Kriz batağında bir kokuşmuş düzen
Türkiye kapitalizmi kriz batağında debelenmeye devam ediyor. Krizde herhangi bir hafifleme bir yana, olayların seyri ve bir dizi gösterge, durumun her bakımdan daha da ağırlaşmakta olduğunu ortaya koyuyor. Dahası, önümüzdeki aylar için yaygın bir yeni çöküş beklentisi var. Krizdeki bu gidişin işçi sınıfı ve emekçiler için sosyal yıkımın derinleşmesi, ülke içinse emperyalizme kölece bağımlılığın pekişmesi demek olduğunu biliyoruz. Her yeni çöküş, işçi sınıfı ve emekçiler için ağırlaşmış yeni bir ekonomik-sosyal fatura; Türkiye içinse, emperyalizmin daha ağır ekonomik, mali ve siyasal koşullar dayatması, ülkenin dolaysız yönetimini adım adım devralması anlamına geliyor.
İMF kendi direktiflerinden en ufak bir sapmayı bile küstahça sopa gösterme vesilesi haline getirmiştir. Bunun karşısında hükümetin tavrı, uşaklığın dipsiz kuyusudur. Son günlerde bu çerçevede yaşananlar, Türk burjuvazisinin ve onun adına ülkeyi yönetenlerin tam bir ihanet çukuruna yuvarlandıklarını ibretle gözler önüne sermektedir. İMF ve emperyalistler için sorun artık kendi memurlarını ekonominin patronu olarak atamak ve parlamentonun gündemini ve çalışma temposunu bizzat saptamaktan da öteye geçmiştir. Emperyalistler artık işi idari işleyişe, şirket yönetim kurullarının doğrudan saptanmasına ve imzada gecikti diye cumhurbaşkanını paylama noktasına vardırmışlardır.
Böyle yapan ve böyle yaptıkça da sonuç aldıklarını gören emperyalistler, spekülatif sermaye hareketleri ve borsa oyunları üzerinden Türkiye ekonomisiyle ve siyasetiyle dilediğince oynamaktadılar. Bu hesaplı ve planlı oyunları ekonomik ve siyasal istemlerini dayatmanın, istedikleri her türden yeni düzenlemeleri yaptırmanın bir aracına çevirmiş durumdadırlar.
Uşakça bağımlılık ve borç batağı Osmanlı’yı da benzer bir duruma düşürmüş, onu zamanla emperyalistlerin oyuncağı haline getirmiş ve sonunda da o kaçınılmaz akibete, yıkılışa götürmüştü. Benzer bir bağımlılık ve borç köleliği, işbirlikçi burjuvaziye dayanan Cumhuriyet Türkiye’sini de adım adım aynı süreçlerden geçirmekte, benzer bir tarihsel akibete hazırlamaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel mirasçı olmakla gitgide daha çok övünen Türk burjuvazisinin geleceği selefinin geçmişinden farklı olmayacaktır. Ülkeyi ve toplumu yıkım içinde bu utanç verici duruma düşüren, emperyalizmin elinde oyuncağa çeviren bir sınıf, topluma egemen olma, onu yönetme gücü ve meşruiyetini zaman içinde gitgide daha çok yitirecektir. Son 50 yıldır krizler içinde debelenip duran ve topluma ödettiği ağır ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal faturalara rağmen her yeni dönemi eskisini aratan bu sınıf, onun kokuşmuş burjuva cumhuriyeti er-geç yıkılıp gidecek, yerini işçi sınıfının devrimci önderliği altında birleşmiş emekçilerin sosyalist cumhuriyetine bırakacaktır.
Düzen bekçileri aralıksız
hazırlanıyor
Olup bitene herhangi bir esaslı itirazı olmayan, itiraz bir yana uygulanan programa tam destek veren düzen bekçileri, muazzam sosyal yıkımın yaratacağı tehlikeli sonuçlara karşı aralıksız hazırlanıyorlar. Sözkonusu “tehlike” elbette bekçilik ettikleri düzen içindir.
