H. Fırat
“Irak’ın toprak bütünlüğü” ve
Kürt sorunu
Devrime ve halklara karşı olan, emperyalizmin genel ve bölgesel çıkarlarına uygun düşen, bu arada elbette işbirlikçi Türk burjuvazisinin sefil çıkarlarıyla da uyuşan her konuda, Türk dış politikası kural olarak emperyalizmin paralelinde, denetiminde ve hizmetindedir. Bu çerçevede hiçbir zaman esasa ilişkin bir sorun yaşanmaz. Sorun daha çok, emperyalizmin genel bölgesel çıkar ve tercihlerinin Türk burjuvazisinin çıkar ve kaygılarını gözetmediği ya da bunları ciddi biçimde zedelediği durumlarda kendini göstermektedir. Bu çerçevede zaman zaman yaşanan sorunların anlamı ve önemi de, sözkonusu sorunun yapısına ve boyutuna göre değişmektedir.
Buna somut bir güncel örnek, Irak’taki Kürt bölgesi, yani Güney Kürdistan sorunudur. Körfez savaşından beri ABD emperyalizminin Irak’ı bölüp parçalamaya dayalı bir planı var. Böylece bu ülkeyi daha kolay denetim altına almayı, Irak’ın zengin petrol yataklarına el koymayı, bu arada siyonist İsrail için önemli bir engeli ortadan kaldırmayı hesaplıyor. Bu plan çerçevesinde, Irak’ın kuzeyinde kendisine her açıdan bağımlı ve sadık kukla bir Kürt devleti kurmak istiyor. İstemekten de öteye bir plan olarak yıllardır adım adım somut olarak bunu uyguluyor.
Bu planın Türk burjuvazisini, özellikle de onun adına ülkeyi yöneten Türk generallerini rahatsız ettiğini biliyoruz. Böyle bir gelişmenin Türkiye’deki Kürt sorununu azdıracağını, birleşik Kürdistan düşüncesine güç kazandıracağını, bunun ise Türkiye’nin bölünmesi sürecini kolaylaştıracağını düşünüyorlar. Böyle düşündükleri içindir ki, ABD emperyalizminin bu alandaki politika ve uygulamalarından rahatsızlık duyuyorlar. ABD Irak’ı fiilen bölmeye çalışırken, Türk dış politikası “Irak’ın toprak bütünlüğü”nü vurguluyor. Bosna ya da Kosova sorunları sözkonusu olduğunda Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü hiçe sayanların Irak sözkonusu olduğunda bunu hararetle savunma ikiyüzlülüğünün gerisinde tabii ki Kürt sorunu var.
Kürt sorunu bölgesel bir sorundur; Türkiye’nin yanısıra, bir ucu İran’ı, bir ucu Irak’ı kesiyor, Suriye’yi kesen yanları var. Bugün Ortadoğu’da egemenliği elinde tutan ABD emperyalizmi her soruna olduğu gibi bu soruna da kendi genel bölgesel çıkar, ihtiyaç ve hedefleri üzerinden bakıyor. Buradan bakarak, Kürt aşiret reislerini dayanan bağımlı bir Kürt devleti yoluyla kendine yeni bir alan açmaya, Ortadoğu’da yeni bir stratejik üs yaratmaya çalışıyor. Burada, bu çerçevede atacağı adımların bölgedeki şu veya bu devleti nasıl etkileyeceği temelde onu çok da ilgilendirmiyor. Bu ülke Türkiye gibi bölgede kendisine son elli yıldır sadakatle hizmet eden bir ülke olsa bile. En fazlasından duyulan kaygıları yatıştırma, bunun için gerekliyse bazı özendirici rüşvetler sunma yoluna gidiyor. Geçmişte, Özal döneminde bu özendirici rüşvetin ne anlama geldiğini gördük.
