Logo

“Çözüm” süreci ve Kürt hareketi - N. Eren


“Çözüm” süreci ve Kürt hareketi

N. Eren

Öcalan’ın “tarihi” nitelik atfedilen Newroz mesajı, Kürt hareketinin “siyasal çözüm” arayışının vardığı noktanın özlü bir ifadesi olmuştur. Kapalı kapılar ardında nasıl bir pazarlığın yapıldığına açıklık getirmese de, yürütülen görüşmelere hangi sınıfsal bakışın yön verdiği ve gerçek muhatap olarak kimlerin alındığı yeterli açıklıkta ortaya çıkmıştır.

Bugün İmralı’da kurulan masada, yıllardır ulusal özgürlük mücadelesinin tüm yükünü omuzlayan ve bunun için ağır bedeller ödeyen Kürt alt sınıflarının gerçek çıkar ve özlemlerine tümüyle aykırı olarak, kurulu düzenle barışıp bütünleşmenin önü açılmaya çalışılmaktadır. Mesajın asıl muhatabı da Türkiye’nin emekçileri ve ezilenleri değil, fakat kurulu düzenin efendileridir. Türk burjuvazisinin ve devletinin gerici yayılmacı emelleri okşanarak, bununla uyumlu söylemler öne çıkarılarak, sözümona “barış ve kardeşlik çözümü” aranmaktadır.

Uzun yıllardır dillendirilen “siyasal çözüm” çizgisi, Kürt sorununa anayasal sınırlarda, yani kurulu düzen zemininde, reformist bir çözüm arayışıdır. 1993’den itibaren adım adım geliştirilen bu çizgi İmralı savunmaları ile yepyeni bir boyut kazanmış, reformist uzlaşma çizgisi hiç değilse o gün için kaba bir teslimiyete varmıştır. Sonraki süreçte Kürt hareketi özellikle bölgede yaşanan gelişmelerle birlikte yeniden toparlanma yaşamış, Kürt halk kitleleri daha kitlesel bir biçimde mücadele alanlarına çıkmışlardır. Bu süreçte kazandığı moral ve özgüvenle Kürt hareketi yeni talepler ileri sürerek çıtayı yükseltse de, devletle masaya oturmanın ötesinde bir stratejik hedeften yoksun olduğu ölçüde, süreç kendi mantığına uygun bir gelişme seyri izlemiş, sonuçta bugünkü noktaya gelinmiştir.

Bugünse, temelde bölgeye dönük emperyalist politikalar ile Türk burjuvazisinin çıkarlarını bununla uyumlulaştırma çizgisinin, yanısıra da AKP’nin iktidardaki konumunu sağlamlaştırma hesaplarının yön verdiği bir “Kürt açılımı” gündemdedir. “Açılım”ın amacı elbette Kürt sorunu gibi köklü ve kapsamlı bir sorunu çözmek değil, fakat yatıştırıp yönetilebilir sınırlara çekmek ve bu arada silahlı biçimiyle Kürt hareketini tasfiye etmektir. Elbette olanaklı olabilirse eğer siyasal Kürt hareketini emperyalizmin ve AKP’nin bölgeye ve Türkiye’ye ilişkin kirli politikalarına yedeklemektir.

Görüşmeler düzenin kirli ve karanlık kurumları üzerinden gerçekleşmekte, böylece devletin resmen muhatap olmadığı bir “barış süreci” gösterisi sahnelenmektedir. AKP iktidarının göstermelik girişimlerine, aşağılayıcı bir üslupla sürdürülen “terörü bitirmek” propagandası eşlik etmektedir. Sürecin nereye varacağı, “Kürt reformu” kapsamında hangi adımların atılacağı konusunda ise halen hiçbir açıklık yoktur. Tek açık nokta, silahlı biçimiyle Kürt hareketinin tasfiyesidir. Böylece “terör bitirilecek”, Türkiye “bu bela”dan artık nihayet kurtulacak, akan kan duracak, anaların gözyaşları dinecek ve bu arada Türk-Kürt kardeşliği de yeniden pekişecektir. Halen söylem bundan ibarettir. Türk cephesinden “terör” bıkkınlığının ve Kürt cephesinden “barış” özleminin istismarına dayanan, açıklıktan yoksun ve inandırıcılıktan uzak bir süreç işlemektedir.

