meşruluk kazandı. Bir takım çürümüş, içi geçmiş partiler tarafından sahiplenilen bir şey olmaktan çıktı, bizzat kitleler tarafından sahiplenilmeye başlandı. Dolayısıyla komünist sıfatıyla ilgili herhangi bir sorunumuz olduğunu zannetmiyorum.

Partinin sınıf kimliği

Bir başka vurgumuz daha var bizim; bu, partinin sınıf niteliğine ilişkin tanım ve isimlendirmedir. Komünist işçi partisi, fiilen kullanılan ve saflarımızda epeyce tutulan bir vurgu oldu. Normalde her gerçek komünist partisi bir işçi sınıfı partisidir. İsim olarak değil, konum ve kimlik olarak söylüyorum. Biz bir kimlik olarak anlaşılmasını sağlamaya çalıştık. Kurulacak partimiz için önden ortaya atılan ve yaygınlaştırılmaya çalışılan bir isimden çok, komünist işçi hareketi, komünist işçi partisi tanımlarıyla, gerçekte bir sınıfsal kimliği vurgulamaya, propaganda etmeye çalıştık.

Dikkat ediniz, vurgu ve tercih dönemle çok bağlantılıdır. Lenin’in kirli gömlek meselesine bu gözle bakabiliriz. Aslında modern revizyonizm denilen akım Kruşçev’den de önce Avrupa’da yeşermiş bir akım. En kritik noktalarda Marksizmin terk edilişi Avrupa partileriyle başlar. Ama buna sistematik bir ifade kazandıran, önünü açan ve resmileştiren kötü ünlü 20. Kongre ile Kruşçev olduğu için, bu bir başlangıç kabul edilir. Modern revizyonizmi sistemleştiren, SBKP gibi o dönemin komünist hareketi içerisinde önplanda olan bir partinin kongresi olduğu ölçüde, bu kongrenin gerçekten simgesel özel bir önemi var. İşte tam da bu kongre sonrasında, “bütün halkın partisi”, “bütün halkın devleti” gibi teoriler üretildi. Sovyetler Birliği o tarihte sosyalist inşanın henüz geri bir aşamasındaydı, dahası ciddi bir takım problemlerle yüzyüzeydi. Bozulma, sosyalizmin ruhundan ve özünden uzaklaşma problemlerini kastediyorum. Böyle bir aşamada “bütün halkın devleti”, “bütün halkın partisi” teorileri ortaya atıldı. İşçi sınıfının toplumda tuttuğu çok özel yer artık düşünce planında bile anlamını yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Artık bir bütün olarak Sovyet halkı, onun partisi ve devleti argümanları ileri sürüldü. Oysa sosyalizmin inşasını ileriye götürmek ve bu evrimi komünizme doğru ilerletmek, bu tarihsel sürece önderlik etmek ve onu fiilen üretmek, ancak belirli bir sınıfa, işçi sınıfına özgüdür. Böyle bir hedefte ısrarlı olmak ve böyle bir hedefe yürüme yeteneğini göstermek, sanayi proletaryası dediğimiz çağdaş toplumun çok özel ürünü bu sınıfa özgü bir davranış, yetenek ve kapasitedir. Ki Lenin, kapitalizmden komünizme geçiş tarihsel sürecini ele alan hemen tüm yazılarında bunun üzerinde çok özel bir biçimde durur.

