Logo

TKİP Kuruluş Kongresi açılış konuşması


TKİP Kuruluş Kongresi Belgeleri...

Yeni dönem bilinci, yeni dönem partisi

 

(Cihan yoldaşın Kongre açılış konuşması)

Partimizin kuruluş kongresini kısa tutmaya çalışacağım bir konuşma ile açmak istiyorum. Burada tarihi önemde bir adım atmak üzere, partimizin kuruluşunu gerçekleştirmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Bugüne on yıllık zorlu bir hazırlık sürecinden geçerek ulaştık. On yıllık bir emeğin, on yıllık zorlu bir çabanın üzerine bu kongreyi topluyoruz. Sağlam bir bilincin, bunun ürünü olan sağlam bir inancın, büyük bir kararlılığın, büyük bir inadın olduğu kadar büyük bir sabrın, tüm bunların ifadesi büyük bir emeğin ürünü olan bir süreci nihayet bir sonuca bağlamak sorumluluğuyla yüzyüzeyiz. Partimizin programını, tüzüğünü, taktiğini, örgütsel çizgisini tartışmak, bir sonuca bağlamak, böylece partimizin kuruluşunu ilan etmek tarihsel sorumluluğu ile yüzyüzeyiz. Bunu yapmakla, burada partimizin kuruluşunu ilan etmekle, kendi coğrafyamızda proletarya devrimi ve sosyalizm adına bir bayrak yükseltmiş olacağız. Türkiye’nin sosyalizm davası konusunda samimi tüm devrimcilerini, tüm komünist potansiyelini bu bayrak altında birleştireceğiz. İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere bu bayrakla gideceğiz, onları bu bayrak altında savaştıracağız. Kokuşmuş Türk burjuvazisinin ve onun gerisindeki emperyalizmin karşısına bu bayrakla çıkacağız, burjuvazinin çeteleşmiş iktidarına karşı bu bayrak altında savaşacağız. Atacağımız tarihsel adım bu denli önemlidir.

Yeni dönemin bilinci olduk,
yeni dönemin partisini inşa ettik

Bir parti kuracağız, partimizin, komünist işçi partisinin kuruluşunu nihayet ilan edeceğiz. Partiler boşluktan doğmuyorlar. Belli grupların, belli çevrelerin öznel tercihleriyle de ortaya çıkmıyorlar. Siyasal yaşamda ciddi rolü olabilecek devrimci partiler, son tahlilde belli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıkıyorlar. İhtiyaç keşfin anasıdır; belli bir toplumda devrimci bir partinin doğumu, onu gerektiren ihtiyaçlarla ve bu ihtiyacın karşılanmasını olanaklı kılan tarihi birikimlerle sıkı sıkıya bağlı olarak yaşanır.

Biz siyasal mücadeleye önden enine boyuna düşünülmüş, tasarlanmış özel tercihler çerçevesinde, önden özel olarak saptanmış doğrultularda girmedik. Biz kesintisiz bir siyasal yaşamın, kendini önceleyen bir dönemin içinden geliyorduk. Saflarından koptuğumuz geleneksel akımların içinden geçtiği özel bir evre vardı. Bu yenilgi sonrası bir yeniden toparlanma evresiydi. Mensup olduğumuz geleneksel devrimci akımlar ağır bir yenilgi yaşamışlardı. Bu ağır yenilginin nedenlerine ve sonuçlarına yaklaşma tarzı ve sorumluluğu, komünist hareketimizin doğmasını olanaklı kılan dinamik oldu. Bir yeni toparlanma döneminde bu yenilgiyi ciddiyetle ve derinlemesine değerlendirmek gibi bir sorumlulukla hareket ettik. Bu yenilgiyi değerlendirme devrimci çabası içerisinde, bir siyasal akım olarak doğduk. Bu anlamda bir bakıma kendiliğinden, ama siyasal yaşam içerisinde son derece mantıklı olan bir devrimci gelişmenin, bir devrimci dinamiğin ürünü olarak ortaya çıktık.

Çıktığımız dönemde net olarak belirlediğimiz bir gerçek vardı. Türkiye’de bir dönem kesin bir biçimde kapanmıştır, diyorduk. Türkiye’de siyasal yaşamın canlandığı, alt sınıfların modern mücadelelere girdiği, bu temel üzerinde sol akımların şekillendiği bu dönem, ‘60’lı yıllarla başlamıştı. ‘60’lı yıllarla başlayan, ‘60’ların ortasında ivmelenen bir dönem, ‘80 yenilgisiyle birlikte ve ‘80’lerin ortasında, gelinen o aşamada artık kapanmıştı. Yeni bir döneme girilmekteydi Türkiye’de. Bu bilinçle hareket ediyor, bu tarihi dönüm noktasının en net bir biçimde altını çiziyorduk. Yeni bir dönem ise ancak eski dönem kavrandığı, onunla başarılı bir hesaplaşma gerçekleştirildiği ve böylece aşılabildiği ölçüde kucaklanabilirdi. Ancak bunu başaranlar yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt veren devrimci bir akım olabilirlerdi. Daha en baştan bunların altını çiziyorduk.

Başlangıç dönemindeki değerlendirme ve sorgulamalarımıza bakıldığında, bizim aslında sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir dönemin kapanmakta olduğunun ipuçlarını yakaladığımız görülür. Ekim’in ilk iki sayısının başyazılarına bakmak bile bunu görmek için yeterlidir. Bunlardan ilki “Yeni Ekimler İçin!” gibi anlamlı bir başlık taşıyordu ve ikincisi Ekim Devrimi’nin 70. yıldönümünü konu alıyordu. Kuşkusuz bunda Sovyetler Birliği’nde o gün yaşanmakta olan belli yeni süreçlerin de özel bir etkisi vardı. Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un yaptığı ünlü 70. yıl konuşması vardı örneğin. Onu önceleyen bir süreç ve onun bir doruğu olarak 70. yıl konuşması vardı. Burada ortaya konulan yeni bir tutum ve bizim bu tutuma bir yaklaşımımız vardı. Yine o dönem bunun dünyada yarattığı etki ve çalkantılar vardı. Biz bütün bunlardan hareketle, dünyada da bir dönemin kapanmakta olduğunu açıklıkla vurguladık. Nitekim çok geçmeden dünya ölçüsünde de olaylar hızlandı ve yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da bir dönemin kapandığına dair net bir tablo ortaya çıktı. ‘90’lı yılların başında toplanan 1. Genel Konferansımız, değerlendirmelerinde, açık ve vurgulu bir biçimde, Türkiye’de ve dünyada bir dönemin kesin bir biçimde kapanmış olduğunu ilan etmektedir.

Türkiye’de süreçler, ‘60’lı yıllarda başlayan ve ‘80’li yılların ortasına uzanan 20-25 yıllık süreç, elbette ki kendine özgü bir karakterde, kendine özgü iç dinamiklerle işledi. Türkiye’de olayların seyrinin kendine özgü bir iç mantığı vardı. Ama nihayetinde Türkiye de dünyanın bir parçasıydı. Tıpkı Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizminin bir parçası olması türünden, Türkiye’deki sosyal mücadeleler ve bunun ürünü olan sol siyasi akımlar da dünyadaki sosyal mücadelelerin ve sol siyasal akımların bir parçasıydı. Türkiye’nin o kendine özgü süreçlerinin vardığı nokta, biraz da büyük bir rastlantının bir ifadesi olarak, ‘90’lı yıllara varıldığında, dünyadaki belli süreçlerin noktalanması ile üstüste düştü. Dünyadaki süreçlerle Türkiye’deki süreçler ayrı ayrı iç dinamiklere ve özelliklere sahip olsalar bile, bu noktalanmalar, tarih dilimi olarak birbirine yakın düştü. Türkiye sol hareketi bir dönemin kapandığını henüz kendi ulusal evrimi üzerinden, Türkiye’deki olayların seyri üzerinden bilince çıkarmamışken, yaşadığı yenilginin, bu yenilgiyi besleyen ön süreçlerin, toplamında Türkiye’nin ‘60’lı yılların başından ‘80’li yılların sonuna uzanan 25-30 yılının henüz doğru-dürüst bir muhasebesini yapamamışken, bu kez dünyadaki yıkılışlarla yüzyüze kaldı.