Öcalan’ın “Newroz mesajı” da işleyen sürecin ruhuna uygundur. İmralı savunmalarında formüle edilen yeni ideolojik platformun temel argümanları tekrarlanmaktadır. Yanı sıra süreci daha kolay ilerletebilmek adına yeni “açılımlar” yapılmakta, “Misak-ı milli”, “bin yıllık ortak islam bayrağı”, “Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikatler” türünden gerici söylemlere başvurulmaktadır. Emperyalistlerin ve Türk egemenlerinin tüm hassasiyetlerinin gözetildiği, ilkelerden yoksun, tümüyle pragmatizmin yön verdiği bir süreç yaşanmaktadır.

 

Dünden bugüne Kürt hareketi

PKK siyasal mücadele sahnesine çıktığında, devrimin ilk aşamasını ulusal sorun eksenine oturtan anti-emperyalist, anti-sömürgeci, anti-feodal bir programa sahipti. Devrimci-demokratik çizgide gelişen mücadele Kürt sorununun gündeme taşınmasında ve Kürt ulusal uyanışında tarihi bir rol oynadı. Ulusal sorun çerçevesinde temel önemde bir devrimci dinamiğin açığa çıkmasını sağladı. Bu dönemde tanınan “Kürt realitesi”, Kürt özgürlük mücadelesinin yaşadığı bu devrimci gelişmenin ürünüydü ve tarihsel inkarcı çizgiye büyük bir darbe anlamına geliyordu.

Ancak PKK, devrimci siyasal kimliğine rağmen, küçük-burjuva demokratik bir ulusal hareket olarak, kendi başına devrimci çizgide derinleşme imkanlarından yoksundu. 1992’de en üst noktasına ulaşan mücadeleyi daha ileriye taşımaya güç yetiremedi. Mücadelenin salt ulusal-siyasal istemlere daralması, temel toplumsal sorunlara dayalı sınıfsal mücadeleye uzaklık, başından itibaren en temel zaafıydı. Bu nedenle Kürt emekçilerinin sınıfsal enerjisini harekete geçiremediği gibi, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin desteğini almayı da başaramadı.

Mücadelenin gelişiminin kendi sınırlarına dayanması ile ‘89 çöküşü sonrası dünya ölçüsünde yaşanan gelişmeler, Kürt hareketini bir “yol ayrımı”na getirdi. Ya Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri ile devrimci temellerde birleşmeye yönelecek ya da emperyalist sistem ve kurulu düzenle uzlaşma yolunu tutacaktı. PKK salt ulusal istemlerle sınırlı bir mücadele çizgisinin ötesine geçmeyi başaramadığı için yaşadığı tıkanmanın önünü açamadı, düzen içi “siyasal çözüm” çizgisine yönelerek devrimci çözüm yolunu terketti. İmralı savunmaları ise bu uzlaşmacı reformist yönelimin tasfiyeci bir ideolojik açılımla tüm sonuçlarına vardırılması oldu.

Bugün Öcalan ile gerçekleşen görüşmeler, İmralı teslimiyeti sonrası süreçte yeniden başlayan ve devleti masaya oturtmanın ötesinde bir stratejik hedefi olmayan “silahlı mücadele”nin gücü ile değil, tam da devrimci çizgide yürütülen mücadelenin yarattığı birikim sayesinde mümkün olmaktadır. “Barış süreci” nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, anayasal/yasal düzenlemeler gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, devrimci mücadele döneminin ürünü önemli kazanımlar elde edilmiştir ve bunlar bugün fiilen kullanılmaktadır da.

 

İmralı savunmaları:
Bütünsel bir teslimiyet platformu

 “Siyasal çözüm” yönelimi ‘93’te başlasa da, Kürt hareketi açısından asıl dönüm noktası İmralı teslimiyetidir. İmralı savunmaları ile ideolojik-teorik ve politik planda emperyalist sistemle ve kurulu düzenle bütünleşmeyi zora sokacak tüm sorunlarda köklü açılımlar yapılarak, bütünsel bir tasfiye platformu ortaya konulmuştur. Marksizmin geçersizliği ve devrimin kategorik reddi üzerine oturan bu açılımlarla, devrimci geçmişle tüm bağlar koparılmakla kalınmamış, emperyalist dünya sistemi ve kapitalist toplum düzeni, “20. yüzyılın sonunda zafer kazanan demokratik sistem”, “demokratik uygarlık”, “demokratik düzen” vb. söylemlerle olumlanmıştır.