Tüm bunlarla şunu anlatmaya çalışıyorum. İşçi sınıfının modern toplumdaki kendine özgü konumu ve bununla bağlantılı tarihsel misyonu, revizyonistler tarafından tahrif edildi, karartılmaya çalışıldı. Öte yandan, aynı dönemde revizyonistlerin karşısında devrimi temsil eden, devrimde ısrar eden akımlara bakıyoruz. Halkçı ideolojik konum ve kimlik çerçevesinde benzer bir tutumun, tahrifatın onlardan da geldiğini görüyoruz. Bu akımların, özellikle geri ülkelerde, geri toplumsal koşullarda ortaya çıkan akımlar olmalarıyla da bağlantılı olarak, sosyalizmi popülist bir bozulmaya uğrattıklarını, Marksizmi halkçı bir yoruma tabi tuttuklarını görüyoruz. Burada da karartılan bir sınıf gerçeği var. Örneğin yüzmilyonlarca Çin köylüsüne dayanarak iktidara gelen bir Çin partisinden çok özel bir işçi sınıfı vurgusu beklemek mümkün değildi. Gerçi bu parti SBKP’nin “bütün halkın partisi”, “bütün halkın devleti” gibi revizyonist argümanlarına karşı çıktı. Yönelttiği eleştiriler de temelde doğru eleştirilerdi. Ama bu genel planda Marksizmi teorik çerçevesiyle, ilkeleriyle savunmakla sınırlı bir tutumdu. Gerçekte bu partinin çok derin bir halkçı kimliğinin olduğunu biliyoruz. Kuşkusuz bu bir yanıyla pozitif bir konumdur. Yani emekçi halk kitlelerine ya da köylülüğe dayalı bir parti olarak ona devrimci kimliğini veren aynı zamanda bu halkçı konumdur. Ama öte yandan bu, bu emekçi halkın içinde kendine özgü olan işçi sınıfı gerçeğini karartan sonuçlar da yarattı. Latin Amerika’ya, Asya’ya, Afrika’ya bakıyoruz; buralarda bizim çağdaş popülizm dediğimiz kapsama giren halkçı-devrimci akımlar var. Ve bunların yeşerdiği topraklarda işçi sınıfı bu mücadelede özel bir yer tutmadığı ya da çeşitli nedenlerle tutamadığı ölçüde, işçi sınıfı eksenli sosyalizm düşüncesinin geri planda kaldığını, zayıfladığını görüyoruz. Partinin sınıf kimliği sorununda, isimlendirmede de buna yer vermek gerektiği konusunda tüm bunları gözönüne almak zorundayız.

Bilindiği gibi biz, modern revizyonizmden değil çağdaş popülizmden kopan, halkçılığı eleştirerek mücadele sahnesine çıkan bir akım olarak, işçi sınıfı vurgusuna çok özel bir önem verdik. Basit işçicilik anlamında değil. Marksizmin bir sınıf özü olduğunu, sosyalizmin bir proleter sınıf tabanı olduğunu; eğer bu proleter sınıf tabanından, bu proleter sınıf ekseninden koparılırsa Marksizmin bilimsel karakterini yitireceğini söyledik. Sosyalizmin ütopyadan bilime geçişini, Marksizmin tam da modern toplumun içinde işçi sınıfı denilen o özel sınıfı keşfetmesine borçlu olduğunu vurguladık.

Bir koldan modern revizyonizmin, bir koldan çağdaş popülizmin, bir başka koldan bugün PKK’de görüldüğü gibi “insanlık sosyalizmi” üzerine söylemlerin ortalığı sardığı bir dönemde, biz partimizin sınıf kimliğini çok özel bir tarzda vurgulamaya özel bir önem vermeliyiz diyorum. Bu tarihi evrede, sosyalizmi bozulmaya uğratan bütün öteki akımlarla aramıza tam da partinin sınıf kimliği gibi kritik bir sorun üzerinden de bir ayrım çizgisi çekmek kaygısının ürünüdür bu öneri. Bu on sene sonra ihtiyaç olmaktan çıkabilir. On-onbeş sene sonra biz partimizin ismini daha sade hale getirme, onu yalnızca komünist kimliği/sıfatı üzerinden tanımlama yoluna da gidebiliriz. Ama belki de partimizin ismi kendine özgü tarihi bir önem ve anlam kazanır, bunu yapmayabiliriz de, böylesi bir durumda buna gerek görmeyebiliriz de, kim bilir.