Krizin ağırlaştığı bir dönemde toplanan MGK, “sosyal patlama” riskinin artmakta olduğunu tespit ediyor ve bu çerçevede alınacak yeni önlemleri görüşüyor. Yeni önlemleri diyoruz, zira yıllardır bu türden önlemlerin ardı arkası zaten kesilmiyor. Faşist 12 Eylül cuntasının yaptığı köklü kurumsal ve yasal düzenlemelere rağmen kokuşmuş burjuva düzeninin bekçisi ordu, yıllardan beridir MGK üzerinden sürekli yeni yasal ve kurumsal düzenlemeler yapıp duruyor. Anti-terör yasası, Kriz Yönetim Merkezi, İller İdaresi Yasası, Özel Kuvvetler ve JİTEM, hücre tipi zindanlar, tüm bunlar bu hazırlığın bir parçasıdır.
Tüm bunlar, son on yıl içinde kotarılmış kurumsal ve yasal yeni önlemlerdir. Tümü de muhtemel bir devrimci sınıf ve emekçi hareketinin önünü kesmek, bunun başarılamadığı bir durumda ise ezmek içindir. Tümü de MGK ve dolayısıyla ordu kaynaklı önlemlerdir; orada düşünülmekte, tasarlanmakta, planlanmakta ve yasal temele kavuşturulmak üzere kukla hükümetler ve meclislerin önüne konulmaktadır.
Bunun son halkalarından biri de, daha önce “Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği” ile kotarılan Kriz Yönetim Merkezi kurumlaşmasının şu günlerde sessiz sedasız yasal bir dayanağa kavuşturulması olmuştur. Son MGK toplantısından yalnızca bir gün önce, 29 Haziran günü, kamuoyundan gizlenerek ve üzerinden en ufak bir tartışma bile yapılmadan “jet hızıyla” meclisten geçirilen yeni yasa, “gerginlik ve kriz dönemleri”yle net bir bağlantı kurarak, orduya geniş yeni yetkiler tanımaktadır.
Dinsel gericilik dalgakıranı
Düzen bekçilerinin hazırlıkları elbette bundan ibaret değil. Bu, sorunun daha çok baskı ve terör aygıtlarının tahkim edilmesine ilişkin yönüdür. Daha bir de bunu tamamlayan deyim yerindeyse “sosyal önlemler” bölümü var. Bunun ne anlama geldiğini, satılmış sendika ağalarının, bilinen hizmetlerinin de ötesinde, ESK ve “Sivil İnisiyatif” gibi oluşumlar üzerinden toplumsal muhalefeti dizginleme, saptırma ve düzene yedekleme işinde kullanılmalarından da görebiliriz. Nitekim bu, burjuvazi adına ülkeyi yöneten ordunun 28 Şubat sonrası hamlelerinin en önemli halkalarından biri olmuştur. Sözde laik cumhuriyeti “irtica tehditi”ne karşı savunmak üzerinden yaratılan toplumsal atmosferde, işçi sendikalarıyla tekelci sermaye örgütlerinin biraraya getirilmesiyle yaratılan bu oluşumlar, saldırıları kolayca gerçekleştirmek (ESK), işçi sınıfı ve emekçilerin bilincini çelmek ve mücadelesini dizginlemek (“Beşli sivil inisiyatif”) için kullanılmışlardır.
Haziran sonunda yapılan MGK toplantısında bu açıdan son derece dikkate değer yeni bir gelişme var. Bu toplantı, “sosyal patlamalar”a karşı alınacak önlemlerden ayrı düşünülemeyecek bu gelişmeyi, kamuoyuna bilerek sızdırılan bir rapor üzerinden açığa vuruyor. Buna göre; bizzat üst düzey subayları tarafından “tarikat ve mezhep önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu”, bu çevrelerin “devlet ve hukuk sisteminin içine çekilmesi”, bundan da öte, “devletin yanında yer almaları noktalarında önemli mesafeler” alınmış durumdadır.
Bu gelişme gerçekten dikkate değerdir. Zira ordunun dinsel gericiliğe karşı 28 Şubat’la birlikte gündeme getirdiği müdahalenin amacını ve sınırlarını da açıklıkla ortaya koymaktadır. Komünistler bu amacı ve sınırları 28 Şubat’ı izleyen günlerdeki değerlendirmelerinde açık seçik bir biçimde ortaya koymuşlardı. Şimdiki gelişmeler bu değerlendirmeleri olduğu gibi doğrulamaktadır.