Bilimsel dünya görüşünün, devrimci sınıf mücadelesinin ve devrim hedefinin tümüyle terkedildiği, kurulu düzenle barışıp bütünleşmeye dayalı bu yeni ideolojik platform, köklü bir konum ve kimlik değişiminin ifadesi olmuştur. Bu yeni konuma uygun olarak devrimci demokratik ulusal program da yerini Kürt sorununun anayasal yollardan reforme edilmesine dayalı bir liberal ulusal programa bırakmıştır. Sorun “cumhuriyetin demokratikleşmesi” olarak formüle edilmiş, bununla kurulu toplumsal düzen zemininde demokratikleşme hedefi dile getirilmiştir. Buna göre, Kürtlerin hedefi artık kurucusu oldukları cumhuriyeti, demek oluyor ki burjuva sınıf egemenliğine dayalı mevcut düzeni, demokratikleştirmektir.

Böylece ulusal sorun ile Kürt emekçilerinin sınıfsal çıkar ve özlemleri birbirinden kategorik olarak koparılmıştır. Küçük-burjuva devrimci-demokrat bir hareket olarak yola çıkan PKK, İmralı süreci ile birlikte liberal demokrat bir ulusal hareket haline gelmiştir. Kurulu düzenle barışıp bütünleşmeye dayalı siyasal çözüm yönelimi onu bu süreçte bir orta sınıf hareketine dönüştürmüştür. Kürt hareketi kitle tabanı olarak bugün de alt sınıflara dayanmakla birlikte, artık onların değil fakat burjuvazinin çıkarlarının ifadesi bir çözümün peşinde koşmaktadır. İçine girdiği yönelimin ve aradığı çözümün nesnel bilimsel mantığı bakımından bu tartışmasız bir olgudur.

Sosyalizmin alternatifi bir “yeni” sistem!

İmralı’da oluşturulan “yeni” sistem, devrime ve sosyalizme karşıtlığa dayalıdır. Yeni açılımlarla “dar sınıfsal bakış” ve “dogmatik sosyalizm” aşılmıştır! Yeri geldiğinde kapitalizmin ürettiği kötülükler sıralansa da, bunlar ahlaki suçlamalar olmanın ötesine geçmemekte, tüm bu kötülüklerin kaynağı olan sınıflı toplum gerçeği ve özel mülkiyet düzeni hiçbir biçimde hedef alınmamaktadır.

İmralı’dan bu yana değişik formülasyonlarda ifadesini bulan bu yeni sistem, devrimin, devrimci sınıf mücadelesinin, onun yol ve yöntemlerinin reddedilmesine dayanmaktadır. Marksist bakışaçısı, materyalist tarih anlayışı bir yana bırakılmakta, tarihsel ilerleme “sınıf mücadeleleri” ile değil “zihniyet mücadeleleri” açıklanmaktadır. İnsanlığın önündeki sorunlar devrimci sınıf mücadeleleri ile değil, “egemen zihniyet”in altedilmesi ile, böylece “demokratik düzen”in tam zaferi ile çözülecektir! Bu, sınıflar ve toplumsal sistemler üstü “saf ve ideal” bir demokraside ifadesini bulan ve sosyalizmin alternatifi olan bir düzendir. Son yıllarda “kapitalist modernite”ye karşıtlık üzerinden formüle edilen “demokratik modernite” de bunun üzerine oturmaktadır.

 

Demokrasi sorunu ve
“demokratik modernite” aldatmacası!

İmralı’da içi boşaltılan en önemli kavram demokrasi kavramı olmuştur. Bunun esasını ise demokrasinin sınıfsal karakterinin reddi oluşturmuştur. Artık sözkonusu olan, Kautsky’nin kötü ünlü saf ve ideal sınıflar üstü demokrasi anlayışıdır. Devrimden kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur bu. Devrim hedefinin bir yana bırakılmasına, demokrasi sorunu ve mücadelesinin sınıf ilişkileri ve mücadelesinden koparılması eşlik etmiştir. Kürt sorununu kurulu düzen zemininde ve onunla bütünleşerek çözmek stratejik hedefi bunu gerektirmiştir.

