Sınıf mücadeleleri açısından zor ve karmaşık bir tarihi döneme girmiş bulunuyoruz. Devrimcilerin önünde saldırıları göğüslemek, yeni çalışma ve mücadele koşullarına intibak etmek ve en önemlisi, yeni dönemin önlerine koyduğu zorlu ve çok yönlü görevleri başarıyla üstlenmek sorumluluğu var. Gelişmeler kadar devrimcileri bekleyen görevler de tarihi önemdedir.
İçte gericilik, dışta saldırganlık
ve savaş
Burjuva gericiliği dünya ölçüsünde gitgide daha çok dizginlerinden boşalıyor. Bu kendini her bir ülkenin kendi içinde, “terörizme” karşı mücadele adı altında temel demokratik hak ve özgürlüklerin adım adım budanması, yer yer tümden gaspı, polis devleti uygulamalarının yasalaştırılıp olağanlaştırılması; uluslararası ilişkilerde ise emperyalist nüfuz mücadeleleri, militarizm, saldırganlık ve savaşlar biçiminde gösteriyor.
Bu, yeni bir gelişme de değil; ‘90’lı yılların başından beri dünya politikası adım adım bu yönde gelişiyordu. Yine de 11 Eylül saldırısı sonrasında bunun yeni bir ivme kazandığını, emperyalist gericiliğin gitgide kudurganlık biçimini aldığını görüyoruz. 11 Eylül saldırıları burada yalnızca bir bahane oluşturmuş; halklara ve sistem karşıtı her türlü güç ve akıma savaş ilan etmenin, uluslararası ilişkilere ve toplumların siyasal yaşamına yeni biçimler vermenin bir fırsatı olarak kullanılmıştır.
Gerçekte ise sorunun temelinde, kapitalist dünya ekonomisinin aşılmak bir yana gitgide ağırlaşan uzun süreli bunalımı (‘70’li yılların başından beri sürmekte olan bir bunalım bu) ve bunun giderek sistemi zorlayan sosyal-siyasal sonuçları var. İktisadi bunalımın ağır etki ve sonuçları, sosyal ve siyasal hayatın tüm alanlarında ve bir bütün olarak uluslararası ilişkilerde, gitgide ağırlaşan bir sistem bunalımı olarak kendini gösteriyor. Ve gelinen yerde emperyalistler, bu bunalımdan, iç siyasal yaşamda gericiliği ağırlaştırarak, uluslararası ilişkilerde ise saldırganlığa ve savaşa daha yoğun ve yaygın bir biçimde başvurarak çıkmaya çalışıyorlar.
Dünya hakimiyetini korumak
uğruna savaş macerası
Bu tutum, buna dayalı politik yönelimler, özellikle ABD emperyalizmi açısından son derece açık biçimde izlenebilmektedir. Sürecin kendi emperyalist dünya hegemonyasını gitgide daha çok sarsan bir doğrultuda ilerlediğini gören; iç toplumsal sistemi çürüyüp kokuşan; ekonomisi durgunluğa giren; karşısında adım adım yeni emperyalist güç odaklarının yükselmesinden ciddi biçimde rahatsız olan; ve nihayet, kendisine karşı dünya ölçüsünde emekçiler ve ezilen halklar arasında hızla büyüyen karşıtlığı ve nefreti gören, bundan ciddi biçimde kaygı duyan Amerikan emperyalizmi, inisiyatifi kaybetmeden, henüz güçlüyken ve birçok avantaja sahipken, duruma müdahale etmek, uluslararası ilişkileri kendi çıkar ve hesaplarına göre yeniden şekillendirmek yolunu tutmuş bulunuyor.
ABD emperyalizmi; içerde ekonominin yeni bir düzeyde militarizasyonu ve yeni bir silahlanma programı, dışarda ise saldırganlık ve savaşla, bunalımdan ve sıkıştığı açmazlardan çıkmaya, fiili ya da potansiyel tüm tehlikeleri bertaraf etmeye, önünü tıkayan engelleri aşmaya çalışmaktadır. ABD, işçi sınıfı ve halk hareketlerinin, sistem karşıtı devrimci akımların ve nihayet emperyalist rakiplerinin halihazırdaki zayıflığını, harekete geçmek, durumunu güçlendirmek ve yarının tehlikelerini bugünden ortadan kaldırmak için uygun bir zaman, akıllıca bir zamanlama saymaktadır.
11 Eylül bahane edilerek dünya halklarına ve sisteme karşı şu veya bu ölçüde muhalefet konumundaki tüm güçlere ilan edilen savaşın gerisinde işte bu var. Uzun süreli bir savaşın yalnızca bir ilk adımı olarak tanımlanan Afganistan savaşının gerisinde de bu var. Afganistan savaşı daha sürüyorken, gündeme Irak’ın alınmasının ve onu yeni ülkelerin izleyeceğini döne döne tekrarlanmasının gerisinde de yine bu var.
ABD emperyalizmi yeni bir emperyalist paylaşım mücadelesini kendi cephesinden başlatmış, dünyamızı yeni bir emperyalist savaşlar sürecine sokmuş bulunmaktadır. Ondan geri kalmamak kaygısındaki tüm öteki emperyalistler de onun açtığı yoldan yürümek telaşı ve seferberliği içerisindedirler. Halklar karşı açılan savaş ve bu savaşta kurulan karmaşık koalisyonlar, gerçekte aynı zamanda onların kendi aralarındaki nüfuz mücadelelerinin bir örtüsü, emperyalist paylaşım mücadelesinin günümüze özgü geçici bir biçimidir. Yarın bu mücadele çok daha açık biçimlere bürünebilecek, bugünkü emperyalist koalisyon bileşimlerinde beklenmedik değişiklikler ortaya çıkabilecektir. 20. yüzyılın emperyalistler arası ilişkiler ve mücadelelerr tarihi bu konuda yeterince aydınlatıcıdır.
