Kasım’dakini iki ay arayla izleyen Şubat krizi, 14 aydır uygulanmakta olan İMF-TÜSİAD saldırı programının iflasını belgeledi. Bu resmen de ilan edildiği için konunun tartışmaya açık herhangi bir yanı kalmadı. Saldırı programının iflası, bunun ortaya çıkardığı ekonomik ve mali yıkım tablosu, ekonominin çöküşü, bundan da öte ülkenin iflası olarak niteleniyor yaygın biçimde.
İflas eden gerçekte Türkiye kapitalizmidir, ona dayanan burjuva sınıf egemenliği sistemidir. İflası bir kez daha belgelenen, son 40 yılın kısır döngüsüdür. Son yirmi yıldır aralıksız uygulanan ve emekçiler için yaşamı çekilmez hale getien tüm politikaların yeni bir düzeyde iflasıdır bugün yaşanan. 12 Eylül askeri faşist darbesine ve onu izleyen fakat koşulları hiç de onu aratmayan faşist baskı ve terör rejimine rağmen, son yirmi yıldır bu engelsiz siyasal koşullarda uygulanan hiçbir reçete, sonuçta Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarına çözüm olamamıştır. Çözüm olmak ya da hiç değilse bu sorunları bir parça hafifletmek bir yana, tam tersine, birbirini izleyen saldırı programları yıldan yıla daha ağır sorunlar biriktirerek, ülkeyi bugünkü iflas noktasına getirmiştir.
Uygulaması kadar çöküşü de
emekçilere fatura
Uygulandığından beri işçi sınıfına ve emekçilere ağır bir fatura ödeten saldırı programı, çöküşüyle tüm emekçilere ayrıca ağır bir fatura çıkardı. Yapılan devalüasyonla işçiler ve emekçiler bir anda yüzde 40 oranında yoksullaştılar. Dış borç yükü aynı oranda arttı. Yeni zamlar, vergiler ve işten çıkarmalar birbirini izledi, izliyor.
Bu kadarla da değil. Çöken program yerine şu günlerde “ulusal program” yaftasıyla sunulan, gerçekte ise eski İMF programının daha da ağırlaştırılmış versiyonundan başka bir şey olmayan yeni bir saldırı programı gündemde. Krizden çıkış adına gündeme getirilen bu yeni saldırı programı işçi sınıfı ve emekçilere daha ağır bir fatura ödetme hazırlığı anlamına gelmektedir. Ortalığı kaplayan “ulusça fedakarlık” gürültüsüyle bunu burjuva düzen çevreleri de açıkça dile getirmektedirler.
Bu ülkenin işçileri ve emekçileri son 20 yıldır bu “ulusça fedakarlık” yalanının ne anlama geldiğini artık çok iyi bilmektedirler. Öncesi bir yana, 24 Ocak Kararları’ndan beri her yeni kriz programı işçi sınıfı ve emekçilere hep de bu “ulusça fedakarlık” yalanıyla dayatılmıştır. Ama sonuç hep de, işçi ve emekçilerin katmerleşen iktisadi ve sosyal yıkımı, buna karşılık işbirlikçi burjuvazi ile emperyalist sermayenin katmerli sömürüsü, vurgunu ve soygunu olmuştur.
Türkiye’ye çıkarılan iktisadi ve
siyasal fatura
İşçi sınıfı ve emekçiler için iktisadi ve sosyal yıkım anlamına gelen her kriz, ortaya tüm ülke için de her seferinde daha da ağırlaşan bir ekonomik ve siyasal fatura çıkarmaktadır.
Ekonomik cephede bu; borç köleliğinin ağırlaşması, emperyalist sermayenin borsalar üzerinden milyarlarca doları bulan büyük vurgunları, özelleştirmelerin hızlandırılması adına stratejik öneme sahip en kârlı işletmelerin haraç-mezat ele geçirilmesi vb. anlamına gelmektedir. Ülke ekonomisi ve maliyesinin kontrolü gitgide daha doğrudan biçim ve ilişkiler içerisinde emperyalist merkezlerin eline geçmektedir.