İşte biz böyle bir yıkılış anında, beyinlerin sarsıldığı, eksenlerin kaydığı, sapmaların yaygınlaştığı, genelleştiği bir ortamda, çok dikkate değer bir başarının temsilcisi olduk. Biz tam da Türkiye’deki yenilginin dünyadaki bu çöküşle üstüste bindiği bu özel evrede, yeni bir bilincin bir ilk filizi olduk, yeni değerlendirmelerin, yeni yaklaşımların bir ilk temsilcisi olarak ortaya çıktık. Zihinlerin sarsıldığı, bilinçlerin dağıldığı, inançların paralize olduğu bir evrede, tam da böyle bir evrede, biz bilincimizi netleştirmeye ve bir akım olarak şekillenmeye başladık. Bu bizim için gerçekten büyük bir avantaj oldu. Türkiye sol hareketiyle ‘87’deki çıkışımızı olanaklı kılan ideoloijik hesaplaşmamız olmasaydı, ‘89 çöküşünü bu denli rahat göğüsleme gücümüz de olmazdı. Eğer Türkiye’deki yenilgiye, bu yenilginin dinamiklerine ve nedenlerine dayalı bir değerlendirmeye sahip olmasaydık, ‘89 çöküşünü o kadar rahat bir biçimde karşılayamaz ve dünya sol hareketinin yetmiş yıllık tarihinden soğukkanlı sonuçlar çıkarmakta bu denli başarılı olamazdık. Avantajımızın özü ve esası buydu.

Ulusal plandaki yenilgiye yaklaşımımızdaki ciddiyet ve ondan çıkardığımız ilk sonuçlar, uluslararası plandaki yenilginin sonuçlarını doğru ve sağlıklı bir biçimde değerlendirebilmek, herhangi bir biçimde sarsılmamak, bir eksen kaymasına, bir zihinsel dağılmaya uğramamak noktasında bize büyük bir avantaj kazandırdı. Deyim uygunsa biz önden hazırlıklıydık, yıkıcı gelişmelere karşı bir hayli silahlıydık. Ve biz, dünyadaki sarsıcı olayları, bazılarının darkafalıca yapmaya çalıştığı gibi geçmişin tutucu bir savunusu temeli üzerinde değil, fakat yürekli bir kavranışı ve cüretli bir eleştirisi temelinde kavramaya çalıştık. Yıkılışın yaşandığı bir evrede, tarihsel deneyimleri o günkü bilincimiz çerçevesinde toparlama ve bundan gerekli sonuçları çıkarma çabası içinde olduk. Deyim uygunsa olaylara paralel bir ideolojik gelişme seyrimiz vardı.

Boşluktan doğmadığımızı her zaman söyledik. Bir birikimin üzerinden yükseldiğimizi döne döne ifade ettik. Bu birikimi kavrama, onu anlama çabasının, geleceğe ulaşmanın biricik güvencesi olduğunu; bu birikim sert bir biçimde eleştirilse bile, ancak o birikimden alınan güçle ileriye yürünebileceğini, geçmişi savunabilmenin biricik imkanının geçmişi aşmak olduğunu her zaman söyledik. Geçmiş birikim sayesinde sahip olduğumuz belli düşünsel avantajlar da muhakkak ki bu başarımızda belli bir rol oynadı.

Genel planda dış etkenlerin rolü neydi, diye sorulabilir. Başlangıç döneminde sınıf hareketinde bir canlanma vardı. Türkiye’de küçük-burjuvazinin belirlediği sosyal hareketlilik döneminin artık kapandığı, buna karşılık sınıf hareketinin önplana çıkmakta olduğunun işaretlerinin görüldüğü bir dönem sözkonusuydu. Ortada dikkate değer bir durum vardı. Komünist hareketimizin siyasal sahneye çıktığı yıl ile, 1987 oluyor bu, sınıf hareketinin belirgin bir canlanma yaşadığı yıl üstüste düşmüştü. Bizim Türkiye’de küçük-burjuvazinin damgasını vurduğu sosyal hareketlilikler dönemi artık geride kalmıştır dediğimiz bir sırada, yeni dönem hareketliliğinin işçi hareketi eksenli yaşanacağının ilk belirtileri de kendini göstermekteydi. Başlangıçta bu örtüşmenin gerçekten belli bir anlamı da vardı. Ama bilindiği gibi sınıf hareketindeki canlanma çabuk kırıldı. Ve sınıf hareketi o kırılmadan bu yana kendini hala da toparlayabilmiş ve yeniden bulabilmiş değil. Ama buna rağmen biz sağlam bir biçimde ayakta kalmayı, ileriye doğru yürümeyi, eksen tutarlılığını, ideolojik temele, ilkesel konuma bağlılığı savunmayı başarabildik. Deyim uygunsa büyük ölçüde ideolojik çizgimizin gücüyle ayakta kaldık. Bu önemli bir avantaj oldu bizim için.

Genellikle her yenilgi ve yıkılış dönemini dağılmalar, kargaşalar, eksen kaymaları, büyük keşmekeşler izler. Ve nitekim dünyada da, Türkiye’de de bu böyle oldu. Biz işte böylesine büyük bir karmaşa ve çalkantı dönemini, büyük bir sükunet ve berrak bir bilinçle karşıladık ve kazandık. Türkiye sol hareketinin yaşadığı yenilgiye ciddiyetle yaklaşmanın ilk kazanımları bize bu imkanı verdi. ‘87 hesaplaşmasında elde ettiğimiz avantajlar, bunu ‘88, ‘89, ‘90’a kadarki ilerletme çabası, bunun birikimleri, ‘89’da kendini açığa vuran ve ‘90’lı ilk birkaç yılda yaşanan o büyük çalkantıyı büyük bir sükunetle, büyük bir zihin açıklığıyla karşılamak imkanı verdi bize. Tarihsel durumların yaşandığı bir sürece paralel olarak biz onu anlama, değerlendirme ve ondan bazı ilk sonuçlar çıkarma başarısı gösterdik. Daha sonra Türkiye’de siyasal süreçlerin tıkandığı, sınıf hareketinin yarattığı ilk umutların kırılmaya başladığı bir evrede, biz devrimci bilincimizi koruduk, hazırlığımızı inat ve sebatla sürdürdük. Bu somutta parti inşa süreciydi. Bu hazırlığı sonuçta belli bir noktaya getirdik. Bugün burada parti kuruluş kongresini topluyoruz, partiyi ilan etmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Bu küçümsenemez bir büyük başarıdır.

Siyasal mücadele alanına çıktığımız yıllar bir dönemin sonunu işaretliyordu Türkiye’de. Çıkışımızı izleyen birkaç yıl dünyada da bir dönemin sona erdiğini kesinleştirdi. 1. Genel Konferans değerlendirmelerimiz net bir biçimde Türkiye’de ve dünyada bir dönem kapanmıştır, şimdi yeni bir dönemin başındayız tespiti yapıyor. Gelgelelim bir yıkılışın ardından bir yeni dönem hemen başlamaz. Her yıkılışı, her kapanan dönemi genellikle bir boşluk, bir kargaşa, bir keşmekeş dönemi izler. Bu nispeten uzun ya da kısa sürebilir, bu ayrı bir mesele, ama böyle bir geçiş dönemi kaçınılmaz olarak yaşanır. Ancak bu keşmekeş biraz yatıştıktan sonradır ki, başka bazı gelişmelerin düzlediği zemin üzerinde yeni devrimci akımlar şekillenmeye başlar. Her ne kadar biz kendimize özgü avantajlardan dolayı daha ‘91 yılının başında “yeni bir döneme girilmiştir” diyorduysak da, bunu daha çok kendi özel durumumuza ilişkin bir belirleme ya da onun verdiği bir iyimserlik saymak gerekiyor. Aslında dünyada yeni bir döneme yavaş yavaş şimdilerde giriliyor. Türkiye’de ve dünyada bir dönemin kapandığı bir evrede şekillenme imkanı bulan bir akımın, Türkiye’de ve dünyada bir dönemin açılacağı bir evrede bir partiyi kurmak aşamasına ulaşması, çok anlamlı bir rastlantıdır ve bu bir başka büyük avantajdır bizim için.

