Logo

Küresel hapishaneye dönüşen bir dünyada örgütsel güvenlik


Küresel hapishaneye dönüşen
bir dünyada örgütsel güvenlik

Dünya giderek bir hapishaneye dönüşüyor. Teknolojinin en son ürünleri, güvenlik, savunma, “teröre karşı savaş” propagandası eşliğinde, tam anlamıyla terör aygıtlarına dönüşmüş bulunan burjuva devletlerin tahkimatı için kullanılıyor. Teknolojinin gözetleme, dinleme, takip, denetleme alanlarındaki uygulamaları insan aklının sınırlarını zorluyor. Artık “bilimkurgu filmlerinden çıkmış gibi”nin gibisi fazla. Gündelik hayatta sıkça kullandığımız üzere, bilimkurgu filmleri gerçek oluyor. Bugün artık ne “1984” o kadar şaşırtıcı, ne de “Truman Show” o kadar ilginç...

Faşizme giydirilen “terörle mücadele” kılıfı

Egemenlerin iktidar ve zor aygıtlarının yeryüzünü hapisleştirme uğraşları, yalnızca teknolojik araçları bu yönde kullanmaktan ibaret değil. İşin diğer cephesinde hukuki siyasal zemindeki düzenlemeler ve uygulamalar var. Demokratik hak ve özgürlükler, bugün dünya çapında yaygınlık ve hız kazanmış bir saldırı ve gasp hareketi ile yüz yüze. Elbette bu alandaki saldırılar öteden beri süregeliyordu, fakat 11 Eylül olayı, bu saldırı ve gasp hareketine kamçılanmışçasına bir ivme kazandırdı.

Özellikle ilk dönemlerinde devlet terörü uygulamalarının ağırlaştırılması, ABD’den başlayıp Avrupa ülkelerine ve tüm dünyaya yayılan bir tartışma halini aldı, ardından da pratiğe döküldü. “Terörle mücadele” kılıfı altında gizlenmiş faşist baskı ve terör yasaları, yeni döneme ve koşullara uyarlanmak adına daha da ağırlaştırıldı. Avrupa’da patlayan her bomba, fiili uygulamaları histerik bir saldırganlık boyutuna taşıdı. Bir yerde yabancılara saldırılar arttı, bir diğerinde intihar eylemcisi olma şüphesiyle insan katletmek yasal hale getirildi. İntihar bombacısı fobisi öyle bir hal aldı ki, sokaklarda öldürülmesi gerekli ve yasal “şüpheli şahıs” tarifleri bile yapıldı. İngiltere’de bir Brezilya kökenli bir emekçinin insanların gözleri önünde katledilmesi, bunun hafızalardan asla silinmeyecek bir uygulanışı olarak kayıtlara da geçti.

Terör devletinin tahkimatı

Faşist devletin tahkimatı, Türkiye’nin egemenleri için de hep öncelikli bir konu oldu. Orduya, kolluk güçlerine, bunların kullanabileceği teknolojiye her zaman büyük bütçeler ayrıldı. Burjuva yasalar ise zaten Cumhuriyetin ilk yıllarından beri işkencenin, devlet terörünün rahatça uygulanabilmesine olanak verecek şekilde hazırlanmıştı. 12 Eylül darbesi ile de kopkoyu bir faşist zihniyetin tüm burjuva hukukuna egemen olması sağlanmıştı. Hâlihazırda Türk devletinin tüm yasalarında, hatta AB’ye uyum, reform diye yapılan değişikliklerde bile bu zihniyetin hükmü sürüyor. Bu kadarı yetmiyor olacak ki işkenceciliği ile ünlü Türk polisi-kolluğu tarafından istenen düzenlemelerin yer aldığı yeni bir TMY tasarısı meclise sunuldu.

Bu tasarının yeniden gündeme alınmasının bahanesi yapılan olayların yaşandığı günlerde Türk polisinin nasıl bir Türkiye istediği, en yetkili ağızları tarafından bir kez daha yinelenmişti. Buna göre polis, yargısız infazdan dilediğince işkence yapabilmesine, izinsiz aramadan keyfince izleme-dinleme-takip yapmasına kadar her tür devlet terörüne hukuki dayanak sunan yasalarla yönetilen bir ülke istiyordu.