ABD emperyalizmi inisiyatifi
kaybetmek istemiyor
ABD, daha ortada 11 Eylül saldırıları yokken uluslararası ilişkileri zaten belirgin biçimde gerginleştirmeye başlamıştı. Silah ve petrol tekellerinin kuklası aptal Bush’un şaibeli bir seçim darbesiyle başkan yapılması bu açıdan bir dönemeç sayılıyor, uluslararası ilişkilerde yeni bir gerginlik ve saldırganlık politikasına geçişin işareti olarak algılanıyordu. Başta Irak olmak üzere çeşitli ülkelere uluorta yöneltilen tehditler; emperyalist rakiplerinin açık hoşnutsuzluğuna rağmen (ve eski anlaşmaların tek taraflı olarak geçersiz sayılması meydan okumasıyla) gündeme getirilen “Füze Kalkanı Projesi”, bununla kışkırtılan yeni emperyalist silahlanma yarışı, bu gerginlik politikasının ilk işaretleriydi. Bu aynı zamanda ekonomisinin hızla durgunluğa girmesine ABD’nin görünürdeki tek çözümüydü de.
Bugün ortaya çıkan birçok kanıt, ABD’nin Afganistan’a karşı bir müdahaleyi 11 Eylül saldırısından önce planladığını ortaya koymaktadır. ABD’nin dünya hakimiyetini koruma ve güçlendirme stratejisinde Avrasya hakimiyetinin tuttuğu yer gözönüne alındığında bu şaşırtıcı da değildir. ABD emperyalizminin akıl hocaları Avrasya hakimiyetinin ABD’nin dünya hakimiyetini korumak ve sürdürmek bakımından taşıdığı belirleyici önemi yıllar öncesinden ortaya koymuşlardı. İç Asya ve Kafkasya’nın zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarını denetim altına almanın ekonomik ve stratejik değeri, bu bölgeye apayrı bir önem kazandırıyordu. ‘90’lı yılları kaplayan çabalarında anlamlı bir başarı elde edememesi, dahası, bir emperyalist ve gerici devletler koalisyonu olan Şangay İşbirliği Örgütü’nün bu bölgede adım adım şekillenmesi ve giderek güçlenen bir alternatif odağa dönüşmesi, ABD’yi bu en zayıf olduğu alandan en cüretli ve tehlikeli çıkışını yapmaya yöneltmiş görünmektedir.
ABD’nin yaptığı çıkışın ya da giriştiği maceranın arzuladığı sonuçları yaratıp yaratamayacağı ayrı bir sorundur. Bölgeyi kendi etkinlik ve egemenlik sahası olarak gören Rusya ve Çin gibi dişli rakiplerin, yabancı egemenliğine ve özellikle de ABD emperyalizmine karşı duyarlı halkların ve nihayet sayısız çelişki ve çıkarın karmaşık bir yumak oluşturduğu bir bölgede yapılan bu çıkışın ABD için sonuçlarını çok geçmeden göreceğiz. Yaygın kanı, ABD’nin burada bir batağa gömüleceği ve sonuçta kaybedeceği yönündedir.
Daha şimdiden birçok belirti de bu kanıyı doğruluyor. Bir bölgeye hakim olmak ve oraya kendi çıkar ve arzularına göre şekil vermek, modern savaş makinasıyla onu uzaktan tahrip etmek kadar kolay değildir. İç Asya’da işlerin Balkanlar’daki kadar kolay ve düşük maliyetli olmayacağı da hemen hemen kesindir. Balkanlar’da aralarındaki ayrılıklar ve düşmanlıklar körüklenerek, sonuçta halklar biribirine kırdırılarak şimdiki sonuçlara varılabildi. (Kaldı ki bunlar halen son derece iğreti ve geleceği henüz tümüyle belirsiz sonuçlardır). Asya’da ise halklar arasında boğazlaşma değil, emperyalizme ve saldırganlığa karşı günden güne gelişen bir tepki ve dayanışma var. Afganistan’ın savaş ağaları arasındaki geleneksel boğazlaşmalar bu gerçeği gölgeleyemez.
Emperyalist sistemin keskinleşen
çelişkileri
Tüm bu gelişmelere ve sonuçlara, ABD’den öteye ve daha yakından baktığımızda, yaşanmakta olanın; emperyalist kapitalizmin geçen yüzyılın başından itibaren kendini gösteren başlıca çelişmelerinin bir kez daha ve yeni bir düzeyde ağırlaşmasından başka bir şey olmadığını görüyoruz.
Marksist-leninist tahlil geçen yüzyılın başında bu çelişmeleri; tek tek kapitalist ülkelerde emek-sermaye çelişmesi, dünya ölçüsünde emperyalizmle bağımlı ülkelerin ezilen halkları arasındaki çelişme ve nihayet emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler olarak ortaya koymuştu. Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağını belirleyen, kapitalizmi bir genel bunalım çağına sokan, böylece dünya proletarya devrimi sürecini hazırlayan ve olgunlaştıran, kapitalizmden sosyalizme geçişi tarihin gündemine sokan tam da bu çelişmelerdeki gelişme ve olgunlaşmaydı.