Ülke ekonomisi ve maliyesi bir süredir aylık periyodlara varan denetimlerle zaten bu merkezler adına hareket eden İMF’nin eline geçmişti. Gelinen yerde bu, emperyalist finans merkezlerinden Türkiye’ye doğrudan “ekonominin patronu” bakanlar atamaya kadar varmıştır. Dünya Bankası’nın, aynı anlama gelmek üzere Amerikan emperyalizminin bir maaşlı görevlisi, “kurtarıcı adam” propagandası eşliğinde bugün fiili başbakan konumuna getirilmiştir. Bunu Ankara’daki ABD büyükelçisinin hükümet işlerinin ve kararlarının fiili müdahili haline gelmesi tamamlamaktadır. Bu kadarla da değil. Amerikan tekelci basınında bazı yazarlar bugün artık, ABD başkanının Türk hükümetine bir “siyasal danışman” ataması gerektiğinden bile sözedebilmektedirler. Herşeyini dışardan gelen kredilere ipotek edenlerin yakında bu türden bir ihanete de razı olmaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu gelişmeler, İMF reçetelerinin ve ona eşlik eden krizler dizisinin ülkeye siyasal faturasını da kendiliğinden vermektedir. Türkiye’nin ekonomisine ve maliyesine daha doğrudan hükmeder hale gelenler, büyük boyutlara ulaşmış dış borçların alacaklıları ve sermaye iktidarının krizden çıkmak adına dilendiği yeni borç kaynaklarının vericileri olarak, ülkenin siyasi yaşamına ve kaderine de daha doğrudan ve daha pervasızca müdahale edebilir konumlar kazanmaktadırlar. ABD büyükelçisinin başbakanı kendi konutunda kabul eder hale gelmesi, bu utanç verici olay, ilişkilerin yeni biçimi ve seyrinin de son derece açıklayıcı simgesel bir göstergesidir.
Buna denk düşen güncel bir uygulama ise, tam da Irak’la ilişkilerde güya normalleşme sürecinin yaşandığı bir sırada, Türk makamlarına danışma ihtiyacı duymaksızın İncirlik’ten kalkan ABD uçaklarının Irak’ı keyfi biçiminde bombalaması olmuştur. Türkiye’yi yöneten siyasi ve askeri çevrelerden buna karşı göstermelik bir çift söz bile edilememiştir. Edilemez de; dayandıkları ekonomi, ABD’nin her seferinde misliyle geri aldığı ve alacağı 5-10 milyar dolarlık kredilere muhtaç hale gelmiş bir müflis düzenin işbirlikçi uşak takımından bu zaten beklenemez.
Emekçilerin kaderi ile ülkenin
kaderi içiçedir
Bütün bunlar birarada, Türkiye’nin emperyalizme kölece bağımlılığının yeni boyutlar kazanması demektir. Türkiye’nin ekonomisini ve maliyesini içerden ele geçirenler, ona, iç ve dış politikada da kendi çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda daha doğrudan hükmetme olanaklarına da gitgide daha çok kavuşuyorlar.
Bugünün Türkiye’sinde, sonuçta yağmasalar da yine de yeri geldikçe AB’ye karşı esip gürleyen ordu, hükümet, parlamento ve düzen partilerinden hiçbirinin ABD emperyalizminin dayatmalarına karşı göstermelik olarak olsun tek kelime etmemeleri, edememeleri ibret vericidir. Türk burjuvazisi, onun tüm kurum ve kuruluşlarıyla dayandığı bütün bir düzen cephesi, kaderini tam olarak ABD emperyalizmine bağlamış, ona ipotek etmiş, onun kulu kölesi haline gelmiştir. ABD patentli İMF programlarının “Ulusal program” olarak sunulması, bu ülkenin maaşlı memurlarının Türkiye’ye “ulusal kurtarıcı” olarak getirtilip hükümetin tepesine oturtulması bundan dolayıdır. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla düzen cephesi, tam bir ulusal ihanet cephesidir. Son gelişmeler bunu yeni bir düzeyde teyid etmiştir.