Dünya ölçüsünde yeni bir kitle
hareketleri dönemi


Bir yeni dönemin içine giriyoruz. Dünyada bunun işaretleri çok belirgindir. Bundan 7-8 yıl önce, emperyalist dünyanın propaganda mekanizmaları “tarihin sonu”nu, dolayısıyla “kapitalizmin ebediliği”ni ilan ediyorlardı. Sosyalizm artık bitmiştir, devrimci sınıf mücadelesi ve sosyalizm tarihin anormal bir durumudur diyebiliyordu, kulakları sağır eden gerici burjuva propagandası. Aradan bugün henüz yalnızca 7-8 yıl geçmiştir. Ve bugün herşey o kadar farklı ki! ‘90’ların başında sosyalizm sorgulanıyordu, bugün, ‘90’lı yıllar henüz bitmeden, dünyanın dört bir yanında emekçiler, ezilenler, namuslu ve yürekli aydınlar yeniden kapitalizmi sorguluyorlar. Sosyalizm yeniden büyüyen bir umut oluyor. Bugün yeniden kapitalizmin yıkıcılığı, barbarlığı, emeğe, insana ve doğaya düşman karakteri tartışılıyor. İnsanlığı, uygarlığı ve doğayı felaketlere sürükleyen bu barbar düzenin kaçınılmaz sonu tartışılıyor. Son haftaların borsa çöküntülerinin ve bir dizi ülkede ekonomik iflasın ardından kapitalizmin akibetine ilişkin tartışmalar artık burjuva basına bile yansımak zorunda kalıyor.

Bu çok yeni bir şey de değil aslında. Olaylar çok hızlı bir biçimde yön değiştirdi. Biz bu iyimserliği kuvvetle taşıdık. EKİM 1. Genel Konferansı’nın değerlendirmeleri bunun ifadesidir. Dünyada durum üzerine değerlendirmemiz, bir soyut inanç, bir genel marksist-leninist düşünce olarak değil, fakat bütün bir 20. yüzyıl bilançosu ve ‘90’lı yıllara ulaşan o günün dünyasının çözümlenmesi üzerinden, tarihin “yeni bir devrimler dönemi”yle devam edeceğini çok net bir değerlendirme olarak ortaya koymaktadır. Konuya ilişkin değerlendirmelerin sonuç bölümünde, net ifadelerle; “Burjuva ideologlarının büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, fakat yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir”, deniliyor. Yineliyorum, bunu genel ve soyut bir inanç olarak ortaya koymak kolaydır bir yerde, insan bir düşünceyi, bir inancı bir umut olarak da yineleyebilir. Ama biz somut bir çözümleme ve değerlendirme olarak ortaya koyuyorduk bunları. Üstelik ne zaman? Daha 1991 yılı başında, SSCB ve Doğu Avrupa’daki yıkılışı izleyen uluslararası gericilik dalgasının tozu-dumanı içinde...

Daha o günden, daha yıkılışın hemen ertesinde, kapitalizmin insanlık için daha ağır sorunlar yaratacağının işaretleri birbirini izlemekteydi. Yıkılışa paralel olarak Körfez savaşı yaşandı. Yeni dönemde emperyalist hoyratlığın kendisini sergilediği bir ilk sarsıcı olay oldu bu. Onu izleyen dönemde, özellikle bir takım sınırlayıcı etkenlerden kurtulmuş olmanın da rahatlığıyla, emperyalizmin dünya halkları üzerine kendi militarist aygıtıyla, o dizginsiz gücüyle nasıl çullandığı ortaya çıktı. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, özellikle de Balkanlar’da ve Afrika’da halklar acımasızca birbirlerine kırdırıldı. Kapitalist dünya ekonomisinde yaşanan iktisadi bunalımın ağırlaşması, bunun çalışan yığınların yaşamında yarattığı etkiler ortaya çıktı. Bu genel olarak dünya ölçüsünde sermayenin emeğe bir saldırı dönemi olarak yaşandı. Yalnızca bağımlı ülkelerde değil, düne kadar “sosyal refah” ülkeleri olmakla övünen emperyalist metropollerde de işsizlik, yoksulluk, demokratik ve sosyal hakların gaspı sürekli ağırlaşan bir hal aldı.

Fakat tüm bunlara karşı tepki de çok gecikmedi. Bu saldırılar bir dizi ülkede büyük sınıf hareketlerine yol açtı. Uzun durgunluk dönemiyle kıyaslandığında ya da onun ardından gelişi gözönüne alındığında, Avrupa’da gerçekten büyük diyebileceğimiz önemli sınıf hareketliliklerine yol açtı. Birçok yerde halkların büyük bir öfke ve tepkisinin belirtileri ortaya çıktı. Yer yer silahlı halk isyanları ve birçok yerde büyük kitlesel hareketlilikler yaşandı. Son dönemde Endonezya’da olduğu gibi, diktatörler yıkıldı yer yer.

Ve biz, tüm bu verilerden hareketle, “proleter hareketin ve halk isyanlarının yeni dönemi” değerlendirmesini yaptık. Bu değerlendirmeye de büyük bir soğukkanlılık egemendir. Bir yeni dönem başlıyor; kapitalizm hiçbir sorunu çözemediği gibi sorunları gitgide ağırlaştırıyor; bu, yeni bir dönemi, devrimci sınıf mücadeleleri dönemini hazırlıyor, bunu mayalıyor, deniliyor burada. Bu değerlendirmeyi izleyen şu son birkaç yıllık süre içerisinde dünyanın çeşitli yerlerinde işçi sınıfı ve halklar bunun yeni örneklerini ortaya koydular. Bugün dünyada yeni bir toplumsal hareketlilikler dönemine girdiğimiz konusunda en ufak bir kuşku kalmamıştır.

Ve temel önemde bir nokta. Bu yeni hareketlilikler döneminde yalnızca emperyalist metropollerde değil, fakat bağımlı ülkelerde de toplumsal hareketlerin ekseninde yaygın olarak işçi sınıfı bulunmaktadır. Bu, 20. yüzyıl tarihinde bir dönemin kapandığına ilişkin bir başka temel olgusal göstergeyle bağlantılı bir durumdur. 1. Genel Konferans’ımızın değerlendirmeleri buna da önemle, vurgulu bir biçimde işaret ediyor. Bu, 20. yüzyılın büyük bir bölümüne damgasını vuran temel dinamiklerden birinin, milli kurtuluş mücadelelerinin eski yapısıyla artık esas olarak geride kalmış olması olgusudur. Milli kurtuluş sorunlarını şu ya da bu şekilde belli bir sonuca bağlayan ezilen halkların artık yeni bir döneme girdikleri olgusudur bu. Bu halkların modern uluslaşma süreçleri yaşadıklarını; buna kapitalist gelişme sürecinin eşlik ettiğini; düne kadar kendi ulusal kimliklerini, özgürlüklerini kazanmak isteyen bu ulusların, bugün artık burjuvazi-proletarya bölünmesi tarafından belirlenen modern burjuva uluslara dönüştüğünü; bu ülkelerde güçlü işçi sınıflarının oluştuğunu ve yeni dönemde halkların mücadelesinin çok büyük ölçüde proleter eksenli mücadeleler olarak gelişip serpileceğini ortaya koyuyor, EKİM 1. Genel Konferansı. Bu da bir değerlendirmeye, kapitalizmin 20. yüzyıl bilançosuna, milli kurtuluş devrimlerinin bir dönemi kapattığına ilişkin bir değerlendirmeye dayanmaktadır. Dünyanın bağımlı bölgelerinde yüzyılın başıyla kıyaslanmayacak bir kapitalist gelişme ve onun ürünü olan modern sınıf ilişkilerinin ortaya çıktığına, dolayısıyla modern sınıf mücadelesinin zemininin oluştuğuna ilişkin değerlendirmeye dayanmaktadır. Bu değerlendirmenin isabetliliğini sınayan olaylara biz şimdiden, geride kalmakta olan ‘90’lı yıllar içerisinde tanık olduk. Asıl olarak da girmekte olduğumuz 2000’li yıllarda tanık olacağız buna. Yeni dönemin temel bir özelliği de bu olmaktadır.