Bütün bir 20. yüzyıl tarihi, bu çelişmeler ve onların yolaçtığı çatışmalar temelinde yaşandı. Devrimci sınıf mücadeleleri, proletarya devrimleri, ezilen ulusların ve halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri, dünyayı iki kez toplu yıkıma götüren emperyalist savaşlar, tek tek ülkelerde siyasal gericilik, beyaz terör ve faşizm, 20. yüzyıla damgasını vuran tüm bu temel önemde toplumsal-siyasal olaylar, devrimler, karşı-devrimler ve savaşlar, emperyalizm aşamasındaki kapitalist dünya sisteminin sözü edilen başlıca çelişmelerinin ürünü oldular.
Bugün dünya sahnesine tek tek olay ve gelişmelerden öteye bir bütün olarak bakıldığında, bir kez daha bu aynı çelişmelerin sosyal-siyasal sonuçlarıyla yüzyüze olduğumuzu görüyoruz. Buna genel çizgileriyle daha yakından bakabiliriz.
Emek-sermaye çelişkisi keskinleşiyor
Emperyalist metropoller de dahil olmak üzere tek tek kapitalist ülkelerde işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilmiş sistematik neo-liberal saldırılar, iktisadi ve sosyal hakların sistematik gaspı; ve tersinden, işçi sınıfı ve emekçilerin kazanımlarını korumak ve yeni haklar elde etmek için giriştikleri mücadeleler, tüm bu olgular, emek-sermaye çelişmesinin keskinleşmesinin günümüzdeki somut yansımalarıdır. İşçi sınıfının tarihi kazanımlarını hedef alan neo-liberal saldırıların dünya ölçüsünde tam da ‘70’lerin başında girilen ve halen aşılamayan ekonomik bunalımın ardından gündeme getirilmiş olması elbette rastlantı değildir. Tüm bu politikalarla krizin faturası sistemin bağımlı ülkelerinin yanısıra emperyalist metropollerdeki işçi sınıfına ödettirilmeye çalışılmıştır.
Düne kadar, özellikle de ‘89 çöküşünün yarattığı özel atmosferi kullanarak, bu saldırılarda belirli bir başarı da sağlayan burjuvazi, bugün bu başarıyı sürdürebilmek için temel demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına, siyasal gericiliği ağırlaştırmaya, polis devleti uygulamalarını sistemleştirmeye yöneliyor. Bu da gerçekte yeni bir gelişme değil. Fakat 11 Eylül sonrasında başta emperyalist metropoller olmak üzere bunun yeni bir ivme kazandığı da bir olgudur. Hemen her yerde burjuva hükümetler, “teröre karşı önlemler”, “kanun ve nizamın korunması”, “iç güvenlik” vb. bildik gerekçelerle, demokratik hak ve özgürlüklerin sistematik gaspına girişmiş bulunuyorlar.
Tüm bu önlemlerin iç sınıf mücadelesini dizginlemeye, yeni bir çıkışın sancılarını yaşayan işçi sınıfı hareketini daha güçsüzken önlemeye yönelik olduğu ise açıktır. Burjuvazi dünya ölçüsünde emek hareketine karşı son 20 yıldır başlattığı ve ‘90’lı yıllarda yeni bir düzeye çıkardığı ekonomik ve sosyal saldırılarını, artık gitgide daha belirgin biçimde, sistematik siyasal saldırılarla birleştiriyor.
Bunu, burjuvazinin kendine karşıt sınıfa, işçi sınıfına karşı gelecek perspektifine dayalı bir hazırlığı olarak görmek gerekir. Aynı şekilde, dünya sahnesine gitgide daha iddialı ve hırslı çıkan emperyalist devletler, silahlanmanın ve zorlu nüfuz mücadelelerinin gerektirdiği kaynakları emekçilerin boğazından daha çok keserek çoğaltmak yolunu tutuyorlar (son zamanlarda emperyalist metropollerde savaş vergileri birbirini izliyor). Buna karşı işçi sınıfı ve emekçilerden gelecek direnmeyi etkisizleştirmenin ve denetim altında tutmanın yolu ise, onlar için bir kez daha hak ve özgürlükleri sınırlamaktan, polis devleti uygulamalarını olağanlaştırmaktan geçmektedir. Teröre karşı mücadele yalanı bunun örtüsü olarak kullanıyor; bununla dışarda emperyalist saldırganlık, içerde siyasal gericilik maskeleniyor. Aynı şekilde yabancı düşmanlığı, şu sıralar ise özellikle Müslüman halklara karşı düşmanlık iç siyasal gericiliğin araçları olarak kullanılıyor. Burjuva demokrasisinin sahteliği ve ikiyüzlülüğü gelişmelerin etkisi altında gitgide açığa çıkıyor, dipteki gerici öz yüzeye vuruyor.
Emperyalistlerle ezilen halklar arasındaki
uçurum derinleşiyor
Emperyalist dünya sisteminin egemenlik, bağımlılık ilişkilerine dayalı yapısı ve bunun sonuçları, emperyalistler ile dünyanın ezilen halkları arasındaki çelişkileri de yeni bir düzeyde olgunlaştırmakta ve keskinleştirmektedir.