İşçi sınıfı ve emekçileri Cumhuriyet tarihinin en büyük iktisadi ve sosyal yıkımına uğratan gelişmelerin, öte yandan Türkiye’nin emperyalizme kölece bağımlılığının yeni boyutlar ve daha doğrudan biçimler kazanmasıyla elele gitmesi, son derece açıklayıcı bir nesnel olgudur. Bu, işçi sınıfı ve emekçilerin kaderiyle ülkenin kaderinin içiçe geçmesinin bir göstergesidir. Aynı olgu, toplumsal olanla ulusal olanın içiçe geçmesi, bu iki alandaki mücadelenin ve çözümün birbirini tamamlaması, organik bir bütün oluşturması olarak da kavranabilir.
Güncel planda bu, işçi sınıfı ve emekçileri yıkıma uğratan programlara karşı mücadele edilmedikçe emperyalist köleğin ağırlaşmasına set çekilemeyeceği anlamına gelir. Stratejik planda ise aynı olgu, işçi sınıfı ve emekçilerin temel çıkarlarına ve iktidar mücadelesine bağlanmayan bir anti-emperyalist mücadelenin kurulu düzeni aşamayacağı, onun büyük ölçüde gerici ütopik burjuva milliyetçi bir alternatifi olmaktan öteye gidemeyeceği anlamına gelir. Bugünün Türkiye’sinde bu tür bir alternatifin sınıfsal ekseni ve taşıyıcısı olabilecek bir burjuva sosyal katman bulunmadığı için de, bu sözde alternatifin herhangi bir çözüm üretme şansı olmak bir yana sınırlı ölçüler içinde bir gerçekleşme olanağı bile bulunmamaktadır. Birçok açıdan bir geçiş dönemi olan ‘60’lı yıllarda dahi havada kalan ve trajik biçimde sonuçlanan bu türden burjuva milliyetçi hayalleri, Türkiye’nin son 40 yıllık sosyal evrimi ve dönüşümünün ardından bugün daha geri bir düzeyde sözde “ulusal program” alternatifi diye piyasaya sürenleri, yalnızca daha ağır bir hayal kırıklığı beklemektedir. ‘60’lardaki uluslararası koşullar herşeye rağmen bu türden arayışlara bir ölçüde elverişliliğdi. Buna rağmen ‘60’larda sonuç trajik olmuştu, oysa bu kez traji-komik bile olamayacaktır.
Sorumlu işbirlikçi burjuvazidir; onun
sınıf düzeni ve siyasal iktidarıdır
Şimdilerde son krizin gerçek sorumluları üzerine hararetli tartışmalar var. Krizin patlak verdiği günlerde 14 aydır uygulanan İMF programının iflası genel kabul gördüğü için, krizin sorumlusu olarak İMF ve ona körü körüne itaat eden hükümet gösteriliyordu. Emekçi kitlelerde İMF’ye ve hükümete karşı büyüyen öfke de gözetilerek, bunun böyle olduğu sermaye çevreleri tarafından bile bir biçimde ifade edilmekteydi. Doğal olarak reformist sol partiler ile sendika bürokrasisi de bu koroyu tamamlamaktaydı. Buna bir an için sorumluluğu İMF’ye yükleyerek kendi cephelerinden hükümet temsilcileri bile katıldılar.
Fakat çok geçmeden tekelci sermayenin tam denetiminde ve onlar üzerinden emperyalist merkezlerin hizmetindeki tekelci sermaye basını, sorumluluğu yalnızca hükümete yükleyerek İMF’yi aklama operasyonu başlattı. “Ulusal program” yaftası asılsa da gerçekte eski İMF programının ağırlaştırılmış bir yeni versiyonu olduğu herkesçe bilinen ve bizzat İMF’nin onayına sunulacak olan yeni saldırı programını meşrulaştırmak için gerekliydi bu. Öte yandan, bizzat İMF başkan yardımcısı tarafından hükümete dayatılan Kemal Derviş’i “beceriksiz hükümet” karşısında bir kurtarıcı olarak sunmak, böylece onun fiili başbakan konumunu pekiştirmek için bu ayrıca gerekliydi. Ve nihayet, krizin sorumlusu ilan edilerek iradesi tümden teslim alınan hükmete İMF’nin yeni programını olduğu gibi onaylatmak da böylece kolaylaşmış olacaktı.