Bu değerlendirmelerin birinde; dinsel gericiliğin, ‘60’lı yıllardan itibaren bizzat devlet tarafından örgütlenerek ilerici toplumsal muhalefete ve devrimci harekete karşı çok bilinçli bir biçimde kullanıldığı, 12 Eylül askeri faşist rejimi döneminde ise bunun görülmemiş boyutlara vardırıldığı ortaya konulmakta ve ardından söz, 28 Şubat’la başlatılan dinsel gericiliği terbiye etme ihtiyacının nereden doğduğuna şöyle bağlanmaktadır:
“Özetle, toplumsal gelişmeye ve devrime karşı bir dalgakıran rolü oynasın diye dinsel gericiliği düzen bizzat kendisi besledi; ordu ise ona her seferinde yol açtı, zemin düzledi. Ne var ki bu toplam süreç, resmi dilde ‘irtica’ olarak nitelenen dinsel gericiliği kontrol edilebilir sınırların ötesinde bir etki ve güce kavuşturdu. ‘İrtica’, yığınların geri kesimlerini dizginleyen ve düzene bağlayan bir imkan olmanın ötesine taştı; genel toplum ve devlet düzenine kendi ruhunu ve rengini verme iddiasını uygulamaya geçirecek bir gelişme düzeyine ve konuma ulaştı. Gelinen yerde dizginlenmesi, güç ve etkisinin tırpalanması, düzen için kabul edilebilir sınırlar ve işlevler içine çekilmesi gerekiyor. Kurulu düzenin vurucu gücü ordu şimdi bunu yapıyor. ‘Durumdan’ çıkarılan ‘vazife’ budur.” (Ordu ve İrtica, Ekim, sayı: 171, Haziran ‘97, Başyazı)
Amaç dinsel gericiliği ezmek değil (ki bu gerici burjuva düzeninin doğasına olduğu kadar temel ihtiyaçlarına da aykırı bir davranış olurdu), onu yeniden kabul edilebilir ve kontrol edilebilir sınırlar içerisine çekmekti. Generaller tarafında MGK’ya sunulan rapor, sorunun tamı tamına bu olduğunu ve bunun da artık gerçekleştiğini dile getiriyor.
Fakat işte bu sınırlar içerisinde, yani terbiye edilmiş ve kontrol edilebilir sınırlar içine çekilmiş bir dinsel gericilik, kabul edilebilirlikten öteye, düzenin ve devletin hizmetinde etkin biçimde kullanılan, kullanılması gereken bir güçtür. “Sosyal patlama” tehlikesine karşı önlemlerin gündeme getirildiği bir toplantıda, “tarikat ve mezhep önde gelenleri”nin devlete desteğinin kazanıldığının açıklanması bu çerçevede son derece anlamlıdır.
Devrim düzenin en büyük korkusudur
MGK, kriz ve sosyal yıkım programlarıyla bağlantı içinde, “sosyal patlama” tehlikesini ilk kez görüşmüyor. Mart sonunda yapılan olağan toplantıda da, “öngörmek yönetmektir” kuralı çerçevesinde bu konunun görüşüldüğü basına yansımıştı. Bu arada generallerin, dinsel gericiliği terbiye etme operasyonunda katedilen mesafeden de güç alarak, “tarikat ve mezheplerin önde gelenleri” ile yoğun ilişkilere girmeleri ve devlet düzenine itaaten öteye, devlete desteklerini güvenceye almaları tabii ki bir rastlantı değildir. Tehdit sıralaması değişince tercihler de değişiyor ve yeni çalışmalar buna göre yapılıyor, yeni ilişkiler buna göre kuruluyor, yeni destekler buna göre sağlanıyor.
Derin bir ekonomik kriz içerisinde debelenen ve bunun ağır bir sosyal krize dönüşmesinden belirgin biçimde kaygılanan düzen ve onun egemen yönetici gücü olarak ordu için gerçek tehdit, her zaman için devrimci gelişmeler ve işçi-emekçi hareketidir. İşin doğası gereği bu böyledir. Tüm öteki “tehdit”ler, kurulu düzeni biçim yönünden şu veya bu ölçüde etkileyebilir, ama onun burjuva mülkiyet ilişkilerine dayanan temel sınıf özelliğini hiçbir biçimde değiştirmez. Resmi dildeki ifadesiyle “bölücülük”ten “irtica”ya kadar bu böyledir. Ama düzenin temellerine yönelen bir sosyal-siyasal hareket olarak “yıkıcılık”, tüm öteki tehditlerden temelden farklıdır ve burjuvazi, onun düzen bekçileri, bu konuda tam bir açıklık ve mutabakat içerisindedirler.