Yakın dönem değerlendirmelerimizde bir başka temel önemde nokta var. Dünya devrimci hareketinin büyük bir dağınıklık ve zaafiyet içerisinde olduğuna ilişkin tespittir bu. Bu dağınıklığın ve zaafiyetin tarihsel köklerine ve nedenlerine birçok vesileyle işaret ettik. Bunun geride kalmasının zaman alacağını, başlamış bulunan sınıf hareketlerinin ve halk hareketlerinin bunun geride kalmasını sağlayacak zemini ve moral atmosferi yarattığını, ancak böyle bir geçiş döneminin ardından yeni partilerin, bu yeni dönemin önderlik ihtiyaçlarına yanıt veren devrimci önderliklerin şekillenebileceğini birçok kez yineledik.

Dünya sol hareketinin bugünkü somut manzarasına baktığımızda, bu değerlendirmenin isabetliliğini açıkça görebiliyoruz. Çeşitli ülkelerde işçi sınıfı, öteki emekçi kitleler hareketlenmeye başladılar. Halklar tepkilerini, mücadelelerini, mücadele isteklerini çeşitli biçimlerde, çeşitli pratikler içerisinde ortaya koyuyorlar. Ama henüz dünya ölçeğinde sol harekette anlamlı bir toparlanma göremiyoruz. Bunun biraz daha zaman alacağı anlaşılıyor. Zira sol akımların toparlanması kendi başına yalnızca halk hareketlerinin ya da genel planda sınıf mücadelesinin kızışmasının bir ürünü olmayacaktır. Bu olumlu gelişmeler yalnızca uygun bir maddi zemin ve moral atmosfer oluşturacaktır. Ama gerçek bir toparlanma ve yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt verebilen gerçek bir ideolojik ve siyasal şekillenme, böyle bir şekillenmenin ifadesi olabilecek siyasal akımlar, ancak gerçekten geride bıraktıkları dönemle ve bu arada kendileriyle hesaplaşmayı başarabilirlerse, bu yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt verebilen akımlar olabilirler.

Bu önemli bir nokta. Bu bizim dünya komünist hareketi sorununa yaklaşımımızın da bir ifadesi. Eğer bir yeni döneme giriliyorsa, yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek partiler, ancak gerçekten eski dönemle hesaplaşmayı başarabilmiş, onu kavramış ve aşabilmiş, onun deneyimlerini özümseyebilmiş, bu deneyimlerle kendini eğitip silahlandırabilmiş partiler olabilirler. Bunu yeni dönemin devrimci akımları yalnızca böyle akımlar olabilecektir anlamında söylemiyorum. Yalnızca yeni dönemin önderlik ihtiyacına gerçekten yanıt verebilecek ve mücadeleleri ileri noktalara götürebilecek perspektifin ve politik kapasitenin nasıl ortaya çıkarılabileceğini belirtmek için söylüyorum. Yoksa eskinin temsilcisi ve taşıyıcısı olan bir takım akımlar, kendi kimliklerini belli kısmi ve yüzeysel revizyonlardan geçirerek, yeni dönemde de varolabileceklerdir. Bugün somut olarak bir takım akımlar şahsında görebildiğimiz gibi. Ne var ki, girmekte olduğumuz yeni yüzyılda devrimci geleceğin temsilcisi olarak şekillenecek olan enternasyonal komünist hareket içinde bu türden akımların yeri olmayacaktır.

Dünyanın tablosuna baktığımızda durum bu. Geçmeden son bir nokta daha. Kongremizin ön hazırlık sürecini yaşadığımız günlerde dünya borsalarında büyük çöküntülere tanık olduk. Bu çöküntülerin dünya ekonomisinin 20 küsur yıldır yaşadığı bunalımın bir yeni evresinin ilk işaretleri olabileceğini, bir çöküşe yol açabileceğini, artık bizzat burjuva basın-yayın organları dile getirmek zorunda kalabiliyorlar.

Kapitalizmin bunalımı yeni değil. ‘70’li yılların başından beridir kapitalizm ekonomik ve mali bir bunalım, genel bir ekonomik durgunluk içerisinde. Bu durgunluk zaman zaman daralmalara, zaman zaman nispi genişlemelere, rahatlamalara yol açsa da, genel bir durgunluk eğilimi olarak, 25 yılı bulan bir süredir devam etmektedir. Borsa çöküşleri kapitalist ekonomiyi bekleyen genel çöküntünün genellikle ilk işaretlerini oluşturur. Hatırlayalım, 1929’daki büyük çöküntü, New York Borsası’ndaki çöküntü ile başlamıştı. Borsa kapitalizmin nabzıdır, kapitalist ekonominin nabzının attığı yerdir. Bu nabzın hızlı atmaya başladığı evreler, genellikle gelmekte olan bir çöküşün göstergesidir. Son gelişmelerin genel bir çöküşe varıp varamayacağını olayların seyri gösterecektir. Bunun büyük bir çöküşe varabileceğini şimdiden burjuva uzmanlar da ifade edebiliyorlar.

Kapitalizmin ekonomik bunalımının ekonomik ve mali bir çöküntüye varması, kuşkusuz ki burjuva dünyasına büyük bir moral darbe olacaktır. Kapitalizmin onulmaz çelişkilerinin yeni bir tarihsel-iktisadi kanıtlanması olacaktır. Yaratacağı ağır sosyal sonuçlar yığınların yaşamında yeni yıkımlara yolaçacak ve yığınların sisteme olan güvenini sarsacaktır. Bu kuşkusuz ki devrimci sınıf mücadeleleri için uygun bir zemindir. Ama bu zeminin genel devrimci gelişmelerin ve devrimci çıkışların bir zemini olup olamayacağını, buna yol açıp açamayacağını belirleyen bir dizi başka etken vardır. Bundan dolayı kapitalizmin ekonomik çöküntüsü ile genel olarak kapitalizmin, kapitalist toplumsal düzenin çöküntüsünü birbirine karıştırmamak gerekiyor. Kapitalizm 1929’da da çöktü. Üstelik karşısında güçlü bir Sovyetler Birliği, artı sınıfın devrimci kesimlerini kucaklayabilen örgütlü ve güçlü bir dünya komünist hareketi vardı. Ama buna rağmen sonuçta kapitalizmin bu bunalımı atlatmayı başarabildiğini, bir yandan faşizme, bir taraftan savaşa başvurarak kendine çılgınca çıkış yolları aradığını, sonuçta savaşı izleyen dönemde bir genişleme ve yeniden duruma hakim olma süreci içerisine girebildiğini de biliyoruz. Kapitalist dünya ekonomisinde mali piyasalardan başlayacak bir çöküşü bu açıdan doğru anlamak gerekiyor. Ama dünyada işlerin karışacağı, dünyada durumun ağırlaşacağı bir döneme girdiğimiz kesindir, ki bunu belirtmek çerçevesinde değindim bu son noktaya.

Böyle bir dönemin başında bizim Türkiye’de kendi cephemizden bir parti olarak ortaya çıkmamız, şüphe yok ki apayrı bir önem, apayrı bir anlam taşımaktadır.