Anlaşılacağı üzere, zaten tepeden tırnağa polisiye olan bir devletin daha fazla polis devleti olmasının talep edildiği bir dönemdeyiz. Herkesin parmak izi, görüntü ve DNA kayıtlarının tutulduğu, şehirlerarası seyahatlerde sıkı bir kontrolün olduğu, ikametgâhların sıkı bir şekilde denetime alındığı açık bir hapishane isteniyor.

Devletin herkesi fişleme hayali gerçek oldu:
Promis’ten MERNİS’e

Yasal düzenlemeler bir yana, teknolojik adımlar üzerinden baktığımızda aslında bir yönüyle böyle bir hapishanede yaşadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu adımlardan en önemlisi MERNİS projesi idi ve bu bugün artık işler durumda. MERkezi Nüfus İdaresi Sistemi demek olan MERNİS, açılımından da anlaşılacağı üzere, tüm nüfus kayıtlarının merkezi bir sisteme bağlı idare edilmesi demek. Yani herkesin bilgileri sanal ortamda dosyalanıyor ve istendiğinde bunlara kolayca ulaşılıyor.

Bu projenin ABD tarafından yıllar önce geliştirilen bir arşiv programı olan Promis’den (Türkçe’de ‘söz vermek’teki “söz” anlamına geliyor) esinlenme olduğunu söylemek pek de isabetsiz olmaz. Bu program, insanlarla ilgili her şeyin kayıt altına alınarak arşivlenmesi, gerektiği durumlarda da kimin nerelerden alışveriş yaptığı, neler tükettiği, hangi kitapları, gazeteleri okuduğu, hangi kafelerde oturduğu, kimlerle iletişim halinde olduğunun “bir tuşla” ortaya çıkarılması amacına dayanıyor. Her şeyin sanal, dijital, elektronik ortamda ize dönüştüğü, kütüphanelerde bile elektronik kartların kullanıldığı bir ülkede bunları kayıt altına almak, kolay gibi görünse de bir dönem öncesine kadar o kadar da kolay bir iş değildi. Her şeyden önce bu kayıtların tutulması için çok fazla yere ihtiyaç var. İkincisi de sonradan dönüp incelemek istendiğinde rahat erişmeyi sağlayacak bir arşiv haline getirilmesine... İşte ABD kongresinde Türkiye’ye verilip verilmemesi tartışılmış olan Promis, çok büyük miktardaki bilgi yığınlarının, djital ortamda az yer kaplayacak şekilde ve belli bir arşiv sistematiğiyle saklanmasını sağlıyordu.

Bilgisayar dünyasındaki başdöndürücü hızdaki gelişme, şimdi 10 yıl önceki Promis’i fersah fersah geride bırakan programların ve o zamanki disk boyutlarını binlerle çarpan kayıt-saklama ortamlarının üretilmesine yol açtı. Türkiye de bundan nasibini aldı. O kadar çok bilginin nerede saklanacağı ve nasıl arşivleneceği kesinlikle bir sorun olmaktan çıktı. Şimdi MERNİS, sigorta, vergi, banka, adliye, İstanbul’da muhtarlık kayıtlarının da entegre edildiği bir sistem ve aslında e-devlet’in belkemiği olarak büyümeyi sürdürüyor. Bugün artık isteyen herkes internete bağlanıp bir numara (kimlik no, sigorta sicil no, vergi no...) girerek kimlik bilgilerine, sigorta ya da vergi kaydına bakabiliyor. Kolluk güçleri, muhtarlar, nüfus idareleri, bankalar, patronlar ise daha fazlasına erişebiliyor. Örneğin İstanbul’da gerekli erişim iznine sahip olanlar, internet ağı üzerinden hakkınızda hiç de azımsanmayacak bilgiye zahmetsizce ulaşabiliyor.

Bu sistemin şimdilik yalnızca bir omurga olduğu düşünülmeli. Elektronik kartların, chiplerin, telefonların, kameraların yaşamımızdaki ağırlığı arttıkça polis için izlemek, denetlemek, gözetlemek, takip etmek daha kolay olacak. Şu an var olan eksiklerinin, açıklarının giderilmesi için sürekli yeni adımlar atılıyor. Örneğin önümüzdeki bir iki yılda pasaport ve kimlikler yenileneceği söyleniyor. Yenileri, sahteleri kolay kolay yapılamayacak biçimde, chipler, manyetik şeritlere yer verilerek tasarlanıyor. Üstelik kimlik, pasaport vb.nin fotoğraflı birebir örneği sanal ortamda yer alacak. İzni olan devlet görevlisi o ünlü tabirle “tek tuş”a basarak, kimliğin sahte olup olmadığını kontrol edebilecek.