Ama ABD emperyalizminin kendi hesap ve ihtiyaçları üzerinden bakarak atmaya çalıştığı adımlar, Türk burjuvazisi için ciddi sorunların zemini, ciddi korku ve kaygıların nedeni olabiliyor. Türkiye’de koca bir Kürt sorunu var. Kürtlerin yarısı Türkiye’de yaşıyor, Kürdistan’ın toprak olarak üçte biri Türkiye’de. Türkiye Kürtleri ile Irak Kürtleri arasında öteki parçalarla kıyaslanamaz bir yakınlık ve etkileşim var. Dahası Türkiye’deki Kürt uyanışı bu ilişki ve etkileşimi alabildiğine geliştirdi, bu iki alan bir ara fiilen içiçe bile geçti.
İşte sorun da zaten tüm bu gerçeklerin toplamından çıkıyor. Türk burjuvazisi Kürdistan’ın parçalarından birinde devletleşmenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyor ve böyle bir gelişmenin kendi egemenlik sahasında temel çıkarlarını zedelemesine katlanamıyor. Bu alanda ABD ile ters düşmesinin gerisinde bu gerici korku ve kaygılar var.
Perinçekçi parti buradaki politika farklılığına olmadık anlamlar yüklüyor ve bundan hareketle düzen ordusu hakkında gerici hayaller yayıyor. Oysa burada en ufak bir ilerici öğe, iğne ucu kadar bir anti-emperyalist tutum sözkonusu değil. Halkların lehine hiçbir şey yok burada. Tersine, gösterilen tutumun gerisinde Kürt halkının her türlü kazanımına karşı gerici bir tahammülsüzlük vardır. Sözümona “Irak toprak bütünlüğü” konusunda gösterilen hassasiyetin öteki yüzünde, Kürt halkının her türlü ulusal hakkının kesin bir biçimde red ve inkarı vardır. Güney’de kukla da olsa bir Kürt oluşumu ortaya çıkarsa, bunun Türkiye’deki Kürtlerin ulusal özlemlerini depreştireceği korkusu ve kaygısı vardır. Demek ki, bu alandaki dış politika hassasiyeti, içerde Kürt halkının temel ulusal hak ve özlemlerine karşı izlenen inkara ve imhaya dayalı gerici politikanın dış yansımasından başka bir şey değil. İç politikanın dış politikayı belirlemesinin tipik bir örneğini görüyoruz burada.
Ve yinelemek gerekir; Türk burjuvazisinin örneğin Yugoslavya üzerinden böyle kaygıları olmadığı için başından itibaren bu ülkenin emperyalistlerce paramparça edilmesine, halkların birbirine boğazlatılmasına tam destek verdi. “Irak’ın toprak bütünlüğü” konusunda bu denli hassas olan Türk generalleri, NATO savaş makinesi içinde yer alarak Yugoslavya’nın yıkıma uğratılması ve Kosova’nın da fiilen bu ülkeden kopartılması çabasına katıldılar.
Özetle; “Irak’ın toprak bütünlüğü” konusunda gösterilen hassasiyet, öteki parçalarda “Kürtler adına” şu veya bu biçimde bir mevzi kazanılırsa, bunun kendi egemenlik sahasında yolaçacağı zaafiyetlerden duyulan korku ve kaygılara dayalı tümüyle gerici bir hassasiyettir. Burada emperyalizme karşı zerre kadar bir tutum sözkonusu değildir.
Fakat dahası var. Bilindiği gibi bu hassasiyet, Türkiye topraklarının ABD emperyalizminin Irak’a yönelik yıkıcı faaliyetleri için bir üs olarak kullanılmasına, Irak’ın İncirlik’ten kalkan ABD uçaklarınca günübirlik denetlenmesine ve sık sık bombalanmasına hiç de engel değil. Tersine, Türkiye’yi yöneten uşak takımı, bu hizmet ve sadakatin karşılığı olarak emperyalist efendilerinden “Kuzey Irak hassasiyeti” konusunda anlayış dilenmektedirler. ABD’nin Kuzey Irak politikasına muhalefetlerinin sınırları da bir bakıma budur.