Eğer buna rağmen ara evrelerde başka bazı tehditler önplana çıkarılabilmişse, bu tam da 12 Eylül’le birlikte devrimci ve emekçi hareketine vurulan ve etkileri halen de giderilemeyen ağır darbeler sayesinde sözkonusu olabilmiştir. Bunun sağladığı soluklanma ortamında düzen beklenmedik bir biçimde karşı karşıya kaldığı “bölücülük belası”nı savuşturmaya çalışmış, bu arada gereğinden fazla güç kazanan ve artık kontrolden çıkmaya başlayan “irtica”yı terbiye etme yoluna gitmiştir. Türkiye’de devrimci bir mecrada gelişen güçlü bir sosyal hareketlilik olsaydı diğer iki “tehdit” asla düzen bekçileri için öncelik kazanmazdı, dahası irtica bu koşullarda gerçek bir imkan olurdu onlar için. Kaldı ki bu koşullarda “irtica”nın bu denli güçlenmesi de zaten işin doğasına aykırı olurdu.
Özetle, devrimci temeller üzerinde gelişen her sosyal hareket düzen için değişmez stratejik baş tehdittir. Sınıf ve emekçi hareketinin güç kazandığı ve bunun devrimci akımları güçlendirmeye başladığı her taktik durumda da, düzen için tartışmasız bir numaralı tehdit yine bunlar olmaktadır. Zira, yineliyoruz, bu alandaki her gelişme, bizzat kurulu düzenin temellerini ve geleceğini ilgilendirmektedir. Devrimci bir kitle hareketi ile sosyal devrim tehlikesi, burjuvazinin her zaman en büyük korkusudur.
Krizin işçi sınıfı ve emekçilerin dayanma gücünü gerçekten zorladığı ve öfkesini büyüttüğü bir dönemde, dinsel gericiliğin temsilcileriyle bizzat generaller tarafından kurulan ilişkiler de anlamını burada bulmaktadır. İşçi ve emekçi hareketinden korkan düzen ve devlet için, dinsel ideoloji ve dinsel gericilik bir kez daha dalgakıran rolüyle temel önemde bir araç ve ihtiyaçtır. Düzen bekçileri bir kez daha durumdan vazife çıkarmışlardır ve buna göre hareket etmişlerdir.
“Tehdit önceliği”ne göre değişen roller
Komünistler, zamanında 28 Şubat’la ilerici toplumsal muhalefete karşı kurulan tuzağa işaret ederlerken, şunları söylemişlerdi: “Neredeyse 30 yıldır dinsel gericiliği kullanarak ilerici toplumsal muhalefeti dizginleyenler, şimdi toplumsal muhalefeti yedekleyerek dinsel gericiliği dizginlemeye çalışıyorlar.”
Bu oyun, CHP’nin yanısıra reformist solun bir kesimi, umusuzluk ve yılgınlık batağındaki solcu aydınların önemli bir kesimi ve hain sendika bürokrasisinin paralel çabalarıyla, 28 Şubat sonrasında önemli ölçüde başarıya ulaştı. Aradan geçen dört yıla yakın süre boyunca, “irticaya karşı laiklik” adına toplumsal muhalefet pasif ve dolaylı bir biçimde de olsa önemli ölçüde düzenin ve ordunun yedeği haline getirildi.
Şimdi yeniden roller değişiyor. Ağırlaşan kriz koşulları toplumsal muhalefetin güç kazanmasını ve önlenemez biçimde sokağa taşmasını bir tehlike haline getirdiğine göre, burjuvazi adına ordunun yeniden dini ve dinsel gericiliği kullanmaya ihtiyacı var. Girilen gizli ilişkiler ve sağlandığı resmi raporlara geçen mutabakatlar bunun bir ifadesidir. Şimdi sıra bir kez daha dinsel gericiliğe dayanarak toplumsal muhalefetin ve devrimci hareketin gelişmesini engellemekte. Düzen için “yıkıcı tehdit” tehlikesinin büyümesi, herşeyi yeniden yerli yerine oturtuyor. Saflaşma ve çatışma, buna dayalı roller yeniden olağan biçimine, sınıfsal eksene ve karaktere göre şekilleniyor.