Bunlardan yola çıkarak, MERNİS ve ona paralel projelerin, tüm insanların fişlenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür bir fişlemenin insanların algısındaki fişlemeden farkı, yalnızca parmakizi, fotoğraf ve gözaltı bilgilerinin değil, nerelerde bulunduğundan neleri yiyip içtiğine, kişisel zevklerinden okuduğu kitap ve gazeteye, banka işlemlerinden bir şekilde iletişim kurduğu insanlara kadar her şeyin kayıt altına alınmasıdır. Bu kayıtlar gerektiği zaman, gerektiği yerde kişiye karşı baskı ve şantaj aracı, hukuki delil vb. olarak kullanılabilecektir.

Görüntü ve ses izleme

Bu kadarı işin fişleme boyutu. Bir de günübirlik izleme, gözetleme, dinleme boyutu bulunuyor. İstanbul’daki MOBil Elektronik Sistem Entegrasyonu (MOBESE’nin, sitemi tasarlayanların isimlerinin baş harflerinden türetme olduğu da iddia ediliyor ve bu aslında hiç de yabana atılır bir iddia değil), “24 saat gözetleme”yi toplumsal bir gündem olarak daha fazla tartıştırmıştı. Burada konumuz 24 saat gözetlenmenin insan ya da topluluk-toplum psikolojisine etkileri, yarattığı tahribatlar, panoptik etki vb. değil. Fakat oluşan psikolojinin, moral dünyada yaratılan tahribatın devrimci mücadele açısından fazlası ile önemli olduğunu, hiç değilse fabrika çalışmaları sırasında karşılaştığımız durumlardan biliyoruz. Tepesindeki kameralarla izlendiğini düşünen işçiler, birbirleriyle diyalog kurmak bir yana, bir yerden sonra başlarını işten kaldırmaktan bile korkar hale geliyorlar. Nitekim şu anki çapıyla MOBESE’nin İstanbul çapında amaçladığı da her şeyden önce böyle bir psikolojik atmosfer yaratmaktır.

Elbette MOBESE’den önce de kameralı izlemeler vardı. İstanbul’un Bakırköy, GOP, Taksim gibi belirli yerlerinin yanı sıra, Anadolu’daki bazı il ve ilçeler de pilot uygulama alanı olarak kameraların gözetimi altındaydı. Yeni sistem gözetlemeyi sabit, tek yönden izleme olmaktan çıkarıp daha işlevli ve aktif hale getirdi. Şimdilik bu sistem sayesinde 360 derece hareket kabiliyeti olan kameraların görüş alanındaki hareketlenmeler, olaylar anında fark edilebiliyor. Gene basına yansıttıkları kadarıyla görüntüsü tespit edilen şüphelinin takibi amaçlanıyor. Tespit edilmiş birinin o an tüm kameralar odaklanarak izlenmesi bu takibin bir yanı. Diğer yanı ise aranan birinin eldeki görüntülerinin, geçmiş görüntüler içinde eşleştirilmesiyle tespit edilmesidir.

Bir de başından beri döne döne dile getirilen, fakat anlaşıldığı kadarıyla şimdilik ellerinde olmayan x-ışınlı tarayıcı kameralarla aranan kişilerin yakalanması hedefleniyor. Başlarda MOBESE’nin böyle kameralardan kurulduğu söylenmişti. Şüphesiz böyle bir sistemi aç köpek iştahıyla istiyorlardır. Fakat şimdilik bu kameraların olmadığı, şu sıralar TÜBİTAK’ın da katkısıyla geliştirilmeye çalışıldığı söylendi. Bu kadarı bile MOBESE’nin psikolojik boyuttaki amacını gözler önüne seriyor.