Reformist sol ile, şu sıralar onunla aynı dili kullanarak İMF programına karşı alternatif bir “ulusal program” ihtiyacını dillendiren sendika bürokrasisi ise, krizin başlangıcındaki yaygın söyleme bağlı kalarak, hem hükümeti hem İMF’yi, doğal olarak özellikle İMF’yi ve onun dayatmalarına kölece boyun eğdiği için de hükümeti suçlamakta ve sorumlu olarak göstermektedir. Fakat nedense hiçbirinin aklına, yapısal bozuklukları ve bunun yansıması olan krizleriyle Türkiye kapitalizminin kendisi, buna dayanan sınıf, ordu ve bürokrasisiyle bu sınıfa hizmet eden devlet bir türlü gelmemektedir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği, bu egemenlikten ayrı düşünülemeyecek olan emperyalizme kölece bağımlılık, yapısal krizlerin, bu krizlerin ürettiği sonu gelmez faturaların, bu faturaların işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamında yarattığı ağır yıkımların temeldeki gerçek nedeni ve dolayısıyla sorumlusudur. Birbirini izleyen krizlerle iflası belgelenen tam da Türkiye kapitalizmi, onun sınıfsal-siyasal düzenidir. Bu sınıf egemenliği sistemi yıkılmadıkça ve onun dayandığı emperyalist kölelik zincirleri parçalanmadıkça, krizler ve emekçilere ödetilen faturalar birbirini izleyecektir. Bunun emekçilerin yaşamında ağır yıkımlara dönüşmesi ise, ancak sınıf mücadelesinin gücüyle şu veya bu ölçüde sınırlanabilecektir, fakat her halükârda ortadan kaldırılamayacaktır. Tüm bu söylenenler, krizlerin ülkeye çıkardığı iktisadi, mali ve siyasi faturalar için de geçerlidir; ki bu konu, krizle birlikte gündeme gelen alternatif programlar çerçevesinde apayrı bir önem taşımaktadır.
‘60’lı yılların burjuva liberal
hayallerine daha geri bir
noktadan dönüş
Türkiye neredeyse yarım yüzyıldır çözümsüz sorunların ve yapısal bunalımların pençesinde kıvranıyor. Her yeni dönem bir önceki aratıyor. Bundan altı yıl önce, 5 Nisan saldırısına yolaçan bunalımı “Cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımı” ilan edenler, bugün bir adım daha ileri giderek ülkenin iflas ettiğini söyleyebiliyorlar. Gerçekte iflas eden bir sınıf egemenliği sistemidir. Günden güne daha baskıcı ve kanlı bir siyasal rejime dayanarak işleri götürme gayretinin gerisinde de zaten bu aynı gerçek yatmaktadır.
Bugün tüm sol çevrelerde ve toplumsal muhalefet saflarında yaygınlaşan “alternatif program” tartışmalarını, bu iflası bir biçimde algılamanın ve bunun körüklediği arayışların bir ürünü saymak gerekir. Bu açıdan olumlu bir belirtidir sözkonusu olan. Bununla birlikte aranan, düzene değil de düzenin uygulamakta olduğu belli bir politika biçimine bir alternatif olduğu ölçüde, bu arayışlar, kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde sözümona daha sağlıklı bir yapıya kavuşturmak gibi burjuva milliyetçi ve gerici-ütopik çözümlere bağlanmaktan öteye de gidememektedir. Bu açıdan Türkiye’nin reformist solu, ‘60’lı yılların liberal ütopyalarını daha geri ve gülünç bir düzeyde yeniden güncelleştirmek için şu günlerde hummalı bir çaba içerisindedir.