Yıkılmayı bekleyen bir kokuşmuş cumhuriyet

Türkiye’ye ilişkin çok şey söylemeyeceğim. Bu bir açılış konuşması olduğu için kısa tutmak istiyorum. Türkiye’ye ilişkin söyleyeceklerimi, son günlerin sembolik olaylarıyla, bunların simgelediği temel gerçeklerle sınırlamak istiyorum: Türkiye’de burjuvazi şu günlerde kendi cumhuriyetinin 75. yıldönümünü kutlamaya hazırlanmaktadır. 75 yıllık cumhuriyet dönemi, burjuvazinin resmen egemen olduğu bir dönemdir. Bu 75 yılın geldiği nokta üzerinden baktığımızda, bir kokuşmuş cumhuriyetle yüzyüzeyiz. Düzenin iktisadi temeliyle, siyasal kurumlarıyla, ideolojisi ve kültürüyle her açıdan kokuşup çürüdüğünü görüyoruz. Bugün Türkiye’de sıradan insanlar bile bu kokuşmuşluğu tartışabiliyorlar. Düşününüz ki, burjuvazi 75. yıldönümünü mafyalaşmış devlet çetelerinin kendi aralarındaki “kaset savaşları”yla karşılıyor. Devlet bünyesinde ve kamu yaşamında görülmemiş bir kokuşma, büyük bir çürüme ve rezilleşmeyle karşılıyor. Bir taraftan 75. yıl vesilesiyle övüncümüz, kıvancımız nutukları atılırken, öte yandan devletin bütün temel kurumlarını saran, cumhurbaşkanından başbakanına, bakanlarından generallerine, tekelci medyadan holding patronlarına kadar bütün temel kurum ve ilişkilerini kapsayan bir çürüme ve kokuşmanın, buna ilişkin bir çatışmanın yaşandığı bir süreçle karşılanıyor 75. yıldönümü. Ve kokuşmuş burjuvazi tam da böyle bir dönemde içerde şovenizmi, dışarda komşu halklara düşmanlığı körükleyerek, kendi iradesini aşan bir tarzda dışa vurmak zorunda kaldığı ve kendisi için sarsıcı olan bu büyük zaafiyeti bloke etmeye çalışıyor.

İşte bugün, 75. yılında kokuştuğu, çürüdüğü, çeteleştiği apaçık olan bir cumhuriyet var karşımızda. Artık sıradan insanlar bile bu kokuşmanın temelinde ekonomi var diyebiliyorlar. Herhangi bir sol siyasal akıma angaje olmayan sade insanlar bile, bu çeteleşme ve kokuşmanın temelinde ekonominin olduğunu söylüyorlar. Yığınların yaşadığı ağır ve aşırı yoksulluğun, bunun ifadesi toplumsal sorunların düzlediği bir zeminde yaşanan sorunlardır bunlar, diyebiliyorlar. Rejimdeki çeteleşme ve çürümenin 70 milyarlık bir eroin pazarının düzlediği zeminde yaşandığını söyleyebiliyorlar. Üretimden kopmuş bir rant ekonomisinin, üretimden çok üretilmiş bulunan zenginliğin-servetin paylaşımına, borsa oyunlarına, kâra-faize dayanan bir asalak ekonominin ürettiği, onun çürütücü zemininde yaşanan olaylardır bunlar, diyebiliyor sıradan birçok insan.

İşte böyle, kokuşmuşluğu çıplak gözle bile algılanabilen bir cumhuriyetle yüzyüzeyiz. Kendi parti kuruluş kongremizde altını özellikle çizmemiz gereken en temel nokta budur. Bugün Türkiye’de siyasal olayların yapısı ve seyri üzerine enine-boyuna tartışabiliriz, ki bu tartışma zaten yapılacaktır. Ama devrimci sınıf adına kurulan bir partinin kongresinde, hele de böyle bir kongrenin açılışında, altı çizilmesi gereken temel siyasal gerçek, bu cumhuriyetin kendi tarihsel ömrünü çoktan doldurduğu ve yıkılmayı beklediğidir. Onu yıkacak güçler siyasal mücadele sahnesine örgütlü bir biçimde çıkamadığı için, bu kokuşmuş rejimin yaşama ve yönetme gücü bulabildiğidir.

Partimizin kuruluşuna bu açıdan çok özel bir anlam ve misyon atfetmemiz gerekiyor. Kokuşmuş ve çürümüş bulunan, yıkılması gereken ve yıkılmayı bekleyen bir düzen gerçeği ile karşı karşıyayız. Ve biz, bu düzeni yıkacak sınıfı ve bu sınıfın önderliğinde harekete geçecek olan kitleleri örgütleyecek ve devrim mücadelesine yöneltecek bir parti kuruyoruz. Partimizin kuruluşunu, bu büyük tarihi adımı bu çerçevede kavramamız gerekiyor. En önemli nokta budur.

Bir tarihsel birikimin üzerinde yükseliyoruz

Kendi kısa tarihimiz boyunca da vesile doğdukça vurguladık; hiçbir şey boşluktan doğmaz, doğamaz. Bizi doğuran, küçük-burjuva devrimciliğinden kopuşumuzu ve yeni temeller üzerinde ortaya çıkışımızı olanaklı kılan bir geçmiş devrimci birikim var. Daha önce de önemle belirtmiştim; bu birikimden kök almasaydık, bu birikimle hesaplaşma yeteneği de gösteremezdik. Her diyalektik kopuş kendinden önceki dönemin birikimi üzerine yükselir daima. Kopuşun ortaya çıkardığı yeni bilinç, eski bilincin kavranması ve ileri bir noktada diyalektik olarak aşılması anlamına gelir. Eğer komünizmin 150 yıllık mirası olmasaydı, eğer Ekim Devrimi’yle başlayan 70 yıllık bir tarihi dönemin toplam birikimi olmasaydı, bu büyük tarihi birikim ve miras olmasaydı, eğer Türkiye’nin son 35-40 yıllık kitlesel boyutlar kazanmış siyasal mücadeleleri, bu mücadeleler içerisinde oluşmuş devrimci birikimi olmasaydı, biz böyle bir parti kurmak gücü ve olanağı bulamazdık. Biz bu anlamda aynı zamanda olumlu bir birikimin, devrimci bir birikimin ürünüyüz. Onu anlayan, onu özümseyen, ondan ileriye taşınacak herşeyi alan, onda geriyi, başarısızlığı, zaafiyeti temsil eden herşeyle de hesaplaşan bir mücadelenin ürünüyüz.

Bugüne kadar kopuşumuza çok vurgu yaptık. Saflarından koptuğumuz geleneksel halkçı akımlarla sert bir hesaplaşma yürüttük. Bunları yapmak zorundaydık. Kopuşumuzu çok vurguladık dedim, vurgulamak zorundaydık. Zira zamanını doldurmuş bulunan bir geçmiş devrimcilik anlayışından kopuyorduk; onu aştığımızı, onu geride bıraktığımızı vurgulamak zorundaydık. Yeni bir ideolojik-politik kimlik, yeni bir örgütsel kimlik olduğumuzu, yeni bir devrimcilik anlayışını temsil ettiğimizi, tümüyle yeni bir temel kazandığımızı vurgulamak zorundaydık.

Ama gelinen yerde, partili kimlik aşamasına ulaştığımız bir evrede, biz artık sadece reddettiğimiz mirası değil, aynı zamanda üzerinde yükseldiğimiz birikimi de yeterli açıklıkta vurgulamak durumundayız. Bir tarihin ürünü olduğumuzu hiçbir biçimde unutmamalıyız. Parti olarak bizi doğuran tarihsel birikimin bilincinde olmak, bu çerçevede sol hareketin 30 yıllık devrimci mirasını yerli yerine oturtmak zorundayız.

Son 30-35 yılı bilerek özellikle vurguluyorum. Bunu hiç de ‘60’lar öncesini görmezlikten gelmek, tarihimizin bu dönemini yaşanmamış saymak için yapmıyorum. Ya da, bu ülkede cumhuriyetin ilk 30-40 yıllık döneminde, sosyal mücadeleler açısından o son derece çorak ve kısır dönemde, herşeye rağmen sosyalizm davası için bir şeyler yapmaya çalışan insanların emeğini ya da çabasını, oradaki iyiniyeti ve samimiyeti küçümsemek ya da oradan sahip çıkılabilecek şeyleri görmezlikten gelmek için yapmıyorum bunu. Ama Türkiye’de modern temeller üzerinde gerçek sosyal mücadeleler dönemi son 30-40 yıllık dönem olduğu içindir ki, ben de özellikle bu dönem üzerinden konuşuyorum. Bu dönemin birikimi üzerinde yükseliyoruz. Bu birikimi anlamalı, bu birikime sahip çıkmalı ve bu birikimin ürünü olduğumuzun her zaman bilincinde olmalıyız.