MOBESE de tıpkı MERNİS gibi sürekli büyümeye, gelişmeye açık bir projedir. Örneğin daha baştan isteyen herkesin, evini, aracını kamera ya da vericilerle donatarak bu sisteme bağlayabileceği söylenmişti. Son bir yılda İstanbul’da kamera takan işyeri ve ev sayısında fırlama yaşanmış, GPRS’li (Küresel yer belirleme sistemi) araçların sayısı büyük bir artış göstermiştir. Bugün en küçük şirketler bile isterlerse doğrudan polisin de yararlanabileceği kameralarla donatılmıştır. Okullardaki, fabrikalardaki kamera sistemleri sayesinde idareciler, patronlar, aileler internet aracılığı ile canlı yayın alabilmektedirler. Özellikle otomobil-kamyon vb. araçların yaygın kullanıldığı işler yapan şirketler, bu araçlarını GPRS’le izliyorlar. Keza TV’lere aksettirilen birçok olayın görüntüsünün, işyeri kameralarından alındığı söyleniyor.

MOBESE’ye büyük mali kaynak ve çalışan ayrılması, üzerinde bu kadar çok durulması boşuna değil. Polis ya da tüm kolluk gücü, ülkeyi bir hapishane, kendisini gardiyan, işçi ve emekçileri de denetim altında tutulması, 24 saat izlenmesi gereken mahkumlar olarak gördüğü için -ki herhangi bir burjuva devlette bundan iyisi olmaz- görsel ve işitsel araçların kullanımına büyük bir önem verir. Dünya çapında kolluk görevini üstlenen ABD ve birkaç haydut ortağı, tüm haberleşmenin, ses ve görüntü frekanslarının izlendiği bir sistem olan ECHELON’u onlarca yıldır kullanıyorlar. Bununla ilgili bilgiler epeyce ortalığa saçılmıştır, ancak tam kapsamı bilinmemektedir. Teorik olarak şu an her türlü veri akışını, iletişimi kontrol etmek mümkündür. Bu ister kablolar, ister uydular-istasyonlar aracılığı ile yapılsın... Onyıllar önce teknolojik açıdan bunun ne kadarının yapılabildiği tartışmalıdır. Fakat şimdi uydular üzerinden yapılan sesli veya görüntülü iletişimin kolaylıkla izlendiğibiliniyor.

Uydulardan takip edebilmenin bilimkurgu olmaktan çıkması yeni değil. Algıyı kolaylaştırmak için internetten Google Earth örneğine başvurabiliriz. Şu an isteyen herkes internet üzerinden dünyanın istediği bir noktasını belli bir ölçekte büyüterek izleyebiliyor. Bu kadarı toplumun kullanımına sunulmuş bir olanağın, katbekat fazlasının devletler tarafından kullanıldığından şüphe edilebilir mi? Edenlere Türk devletinin geçtiğimiz haftalarda kamuoyuna duyurduğu, en az 60 santimlik cisimlerin hareketini uzaydan izleme olanağı sağlayan Göktürk uydusu projesini okumalarını öneriyoruz.

O yüzden Echelon’un ulusal boyutta bir minyatürünün her burjuva devletin hizmetinde olduğunu söylemek, yalnızca basit bir gerçeği dile getirmek olur. Her devlet, kendi egemenlik sahasındaki tüm haberleşmeyi, işitsel, görsel komünikasyonu denetim altında tutmak ister. Bir zamanlar bunun için telefon dinleme uzmanları yetiştirilirdi, şimdi ise bu işi bilgisayarlara yaptırıyorlar. Bugün kesinlikle kullanıldığı bilinen yöntemler ile teorik olarak mümkün, ancak pratik olarak kullanılıp kullanılmadığını bilmediğimiz bir yığın araç, yol ve yönteme sahip sermaye devleti.

Devletin sadık hizmetkârı: Telefon

Yıllardır tüm telefon haberleşmesinin, toplumda bir güvenilirlik derecelendirmesi yapılarak denetlendiği söylenmektedir. Buna göre tüm telefon görüşmeleri (konuşmalar değil), belirli süreler (örneğin 6 ay, 1 yıl) saklanmak üzere kayda alınıyor. Toplumda potansiyel tehlike olarak görülen kesimlerin (mücadeleye meyilli Kürtler, geçmişten beri solcu olan aileler, belli yörelerden olanlar vb.) telefon konuşmaları bilgisayarlar tarafından kaydediliyor. Yakın tehlike olarak görülen kimselerin, örneğin aktif mücadele ettiği bilinen, aranan devrimcilerin, muhaliflerin ve yakın çevrelerinin konuşmaları ise bizzat o an işe yarar hesabıyla dinleniyor. Geriye dönük dökümlerin bulunabilmesi, bu bilgiyi kesine yakın bir oranda doğrulamaktadır.