Tarihi bir temele sahip emperyalist sömürü ve soygunu görülmemiş ölçüde ağırlaştıran İMF ve Dünya Bankası reçeteleri, son birkaç onyıldır bağımlı ülke halklarının sosyal yıkımını katmerleştiriyor. Bu reçeteler üzerinden bağımlı ülkelere dayatılan politikalar, dolaysız olarak, metropollerdeki bunalımın yükünü büyük ölçüde bağımlı ülke halklarına ödetme işlevi de görüyor. “Yeniden yapılandırma” ve “istikrar programları” adı altında bu ülke sanayileri ve tarımı yıkıma uğratılıyor, özelleştirme adı altında birikmiş zenginliklerine yok pahasına el konuluyor. Ödendikçe katlanan ağır borç yüküyle bu ülke emekçilerinin sistematik bir biçimde kanı emiliyor. Borç ödemelerine kaynak yaratmak ve bu ülkeleri ucuz işgücü cenneti haline getirmek için, bu ülkelerde zaten son derece sınırlı olan sosyal haklar bir bir tasfiye ediliyor.
Bağımlılık ilişkileri, özellikle de ağır borç bağımlılığı; bu ülkelere çeşitli konularda emperyalist politikalar dayatmanın, ülke yönetimlerini parça parça devralmanın, günümüz Pakistan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi bu ülkeleri birer emperyalist savaş üssü olarak kullanmanın ve hatta bu ülkeleri kendi çıkarları için savaşa sürmenin bir olanağı olarak da kullanılıyor.
Bütün bu iktisadi-sosyal saldırıları kolaylaştırmak ve sistem için tehlike oluşturabilecek her türden muhalefeti ortadan kaldırabilmek için, bu ülkelerdeki diktatörlük rejimleri her yolla kuralsız bir biçimde destekleniyor. Emperyalistler, ülkelere ya da bölgelere hakim olmak için, ülkeler ve halklar arasındaki çatışmaları da açıktan ya da sinsice körüklemekte; sonra da, bu çatışmaları durdurmak adı altında işgalci güçler olarak bu bölgelere yerleşmekte, halklara dolaysız olarak hükmeden konumlar kazanmaktadırlar.
Özetle, dünyaya hakim emperyalist güçler, bağımlı ülke halkalarının bugün çekmekte olduğu derin sosyal ve siyasal acıların dolaysız sorumlularıdırlar. Dünyamıza hakim açlığın, işsizliğin, yoksulluğun, çok yönlü sosyal perişanlığın, halklara derin acılar yaşatan beyaz terörün ve etnik boğazlaşmaların gerisinde dolaysız olarak dünyanın emperyalist efendileri var.
Bütün bunlar, emperyalistlerle, bir bütün olarak emperyalist sistem ile ezilen halklar arasındaki çelişmeyi şiddetlendiriyor. Dünyanın dört bir yanında halklar yaşadıkları sosyal ve siyasal acıların gerisinde emperyalist köleliğin yattığını görüyorlar. Bu onları, işbirlikçi egemen sınıflara karşı verdikleri mücadeleyi emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirmeye gitgide daha çok yöneltiyor.
Nitekim dünyanın dört bir yanında İMF’ye ve Dünya Bankası’na, onların patronu ve emperyalist sistemin jandarması ABD emperyalizmine karşı duyulan yaygın tepki ve nefret, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin bir yansımasından başka bir şey değildir. Afganistan’a yönelik barbarca savaşın bir dizi ülkede yolaçtığı büyük protesto dalgası, aynı şekilde bunun bir ifadesi ve yansımasıdır. Emperyalist metropollerde gerek emperyalist küreselleşmeye ve gerekse son aylarda emperyalist savaşa karşı gelişen kitle hareketi de bu çerçevede son derece anlamlıdır. Bu protestolar, bu ülke işçi ve emekçilerinin emperyalist burjuvazinin dünya ölçüsünde izlediği politikaların yıkıcı sonuçlarına ve bunun mazlum halkların yaşamı üzerindeki derin etkisine karşı duyarlılıklarının da bir yansımasıdır.
Emperyalistler arası çelişkiler
keskinleşiyor
Ve nihayet emperyalistlerin kendi iç çelişmelerine geliyoruz. ABD emperyalizmi kendi liderliğini ve politikalarını dayatarak sistemin hegemonik gücü, jandarması konumunu sürdürmeye çalışsa da; emperyalist dünyada iç çelişmelerin günden güne derinleştiği, bunun kendini emperyalist bloklaşmalar halinde gösterdiği, ‘89 çöküşünün ardından belirgin bir biçimde açığa çıkan bir olgudur.
Tüm göstergeler ABD’nin emperyalistler arası çelişki ve çatışmalar konusunda son derece gerçekçi olduğuna işaret etmektedir. Bu, onun 20. yüzyıl tarihinden çıkardığı temel bir ders sayılmalıdır. Bu nedenledir ki o, emperyalist dünya liderliği için tehdit oluşturan gerçek ve potansiyel emperyalist rakiplerini daha baştan etkisizleştirmeyi ve denetim altında tutmayı temel bir kaygı olarak gütmekte, dünya politikasında buna uygun düşen bir davranış çizgisi izlemektedir.
Rakipleri toparlanıp kendi karşısına etkin bir güç olarak dikilmeden yeni üstünlükler elde etmek ve mevcut üstünlüklerini onların denetim dışına çıkışlarını engellemek üzere kullanmak, ABD emperyalizminin yeni dünya hakimiyeti stratejisinin en ayırdedici özelliklerinden biridir. ‘90’ların başında Irak üzerinden gündeme getirilen Körfez savaşı bu stratejinin somut bir yansımasıydı. ABD, Ortadoğu’daki egemenliğini pekiştiren bu savaşta, tüm öteki emperyalistleri kendisini desteklemek ve dahası bir de savaşın faturasını ödemek zorunda bırakmıştı. ABD’nin arkasından benzer bir sürüklenmenin yeni bir örneğini şimdiki Afganistan savaşında da görüyoruz. Hiç değilse Avrupalı emperyalistler açısından. ABD’nin ardından Afganistan savaşına katılmak üzere yarışa giren Avrupalı emperyalistlerin bu tutumlarının gerisinde, nüfuz ve yağma mücadelesinden geri kalmamak, oluşacak sofrada söz ve pay sahibi olmak kaygısı vardır. Burada halklara karşı savaş ile emperyalistler arası nüfuz mücadeleleri içiçe geçmiştir. “Terörizme karşı ortak mücadele”, bir kez daha, bu iki temel önemde olguyu gizlemenin geçici bir örtüsü olarak kullanılmaktadır.