Yakın tarihimizde bunun dikkate değer başka örnekleri de var. 12 Mart faşist darbesiyle toplumsal muhalefeti acımasızca ezenler, bu arada Atatürkçülük adına göz boyamak için Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’ni de kapatmak gereği duymuşlardı. Fakat kısa bir süre sonra, daha faşist darbe dönemi sona ermeden, İsviçre’deki Erbakan’ın ayağına kendi subaylarını göndererek yeni bir parti örgütlemek üzere onu geri getirmişlerdi. Şimdilerde basına yansıyan haberlere göre, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri konumundaki orgeneral, Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın yöneticileriyle Avrupa’daki Türk elçiliklerinde gizli görüşmeler yapmış. Bu olay bile kendi başına yeterince anlamlı ve açıklayıcıdır. Tümüyle ABD güdümünde yeni bir dinci partiyi kurma hazırlığındaki Tayyip Erdoğan ise, orduyla çeşitli düzeylerde görüşmeler yaptığını kamuoyu önünde açıklamış bulunuyor. 28 Şubat’ın irticaya karşı son hamlesi gibi sunulan FP’nin kapatılması olayına da buradan bakılabilir. Bunun terbiye operasyonunda son bir halka olmak kadar, Tayyipçi “yeni oluşum”a yol açmak anlamına geldiği de yeterince açıktır.
Alevi ağaları, CHP ve solda
“yeni oluşum”lar...
Aynı çabanın sol kitle tabanına yönelik olarak da gösterildiğine kuşku yoktur, ki korkulan bir “toplumsal patlama” olduğuna göre bu onlar için çok daha önemli ve önceliklidir. MGK raporunda yalnızca tarikatların değil, yanısıra “mezheplerin önde gelenleri”nden sözedilmesi bu açıdan şaşırtıcı değildir. Burada sözkonusu olanın, 12 Eylül karşı-devrimi sonrasında ve sayesinde, sol eğilimli Alevi kitle üzerinde önemli bir güç, etki ve denetim sağlayan Alevi ağaları olduğundan kuşku duyulmamalıdır. Onlar önemli bir bölümüyle ve laiklik adına zaten devletin ve düzenin hizmetindeydiler. Bu nedenle son gelişmeleri, girmekte olduğumuz yeni dönemin ihtiyaçları çerçevesinde, generallerin onları daha özel ve etkin rollere hazırlaması olarak düşünmek durumundayız.
Benzer çabaların siyasal izdüşümlerinden biri ise, CHP’de Deniz Baykal üzerinden yapılan ordu operasyonudur. Bunun yeni bir “Andıç” harekatı olarak gerçekleştiği artık bilinmektedir. CHP’nin son kongresi ise bunun başarıldığını belgelemektedir. Derinleşen krizin emekçileri sosyal yıkıma ve ülkeyi utanç verici bir köleliğe sürüklediği bir dönemde; faşist devlet terörünün bizzat Kızılay’ın göbeğinde emekçileri hedef alacak düzeyde uygulandığı bir evrede; tecritin kurumsallaştırıldığı F tipi hücrelerde onlarca devrimcinin yaşamını yitirdiği bir sırada; bu temel önemde güncel gelişmelerin hiçbiri CHP kongresinin gündemi olamamıştır. Deniz Baykal kongre konuşmasında CHP’nin farklı olduğunu söylemiş, fakat bu farklılığı somutlayacak hiçbir şey ortaya koyamamıştır.