Kuşkusuz sınıfsal gerçeklik tümüyle reddedilmemekte, fakat artık sınıfsal içeriğinden soyutlanmış olan demokrasi mücadelesinde esasa ilişkin bir rol oynamamaktadır. Demokrasi mücadelesinin temel dinamikleri işçiler ve emekçiler değil, başta kadınlar ve gençler olmak üzere çevreciler, ezilen etnik ve dini gruplar, kültürler, tarikatlar vb.’dir. Elbette ezilenlerin bir parçası olarak emekçilere de belli bir rol atfedilmektedir. Ne var ki sınıfsal kimlikleri üzerinden değil, fakat daha çok sınıflar üstü bir demokrasi mücadelesine sunacakları destek çerçevesinde.

Son dönemde Kürt hareketinin dilinden düşmeyen, “derin” bir çözümlemenin ürünü sayılan “demokratik modernite” formülasyonunda da sınıfsal gerçekliğe yer yoktur. Bu sayede Kürt halkının farklı sınıflardan oluştuğu, bu temelde farklı çıkar ve özlemleri olduğu gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Kürt sorununun salt ulusal sınırlara indirgenmesi ve burjuva çizgide çözümü, öncelikle sınıfsal gerçeklerin gözlerden gizlenmesini gerektirmektedir.

Oysa, ne tarihte ne de bilimde, sınıfları üstü bir demokrasi, “demokratik düzen” ya da “modernite”ye yer vardır. II. Enternasyonal oportünizminden miras bu düşünce tarihsel açıdan tümüyle dayanaksız ve bilimsel açıdan tam bir safsatadır.

İmralı’dan bu yana formüle edilen “demokratik düzen”, “demokratik sistem”, “demokratik modernite” vb., formülasyonlar, anarşizmden alınma, sözde devleti dışlayan, kitlelerin özyönetimi olarak tanımlanan “demokratik konfederalizm” formülasyonu ile birlikte alabildiğine bulanık ve belirsiz bir içerik taşımaktadır. Gerçekte ise tüm bu formülasyonlarla ileri sürülen, klasik sosyal-demokrasinin “demokrasinin sınırlarını genişletme” programından başka bir şey değildir. İmralı’da yapılan ise, devlete ve demokrasiye ilişkin eklektik ve iç tutarlılıktan yoksun teorik-felsefi açıklamalarla, mevcut düzenin ve devletin temellerine dokunmayan yeni çizgiye sözde bilimsel bir inandırıcılık kazandırmaya çalışmak olmuştur.

Buna göre, sadece kapitalizm değil sosyalizm de, devletin tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla devlete ilişkin her türlü istem ve arayış bir yana bırakılmalı, ezilenler iktidar mücadelesinden uzak durmalıdır! Böylece, devletin sınıfsal karakteri gizlenmekle kalınmamakta, devlet tüm kötülüklerin kaynağı sayıldığı halde, mevcut düzeni ve onun devletini yıkma hedefi de reddedilmektedir. Öcalan’ın, devlet ile demokrasinin uzlaşmaya dayalı birliğini anlatan “1 devlet +1 demokrasi” formülasyonuna göre, her ikisi de sınıflar üstü olan devlet ile demokrasi hep bir arada olacak, ancak “ne kadar az devlet o kadar çok demokrasi” formülü gereğince, demokrasi kendi etkinlik alanını sürekli genişletmeye çalışacaktır.

Devlet konusundaki bilimsel teorinin reddine dayanan, liberal kautskist tezler ile anarşizan söylemler bulamacından oluşan bu görüşler, emekçi sınıfları ve ezilenleri kapitalist devlete karşı silahsızlandırmanın ötesinde bir işlev taşımamaktadır. Mevcut burjuva sınıf devletine ve dayandığı sınıf ilişkilerine esası yönünden bir itiraz yöneltilmemekte, sadece despotik niteliğinin siyasal reformlar yoluyla sınırlandırılması hedeflenmektedir. Reformizmin “demokrasinin sınırlarını genişletme” programı tamı tamına budur.

II. Enternasyonal’de temsil edilen klasik sosyal demokrat akım, demokrasinin bir devlet biçimi olduğu, dolayısıyla sınıfsal bir nitelik taşıdığı bilimsel gerçeğini reddetmiş, burjuva demokrasisini sınıflar üstü bir demokrasi olarak idealleştirmiştir. Bununla birlikte, sınıf ilişkilerinden hareket eden bütünsel bir reformlar programına sahiptir. Kürt hareketinin “cumhuriyeti demokratikleştirme” programında ise demokratikleşme sorunu “Kürt reformu”na daraltılmakta, demokrasi mücadelesi çerçevesinde diğer temel sorunlar ile işçi sınıfı ve emekçilerin temel demokratik istemleri arasında açık bir bağ kurulmamaktadır.