Burjuva milliyetçi hayaller:
İP ve EMEP
Reformist solda bu çabanın başını Perinçekçi İP ile EMEP çekiyor. İP bu konuda orduyu savunma arsızlığı içerisinde fazlasıyla cüretli, EMEP ise örtülü ve utangaç bir konumda. İlki, Perinçekçi İP, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerini referans vererek, kalkınmaya ve sanayileşmeye dayalı sözümona halkçı bir milli kapitalizmi açıkça formüle ediyor. Buna da “Mustafa Kemal’in sınanmış ve başarılar kazanmış ulusal, devletçi, halkçı planlı ekonomi programı” diyor. İkincisi, EMEP, solcu akademisyenlere başvurarak ve ATO başkanı türünden asalak tüccar takımının İMF karşıtı söylemlerine dayanarak, daha dolaylı bir biçimde aynı kapıya çıkıyor. Böylece o da kendi cephesinden, çarpık olmayan, üretime dayanan, istihdam yaratan ve kalkınmayı hedefleyen bir “milli sanayi kapitalizmi” alternatifi propaganda ediyor. Üretime, istihdama, sanayileşmeye ve dolayısıyla kalkınmaya dayalı bu sözde “ulusal program” alternatifi, son kriz patlak vereli beri sağlı-sollu tüm sendika bürokrasisinin de ortak söylemi durumunda. Nitekim hemen tüm sendikal kuruluşların ortak imzasını taşıyan Emek Platformu açıklamaları da aynı istemleri, dolayısıyla çözümleri tekrarlıyor. “Rant ekonomisi yerine üretime dayalı ekonomi”, bu çevrelerde genel kabul gören istem ve çözüm durumunda.
Tüm bu söylemler ve sözde çözüm arayışları, mevcut durumu bir sınıf egemenliği sistemiyle, buna dayalı sınıf çıkarları ve tercihleriyle değil, fakat yanlış ve çözümsüz politika tercihleriyle ilişkilendiriyorlar ve karşılığında kendilerince doğru ve çözücü politikalar önermiş oluyorlar. Sanayileşmeye ve kalkınmaya dayalı, dolayısıyla gelirleri artıran, istihdamı sağlayan bir politik tercih bunun ifadesi oluyor. Oysa kapitalizmin temel işleyiş mantığı kâra, dahası azamı kâra dayanır.
Bu Türkiye kapitalizminde de böyle olduğu içindir ki, sermaye üretim, istihdam ya da sanayileşme türünden “ulusal” ya da “sosyal” amaç ve kaygılar değil, azami kâr ve vurgun peşinde koşmakta, sonuç bugünkü tablo olmaktadır. Bunda köklü bir değişiklik ancak üretim ilişkilerine ve onun dayandığı sınıf egemenliği sistemine devrimci bir müdahale ile olanaklıdır. Bu olmadığı sürece, uluslararası finans çevreleriyle işbirliği ve kader birliği içindeki rant ve talan ekonomisi yerine, üretime ve istihdama dayalı bir milli ekonomi, mevcut sınıf ilişkileri içerisinde boş bir hayaldir. Herşey bir yana, bunun dayanağı olacak millici ve sanayici bir burjuva katmanı bugünün Türkiye’sinde yoktur. Burjuvazinin son krizle birlikte İMF’den hoşnutsuzmuş tavrı takınan kesimlerinin tutumunun gerisinde, “ulusal” ya da “sosyal” kaygılar değil, fakat krizin vurduğu ve elenmeyle yüzyüze bıraktığı burjuva sınıf kesimleri olmak olgusu vardır. Bunların İMF’nin işçi sınıfı ve emekçilere yönelik sosyal yıkım programlarına gerçekte bir itirazı yoktur. Tek itirazları, patlak veren krizlerin, kapitalist işleyişin doğası gereği kendilerini de vuruyor olmasınadır.