Ama bugün partinin bu sınıf kimliğini özel bir tarzda vurgulamanın bir önemi var. Bu ideolojik nedenlere dayalı bir argüman. Bir de pratik açıdan önem taşıyan bir noktaya değinmek istiyorum. Partimizin ismi işçilere komünizm ile işçi sınıfının özdeşliğini, birbirinden kopmazlığını göstermemizi kolaylaştırabilmelidir. Yani komünist parti işçilerin partisidir, bu çok dolaysız bir propaganda olabilmelidir. Anti-komünizmin bu kadar güçlü olduğu bir ülkede, işçi sınıfı hareketi tarihinin hiçbir döneminde sözü edilebilinir bir komünist işçi hareketinin olamadığı bir ülkede, biz komünizm ile işçi sınıfı kimliği arasındaki kopmaz bağı vurgulayan bir ismi bence politik-pratik nedenlere dayalı olarak ayrıca tercih etmeliyiz. Bunu gündelik bir propaganda avantajı haline getirebilmeliyiz.

Parti isimlendirmesinde siyasal coğrafya

Tartışmanın birinci boyutu komünist kimlik meselesiydi, ikinci boyutu sınıf kimliği meselesi oldu. Fakat bir üçüncü boyutu daha var. Bu, ön ek sorunudur. Türkiye Komünist İşçi Partisi mi, yoksa sadece Komünist İşçi Partisi mi, ya da başka bir şey mi? Bence doğru olanı Türkiye Komünist İşçi Partisi’dir. Zamanında Bolşevikler de yapmışlar bu tartışmayı. Lenin, 1918’de, sunduğu bir yeni program tasarısı vesilesiyle, partimizin adı sadece Komünist Partisi olsun diyor ve bir parantez açıyor: Rusya ön eki olmaksızın. Öneri bu, ama tartışmaların sonucunda Rusya Komünist Partisi isminin benimsendiğini biliyoruz. Yani Rusya ön ekini kullanma kararı verilmiş. Tartışmanın kapsamını, neden Rusya ön ekinin korunduğunu şu an bilmiyoruz. Ama Rusya’nın çok uluslu bir ülke olmasıyla bağlantılı olarak gündeme gelen bir tartışma olduğu çok kesin. Buna rağmen neticede Rusya’yı tercih etmişler. Birkaç yıl sonra ayrı ayrı cumhuriyetler Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak birleşince, doğal olarak partinin ismi de buna göre değişti.

Türkiye ön eki olsun dedim, zira bu bir siyasal coğrafya halihazırda. Ya Kürtler, ya Kürdistan? denilecektir. Ben Türkiye derken, bunu bir sınıfsal devlet coğrafyası anlamında kullanıyorum, ulusal coğrafya anlamında değil. Devlet coğrafyası olarak burası Türkiye, bu birincisi.

İkincisi, Türkiye’siz olsun diye savunan yoldaşlar daha çok Kürt hareketinden gelecek tepkiler ya da bunun yaratacağı önyargılar üzerinden bazı kaygılar taşıyorlar. Türkiye ismini kullanmaktan kaçınmayı Kürt sorununda devrimci samimiyetimizin ve tutarlılığımızın bir ölçüsü olarak görmek eğilimi yanlış bir tutumun ifadesidir. Biz Kürt sorununa ilişkin samimiyetimizi ve tutarlılığımızı daha temelli ve öze ilişkin bir dizi başka tutumla yeterli ölçüde gösterebilecek durumdayız ve zaten gösteriyoruz da. Sorunu böylesine dar, biçimsel ve bir ölçüde de duygusal sınırlar içine çekmek gerekmiyor.