Daha da önemlisi, yalnızca demokrasinin kendisi değil, demokrasi uğruna mücadelenin de sınıflar üstü olmasıdır. Gericiliğin kaynağı olan egemen sınıfların yerini “statükocu oligarşik devlet”, demokrasiden çıkarı olan sınıf ve tabakaların yerini ise feminist, çevreci, etnik, kültürel, dini gruplar vb.’inden oluşan “sivil toplum” almıştır. Demokrasi mücadelesi burjuvazinin sınıf egemenliği sistemini değil, fakat devlete egemen statükocu oligarşik zihniyeti hedeflemelidir. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi bir sınıflar mücadelesi değil, “sivil toplum”u oluşturan kesimler ile oligarşik devlete yön verenlerin temsil ettiği zihniyet arasındaki bir mücadeledir.

İmralı açılımı üzerinden kaleme alınan yeni PKK programı da, “cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplum” eksenli bir “demokratik dönüşüm”ü hedeflemektedir. Bu dönüşümün öncü güçleri kadınlar ve gençliktir. Mevcut sınıf egemenliği sistemi ve mülkiyet ilişkilerine karşı bir tutum yoktur. Köylülüğün özgürleşmesi sorunu ve mücadelesi bir yana bırakılmakta, feodal ilişkilerin tasfiyesinden sözedilmemektedir. Sadece “Ortaçağ kalıntısı ağalık, şeyhlik, aşiretçilik, tarikatçılık gibi olgular uygun yöntemlerle demokratik dönüşüme” uğratılacaktır.

Böylece her alanda devrimci dönüşümün önü kesin bir biçimde kesilmiştir. Kurulu toplumsal düzen, onun sınıf ve mülkiyet ilişkileri artık tümüyle tartışma dışıdır. “Demokratik düzen” ya da “demokratik modernite” hedefine devrim yoluyla değil “demokratik dönüşümler” yoluyla, devrimci sınıf mücadeleleri ile değil ideoloji, zihniyet ve ahlak mücadeleleri ile ulaşılacaktır.

Kürt emekçilerinin sınıfsal talep ve özlemlerini tümüyle bir yana bırakan bir programdır bu.

 

 “Türk-Kürt ittifakı” gerici söylemi!

Öcalan’ın İmralı savunmalarından bu yana ileri sürdüğü, Kürt hareketinin de döne döne tekrarladığı söylemlerden biri, tarihsel referanslar üzerinden gerekçelendirilen “Türk-Kürt ittifakı”dır. Kürt sorununu burjuvaziyle uzlaşarak çözmek, bu temelde düzenle barışıp bütünleşmek hedefi, Türk-Kürt ilişkilerinin “bin yıllık” tarihinin de yeni bir yorumunu gerektirmiştir.

“Türk-Kürt ittifakı”, materyalist tarih anlayışının bir yana bırakılmasına dayanan, tarih bilincini ezilenler aleyhine yok eden bir tezdir. Buna teze dayalı gerici söylemler Newroz mesajında da tekrarlanmıştır: “Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.”

Bu “bin yıllık kardeşlik”, Türk ve Kürt egemen sınıflarının bin yıl boyunca bölgede her milliyetten ve mezhepten halklara zulmetmesinden başka bir şey değildir. İmralı’da, tüm ezilenlerin yaşadığı sorunları kavramayı olanaklı kılan sınıf bakışaçısının terkedilmesine tarih bilincinin yok edilmesi eşlik etmiştir. Bu sayede egemen sınıflar gerçeğinin üzeri örtülmekte, gerçekleşen gerici ittifak halkların “kardeşliği ve dayanışması” olarak sunulabilmektedir.

“Bin yıllık” sürecin başlangıcı 1071’de Türklerin Malazgirt’ten Anadolu’ya girmesine dayanmaktadır. Kürt beyleri ile anlaşan Selçuklu İmparatorluğu, Bizans’ın üzerine yürüyerek Anadolu’yu ele geçirmiştir. Bu ittifak 16. yüzyılda yeni bir biçim kazanmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde merkezi feodal Osmanlı İmparatorluğu ile yerel Kürt feodal beylikleri arasında gerçekleşen gerici ittifak sayesinde Aleviler kırımdan geçirilmiş, Ortadoğu’nun kapıları Osmanlı’nın yağma ve talanına açılmıştır. Dolayısıyla, “ortak islam bayrağı altında” gerçekleşen, fetihçi Osmanlı İmparatorluğu ile Kürt feodal beylerinin bölge halklarını köleleştirmeye dayalı ittifakıdır.