Geçmişi olmayanın geleceği olmaz, diye veciz bir söz vardır. Bu güzel bir özdeyiştir. Genellikle geçmişe tutucu ya da oportünist bir şekilde sarılmak için kullanılır, bu noktada gerici ya da geriye dönük niyetlere alet edilmiş bir sözdür. Ama temelde doğru bir sözdür. Geçmişe tutucu bir şekilde sarılanların, geçmişin zaaflarını, zaafiyetlerini savunmak için bu özdeyişe sarılanların durumu ne olursa olsun, biz geçmişle sert bir hesaplaşmayı yaşayan, o noktada geçmişi aşıp geleceğe bakan bir akım olarak kendi kimliğimizi oluşturduğumuz bir noktada, “geçmişi olmayanın geleceği olmaz” özdeyişinin anlamını pozitif bir tutumla gözönünde bulundurmalı, bunun gereklerine uygun davranabilmeliyiz.

Geçmişte olumlu olanı, bu geçmişin içinden geleceğe taşınacak olanı anlamayı ve özümsemeyi başaramayan bir hareket zaten yeni bir kimlik yaratamaz, yaşama gücü ve olanağı bulamazdı. İnkarcılığın tutunduğuna tanık olunmamıştır, kendinden önceki birikimi hiçleyen bir akımın yaşadığı görülmemiştir. Biz eğer, çok sınırlı güç ve imkanlarla çok kötü bir dönemde, gerçekten tarihsel konjonktür olarak çok kısır ve elverişsiz bir evrede ortaya çıktıysak, ama buna rağmen yaşama gücü bulabildiysek ve bugüne gelebildiysek, belli ki biz “geçmişi olmayanın geleceği olmaz” bilincine fazlasıyla sahip bir hareket olarak davranmışız. Biz bu geçmişe kaba inkarcı bir tarzda yaklaşmış olsaydık, zaten birkaç yıl içerisinde silinir giderdik. Hiçbir biçimde kök tutamazdık. Biz kendi ulusal ve evrensel tarihimizde kendimize sağlam kökler bulduğumuz içindir ki, bu temel üzerinde yeni bir filiz olarak yeşermek, yeni bir gövde olarak gelişip serpilmek imkanını da böylece bulabildik.

Yeni dönem: Proletarya sosyalizmi dönemi

Türkiye’nin ‘60’lı yıllarına baktığımız zaman, net bir biçimde bir burjuva sosyalist hareket görüyoruz. Aslında görkemli bir dönemdir, ‘60’lı yıllar. Türkiye’de bir sol uyanış dönemidir. Sosyalizmin büyük heyecanlar yarattığı, sosyalist olmak iddiasındaki politik akımların toplumla yüzyüze, düzenin resmi güçleriyle karşı karşıya geldiği, kendini bir kuvvet olarak hissettirebildiği bir dönemdir. Solun ilk kez olarak kitleselleştiği bir dönemdir. Bu gerçek bir heyecan ve coşku dönemidir. Bence Türkiye’nin sol ve sosyalizm konusunda samimi heyecanları ve coşkuları yaşadığı bir dönemdir, ‘60’lı yıllar. Ama bu aynı zamanda, marksist bilincin ışığında devrimci açıdan bakıldığında, çok da yüzeysel bir dönemdir. Çünkü bu dönemin soluna çok büyük ölçüde orta sınıf aydınları damgasını vurmaktadır. Mücadele edenler alt sınıflar oldukları halde, o dönemin bilinci çok büyük ölçüde YÖN, MDD ve TİP’de ifadesini bulan orta sınıf aydınları tarafından oluşturulmaktadır. Bu dönemin ideolojik görüşlerine, programlarına, mücadele platformlarına baktığımız zaman, düzenin ve düzen kurumlarının aşılamadığını görmekteyiz. Biz burjuva sosyalizmi derken de bunu kastetmekteyiz. İşin özünde düzeni kendi temelleri üzerinde reforme etme programlarıdır bunlar.

‘60’lı yıllar burjuva sosyalizminin damgasını vurduğu bir dönem oldu ve bu dönem ‘71 Devrimci Hareketi’nin çıkışıyla kapandı. 71 Devrimci Hareketi yeni dönemin, devrimci küçük-burjuva radikalizminin, aynı anlama gelmek üzere küçük-burjuva sosyalizminin doğuşunu işaretler. Bilindiği gibi biz, ‘71 Devrimci Hareketi’ni Türkiye’nin reformist geleneğinden devrimci bir kopuş olarak değerlendiriyoruz. Buradaki devrimci kopuş, ‘71’in devrimci akımlarında/örgütlerinde ifadesini bulan küçük insan gruplarının silahlanarak dağa çıkması ya da şehir gerillacılığı yapması değildir hiç de. Kopuşun kendisi asıl anlamını bu akımların ideolojik-politik bilincinde bulmaktadır. Bu akımlara baktığımızda, bunların devlet konusunda, devlet yıkıcılığı konusunda, düzenin daha temel noktalardan reddi konusunda, düzen kurumlarının karşıya alınması konusunda radikal bir ideolojik-politik tutum içerisinde olduğunu görüyoruz. Kopuşa asıl anlamını veren de bu zaten. Yoksa küçük insan gruplarının silahlanarak dağa çıkmış olması ya da kentlerde bir takım silahlı eylemler yapmış olması değil. Bunların sembolik politik-pratik anlamı var yalnızca.

‘71 Hareketi, kendinden birkaç yıl sonra görkemli bir büyüme yaşayacak büyük devrimci akımlara kaynaklık etti. Ve kalıcı olan yan hiç de küçük insan gruplarının silahlı eylemi olmadı. İşin bu bireysel şiddete dayalı eylem çizgisi yanı daha ‘74 yılında geride kalmış, aşılmıştı. Bu ancak o dönem Türkiye’sinde, ‘70’li yıllarda fazla bir ciddiyeti olmayan bir takım küçük grup ve çevreler tarafından sürdürülmek isteniyordu. Oysa ‘71 Hareketi’nden köklenen asıl akımlar büyük kitlesel mücadelelerin içerisinde kendilerini buldular. Kitle çizgisine oturdular. Büyük kitle eylemlerinin bir parçası, yer yer öncüsü haline geldiler. Demek ki kalıcı olan, küçük insan gruplarının silahlı eylemleri değil. Devrimcilik orada hiç de devlete silah çekmekten ibaret değil. Devlet ve düzen kurumlarını karşıya alan, şiddete dayalı devrim fikrine bağlılık gösteren bir ideolojik ilerleme sözkonusu. Devlet ve devrim konusunda bir ilerleme var, kopuşun ideolojik-politik özü, ifadesini asıl olarak burada bulmaktadır. ‘60’lı yılların sol akımlarına, burjuva sosyalizminin temsilcisi bu akımlara baktığımızda, olmayan da bu zaten.

‘70 yıllar, bu temel üzerinde ortaya çıkan ve ‘70’li yıllara egemen yaygın küçük-burjuva hareketliliği içinde kendini bulan küçük-burjuva sosyalizmi dönemi oldu. Küçük-burjuva sosyalizmi de kendi çapında görkemli bir dönem yaşadı, gelişip serpildi. Fakat sonuçta o da gelişmesinin sınırlarına vardı. Belli bir noktadan sonra da karşı-devrimin sert karşı saldırısıyla yüzyüze kalarak yenilgi ve yıkımla sonuçlandı. Ve ‘80’lerin ortası, bu yenilginin, bu yıkımın çok da rastlantı olmadığını, sözkonusu olanın basit bir karşı-devrim yenilgisi olmadığını, bu hareketlerin yapısal zaafiyetleri, açmazları temeli üzerinde bu denli yıkıcı ve tasfiyeci etkisini gösterdiğini ortaya koydu. Yine ‘80’lerin ikinci yarısı, küçük-burjuva hareketliliğinin artık geçmişteki biçimiyle tekrarlanamayacağına da tanıklık etti.