Bakıyoruz, çok uluslu bir ülkede, Rusya’da böyle bir problem yaşanmamış. Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi var ve orada da sayısız ulus var. Ayrıca bunların bir kısmı çok büyük uluslar, iktisadi ve kültürel açıdan Ruslara göre ayrıca ileri uluslar. Polonyalılar var, Ukraynalılar var, Finlandiyalılar var. Ama böyle bir problem doğmamış. Ama altta Polonya partisi kurulabilmiş, bir takım başka yerlerde daha özerk parti yapılanmaları var. Litvanya Krallığı Sosyal-Demokrat Partisi kurulmuş, bunlar da problem olmamış. Kürt hareketinin basıncı hesaba katılıyor; ama siz Türkiye-Kürdistan diye bir isim kullandığınızda, sizi Kürdistan üzerinde hak iddia etmekle pekala itham edebilirler. Bu nedenle Kürt hareketinin bu konudaki basıncı bence özel bir etken olmamalı. Birincisi bu.

İkincisi, yerleşik bir literatürümüz var. Gündelik dilimize bakalım, Türkiye solu, Türkiye işçi sınıfı, Türkiye devrimi diyoruz ve derken hiç yadırgamıyoruz. Bugüne kadar, niye Türkiye solu diyoruz, burada Kürdistan solu yok mu, ya da niye TürkiyeKürdistan devrimini bir arada belirtmiyoruz, ya da niye Türkiye işçi hareketi diyoruz da Türkiye-Kürdistan işçi hareketi demiyoruz, denmedi, denmiyor, denemiyor. Yaşamın basit bir siyasal gerçekliği olarak burada Türkiye bir siyasal coğrafyayı anlatıyor ve biz bu siyasal coğrafya üzerinde mücadele ediyoruz.

Sol hareket de Kürt hareketinin basıncıyla hareket ediyor. Örneğin DHKP-C, MLKP gibi isimler alarak birileri bu işe güya tatmin edici bir “çözüm” bulmuş oldular. Herkes buradan gelen bir sıkıntı duyuyor ve buna bir çözüm bulmaya çalışıyor. Bizim böyle bir sıkıntı duymamıza gerek yok. Biz bilimsel açıdan doğru olanın kaygısını duymalı, bunun gerektirdiği bir tercihin içinde olmalıyız.

Doğrusu bu çerçevede benim sorunum çok daha farklı. Türkiye Komünist İşçi Partisi’nin kısaltılmış şekliyle söylenişinin yeterince vurucu olamamasıyla ilgili bir sorun bu. Bir bakıma fonetik bir kaygı bu. Ben bir devrim partisinin, kitleler içerisinde kök salacak, büyük umutlara konu olacak bir partinin kısaltılmış şekliyle kurşun gibi bir ismi olmasını istiyorum. PKK örneğin bana göre böyle bir isimdir. Örneğin İspanya Komünist Partisi’nin kısaltılmış şekliyle söylenişi de sloganlarda çok coşkulu ve vurucu.

Parti isimleri simgeleşiyor, çoğu kere açılımı unutuluyor, daha doğrusu gündelik dilde kullanılmıyor. Bu simgeleşmiş isimler, özellikle yığın partilerinde büyük coşkular, büyük heyecanlar yaratır. Bu nedenledir ki, devrimci bir parti için kullandığı ismin kısaltılmışı simgesel olarak sanıldığından da önemlidir. Biraz işin biçimsel yönü üzerinde durmuyor musun yoldaş, denilecektir. Görünürde biraz biçim, oysa gerçekte sözkonusu olan bir isimdir, bir şiardır, bir slogandır. Ve bunlar siyasal yaşamda, kitlelerin kazanılmasında ve seferber edilmesinde sanıldığından da önemli ve işlevseldir. Ama belki de yerini dolduran, siyasal pratikte rolünü gereğince oynayan bir partinin, şimdi kuru gibi görünen ismi benzer bir heyecan ve coşkuyu ilerde verebilecektir, diye de düşünebilir ve tartıştığımız sorunu fazlaca önemsemeyebiliriz.