Bu bin yıllık “Kürt-Türk ittifakı”na, tam da egemen sınıfın ve devletin bugünkü ihtiyaçları üzerinden işaret edilmektedir. Türk burjuvazisinin bölgesel yayılmacı hedeflerine uygun düştüğü ölçüde, geçmişte Türk ve Kürt egemen güçleri arasında gerçekleşen gerici ilişkiler olumlanarak, hedeflenen burjuva sınıf uzlaşmasına dayanak yapılmaktadır. Dolayısıyla, emekçi sınıfların değil egemen sınıfların çıkarlarına yanıt veren bir ittifak arayışıdır sözkonusu olan. Kürt sorununu çözmeyi başaran bir Türkiye, Kürtlerin desteğini de arkasına alarak güçlenecek, Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve İç Asya’da lider ülke olarak öne çıkacaktır. “Kürt reformu” sayesinde burjuvazi içerde kendisine “ayak bağı” olan önemli bir sorundan kurtulacak, Kürt emekçi sınıfları rejimle barışacak, böylece güçlenen Türkiye bölgede yayılmacı hedeflerini sorunsuzca hayata geçirecektir.

PKK geçmişte, bu bin yıllık sürece damgasını vuranın Türk ve Kürt halkları arasındaki “kardeşlik ve dayanışma hukuku” değil, feodal-sömürgeci bir imparatorluğun yayılmacı hedeflerine yanıt veren gerici bir ittifak olduğunu çok iyi biliyordu. ‘70’li yıllarda bunu, çağdaş Kürt işbirlikçiliğinin tarihsel temeli olarak niteliyor ve sert bir biçimde mahkum ediyordu. “Çağdaş İdris-i Bitlisiler” sözü, PKK’nin kendi Kürt politik hasımlarına dönük en ağır nitelemelerinden biriydi.

Bugün Kürt hareketi tarihsel-toplumsal gerçekliğe ilişkin bilimsel bakışaçısını unuttuğu için değil, bu bakışaçısıyla hareket etmenin imkanlarını yitirdiği için, ulusal soruna ezilen sınıfların çıkarları değil Kürt burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda çözüm aradığı, dolayısıyla sorunu bu düzenin temelleri üzerinde çözmek istediği için, bilinçli bir tutumla hareket etmekte, bunun gerektirdiği “açılımlar”ı yapmaktadır. “Türk-Kürt ittifakı”na “ortak islam bayrağı” söylemi üzerinden daha da gerici bir içerik kazandırılmaktadır.

 

En büyük tehlike:
Emperyalist politikalara yedeklenmek!

İmralı’da yaşanan devrimci çözüm yolunun terkedilmesi olmuştu. Bugünkü yönelim ise çok daha tehlikelidir. Bölgeye ilişkin emperyalist planların yön verdiği politikalar giderek daha açık bir biçimde dillendirilmektedir.

Emperyalist-kapitalist sistemin derinleşen bunalımı, dünya ölçüsünde nüfuz mücadelelerini kızıştırmakta, bu çerçevede kutuplaşmalar yaşanmaktadır. Ortadoğu bu kutuplaşma ve çatışmanın en önemli alanı durumundadır. Ulusal mücadele olmanın sağladığı imkanlarla bölgede önemli güçlere sahip olan Kürt akımları bu kutuplaşma içerisinde kendisine bir yer aramakta, bugün Kürt hareketinin politikalarına da bu yön vermektedir.

Ortadoğu’ya yeni bir şekil verme çabasında olan ABD emperyalizmi bunu değerlendirmekte, Türk gericiliğini de yönlendirerek, Kürtleri kirli planlarına dahil edecek politikalar geliştirmektedir. Türk burjuvazisinin ve dinci iktidarın Güney ve Batı Kürdistan petrolü üzerine yaptığı hesaplar da “Kürt açılımı”nda önemli bir rol oynamaktadır. Kısacası gerici çıkarlara ve kirli planlara dayalı bir süreç yaşanmaktadır.