Telefon dinlemelerin de teknolojik gelişmelerden nasibini aldığına kuşku duyulmamalıdır. Bilinen klasik yöntem, belirlenmiş telefonların dinlenerek, telefondan telefona sıçranmasıdır. Gene bilinen diğer bir yöntemse, kelimelerden oluşan bir filtre yaparak, yasak ve tehlikeli kelimelerin kullanıldığı konuşmaların dinleme ağına takılmasını sağlamaktır. Burada filtrede tehlikeli kelimeler kullanılabileceği gibi, şifre olarak düşünülebilecek kelimeler ve şahıs isimleri de kullanılabilir. 11 Eylül sonrasında Avrupa ve Amerika’da “Usema Bin Ladin”li şakalardan ötürü ağa takılan binlerce şakacı olduğu yazıldı gazetelerde. Fakat insanların idrak etmekte zorlandığı dinleme yöntemi, ses frekansının çözümlenerek sesin kendisinin bir filtre haline getirilmesidir. Örneğin ses kaydı olan bir kişi, hangi telefonla konuşursa konuşsun, kimi ararsa arasın anında filtreye takılıp dinlemeye alınabilir ki bu, teknik olarak yıllardan beri imkân dâhilinde bir şeydir.

Ses takibi yalnızca telefon dinlemekten ibaret değildir. ‘Böcek’ diye adlandırılan ve mutlaka dinlenmek istenen yere konması gereken alıcılarla yapılan dinlemeleri filmlerde çok izledik. Bugün her bir telefon, özellikle cep telefonu tam konumu da ele veren birer ‘böcek’ durumundadır. Devlet bunlar sayesinde zahmete girmeden kolayca dinleme ve takip yapabilmektedir. Kolluk kuvvetlerinin bunlardan ne kadar yararlandığını merak eden ve telefon kullanan her mimli devrimci, bu merakını kolayca giderebileceğinden şüphe duymasın.

Pek az bilinen ses takibi ise sonar mantığı ile geliştirilen aygıtlar ve hassas mikrofonlarla yapılmaktadır. Buradaki aygıtlar insan havsalasını zorlayacak düzeye ulaşmıştır. Örneğin eski Milliyet genel yayın yönetmeni M. Y. Yılmaz, 25 Nisan 2004’te, 25 metre çapında bir alandaki fısıltıları bile alan, dahası belirli bir sese odaklanabilen telefon büyüklüğünde bir aleti karaborsadan alıp test ettiğini, bunun kişisel özgürlüklere yönelik nasıl büyük bir tehdit olduğunu anlatmak amacı ile yazmıştı. Yine orduda, kilometrelerce ötedeki bir koordinata odaklanarak oradaki konuşmaları alabilen aygıtlar gözlenmiştir.

Tabi günümüzde yaygın iletişim aracı olarak bir de internet var. İzlenmesi, denetlenmesi telefondan farksız değil. Aynı telefon gibi, belirli bir adresi tıklatıldığında anında ağa takılındığından, yerin tespit edildiğinden kuşku duyulmasın. Hatta izlemek isteyenler için bugün yaygınlaşan webcamlar, keza monitörlerin düşük çözünürlükte alıcılar haline getirilmesi vb. sayesinde görüntüye de ulaşma kanallıdır internet. Fakat diğer bir yandan da her şeyini sanal ortamda yürüten zor aygıtlarının zayıf karnıdır.

Bu tahkimat kime karşı?

Burada bir nokta koyup sormak gerekiyor: Madem bugün tepesinde ABD’nin durduğu emperyalist-kapitalizm kadiri mutlaksa, bu kadar tahkimat niye, kime karşı yapılıyor? Herhalde başka ülkelere saldırının iyi bir bahanesi olan, gerçek olduğu kadar, sınıf mücadelelerini de saptıran dinci terör odaklarına karşı değil. O, bizzat emperyalizmin çocuğudur ve diyelim ki komünizm gibi her zaman nefesini enselerinde hissettikleri bir tehlike olmasa idi çoktan tehdit olmaktan çıkaracakları bir sapmadır. Geriye yalnızca proleter ve emekçi kitlelerin gelişecek hareketi, onların devrimci mücadelesi kalıyor. Bu bakımdan emperyalizmin dünya çapındaki tahkimatının, terör devleti uygulamalarının yaklaşan sert sınıf mücadelelerine hazırlık olduğundan şüphe edilebilir mi?