Dünya yeni bir emperyalist paylaşım savaşı dönemine girmiştir. Birçok gözlemci, haklı ve yerinde bir tutumla, ABD’nin Afganistan’a karşı başlattığı emperyalist savaşı bu paylaşım mücadelesinin başlangıcı ve bir ilk adımı saymaktadır. Çatışma alanının Avrasya egemenliği çerçevesinde son derece kritik öneme sahip bir ülke üzerinden seçilmiş olması da bu açıdan rastlantı değildir. ABD emperyalizmi, rakiplerinin siyasal ve askeri açıdan henüz zayıf olduğu bir aşamada, kendisinin hayli zayıf kaldığı fakat kendi dünya jandarmalığı için son derece kritik önem taşıyan bir bölgeden başlamıştır sözkonusu paylaşım savaşına.
Uluslarası gelişmeler ve Türkiye
11 Eylül saldırılarının olduğu sırada Türkiye derin bir ekonomik krizin pençesinde kıvranıyordu. Resmi çevreler o günden bugüne saldırı sonrası gelişmelerin ekonomik ve mali krizi ağırlaştıran bir rol oynadığını söyleyegeldiler. Krizi izleyen dönemde ve şu yakın günlere kadar borsanın uzun süre dibe vurması ve dünya çapında değer kaybeden doların neredeyse bir tek Türkiye’de tırmanışını sürdürmesi, bu iddianın doğruluğuna kanıt sayılabilir.
Fakat buna rağmen Türk burjuvazisi “terörizme karşı savaş” adı altında estirilen gerici cereyanı büyük bir sevinçle karşıladı ve bunu kendisi için yeni bir imkan saydı. Düzen propagandasının koro halinde kullandığı söyleme göre, gelişmeler Türk burjuvazisinin teröre karşı uzun yıllardır vermekte olduğu mücadelenin haklılığını kanıtlamıştı. Öte yandan, emperyalist koalisyonun “uluslararası teröre karşı” açtığı savaş çerçevesinde Türkiye’nin “stratejik değeri”ni arttırmıştı. Bu iki tespitten iki de sonuç çıkıyordu. İçerde baskı ve terör rejimi güçlendirilerek sürdürülecek, dışarda ise Türkiye’nin “stratejik değeri” ABD emperyalizmine en uygun koşullarda pazarlanacaktı.
Emperyalist merkezler, özellikle de Amerikan resmi politikası, bağımlı ülkelerdeki baskı ve terör uygulamalarını eleştirmek bir yana, desteklemek ve dahası cesaretlendirmek gerektiğini açıkça ilan etmiş bulunduğu için, ilk pratik sonuç için koşullar uygun, yol açık demekti. Bundan böyle “insan hakları” adına dıştan gelen tümüyle demagojik ve etkisiz eleştirilerin anlamsız yükü de artık kalkmış oluyordu.
11 Eylül’ü izleyen gelişmelerin Türk burjuvazisi için asıl etkileri ise kendisini dış politika alanında gösterdi. Ağır bir ekonomik kriz içinde debelenen, ağır bir borç yükü altında bunalan, bunların faturasını kendi emekçilerine sonu gelmeyen sosyal yıkım saldırılarıyla ödettiren Türk burjuvazisi, bu alanda kendisini bir parça soluklandıracak desteği elde edebilmek için o günden bugüne gerçek mahiyeti hep halktan gizlenen kirli pazarlıklar içerisinde oldu. Pazarlanan ise “Türkiye’nin stratejik konumu” ve “teröre karşı mücadelede deneyim sahibi” ordunun savaş gücüydü. Demek oluyor ki, Türkiye’nin ABD emperyalizminin Ortadoğu ve iç Asya’daki çıkar ve amaçlarına yeni bir düzeyde hizmet kapasitesiydi. Bunu, uygun bir fiyat karşılığı olarak Türkiye’nin ABD emperyalizminin savaş arabasına koşulması ve Türk ordusunun ABD çıkarları doğrultusunda bir bölgesel müdahale gücü olarak kullanılması olarak da formüle edebiliriz. Ülkeyi krizden çıkarmak adına satışa çıkarmadık şey bırakmayanların satış masasında şimdi artık bunlar var.
ABD’nin savaş arabasına bağlanarak
aranan çıkış
Bu, gönüllü bir tercihten ya da maceracı bir hevesten öteye, iflas halindeki düzenin mevcut durumdan bir çıkış arayışı olarak da anlaşılabilir. Dahası, tam da bu iflas durumunun kendisi, Türk burjuvazisi adına ülkeyi yönetenleri ABD emperyalizmi karşısında herhangi bir manevra yapmak olanağından da yoksun bırakmış bulunmaktadır. Emperyalizme çok yönlü kölece bağımlılık, ağır ekonomik-mali kriz ve ödenmesi giderek zorlaşan ağır borç yükü, Türkiye’yi yönetenleri çoktandır ABD emperyalizmine uysal uşakları durumuna düşürmüş bulunmaktadır. Bunun ibret verici yeni örneklerini 11 Eylül saldırılarından beri izliyoruz. O günden bugüne İMF ve Dünya Bankası’yla tüm ilişkiler, en kaba ve onur kırıcı bir biçimde, ABD emperyalizminin bölge halklarına karşı başlattığı savaşa Türkiye’nin katkılarına endekslenmiş durumda.