Anadolu Komünist Partisi önerisi var. Ama öneri sahibi yoldaşların tanımladığı Anadolu kavramı ile bugünün siyasal kültüründe yerleşmiş bulunan Anadolu birbirinden o kadar uzak ve farklı ki. Biz Anadolu’yu zengin uygarlıklar zemini, bir uygarlıklar ve halklar mozaiği olarak kavrıyoruz, ama genelde durum bu mudur acaba? Sanmıyorum. Ara tartışmalarda bir yoldaşın dediği gibi, Anadolu Partisi bugün daha çok bir köylü partisi, bir taşra partisi akla getirecektir. Bugünkü toplumda tanımlanan türden bir siyasal kültür yoksa, ona dayandırılarak gündeme getirilen bir isim de tercih edilemez. Sonuç olarak, bu olmayacak bir öneri bana göre.

Özcan: Rusya’da Komünist Partisi’nin ismi tartışılırken Lenin tarafından “Rusya ön eki olmaksızın” biçiminde kayıt konulmasının gerisinde ne var?

Cihan: Elimizde bu tartışmanın tutanakları yok. Lenin’in sözü edilen önerisi yalnızca bir dipnotta belirtiliyor. Muhtemelen Rusya ibaresine çeşitli itirazlar yöneltilmiştir. Artık eski halklar hapishanesi Rusya yok, onun temsil ettiği devlet yıkıldı ve tarihe gömüldü; artık bir dizi özgür ulus ve bir dizi ülke var; bu kadar çok uluslu ve çok ülkeli bir partiye de başka bir isim, daha kapsayıcı bir isim gerekli diyenler çıkmıştır ve Lenin önerisinde bunu gözetmiştir. Ya da belki de Lenin’in kendisi böyle düşünmüştür. Lenin Rusya ön ekinin terkedilmesini öneriyor, ama bildiğiniz gibi kongreden Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) ismi çıkıyor.

Rusya’nın, yani devralınan siyasal coğrafyanın, çok uluslu, çok ülkeli özgürleşmiş bir yapı olmasından gelen bir tartışma bu. Nitekim daha sonra özgür cumhuriyetler oluşuyor, oturuyor, bunlar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak gönüllülük temelinde biraraya geliyorlar. Artık tek bir bayrak, orak-çekiçli kızıl bayrak, tek bir isim, tek bir kimlik, Sovyet kimliği ortaya çıkıyor. SSCB ülkesi ve Sovyet halkı ortak kimliği oluşuyor ve gelişiyor. Altta ulusal kimlikler duruyor ama, onlara dokunulmuyor, tersine, kendi ulusal özgünlüklerinin tarihte belki de ilk kez olarak serbestçe gelişip serpilebileceği koşullar yaratılıyor. Doğal olarak bu genel ve kapsayıcı kollektif kimlik parti isminde de ifadesini buluyor. Bildiğimiz gibi partinin ismi Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) olarak değişiyor. Ama dikkat edin, burada da parti ismi bir siyasal coğrafyaya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği coğrafyasına dayanıyor. Bu bizi bir kez daha parti ismi ile siyasal coğrafya arasındaki ilişkiye getiriyor.

Temmuz: Anadolu’nun köylü çağrışımı yapması bir yerde dengelenebilir de. Ama Anadolu, Türkiye gibi, bir devletin sınırlarının çizildiği bir siyasal coğrafyayı tanımlamıyor. Soruna buradan bakmak gerekiyor

Cihan: Daha önceki tartışmalarda bu konuda bir noktaya daha işaret etmiştim. Ben Türk halkını incitmenin bir nedeni olduğunu zannetmiyorum. Bu coğrafya Türkiye coğrafyası ise, Türk işçilerinin ve emekçilerinin kimliğini böyle bir zorlama ile incitmenin bir yarar sağlayacağını zannetmiyorum.

(Devamı...)


Üste