İmralı görüşmeleri Suriye krizinin en kritik aşamasında başlamış, PKK’nın etki alanında olan Batı Kürdistan’daki gelişmeler bunda önemli bir rol oynamıştır. ABD emperyalizmi yaşanan kutuplaşma çerçevesinde bölge halklarını birbirine düşürecek bir Sunni-Şii ekseni oluşturma çabasındadır. Bu gerici politikada Kürtlere de bir rol biçilmekte, Kürt hareketi de buna yanıt verecek tarzda hareket etmekte, buna uygun söylemler geliştirmektedir. Kürt basınında kimi yazarlar, bu yeni dönem politikasının gerçek içeriğini tüm açıklığıyla ortaya koymakta, Ortadoğu’daki kutuplaşmada Kürtler ABD-İsrail-Türkiye ekseninde yeralıyor diyebilmektedir. Türk basınındaki amerikancı kalemler de yeni “barış süreci”ni Kürt hareketinin ABD-İsrail-Türkiye eksenine eklemlemesi olarak nitelemekte, ABD’nin ve AKP’nin bu konudaki manevralarını açıkça övmektedirler. Süreç işler de tüm sonuçlarına varırsa eğer, bu, Kürt halkının birikiminin bölgesel düzeyde emperyalizmin ve Türkiye gericiliğinin hizmetine verilmesi demek olacaktır.

 

 “Adil ve onurlu bir barış”!

Egemen sınıfların ihtiyaçlarına yanıt veren sınırlı bir “Kürt reformu”, en bağnaz temsilcilerinin iktidarda olduğu burjuva rejimin gerici-faşist karakterini değiştiremeyeceği içindir ki, “demokratik cumhuriyet” hedefinden çok “barış” söylemi öne çıkarılmakta, buradan mesafe alınmaya çalışılmaktadır. Barış, son derece insani bir istem olduğu ölçüde, ölçüsüz bir demagojinin konusu olmakta, tıpkı demokrasi gibi içi boşaltılmakta ve istismar edilmektedir. Bunun gerisinde büyük bir aldatmaca vardır. Zira halen “adil ve onurlu barış” adı altında işleyen süreç, sınıf gerçeği gizlenerek Kürt emekçilerinin ve yoksullarının mevcut düzenle barıştırılması anlamına gelmektedir. Bu ise Kürt emekçilerine yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Kürt sorununun “barışçıl” çözümünün sadece Türkiye’de değil bölgede de barışın kurulmasına, halklar arasında kardeşleşmeye hizmet edeceği, şu sıra çokça kullanılan bir söylemdir. Oysa daha görüşmelerin sürdüğü süreçte yaşananlar, Kuzey Kürdistan’da sağlanacak bir “barış”ın neye hizmet edebileceğinin ilk işaretlerini vermiştir. ABD emperyalizminin bölge politikaları gözetilmekte, İran’da dün silah bırakan PJAK’ın yeniden eline silah ele alacağı söylenmektedir. Türkiye parçasında silahlar bırakılarak “barış” tesis edilecek, fakat Batı ve Doğu Kürdistan’da Kürtlerin elinde silah olacaktır! Düzen gericiliği ile kurulan “barış masası” daha şimdiden bu sonuçları üretebilmektedir.

Bugün Ortadoğu halklar arasında gerici boğazlaşmaların alanı haline getirilmek istenmekte, Türk devleti de bu kirli emperyalist politikanın taşeronu olarak hareket etmektedir. Kürt hareketi bunu bir imkan olarak değerlendirmek, bu politikalar üzerinden Kürtlere bölgede yer açmak çabasındadır. “Onurlu barış” bunun üzerine tesis edilmeye çalışılmaktadır.

Oysa, savaşları ve gerici şiddeti üreten kaynak yok edilemediği sürece, Kürtler de dahil Ortadoğu halklarını bekleyen barış ve kardeşlik değil, kanlı çatışmalardır. Bu gerçeğin üzeri örtülmekle kalınmamakta, “bin yıllık islam bayrağı” altında gerçekleşen ittifakın yeniden kurulması üzerinden, bölge halklarını köleleştirmeyi hedefleyen gerici planlara yarayacak politikalar geliştirilmektedir.