Üretime ve istihdama dayalı kalkınma ve sanayileşme programı önerenlerin lügatında uluslararası organik bağlantısı ve yeri sınıf temeliyle bir Türkiye kapitalizmi değil, sınıf karakterinden yoksun bir “Türkiye ekonomisi” var. Bu durumda bütün sorun, sınıf dayanağından ve karakterinden yoksun bu ekonomiyi kötü ellerden ve akibetlerden korumak olarak ortaya çıkıyor. Perinçekçi İP bu gerici liberal yaklaşımı ifrata vardırıyor. Onlar için emperyalizme binbir bağla bağlı bir Türkiye kapitalizmi değil, fakat emperyalizmin şimdilerde küreselleşme saldırısıyla çökertmeye çalıştığı bir “ulusal ekonomi” ve “ulusal piyasa” var. Yine, bu kapitalizm temeli üzerinde yükselen bir burjuva sınıf egemenliği, bu egemenliğin dayanağı olan bir burjuva sınıf devleti ve ordusu değil, “ulusal devlet” ve “ulusal ordu” var. “Ulusal” yaftası takılan bu devlete ve orduya dayanılarak, yine “ulusal” yafta takılan “ekonomi” ve “iç piyasa” savunulacaktır.
Sorunları mevcut düzeni aşmak değil,
fakat islah edip düze çıkarmak
Bu gerici liberal düşüncelerin uzun uzadıya tartışmanın yeri burası değil. Fakat bunların tarihsel ve sınıfsal temelden yoksun liberal ütopyalar olduğunu göstermek için, tarihsel referanslarına işaret etmek bile kendi başına yeterlidir. Tarihsel referans olarak sunulan “Mustafa Kemal’in sınanmış ve başarılar kazanmış” sözde halkçı politikaları, ne denli böyle olduğundan bağımsız olarak, belli tarihi koşullar içinde, belirli bir sınıfın çıkarlarına ve ihtiyaçlarına yanıt veriyordu. Bu sınıf ve dayandığı ekonomik temel yokolup buharlaşmadı, tersine, evrimini sürdürerek bir dizi gelişme aşamasından geçti ve bugüne geldi. Bu egemenliğin siyasal ifadesi olan devleti ve bu devletin temel omurgası olan ordusuyla birlikte. Onlar da ona paralel ve onun ihtiyaçlarına denk düşen bir evrimden ve değişimden geçerek bugüne geldiler. Bundan dolayıdır ki, döne döne iflas eden İMF-TÜSİAD programlarının başarıyla uygulanmasına cop ve dipçikle nezaret etmekte, bunun gerektirdiği her durumda işçi sınıfına ve emekçilere, onların örgütlü devrimci kesimlerine her türlü baskı ve zulmü reva görmektedirler. Bunun içindir ki, her konuda uluorta konuşan, açıklamalar ve tehditler yayınlayan NATO’cu ve Amerikancı ordu, İMF dayatmalarına ve programlarına tek kelime etmemekte, İncirlik’in kullanılmasına ses çıkarmamakta, ABD’nin Yugoslavya müdahalesine şevkle katılmakta, ABD’nin Ortadoğu’daki hançeri konumundaki siyonist İsrail ile stratejik mihver kurmaktadır.
‘60’lı yılların bu konuda idealist tarihsel referansalara dayalı duygusal yanılgıları, bilimin ve sosyal pratiğin yardımıyla solda önemli ölçüde aşıldı. ‘30’lu yılların zerre kadar halkçı olmayan devletçiliğinin hangi tarihi koşulların ürünü olduğu ve egemen burjuva sınıfının o dönemki çıkar ve ihtiyaçlarına nasıl uygun düştüğü, ideolojik olarak Kemalizmi aşamamış bilim insanlarının araştırmalarıyla bile ortaya konuldu ve solun düşensel ilerlemesine dayanak oldu. Bu konuda hayal kırıklıklarını ileriye doğru değil de geriye doğru aşanlar, kurulu düzenle bütünleşmeyi seçtiler ve içlerinden bazıları onun en utanmaz savunucuları haline geldiler.