Yine burada özellikle de şu aralar kendilerini her şeyin başı ve sonu sayan tasfiyeci legalizm bayraktarlarına, reformistlere, illegal mücadeleyi ilkesel olarak gören bizim gibileri küçümseyenlere sormak lazım: Madem devrimci örgütler düzen için ciddi bir tehdit olmaktan çıkmışlar, bu kadar önlem kime karşı ve niye? Herhalde düzenin tatlı sularında düzeni sadece düzeltmeye çalışanlara karşı değil TMY’nin ağırlaştırılması, F-tipi zindanlar, askeri, harcamalar, devletin tahkimatı vs.

Reform-devrim diyalektiği bir yana, yalnızca burada yüzeysel olarak ele aldığımız olgular bile, düzen içinde kalarak düzende en ufak bir iyileştirme yapmanın pratik imkansızlığını anlatıyor. Üstelik bizim sorunumuz bu düzeni temellerinden yıkmak! İllegal-ihtilalci örgütsel konumlanışın neden ilkesel bir sorun olarak görüldüğünü buradan bile anlayabiliriz. Partimizin bu temel ilkesinin bir unsuru olarak örgütsel güvenliğin neden gelecek açısından hayati bir önem taşıdığı da yukarıdaki olguların ışığında bir kez daha yeterli açıklığa kavuşmuyor mu?

Her zaman yaşamsal ilke ve kurallar!

Belki örgütsel güvenlikle ilgili güncel bir yazıda karşıdevrimin yol, yöntem ve araçlarına karşı önlemler aranabilir. Ama hayır, biz zaten deşifre olmuş önlemler dışında hiçbirşeyi yayınlayamayız, yayınlamamalıyız. Hem zaten karşımızdaki gücün yöntemlerini, araçlarını irdelemek, onlara karşı önlem geliştirmenin adımlarını atmak değil midir? Bizim taktiğimiz, onun yöntemlerini boşa çıkarma yollarını ilan ederek polisin kendini geliştirmesini teşvik etmek olamaz. Bunun yerine “Örgütsel Güvenlik Sorunları” kitabı ve bazı kaynaklardan yola çıkarak, bir kez daha bazı kural ve ilkeleri hatırlatmak yararlı olacaktır:

Devrim davasını ve Partisini ciddiye alan, önemseyen her yoldaş bilir ki, sınıf ve emekçi kitlelerle henüz et ve tırnak gibi kaynaşamadığımız koşullarda politik faaliyeti süreklileştirmenin, üretimini güvenceye almanın yegane yolu illegal-ihtilalci örgütsel varoluşun gereklerine uygun sağlam bir örgütsel yapılanma, doğru bir çalışma tarzı, devrimci bir iç yaşam, iç illegalite ve gizlilik kurallarına sadakat, devrimci disiplin, partiye karşı aleniyet, denetim ve demokratik merkeziyetçiliğe dayalı, devrimci ilke ve kurallara bağlı bir örgütsel işleyiş üzerinden sağlanabilen örgütsel güvenliktir. Zira “demokratikleşme” yalanı eşliğinde terör devletinin durmaksızın tahkim edildiği, teknolojinin tüm olanakları kullanılarak polisiye yapılanmanın görülmemiş derecede güçlendirildiği günümüz koşullarında örgütsel süreklilik, deyim yerindeyse örgütsel güvenlikle eş anlamlı hale gelmiştir.

Önümüzde uzanan dönem için payımıza düşen misyonu hakkıyla omuzlamak istiyorsak, dahası bu işçi sınıfı devrimcileri olarak kaçınılmaz bir yükümlülüğümüzse; sadece düşmandan gelebilecek fiziki saldırılara karşı tetikte olmakla yetinemeyeceğimiz açıktır. Saldırılara karşı dayanıklı olmanın da temel bir önkoşulu olarak, illegal-ihtilalci bir mücadele örgütü olmanın normlarında en ufak bir esnemeye, zorlu sınavlar ve hatırı sayılır deneyimler içinden süzerek yarattığımız değerlerimizin herhangi bir şekilde aşındırılmasına, Partimizin birikiminin her ne suretle olursa olsun tahribatına yol açacak davranışlara, Partimizi gelişme çizgisinden alıkoyacak her türlü gevşemeye karşı da, ateş altındaki bir savaş aygıtı gibi sürekli savaşım vermek zorundayız.