‘90’ların başındaki kirli savaş döneminde doğrudan hükümet ortağı olan ve kirli savaşın tüm icraatlarını paylaşan, 5 Nisan Kararları’na ve Gümrük Birliği köleliğine doğrudan imza atan SHP-CHP, bu bilinen gerici ve sağcı çizgisinin daha da sağına kaymıştır son kongresinde. Bunu sağdan devşirilmiş üst düzey kadrolarıyla tamamlama girişiminde bile bulunabilmiştir. Bugünün CHP’si Amerikan ajanı Derviş’e zımnen destek vermekte ve onunla aynı kafadaki Amerikancı-İMF’ci neo-liberal iktisatçılar ve uzmanlarla Türkiye’nin sorunlarına sözde çözüm üzerine çalışabilmektedir. Böylece, 28 Şubat’ın gündeme getirdiği “Anadolu Aleviliği”nden sonra, aynı patentli olduğundan kuşku duyulmaması gereken ve Baykalcı CHP’nin şu sıralar slogan edindiği “Anadolu solu”nun ne anlama geldiği de açığa çıkmaktadır.
Baykalcı CHP’nin tüm umudu ve gayreti, krizin hızla tükettiği düzen partilerinden gelecek seçimlerde nöbeti devralmak ve işi onların bıraktığı yerden bir dönem için devam ettirebilmektir. Ama bu parti düzenin egemenlerine güven vermek kaygısıyla Amerikancı çizgiye ve İMF dayatmalarına öylesine teslim olmuş durumdadır ki, krizin bunalttığı halk kitlelerinin sempati ve desteğini kazanmak için demagojik çıkış ve manevralardan bile geri durmaktadır. Böyle olunca da, kitleler içindeki etkisi ve desteği krizin tükettiği partileri hiç de aşamamaktadır. Hiç değilse halihazırdaki durum budur.
Bununla bağlantılı olarak, CHP’deki tasfiyelerin ardından gündeme gelen “soldaki yeni oluşum”a da değinelim. Sözü uzatmak gerçekten gereksizdir. Bu oluşumun başını çekenlerden biri, kirli savaş hükümetlerinin koalisyon ortağı SHP’nin liderlerinden Murat Karayalçın’dır. Bu adam Çiller hükümetlerinde Çiller’in hınk deyicisi olma utanç verici konum ve tutumuyla hatırlardadır. Kurulacak yeni partiye genel başkan olarak düşünülen ve büyük umutlara konu edilen kişi ise, Karayalçın’ı önceleyen dönemde SHP’nin başında bulunan ve yine özel savaş hükümetlerinde Demirel’in hınk deyicisi olarak yer alan ve bu arada Demirel’i Çankaya’ya taşıyan Erdal İnönü’den başkası değildir. Böyle bir oluşumun nasıl bir rol oynayacağı ise daha şimdiden bellidir. Geçmişleri geleceklerinin aynasıdır. “Yeni oluşum” bu yapısı ve siciliyle eskisinin karikatürü olmayı bile başaramayacaktır. Yine de sermaye medyası tarafından, şu an bir arayış içerisinde olan sol eğilimli kitlelere bir umut olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Geleneksel sol tabanı salt “hizipçi Baykal”la kucaklamak olanaklı olmadığına göre, tüm öteki sahte seçeneklerin önünü açmak düzen için mantıklı bir ihtiyaçtır.
“Sosyal patlama” vurgusunun
cazibesi ve aldatıcılığı
Egemen sınıf sözcüleri ve düzen bekçileri, krizlerin ağırlaştığı ve bunun faturasının somut bir uygulama olarak işçi sınıfına ve emekçilere ödetildiği her durumda “sosyal patlama tehlikesi”nden sözetmeyi neredeyse adet haline getirmişlerdir. Son on yılda bu tutum birçok kez yinelenmiştir ve hiç de kendi düzenleri payına felaket tellallığı yapmak için değildir. Elbette sorunların ağırlaşmasının yarattığı kaygıların bunda bir payı vardır, fakat esas neden başkadır. Her defasında bunun basıncıyla, mevcut hükümetleri daha sıkı bir biçimde denetim altına almak, onlara isteklerini harfiyen uygulatmak ve bu arada olup bitenin tüm sorumluluğunu bu hükümetlerin üzerine yıkmak amaçlanmıştır. Fakat daha da önemli olarak, bununla hükümetler, sosyal sorunların kitlelerde büyütüp derinleştirdiği sosyal hoşnutsuzluğun denetim altına alınmasına yönelik çok yönlü yasal ve kurumsal tedbirlere yöneltilmiştir. Düzen cephesinden “sosyal patlama” tehlikesine son on yılda yapılan her vurgunun somut pratik amacı ve işlevi bu olmuştur.