Bu doğrultuda sürdürülen gizli ve kirli pazarlıkların sonuçları bugün ortadadır. Türk burjuvazisi, bir tek asker göndermek dışında, başlangıçtan itibaren Afganistan’a karşı başlatılan emperyalist savaşa her türlü desteği verdi. Türkiye toprakları boydan boya emperyalist savaş için bir saldırı üssü olarak tahsis edildi. Bunlar bile yetmeyince, bu kez Afganistan’a asker göndermek kararı alındı. Bunun Afganistan’a karşı “resmen savaşa girmek” demek olduğunu ise sermaye medyası dile getirdi. Tüm bu davranış çizgisi Türk burjuvazisinin, onun sınıf egemenliğinin ifadesi ve sınıf çıkarlarının bekçisi Türk devletinin, bölge halklarına karşı emperyalizmin hizmetinde olduğunu bir kez daha tescil etti. Bir kez daha diyoruz; zira bu onun zaten çok iyi bilinen utanç verici tarihsel konum ve misyonuydu.
Bu konum ve misyonun bölge halkları için olduğu kadar Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için de yıkıcı sonuçlarının asıl bundan sonra ortaya çıkacağını gösteren ciddi gelişmeler var gündemde. ABD emperyalizmi Türkiye üzerine, onu “uluslararası barış gücü” adı altında Afganistan’daki çıkarlarının bekçisi olarak kullanmaktan öteye hesaplar yapıyor. Asıl hesap ve hazırlık Irak’a karşı gündeme getirilecek emperyalist savaş üzerinedir.
Bu konu Beyaz Saray ve Pentagon’un yarı resmi sözcüsü durumundaki Amerikan basın organlarında 11 Eylül’den beri sürekli işlenip duruluyordu. Son haftalarda bu konudaki niyet ve hesaplar kamuoyu önünde çok daha açık bir biçimde formüle edilmeye başlandı. ABD politikasına yön verenler açık açık Irak’a karşı başlatılacak bir savaşta Türkiye’nin bir saldırı üssü ve savaş kuvveti olarak kullanılması gerektiğini söylüyorlar. Türkiye’nin Kürt sorununa dayalı kaygılarla bu konuda gösterdiği isteksizliğin ise uygun bir fiyat ödenmesi ve bazı güvenceler sağlanması koşuluyla aşılabileceğini de sözlerine ekliyorlar.
Artık açıkça görülüyor ki, ABD emperyalizmi, Afganistan’a karşı yürüttüğü savaşta Pakistan’a oynattığı rolün bir benzerini Irak’a karşı başlatacağı emperyalist savaşta Türkiye’ye oynatmak istiyor. Şu farkla ki, Pakistan Amerikan saldırısı için yalnızca bir üs görevi görmüş, fakat Pakistan ordusu Afganistan’a karşı yürütülen savaşa doğrudan katılmamıştı. Oysa ABD Irak’a karşı yürütülecek savaşta Türk ordusunun bizzat yer almasını da istiyor. Bu doğrultuda ekonomik ve mali baskıyla rüşveti içiçe kullanmanın yanısıra, Güney Kürdistan’ın ilhakından Mesul ve Kerkük petrollerinden paya kadar bir dizi özendirici satın alma aracına başvuruyor.
Gelişmeler bunda mesafe de alındığını göstermektedir. İMF’nin yeni dayatmalar eşliğinde 10 milyar dolarlık yeni borca ilişkin kararı ile Türkiye’yi yönetenlerin Irak konusunda ABD’nin istekleri lehine yumuşayan söylemi aynı günlere denk geldi, birbirini izledi. Amerikan dışişleri bakanının Türkiye ziyareti, muhtemeldir ki perde arkasındaki kirli pazarlıklara daha kesin ve somut bir biçim verecektir.
Afganistan’ın ardından Irak’a karşı başlatılacak emperyalist savaşa destek ve doğrudan katılım, Türk burjuvazisinin ve devletinin bölge halklarına ve Türkiye halkına yeni bir ihaneti anlamına gelecektir. Bunun Türkiye’nin kendi komşularıyla ve bir bütün olarak Arap dünyasıyla ilişkilerde yaratacağı ağır siyasal sonuçlar bir yana. Afganistan’dan farklı olarak Irak’a karşı bir savaş, Türkiye’nin iç siyasal yaşamında da bugünkünden çok daha ağır sonuçlara yolaçacaktır. Burjuvazi savaş durumunu, her türlü hak arama mücadelesini yasaklamanın, mevcut tüm demokratik hak ve özgürlükleri boğmanın, devrimci hareketi ezmenin bir olanağı olarak kullanmak yoluna gidecektir. Ve böylece elde edilecek ortamda, krizden çıkış için halk kitlelerine daha ağır ekonomik ve sosyal faturalar ödetmek kolaylaşacaktır. Devletin zirvelerinde bunun da hesabı yapılıyor olmalıdır. Krizin derinliği ve İMF ile yeni üç yıllık anlaşma dönemi düşünülürse, işbirlikçi Türk burjuvazisinin bu tür bir ortama gerçekten ihtiyacı var. Başka nedenlerin yanısıra bizzat bu ihtiyacın kendisi de işbirlikçi iktidarı ABD emperyalizminin yedeğinde yeni savaş maceralarına sürükleyebilir, bu ciddi bir ihtimaldir.