Örgütsel güvenlik her şeyden önce ilke ve kurallara bağlı bir örgütsel işleyiş ve devrimci yaşam sorunudur. Gerek örgütsel işleyiş, gerek devrimci iç yaşam alanında olası zayıflık ve yetersizlikleri hızla geride bırakmak, dönemi bu alanlarda bir silkinişin, yenilenmenin, güçlenmenin olanağına dönüştürmek tüm organ, birim ve yoldaşlarımızı bağlayan ertelenemez bir görev ve sorumluluktur.

Faaliyetin her düzeyi birimleşmeye gidilerek yürütülmeli, siyasal faaliyette yoğunlaşmak aynı zamanda en üstten en çepere doğru sürekli örgütlenmenin, örgütü sağlamlaştırmanın aracına dönüştürülmelidir.

Örgütsel denetim alanındaki boşlukların giderilmesinden devrimci disiplindeki zayıflıkların ortadan kaldırılmasına, verimli, işlevsel, düzenli organ toplantılarından faaliyetin en küçük ayrıntısına kadar palanlı, sistemli, hedefli yürütülmesine, günlük yaşamın ve zamanın verimli kullanılmasından sorumluluk ve görevlerin zamanında ve olabildiğince eksiksiz yerine getirilmesine... her açıdan parti yaşamına kolektif işleyiş egemen kılınmalıdır.

Örgüt güvenliği genellikle sanıldığı gibi yalnızca yer altı örgütlenmesinin sorunu değildir. Sağlam bir güvenlik tüm parti örgütlerinin, hatta çeper-çevre ağının katkısıyla, kolektif emeği ve hassasiyetiyle, illegal-ihtilalci örgütlenme esaslarına uygun bir yapılanma ve işleyişle sağlanabilir. Diğer türlü bir yanda hareket imkan ve sınırları dar, günümüz koşullarında kitle içinde eriyemeyen, kendini geliştirip büyütemeyen, etkili bir faaliyet yürütemeyen, dolayısıyla gerçek anlamda sağlıklı bir güvenliği olmayan bir illegal yapılanma, diğer yanda düşman denetimine olabildiğince açık, dolayısıyla hiçbir şekilde güvencede olmayan bir legal yapılanma gerçeği ile yüz yüze kalınır.

Bu kadarından da anlaşılabileceği gibi legal çalışma, ya da legal alan, devletin denetimine olabildiğince açık bir alan değildir. Bu alanda polis denetimini tümüyle olmasa bile büyük oranda kıracak bir örgütsel yapılanma, çalışma tarzı ve işleyiş, aslında dosdoğru partinin illegal örgütlenmesinin güvenliğini sağlamlaştırmak ve tersinden legaliteyi etkin bir tarzda istismar etmeyi güvenceye almak demektir.

Dolayısıyla devletin denetimini sınırlayacak, polisin elini kolunu bağlayacak, enerjisini heba edecek, olanaklarını boşa çıkaracak, odaklanmasını engelleyecek bir çalışma tarzı oluşturmak, taktikler geliştirmek yalnızca yeraltı örgütlerimizin değil, tüm parti birimlerinin, kadro ve militanlarının görevidir.

İllegalite ve güvenlik konusunda her yoldaşın kendini sürekli donatıp yetkinleştirmesi, dünya ve Türkiye devrimci hareketinin deneyimlerinden, Partimizin bu alandaki birikiminden sürekli olarak yararlanması ve yaşamın her alanında örgüt politikamızla tutarlı bir pratik sergilemesi ihmale gelmez bir yükümlülüktür. Keza örgütsel güvenlik ve gizlilik kurallarının ancak siyasal yaşamın canlı pratiği içinden süzülüp geliştirilebileceği, Parti güvenliğinin tüm yoldaşların katkı ve çabasını gerektirdiği, her partilinin en olağanüstü koşullara hazırlıklı olmasının hayati bir önemi olduğu bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır.

Her alanda olduğu gibi örgütsel güvenlik ve illegalite kurallarında da ideolojik-politik çizgimizle tutarlı bir davranış çizgisini örgütsel yaşamın her alanında egemen kılmak, yalnızca Partiye ve davaya bağlılığın iyi bir göstergesi olmakla kalmayacak, örgütsel birikimlerimizi geliştirip büyütmenin de önemli bir adımı olacaktır...


Üste