Bu nedenle devrimciler bu tespitin egemen sınıf sözcüleri tarafından bile sık sık dile getiriliyor olmasının dışsal cazibesine fazla aldanmamalıdırlar. Bundan hareketle, gerici düzen cephesinin ne kadar da büyük sıkıntılar içerisinde bulunduğu, kitlelerin ise buna karşı nihayet patlama noktasına geldikleri sonucunu çıkararak rahatlayıp rehavete düşmekten ise özellikle kaçınmalıdırlar. Burjuvazinin son derece bilinçli, deneyimli, örgütlü ve özellikle de kurnaz ve sinsi bir sınıf olduğu unutulmamalıdır. Onların bu türden tespitler yapmaları, her zaman bu türden tehlikelerin daha baştan önünü alacak hazırlıklara ve önlemlere yöneliktir. MGK’daki son tespitin de açıkça bu amaç çerçevesinde gündeme getirilmesinde olduğu gibi.
Kitlelerin ileri kesimleri üzerinden
kırılan mücadele dinamikleri
Emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin sosyal yıkımı derinleştirmeye ve ülkeyi tümden köleleştirmeye yönelik kesintisiz saldırıları kitlelerdeki hoşnutsuzluğu elbette sürekli büyütmektedir. Emekçileri baskı aygıtlarıyla dizginlemek ve sendika bürokrasisiyle denetim altında tutmak giderek daha da güçleşmekte, düzen partilerinden ve kurumlarından kopuş süreci hızlanmaktadır. Ağırlaşan yaşam koşulları ve uyarıcı yaşam deneyimleri, kitleleri yeni arayışlara itmekte, kendi çıkar ve ihtiyaçlarına uygun düşen devrimci alternatiflere yönelmelerinin potansiyel koşulları da günden güne daha çok olgunlaşmaktadır.
Egemen sınıf temsilcilerine “sosyal patlama tehlikesi” tespitini yaptıran ve onları yeni önemlere yönelten de işin aslında budur. Fakat bu kadarı geleceğin potansiyel tehlikesi değil, bugünün somut tablosudur. Tüm zorlanmalara karşın, yine de burjuvazi halihazırda duruma hakimdir. Fakat bu hakimiyeti yitirme korkusu, sınıf ve kitle hareketinin denetim dışına taşması ve devrimci bir mecraya yönelmesi ihtimali onu, onun adına toplumu yönetenleri gerçekten de kaygılandırmakta, korkutmaktadır. Dünün “tehdit önceliği” olan irticanın bugün devlet dayanağı olarak hazırlanması da bu korkunun bir ifadesidir.
Fakat dinsel gericilik en fazla, kitlelerin geri, tutucu, geleneksel kültür ve değerlere bağlı olan, mevcut sınıf ve kitle hareketliliğinin zaten dışında kalan kesimlerini denetim altında tutmak ve düzene bağlamak işlevi yerine getirebilir. Son 40 yılın sosyal çalkantıları üzerinden baktığımızda, ilerici toplumsal muhalefete karşı zaman zaman saldırgan karşı-devrimci bir güç olarak kullanılması bir yana bırakılırsa, dinsel gericiliğin düzene ve devlete hizmeti de genellikle bu olmuştur. Bu akım kitlelerin geri kesimlerinin düzenden kopmasını ve ilerici sosyal hareketliliğe yönelmesini engellemiştir; bir dalgakıran olarak temel işlevi bu olmuştur.
Oysa sosyal patlamaların sürükleyici dinamiği, lokomotif gücü, kitlelerin somut olarak devrimci arayışlara da girmiş ve şu veya bu ölçüde hareketlilik içinde olan ileri kesimleridir. Böyle olunca, egemen sınıfın bir “sosyal patlama”nın, daha somut ve anlaşılır bir ifadeyle, sınıf ve kitle hareketinin devrimci bir mecraya girme ihtimalininin yolunu kesme çabalarına, baskı ve teröre dayalı önlem ve uygulamalarının ötesinde, sendika bürokrasisi, düzen solu ve reformist sol akımlar üzerinden bakmak gerekir. Buradan bakıldığında, tüm bu akımların, kendi konumları ve güçleri ölçüsünde, bir “sosyal patlama” tehlikesini bertaraf etmek için şimdiden burjuvaziye paha biçilmez hizmetler sundukları görülecektir.