Belli bir tarihi dönemin koşullarından ve ihtiyaçlarından doğmuş ve o dönemin egemen burjuva sınıfının çıkar ve ihtiyaçlarıyla tam olarak örtüşmüş politikaları alıp sınıf karakterinden soyutlayarak ve onlara olmadık işlevler atfederek, bu anlamda tarihi de kabaca çarpıtarak, bugüne bir “ulusal program” alternatifi olarak adapte etmeye kalkmak düpedüz gericiliktir. Perinçekçi İP ve onun EMEP gibi utangaç izleyicileri, ‘60’lı yılların yanılgılarına daha geri ve kaba burjuva bir çizgiden geri dönüyorlar bugün. Son 30-35 yılın ilerici düşünsel birikimini, onun ifade ettiği ilerlemeyi bir kalemde silmek istiyorlar.
Devrim konusunda tümüyle inançsız bu milliyetçi burjuva liberal takımı, Türkiye kapitalizminin yarattığı bugünkü sorunları ve açmazları ileriye değil, geriye, bugünkü noktaya varan çıkış evresine dayanarak sözde çözmek istiyorlar. Bu çerçevede gerici ve liberal oldukları kadar hayalci bir konumdadırlar da. Bu gerici liberal tutum, çözümsüzlükler ve krizler içerisinde debelenen Türkiye kapitalizmini aşmak yerine onu islah etmek ve düze çıkarmak perspektifi olarak da kendini gösteriyor.
Proletaryanın devrimci programı
tek çıkış yoludur
İşçi sınıfının sorunu, kapitalist ekonomiye ve dolayısıyla burjuva sınıf düzeninin sorunlarına kendi içinde, yani kapitalist düzenin kendi tabanı üzerinde çözüm bulmak değildir, olamaz. Onun sorunu, devrimci sınıf mücadelesini geliştirerek, bu ekonomiye karakterize eden üretim ilişkilerini, bu ilişkilere dayanan sınıf egemenliği sistemini aşmaktır. Dolayısıyla, devrimci sınıf mücadelesini geliştirmek ve devrimci sınıf mevzilerini çoğaltmak yoluyla, bunu başaracak koşullara zaman içerisinde ulaşmaktır. İşçi sınıfı, düzenin krizleri ve dolayısıyla mevcut kriz karşısında, ileri süreceği temel ve taktik istemlere de bu bakışaçısıyla yaklaşır. Özetle bu, devrime dayalı devrimci sınıf bakışaçısı çizgisidir.
Bütün bu açılardan partimizin programı işçi sınıfının elinde gerçek bir silahtır. Teorik, stratejik ve taktik bölümlerden oluşan bu bütünsel program, genel planda olduğu gibi bugünkü kriz karşısında da işçi sınıfına devrimci bir bakışaçısı ve davranış çizgisi sunmaktadır.
Programımızın teorik bölümü, bugünün dünyasında ve onun bir parçası olarak bugünün Türkiye’sinde egemen bulunan temel ilişkilerin ve bu ilişkilerin kaçınılmaz ürünü olan iktisadi, sosyal ve siyasal sorunların açık ve net bir kavranışını sunmaktadır. Bugünün Türkiye’sinde emekçiler krizlerden, emperyalist köleliğin bu krizlerin yıkıcı etkilerini ağırlaştıran sonuçlarından, işsizlik ve yoksulluktan, derinleşen gelir uçurumundan, çok yönlü çürüme ve kokuşmadan acı çekmekte, tüm bunlara karşı öfke ve hoşnutsuzluk duymaktadır. Ve programımızın teorik bölümü, tüm bu sorunların emperyalist dünya sistemi ve kapitalist düzen ile organik ve öze ilişkin bağını bütünsel bir açıklık içerisinde sunmaktadır.