Kıbrıs: “Kuzey Kıbrıs Türk
halkını”na rağmen
Bir başka örnek Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs Doğu Akdeniz’de son derece stratejik bir ada, yüzen bir üs durumunda. Hangi ülkenin gerici burjuvazisi burada bir egemenlik alanına sahip olmak istemez ki? Hele de bunu olanaklı kılacak tarihsel, siyasal, kültürel ve etnik olanaklara sahipse. Kıbrıs üzerinden Türk ve Yunan burjuvazilerinin uzun onyıllardır oynadığı oyunların ve yaşadıkları çatışmanın gerisinde de bu var.
Ecevit’in 31 Aralık 2000 tarihli Hürriyet’te çıkan bir röportajı var, arada Kıbrıs’a da değiniyor. Kıbrıs sorununun Türk burjuvazisi için anlamını ve önemini bütün çıplaklığı ile ortaya koyan sözler söylüyor. “KKTC'nin başka ellere gitmesine, Kıbrıslı Türkler razı olsalar bile biz razı olamayız” diyor. Bu, Kuzey Kıbrıs Türk halkının istem ve iradesinden bağımsız olarak Kıbrıs bizim çıkarlarımız ve güvenliğimiz için vazgeçilmezdir demekle aynı anlama geliyor.
Nitekim Ecevit bunu derli toplu olarak ifade de ediyor, “Meselenin Kıbrıs meselesinden ibaret olmadığının, Türkiye'nin güvenliği meselesi olduğunun” artık anlaşılması gerektiğini vurguladıktan sonra, bunu şöyle toparlıyor: “Şimdi Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol hattı Kuzey Kıbrıs'ın önemini büsbütün arttırdı. Çünkü, Doğu Akdeniz'in önemi büsbütün arttı güvenlik açısından. Bir de kendi haline bırakırsak, fiili bir Rum-Yunan egemenliği Kıbrıs'ın tümünde yerleşirse, biz yalnız batıdan değil, güneyden de Yunanistan tarafından sarılmış olacağız. Rusya da Güney Kıbrıs'a yerleşmiş durumda. Türkiye'nin çok dikkatli davranması gerekiyor.”
Demek ki sorun hiç de “Kıbrıslı soydaşlar”ın hakları ve güvenliği sorunu değil, fakat tümüyle Türk burjuvazisinin çıkarları ve güvenlik ihtiyaçları ile ilgilidir.
Burada dile getirilen “gerektiğinde Kıbrıs Türk halkına rağmen” vurgusu da boşuna değildir. Zira Kuzey Kıbrıs Türk halkı mevcut işgalden tümüyle rahatsız olduğunu, kendi kaderi hakkında bizzat karar vermek istediğini son zamanlarda belirgin biçimde ortaya koymaktadır. Kendi yaşam alanının Türk devleti tarafından bir kontr-gerilla üssü ve kirli işler alanı haline getirilmesinden, yaşam koşullarının sürekli kötüleşmesinden, hak ve özgürlüklerinin işgal yönetimi tarafından sürekli çiğnenmesinden rahatsızdır. “Bu memleket bizim” şiarı, buna dayalı miting ve protestolar bunu anlatmaktadır.
Ama Ecevit; Kuzey Kıbrıs halkı istemese de biz adadaki egemenliğimizi sürdürmek zorundayız, çünkü burası güneyden bizim için temel önemde bir güvenlik sahasıdır, diyor. Sorunun bir başka yanı daha var. Kıbrıs’ın bir parçası üzerinde egemenliğiniz olduğu ölçüde emperyalizmle ilişkilerde de konumunuz güçleniyor, krediniz artıyor. Buradan da gelen bir hassasiyet var. Nitekim Ecevit “Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol hattı Kuzey Kıbrıs'ın önemini büsbütün arttırdı. Çünkü, Doğu Akdeniz'in önemi büsbütün arttı” derken bunu kaba bir biçimde açığa da vuruyor. Petrol tekellerine güvenliği tam bir petrol boru hattı güzergahı sunmaktan İsrail’le Ortadoğu halklarına karşı kurulan stratejik askeri ittifaka Akdeniz’in göbeğinde önemli bir üs sağlamaya kadar bir dizi etken var burada.