Öte yandan, bir süre önce basına yansıyan son İmralı tutanakları bir başka gerçeği gözler önüne sermiştir. Öcalan, “barış masası”nda bir sonuca ulaşılamazsa, bu Türk halkıyla yıllarca sürecek çok daha kanlı bir savaşa yol açar diyebilmektedir. Böylece bir kez daha o bilinen öldürücü çözümsüzlük ikilemi dile getirilmektedir. Ya Türk devleti artık kendisi için önemli bir “ayak bağı” haline gelmiş olan Kürt sorununun reformcu çözümüne evet diyecek, böylece Ortadoğu, Balkanlar ve iç Asya’da lider güç haline gelecektir. Ya da Türkler ile Kürtler arasında çok daha kanlı bir boğazlaşmaların önü açılacaktır! Peki sonuçta ne için? Elbette Türk burjuvazisini bir kez daha masaya oturmaya razı etmek için! Geçmişte de sık sık dile getirilen bu gerici ikilem bir umutsuzluk senaryosudur. Bunun Türk ve Kürt emekçilerinin gerçek çıkarlarıyla, özgürlük ve eşitlik içinde kardeşleşmesiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.

Devrimciler ulusal sorunu, değişik milliyetlerden emekçilerin yakınlaşması, birleşip kaynaşması temelinde ortaya koyar ve bu temelde çözmeyi hedeflerler. ‘70’li yıllarda Kürt reformistleri bile, kendi çizgilerinde sorunu genelde Türkiye’de demokratikleşme mücadelesi içinde ortaya koyuyor, bu çerçevede çözmeyi hedefliyorlardı. Bugün sözkonusu olan ise, burjuvazinin sınıf çıkarlarının yön verdiği bir gerici çözüm arayışıdır. Burjuvazinin bakışaçısı üzerinden sorun ancak böyle gerici ikilemler üzerinden ortaya konulabilmektedir.

 

 “Kapitalist modernite” sosyalizmle aşılacaktır!

Demokrasi, barış, özgürlük vb., sadece emperyalistlerin ve işbirlikçi gericilerin değil, Kürt hareketinin dilinde de emekçi kitleleri aldatmanın bir aracı haline getirilmiştir. Bu düzen koşulları altında anayasal düzenlemeler yoluyla Kürtlerin ulusal eşitlik ve özgürlük istemi gerçekleşemez. Özel mülkiyet düzeninin temellerine vurulmadan, halklar arasında demokratik eşit ilişkiler geliştirilemez. Türkiye’nin gerici burjuva sınıf düzeni ayakta kaldığı sürece, egemen ulusun tüm ayrıcalıklarına son vermek, yerine iki ulusun her alanda tam eşitliğine, bu temel üzerinde gönüllü birliğine dayalı bir “demokratik cumhuriyet” kurmak mümkün değildir.

Kapitalist toplum sistemini izleyecek bir “demokratik sistem” ya da “kapitalist modernite” alternatifi bir “demokratik modernite”, yalnızca bir aldatmacadır. Tarihsel açıdan gerçek dışı ve bilimsel açıdan tam bir safsatadır. Bu  düzen aşılamadığı sürece “kapitalist modernite” dışında bir “demokratik modernite” yoktur, olamaz da. “Kapitalist modernite” yalnızca toplumsal devrim ve sosyalizmle aşılabilir.

Halkların özgür, eşit ve kardeşçe yaşayabileceği biricik toplumsal sistemin sosyalizm olduğunu, yenilgiyle sonuçlanan o çok kısa tarihsel deneyim yeterli açıklıkta ortaya koymuştur. Halkları birleştirip kaynaştıran ve gerçek kardeşliği sağlayan, düzen gericiliği ile kurulan “barış” masaları değil, sömürgeci düzenleri hedef alan ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sosyal devrimler olmuştur. Emekçi halklar mevcut düzene karşı mücadeleler içinde birleşip kaynaşmışlar, sosyalizm bayrağı altında ulusların eşitliğine ve özgürlüğüne dayalı bir toplumsal düzeni kurmayı başarmışlardır.

Bugün ezilen uluslar emperyalist-kapitalist düzen içinde kendisine yer açmaya çalışan politikalarla değil, bu düzeni aşmayı hedefleyen mücadeleler içinde özgürleşebilirler. Bunun ötesindeki çıkış arayışları yalnızca emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin politikalarına yedeklenmeye yol açacak, ezilen halklara özgürlük getirmeyeceği gibi, başka halkların köleleştirilmesine dayalı kirli planlara hizmet edecektir.


Üste