Programımızın stratejik siyasal bölümü “Türkiye Devrimi” başlığı taşımaktadır ve Türkiye kapitalizminin siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel cephede hangi temel alternatif çözümlerle, hangi ilke ve esaslara bağlı olarak aşılacağını ortaya koymaktadır. Programımızın bu bölümü, bugünkü düzenin işçi sınıfına ve emekçilere yaşattığı derin sosyal ve siyasal acıların, ancak onun dayandığı sınıf egemenliği sistemine ve onun gerisindeki emperyalist köleliğe köklü bir müdahaleyle aşılabileceğini saptamaktadır.
Fakat programımız sorunların kaynağını ve temel çözümünü vermekle de yetinmemektedir. Saptanan temel devrimci hedefe bir anda ulaşılamayacağının açık bilinciyle, devrimci teorik ve stratejik konumunu ve bakışaçısını, bu temel hedefe zaman içerisinde ulaşmayı kolaylaştıracak ve olanaklı kılacak devrimci bir taktik hatla da birleştirmektedir. Programımızın “Acil Demokratik ve Sosyal İstemler” ile “Emeğin Korunması”na ayrılmış bölümleri de işte bu işlevi görmektedir, bu amaca yöneliktir.
Krizin bugünkü yıkıcı etkileri ve sermayenin onu izleyen saldırıları karşısında, teorik ve stratejik bölümleriyle organik bir bütünlük içerisinde kavranmak kaydıyla, programımızın bu taktik bölümleri işçi sınıfının ve emekçilerin elinde gerçek birer silahtır. Bu bölümler, partimizin şu günlerde yükselttiği “Krizin faturası kapitalistlere!” şiarının somutlanmış bir çerçevesini de vermektedir. Burada tek bir istem gösterilemez ki, krizin yıkıcı etkileri ve İMF’nin yeni saldırı programı karşısında, işçi sınıfının ve emekçilerin bugünkü can alıcı istemlerine ve çıkarlarına denk düşmüyor olsun. İş gününden vergi sorununa, asgari ücretten parasız eğitim ve sağlığa kadar bu böyle. Aynı şekilde, dış borçların iptalinden temel demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması istemine kadar bu böyle.
Bu istemler devrim hedefine bağlanan bir devrimci sınıf bakışaçısıyla formüle edilmişlerdir. İlgili bölümlerin girişinde de belirtildiği gibi, bu istemler uğruna mücadele, parti için; “proleter ve emekçi yığınları etkilemeye, kendi özdeneyimleri temelinde eğiterek devrim mücadelesine kazanmaya” hizmet eder. Bu istemlerin elde edilmesi mücadelesinde katedilecek her mesafe, işçi sınıfı ve emekçileri fiziki ve moral yozlaşmadan korumakla kalmayacak, gerçek kurtuluş uğruna verilen mücadelede onlara savaşma gücü ve yeteneği de kazandıracaktır.
Bütün bu açılardan, partimizin programı, yalnızca genel bir toplumsal devrim programı olarak kalmamakta, mücadelenin taktik aşamalarına da başarıyla yanıt veren dinamik ve devrimci bir sınıf mücadelesi bakışaçısı da sunmaktadır.
Her toplumda ağır kriz dönemleri, partilerin ve programların denenip sınanmasına da en uygun vesilelerdir. Partimiz kriz döneminde işçi sınıfının ve emekçilerin karşısına güçlü bir biçimde çıkmak ve kitlelerin ve olayların sınamasından başarıyla geçmek istiyorsa, tam da bu dönemde programını en etkin bir silah haline getirmeyi ve pratikte gereğince kullanmayı başarmak zorundadır.
Bu aynı dönem, kriz karşısındaki tüm sahte burjuva ya da tutarsız küçük-burjuva programlarla, bunlara dayalı sözde “ulusal” ya da “devrimci” çözümler ya da alternatiflerle hesaplaşma dönemidir de. Bu hesaplaşma da, yine parti programına etkin bir silah olarak dayanabilme ölçüsünde başarılı olacaktır.
(Ekim, Sayı: 221, Mart 2001, Başyazı)