Irak’a karşı açılacak bir emperyalist savaşın sonuçlarına ve bunun ortaya çıkardığı ağır görevlere bu toplam tablo üzerinden bakmak gerekir. Bölge halklarına karşı enternasyonalist devrimci görevlerin yanısıra, iç sınıf mücadelesi cephesinde de zorlu görevlerle yüzyüze kalacağımız anlamına gelir bu.
Burjuva siyaseti çöküntü halinde
Bunalım coğrafyasının merkezinde bulunan Türkiye kendi de ağır bir bunalımın pençesinde kıvranan bir ülke durumundadır. Ekonomideki çöküntü ülkeyi ve emekçileri günden güne ağırlaşan bir perişanlığın girdabına sürüklemiştir. İMF reçeteleri birbirini izlemekte, bu reçetelerle ülkeye ve halk kitlelerine ağır faturalar ödettirildiği halde, ekonomi düzelmek bir yana gitgide daha da kötüleşmektedir.
Yeni İMF reçetelerinin ilki gündeme getirildiğinden bu yana aradan iki tam yıl geçti. Bugün tüm göstergeler durumun iki yıl öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde kötüleştiğini somut olarak ortaya koymaktadır. Borç köleliğinin ağırlaşması, ülkenin fakirleşmesi, sinai ve ticari iflaslar, işsizliğin ve yoksulluğun katmerleşmesi, köylü ve küçük-burjuva ara katmanların kitlesel iflası, sosyal hakların gaspı, ülke kaynaklarının ve birikmiş zenginliklerin emperyalist ve yerli tefecilere peşkeş çekilmesi, ülke parasının pula dönmesi, bu göstergelerden yalnızca bazılarıdır.
Bir de işçileri ve emekçileri perişan eden yüksek enflasyon sorunu var. İMF reçeteleri iki yıl önce neredeyse yalnızca enflasyonu düşürmek iddiasıyla gündeme getirilmişti. Uygulanan programın temel hedef böyle tanımlanmış, emekçilerden bunun için fedekarlık istenmişti. Oysa bu hedef çoktan çökmüştür ve bugün artık bir yana bırakılmıştır. Şu an resmi enflasyon yüzde 85 olarak açıklanıyor; gerçek enflasyonun yüzde yüzün üzerinde olduğunu ise herkes biliyor. Ücretlerin ve maaşların sürekli düşürüldüğü ve sosyal hakların sistematik bir biçimde gaspedildiği bir ortamla birlikte düşünüldüğünde, bu düzeyde bir enflasyonun ne türden bir sosyal yıkım demek olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Bugün halk kitleleri ağır bir perişanlık içerisindedir. Ne krize ne de halk kitlelerinin bu perişanlığına, düzen siyaseti herhangi bir çıkış yolu sunamamaktadır. Bu burjuva siyasetinin çöküntüsü demektir. Halk kitlelerinin parlamentoya, politikacılara ve burjuva partilerine herhangi bir inancı kalmamıştır. Burjuva siyasetinden hızlı bir kopuş sürecindeki işçiler ve emekçiler yeni arayışlar içerisindedir. Son dönemlerde CHP’nin bizzat sermaye çevreleri ve basını tarafından yeniden parlatılmaya çalışılması, bu arayışları sahte sol bir alternatifle bloke etmek hesabının bir yansımasıdır. Fakat bu çabalar da umulan sonuçları veremeyecektir. CHP’nin öteki partilerden farklı ne bir çözümü, ne de mevcut derin kriz ve savaş ortamında halk kitleleri lehine onlardan farklı bir pratik tutumu sözkonusudur. Emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunu derinleştirmemek kaygısıyla sosyal demagojiye başvurmaktan bile özenle kaçınmaktadır. Yakın geçmişte Demirel ve Çiller koalisyonları döneminde bu partinin neler yaptığı ise kolay unutulacak türden değildir.
Bir de parlamenter avanaklıkla sözde ülkenin ve emekçilerin sorunlarına çözüm bulmak iddiasındaki reformist sol var. Resmi düzen siyasetinin çöküntüsünün yarattığı boşlukta ve devrimci alternatifin zayıflığı koşullarında, reformist sol kendi reçeteleriyle sahnede boy göstermektedir. ÖDP, EMEP ve SİP türünden iktidarsız ya da ciddiyetsiz örnekleri bir yana bırakalım. Şu sıralar öne çıkan iki örnek var karşımızda. Bunlardan ilki Perinçekçi partidir. Bu partinin durumdan çıkış reçetesi, kendi ifadesiyle, “milli ekonomimizi” ve “milli devletimizi” kurtarma hedefine yöneliktir. Bu iflas halindeki kurulu düzeni islah etmek iddiası ve programı demektir. Yani kurtarılmak istenen gerçekte bataktaki düzenin kendisidir. Emekçilerin ve ülkenin gerçek kurtuluşu uğruna mücadele, kurulu düzenin temelini oluşturan kapitalist ekonomiyi ve çatısını oluşturan burjuva devleti yıkma devrimci programına dayanmayı gerektirir. Perinçekçi parti ise, “milli” yaftası taktığı bu temeli ve çatıyı islah edip kurtarmak peşindedir. Bu onun burjuva milliyetçi düzen partisi konumuna uygun düşen bir kaygı ve hedeftir.