Dolayısıyla, ‘60’lı yıllar orta sınıf sosyalizminin, bu anlamda burjuva sosyalizminin gelişip serpilmesi dönemi olduysa, ‘70’li yıllar da küçük-burjuva sosyalizminin gelişip serpilmesi dönemi oldu. Ve ‘80’li yıllar, bu her iki sosyalizm türünün ürünü olan akımların yenilgiyi yaşadıkları ve dağılma süreçleriyle yüzyüze kaldıkları bir evreye tanıklık etti. Biz işte tam da bu dönemde, ‘80’lerin ikinci yarısında, siyasal mücadele sahnesine doğduk. Ve bir dönemin, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmlerinin birbirlerini izleyerek sırayla damgasını vurdukları bir dönemin kapandığını ve artık proletarya sosyalizminin damgasını vuracağı dönemin başladığını ilan ettik.

Ama az önce dünya üzerinden söylediğimin bu çerçevede bir kez daha altını çiziyorum. Bu bizim, deyim uygunsa dar bir insan çevresinin, o günkü bilincinin ve inancının ifadesiydi. Dönemler daima sınıflar mücadelesiyle ve sosyal hareketliliklerle belirlenir. Dönemlerin bitişi, yeni dönemlerin başlayışı, nesnel toplumsal nedenler ve dinamiklerle belirlenir. Küçük insan çevrelerinin bilinci bunu yalnızca kavrayıp yansıtabilir. Bir dönem kapanıyordu, biz bunu farkettik. Yeni bir dönemin ilk işaretleri konusunda ciddi bir etken o dönemin sınıf hareketliliği idi. Ama bunun ‘91 yılının başında kırılmaya uğraması ve bugüne kadar belini yeniden doğrultamaması, kendi birikimini, kendi enerjisini bugüne kadar ortaya koyamaması, sınıf hareketinin damgasını vuracağı yeni bir dönemin henüz başlayamadığının da bir göstergesi. Ama biz bu yeni dönemi kucaklayarak bir siyasal akım olarak ‘87’de doğmuşuz. Belli bir gelişme yaşamışız ve bugün partimizi kuracak aşamaya gelmişiz. Deyim uygunsa başlayacak dönemi kucaklayacak bir öncü hazırlık süreci içinde olmuşuz.

Yeni döneme işçi sınıfının ve tarihsel olarak onun temsil ettiği proleter sosyalizminin damgasını vuracağının açık göstergeleri şimdiden var. İlk gösterge, sınıfın bu yeni döneminin başlangıç evresinde ortaya koyduğu ilk hareketlenmeler, oradaki kapasite, potansiyel idi. İkinci bir gösterge ise tersinden bir olgu üzerinden yansıyor. Küçük-burjuva kitleler belli hareketlilikler ortaya koysalar bile geçmişi tekrarlamayacaklarını aradan geçen on yıllık süre içerisinde fazlasıyla göstermişlerdir.

Bu ülkede yeni bir sosyal mücadeleler dönemi ancak işçi sınıfının damgasını taşıyabilir. Artık biz ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki türden küçük-burjuva yığınların egemen olacağı ve damgasını vurabileceği bir tarihsel dönemi bu ülkede yaşayamayacağız. Türkiye’deki sosyal ilişkilerin evrimi, küçük-burjuvazi üzerinde yıkıcı etkiler yapan bir takım başka gelişmeler sözkonusu. Biz çoğu kere yirmi yılın yorgunluğu dedik, ama bu işin gerçekte öznel yanı. Bir de bunun nesnel temeli var. Türkiye’de burjuvazi bugün öyle bir egemenlik kurmuş, öyle bir örgütlü aygıt yaratmış, siyasete, kültüre, ideolojiye ve gündelik yaşama öylesine yön vermektedir ki, bu hakimiyetin karşısında ideolojik sağlamlığı ve politik bir gücü, ancak gerçekten bu düzenin anti-tezi olan sınıf, onun temsilcisi ve öncüsü politik akım, yani komünist bir sınıf partisi başarabilir. Sayısız sol akım içerisinde bütün bu kargaşaya, bütün bu çalkantıya karşı ideolojik açıdan sağlam durmayı yalnızca komünist hareketimizin başarmış olması bile bu açıdan hiçbir biçimde rastlantı değildir.

Bu gerçek, yeni döneme işçi sınıfının damgasını vuracağının, işçi sınıfının temsilcisi olan akım üzerinden kanıtlanmasından başka bir şey değil. Yani bir toplumsal sınıfın gösterebileceği bir kapasiteyi ve tutarlılığı, o sınıfın henüz kendini siyaset sahnesinde ortaya koyamadığı bir dönemde, o toplumsal sınıfın temsilcisi olan siyasal akım kendi şahsında gösterebilmektedir. Bizim üzerimizden yansıyan, gelecekte işçi sınıfının gerçekleştireceği önderlik kapasitesinin bir göstergesinden, bu sınıfa özgü devrimci tutarlılığın bir ifadesinden başka bir şey değil. Ve öyle anlaşılıyor ki, ‘60’lı yıllar burjuva sosyalizmi için bir yükseliş, ‘70’li yıllar küçük-burjuva sosyalizmi için bir yükseliş, ‘80’li yıllar bu her iki sosyalizm türü için bir yenilgi ve çözülüş dönemi oldu. Devrimci kitle hareketleri yönünden durgun geçen ‘90’lı yıllar ise yeni bir sosyalizm türü için, proletarya sosyalizmi için bir şekillenme dönemi olarak yaşandı. Ve öyle anlaşılıyor ki, partili bir kimlikle gireceğimiz 2000’li yıllar, partimizin damgasını vuracağı bir dönemin de ifadesi olacaktır.

Başarımızı neye borçluyuz?

Başarımızı neye borçluyuz? Bu soruya aslında konuşmamın daha başında bir yanıt verebildiğimi zannediyorum. Biz yaşanan süreçleri, somutta başarıyı olduğu kadar yenilgiyi de yeterince ciddiye almak sayesinde başardık. Bu sayede geçmişle hesaplaşmayı başardık. Geçmişle hesaplaşmayı başardığımız ölçüde de yeni dönemde yenilenmiş bir hareket olarak varolmayı başardık.

Başarının temelinde herşeyden önce ciddiyet var. Bizim şekillenmemize yolaçan ilk belgelerden birinin “Ciddiyet Bunalımı” gibi bir başlık taşıması, bu açıdan son derece anlamlıdır. Bizim ciddiyetsizlikle suçladığımız akımın bugün ne duruma geldiğini herkes görmektedir. Bu akım bugün tanınamaz hale geldi. Biz bünyesinden koptuğumuz ve hesaplaştığımız bu akımı ciddiyete çağırdık. Bu ciddiyeti gösteremezseniz geleceğiniz yoktur dedik ve geleceklerinin olmadığını zaman tüm açıklığı ile gösterdi. Gelecekte ideolojik kimliğini, moral gücünü ve savaşma kapasitesini koruyarak varolabilmenin ciddiyetten geçtiğini, ciddiyetin ise, yaşanmış ciddi süreçleri ciddiye almakta ifadesini bulabileceğini anlatmaya çalışmıştık. Zaman bizi bu konuda tam olarak doğruladı. Ciddiyetsizlikte diretenler sonuçta devrimcilik adına ne varsa tüketip terkettiler.

Başarımızın temel koşulu bence bu. Ve bunun bir parçası olarak biz Marksizmi, onun bilimsel devrimci yöntemini ciddiye aldık. Marksizmin devrimci teorisini ciddiye aldık. Biz devrimci örgüt denilen şeyi ciddiye aldık. Biz devrimci sınıf denilen toplumsal kuvveti ciddiye aldık. Ve elbette hepsinden de çok politik mücadelenin kendisini ciddiye aldık. Devrimi ciddiye almanın göstergesi bence Marksizmi ciddiye almaktır, devrimci örgütü ciddiye almaktır, sınıfı ciddiye almaktır. Bütün bunları ciddiye alan bir akım, gerçekte devrimci siyasal mücadeleyi ciddiye almaktadır. Devrimci siyasal mücadele bir çocuk oyunu değil, ciddiyetsizliği hiçbir biçimde kaldırmaz. Kaldıramadığını bir dizi siyasal akım şahsında da göstermektedir. Ciddiyetsizliği kimlik edinmiş bazıları belki hala da yaşamaktadır, ama sürünerek yaşamak yaşamaksa, çürüyerek yaşamak yaşamaksa eğer!.. Bazıları sadece sürünerek, sürekli çürüyerek yaşıyor gerçekte.