Kısır döngüyü kırmak için...
Bu bizi, içinden geçmekte olduğumuz dönem açısından en kritik, üzerinde en çok durulması gereken noktaya ve soruna getirmektedir. Sınıfın ve kitlelerin ileri kesimleri üzerinden bakıldığında, bugünün Türkiye’sinde biz, günü geldiğinde patlayacak olan değil, hedefsiz ve sonuçsuz eylemler serisi içerisinde sürekli gücü ve morali tüketilen bir sınıf ve kitle hareketiyle yüzyüzeyiz. Son on yıldır hep kullanılan “hava boşaltma eylemleri” tanımı da bunu anlatmaktadır zaten. Bu eylemler sonuçsuz kaldığı içindir ki, kitlelerin mücadele gücünü kıran, eylemle sonuç alma inancını erozyona uğratan, sonuçta onları demoralize eden ve çaresizlik duygusuna düşüren bir işlev görmektedirler.
Sendika bürokrasisinin bu sonucu çok bilinçli bir biçimde hazırlayan hain tutumu, sosyal patlama tehlikesinin boşa çıkarılmasında burjuvaziye sunulan en büyük hizmet olmaktadır. Eylemler bu sınırlar içerisinde kaldığı, dolayısıyla bu işlevi gördüğü sürece, devletin bu eylemleri sorun etmemesi, fakat kararlılıkla sonuç almaya yönelen her eylemin de azgın bir devlet terörüyle karşılaması, tam da bu nedenledir.
Buradan çıkarılması gereken son derece önemli bir politik sonuç var ve bu yakıcı önemde bir güncel görevler alanına işaret etmektedir. Burjuvazinin “sosyal patlama” korkusunu gerçeğe dönüştürebilmek için, öncelikle, tam da sınıf ve kitle hareketi içerisindeki burjuva uşaklarının oynadığı bu karşı-devrimci rolün boşa çıkarılması gerekmektedir. Bunun için de, taban çalışması ve inisiyatifini hep vurgulayagelen devrimcilerin, artık, sendika bürokrasisinin denetiminde gerçekleşen ve bir kural olarak öfke boşaltmaya yarayan ve sonuçta kitleleri güçten düşüren merkezi eylemlerin cazibesine duydukları kör inancı kırıp bir yana atmaları gerekmektedir. Bugüne kadarki tüm deneyim göstermiştir ki, taban hareketliliği üzerinde yükselmeyen bu türden merkezi eylemlilikler, kitle hareketini ileriye götürmek bir yana, onun ileriye sıçrama dinamiklerini kıran bir rol oynamaktadırlar.
Taban örgütlülüğüne ve inisiyatifine dayalı olarak çok değişik vesilelerle gerçekleşen ve kitlelerin güç, enerji, deneyim ve moral biriktirmesine hizmet eden bir taban hareketliliği, bugünkü kısır döngüyü kırmanın da en etkili yoludur.
Birim çalışmasına dayanan, somutta fabrikalarda, işletmelerde, okullarda, işçi mahallelerinde sürdürülen devrimci çalışma üzerinde yükselen ve olanaklı olduğu ölçüde çeşitli biçimler içerisinde (patform, inisiyatif vb.) yerel düzeyde birleştirilen bir kitle hareketi/örgütlenmesi geliştirmek güncel görevine de burdan bakmak durumundayız. Elbette kendine özgü süreçler içinde mayalanan ve kendine özgü dinamiklerle açığa çıkan kitle mücadelelerini kendi tercihlerimize uyduramayız. Fakat kendi çalışmamızı, burjuvazinin kitleler üzerinde politik ve sendikal düzeyde kurduğu çok yönlü denetimi parçalayan ve bugünün kısır döngüsünü aşmaya yönelen en uygun tarza ve biçime kavuşturmak da tümüyle bizim elimizdedir. Ve bu, kendi sağlıklı dinamikleriyle tabandan gelişecek işçi ve emekçi eylemleriyle başarıyla buluşabilmenin, bu eylemlere etkili bir önderlik müdahalesi yapabilecek konum ve mevzilere önden sahip olabilmenin de en uygun yoludur.
(Ekim, Sayı: 224, Temmuz 2001, Başyazı)