Öteki örnek, teslimiyetçi Kürt cephesi, yani PKK-HADEP çizgisidir. Bazı ulusal hak kırıntıları ile resmi siyaset sahnesine resmen kabul ediliş karşılığında, Kürt halkının devrimci birikimini kurulu düzene peşkeş çekme çizgisidir bu. Bu çizginin çözüm reçetesi ise içeriksiz bir boş söz kalıbı haline gelmiş olan “demokratik cumhuriyet”tir. Dünya ölçüsünde ve Türkiye’de iflas halindeki kapitalist düzen, içerde baskı ve terör, dışarda saldırganlık ve savaşla açmazlarına çözüm ararken, onun karşısına sözde “demokratik cumhuriyet” gibi bir çözüm alternatifiyle çıkmak, bugünün gerçekleri karşısında papazca vaazlara sapmak ve gülünç duruma düşmekten başka bir şey değildir. PKK-HADEP çizgisine yön verenlerin bunun farkında olmadıkları söylenemez. Ama asıl amaç, Kürt halk kitlelerini hayallerle oyalamak ve bu arada Türk burjuvazini güven vermektir. Önerilen sözde çözüm reçetesinin biricik gerçek işlevi budur. Ama ulusal ve uluslararası gelişmelerin katı gerçekliği karşısında bu aldatmacanın çöküşü uzun sürmeyecektir..
Özetle, düzen siyasetinin mevcut durumdan bir siyasal çıkış alternatifi yoktur. Bundan dolayıdır ki, çözümü bir yandan baskı ve teröre başvurarak korku ve yılgınlığı hakim kılmakta; öte yandan ise propaganda ve iletişim aygıtlarını etkili bir biçimde kullanarak emekçi kitleleri ideolojik olarak sersemletmekte ve kültürel açıdan dejenere etmekte bulmaktadır. Yazılı ve görsel medyadaki aşırı kokuşma ve bayağılaşma bu çerçevede bilinçli bir politik tutumun yansıması olarak da ele alınmalıdır. Bunlara sendika bürokrasinin işçi hareketini felç eden ve umutsuzluğa sürükleyen hain rolü ile burjuva gericiliği için her dönemin değişmez silahları olarak kalan dinsel gericiliği ve şoven milliyetçiliği eklemek gerekir. (Şu sıralar Kıbrıs ve Musul-Kerkük üzerinden yürütülen propaganda ve yaratılmaya çalışılan milliyetçi histeri, bu sonuncuya güncel örnekler olarak verilebilir.)
Çıkış yolu devrimdir; görev
devrime hazırlanmaktır
Ekonomiyi batıran, ülkeyi borç köleliği içinde soluksuz bırakan, işçi sınıfı ve emekçileri sosyal yıkıma, açlığa, işsizliğe ve perişanlığa mahkum eden, köylülüğü yıkıma uğratan, ülkeyi bölge halklarına karşı emperyalizmin saldırı üssü haline getiren bir burjuva sınıf egemenliği gerçeği ile yüzyüzeyiz. İşbirlikçi Türk burjuvazisi içte sosyal yıkımı ağırlaştırarak, bunu başarabilmek içinse baskı ve terörü yoğunlaştırarak; dışta ise ABD’nin hizmetinde savaş maceralarına girişerek, durumdan bir çıkış yolu bulmak çabası içerisindedir. İçerde kendi halkına karşı savaş, dışarda komşu halklara karşı savaş, iflas etmiş düzenlerin tarihsel davranış çizgisidir. Bu yolla çıkış arayışlarının sonuç vermediği durumlar ise, çöküşü hızlandıran ve devrimci çıkış yolunu hazırlayan sonuçlara yolaçmışlardır. Bu tarihin temel önemde bir dersidir.
Dönemin omuzlarımıza yüklediği devrimci görevlere bu tarihsel perspektif içerisinde ve devrimci bir iyimserlikle yaklaşmalı, fakat güncel planda bunların son derece zorlu ve ağır görevler olduğunu da gözönünde bulundurmalıyız. Durumdan kısa vadeli çıkış için sihirli devrimci reçete yok elimizde. Durumdan biricik gerçek çıkış, partinin devrimci programında en net ve özlü bir biçimde ortaya konulmuştur.
Güncel görev, bu stratejik çıkış yoluna ulaşabilmek için güncel devrimci görevleri büyük bir cesaret ve inisiyatifle üstlenebilmektir. Görev, emekçi halk hareketinin öncü sürükleyici gücü ve birleştirici ekseni olma yeteneğine sahip biricik sınıfı, işçi sınıfını etkilemek, örgütlemek ve mücadeleye yönlendirebilmektir. Bunun için, sosyal yıkım saldırılarından emperyalist savaş macerasına kadar tüm güncel gelişmelerden en iyi biçimde yararlanabilmektir. Görev, işçi sınıfını ve onun en yakın müttefiki yarı-proleter emekçi katmanları etkilemeyi ve kazanmayı kolaylaştıracak araç ve yöntemleri devrimci bir yaratıcılıkla bulmak ve pratikte en etkin bir biçimde kullanabilmektir. Görev, işçi sınıfına ve emekçilere umut aşılayan ve güven veren bir politik duruş ve pratik çaba içerisinde olabilmektir.
Güncel görev, ülkeyi ve halkı yıkıma sürükleyen işbirlikçi burjuvazinin sınıf egemenliğine ve onun gerisindeki emperyalizme karşı, işçi sınıfının devrimci iktidarına hazırlanmaktır. Mevcut durumdan bunun dışında herhangi bir çıkış yolu yoktur.
(Ekim, Sayı: 226, Kasım 2001, Başyazı)