Sağlam bir ideolojik çizgide, sağlam moral değerlerle, belli bir özgüvenle, belli bir heyecanla, belli bir coşkuyla, geçmişle hesaplaşmayı başararak ve geçmişten beslenmesini başararak varobilmek ve yaşayabilmek, bu apayrı bir şey. Bunu bu yeni dönemde yalnızca biz başardık. Bunu büyük bir içtenlik ve inançla söylüyorum. Çok elverişsiz koşullarda, hiçbir zaman işin kolayına kaçmadan, çok zor tercihler yapmasını bilerek, sonuçta bunu başardık.

Ve bugün geldik, parti kuruluş kongremizi toplayacak bir aşamaya ulaştık. Ne yapmış oluyoruz bununla? Yalnızca devrim denilen uzun yürüyüşün bir ilk adımını, ilk zorunlu adımını atmış oluyoruz. Asıl yol bundan sonra başlıyor. Partiyi kuruyoruz. Bu partiyle devrime önderlik edecek biricik sınıfı örgütlemeye ve kazanmaya gideceğiz. Ve bu sürecin kendisi aynı zamanda bizim için devrimi örgütleme süreci olacak. Biz bu sınıfı örgütlemeden devrimi örgütleyemeyiz. Bu sınıf devrime kazanılmadan, bu sınıf devrim için örgütlenmeden, Türkiye’de hiçbir devrimci iktidar şansı yoktur. Kimse kendini boş hayallerle oyalamasın, aldatmasın. Türkiye herhangi bir geri ülke değil. Türkiye modern ilişkilerin egemen olduğu, modern sınıf yapılanmasının oturduğu bir ülke. Bu ülke, bugünkü çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğu ne olursa olsun, modern sınıf bilinci ve sağlam bir örgütlenmesi olan modern bir burjuva sınıfın egemen olduğu bir ülke. Bu sınıfla ancak, bunun anti-tezi olan sınıf örgütlenirse, ona dayanılırsa, bu sınıf devrimci bir önderlik altında birleştirilirse, başa çıkılabilir. Devrimci iktidar şansı herşeyden önce işçi sınıfından geçmektedir.

Partiyi kazandık, şimdi partiye dayanarak sınıfı kazanabilmeliyiz. Sınıfı kazanmak devrimi kazanmanın temel önkoşulu. Zira sınıfı kazanmak, öteki emekçi sınıf ve katmanları kazanmanın da biricik önkoşulu. Çünkü modern burjuva toplumunda onları ancak bu sınıf arkasından sürükleyebiliyor. Tarih bunun kanıtı. Teori bunu böyle söylüyor demiyorum, tarih bunun kanıtıdır diyorum. Teori de zaten tarihin o gerçekliğinin soyutlanmasından başka birşey değil. Dolayısıyla, önümüzde sınıfı örgütlemek, sınıf içinde örgütlenmek, sınıf içinde örgütlenerek sınıfı devrim için örgütlemek gibi temel önemde stratejik bir görev var. Tüm bilincimizle, tüm enerjimizle, tüm olanaklarımızla bu göreve kilitlenmemiz gerekecek.

Tüm komünist potansiyeli partimizin
saflarında birleştirmeliyiz

Daha dar, daha özel bir görevimiz daha var. Biz diyoruz ki, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmi sırasıyla damgasını vurmuş olsa bile, Türkiye’nin 30 yıllık sol ve devrimci birikimi, bizim üzerinde yeşerdiğimiz topraktır. Bu birikimden olumlu olan her şeyi biz çeker alırız, sahipleniriz. Çekip aldığımız, sahiplendiğimiz için zaten bir kimlik yaratıp varolmayı başarabildik. Şimdi eğer bu böyleyse ve doğruysa, bu, bu ülkede halihazırdaki devrimci birikim içerisinde de ileriye taşınabilecek ve kazanılabilecek güçlerin olduğunu gösteriyor. Ve yakın dönemin bazı gelişmeleri bunun olabildiğini somut olarak da gösterdi.

Biz bugünün sol siyasal akımlarının bünyesinde bulunan ve sosyalizm konusunda samimi güçlerin oluşturduğu potansiyeli partimizin bayrağı altında toplamak, bu güçleri partimizin saflarına kazanmak zorundayız. Böyle bir görevimiz de var. Biz kendi işimizi yaparsak, kendi yolumuzda ve rotamızda tok bir biçimde yürürsek, bunu kesinlikle başarırız. Yani kendi rolümüzü oynadığımız, kendi normal görevlerimizi gerçekleştirdiğimiz ölçüde bunu da zaten başarırız. Bunun bilinciyle hareket etmeli ve bunu mutlaka başarabilmeliyiz.

Bu böyle olmakla birlikte, yine de biz işimizi yaparız, bu nasıl olsa olur dememeliyiz. Biz bir parti kuruyoruz. Ve partiyi kurduğumuz bir dönemde, artık tüm komünistler Türkiye Komünist İşçi Partisi saflarına, devrimci sosyalizmin kızıl bayrağı altına, diyebilmeliyiz. Partimizi kurduk ve yolumuzu yürüyoruz demekle kalmamalıyız. Evet, biz partimizi kurduk ve yolumuzu yürüyeceğiz. Biz partimizi kurduk, bir bayrak yükselttik, bu bayrağın altında birleşin, diyeceğiz. Bir program ortaya koyduk, bu programın etrafında birleşin, diyeceğiz. Bir tarihi iddia ortaya koyduk, bu tarihi iddia etrafında bütünleşelim diyeceğiz. Ve bunun kendisini bir cereyana çevirerek sol hareketin saflarından kazanabileceğimiz yeni güçleri mutlaka kazanmaya çalışacağız. Partinin kuruluşu buna iyi bir vesile olduğu için bunu özellikle belirtiyorum. Ve gerekirse parti kongresi bu konuda kısa, özlü bir çağrı metni kaleme almalı ve yayınlayabilmelidir.

Söyleyemek istediklerimi genel çizgileriyle söylemiş oldum. Çok fazla uzatmayacağım, nihayetinde bir açılış konuşması bu. Gündemimiz içerisinde çok şeyi zaten tartışacağız. Bu meselelere değişik yönleriyle döneceğiz.

Attığımız tarihi adımın, gündeme getirdiğimiz büyük devrimci adımın bilincinde olalım. Onun gerektirdiği bir sorumlulukla kongre çalışmalarımızı yürütelim. Bu kongrede sadece bir tarihi adımı ilan etmekle kalmayalım, yakın dönemimizi kazanmayı da güvence altına alalım. Önümüzde bir sonraki kongreye kadar uzanacak iki yıllık bir dönem olacak. Bu dönemin sorunlarını, bu dönemin görevlerini tanımlayalım, bu dönemi planlayalım. Bu dönemin kazanılmasını güvence altına alalım. Kısacası demek istiyorum ki, sorunlara bir yandan önümüzdeki tarihi dönemi kucaklama, öte yandan da bunun bir parçası olarak önümüzdeki taktik dönemi kazanma perspektifiyle bakalım. Kongremizin gündemi bu ikisinin kesiştiği bir gündem olabilmelidir. Biz bir parti kurarak bir tarihi dönemi güvence altına almaya çalışıyoruz. Ama bu parti kuruluş kongresinde aynı zamanda taktik dönemi kazanmayı da güvence altına almalıyız. Nitekim kongremizin gündemi de buna göre şekillenecektir.

Açılış mahiyetinde kısaca söyleyebileceklerim bunlar. Tüm yoldaşlara, toplam olarak kongremize, başarılar dileyerek sözlerimi noktalamak istiyorum.

Ekim 1998


Üste