Kıbrıs’ta Kıbrıs halklarının kaderine iki cepheden kaba bir müdahale var. Bir cepheden Yunan burjuvazisi bu müdahaleyi yapıyor, öteki cepheden Türkiye burjuvazisi. Adadaki halkın iradesini kimsenin aldırdığı yok. Yunan burjuvazisi askeri rejim döneminde Kıbrıs’ı ilhak etmeye, Enosis’i gerçekleştirmeye kalkmıştır. Türk burjuvazisi de bunu fırsat bilerek Kıbrıs’ı işgal etmiş, kendi “taksim” emelini fiilen gerçekleştirmek, yani adayı bölerek kendisine düşen payı ilhak etmek istemiştir. Türk burjuvazisi kendine düşen parçaya razıdır, razı olmaktan da öteye temel politikası her zaman zaten bu olmuştur. Yunan burjuvazisi ise adanın tümü üzerinde egemenlik kurmak istiyor.
Hangisi kazanırsa kazansın, sonuçta özellikle ABD emperyalizminin burada en ufak bir kaybı olmayacaktır. Türk burjuvazisinin hükümran olduğu toprakların emperyalizm için birer saldırı üssü, birer egemenlik alanı olduğu bir durumda, Kıbrıs’ın tümü Türkiye’nin eline geçse ne olur? Emperyalizmin başka bir üssü olur Ortadoğu halklarına karşı. Yunan burjuvazisi elinde kalsa gene aynı şey olur.
Çekişmenin gerici mahiyetinine işaret etmek için söylüyorum bunları. Özellikle Avrupalı emperyalistlerin Kıbrıs’ı AB bünyesine alarak burayı doğrudan kendi egemenlik sahası haline getirmek istedikleri de bir gerçektir. AB ülkelerinin Yunanistan’a, onun tezlerine verdiği hararetli desteğin gerisinde de bu var zaten.
Bugün Türkiye’deki ekonominin yönetimini, sosyal politikaların temel gidişatını İMF’nin sıradan memurlarının eline veren Ecevit, Kıbrıs sorunu üzerinden milliyetçilik taslıyor ve gericilik yapıyor. Siz iktisadi ve mali yönetimi tümüyle emperyalizmin eline vermişseniz, bunu olağan karşılıyor ve daha da pekiştiriyorsanız eğer, dış politik ilişkilerde, kendi çevre bölgenizdeki bazı dış politika sorunlarında gösterdiğiniz hassasiyet ancak gerici bir hassasiyet olabilir. Kendi burjuva gerici bencil hesaplarınızla bağlantılı bir hassasiyetten öteye gidemez bu, “milli çıkarlar”la bir ilgisi yok bunun. İkisi de emperyalizme göbekten bağlı iki işbirlikçi rejimin kendi aralarındaki gerici çelişki ve çatışma konularıdır bunlar. Bundan Türkiye ve Yunanistan halkları kadar Kıbrıs halkları da zarar görüyor. Durumdan kârlı çıkan tek güç ise, bu gibi durumlarda hep olduğu gibi bir kez daha emperyalist odaklar oluyor. Emperyalistler bu türden sorunları kullanarak hakemliğe soyunuyorlar, her iki ülke üzerindeki nüfuzlarını artırıyorlar.
Sorunlara rağmen uşakça sadakatte
sorun yok
Yunanistan’la onyıllardır bir takım sorunlar var, bunların bir kısmı tarihsel kökene sahiptir. Türk burjuvazisi emperyalistlerin bu sorunlarda Yunan burjuvazisine daha toleranslı davrandığını, onu daha çok kayırdığını düşünüyor.
Bir ülke emperyalizme ne denli bağımlı olursa olsun, her ülkenin gerici burjuvazisi kendi egemenlik alanında bir takım gerici şoven hesaplara sahiptir, bu çerçevede kendi çapında yayılmacı niyet ve girişimler gösterir. Bu bağımlılık ilişkileriyle bağdaşmaz bir durum da değildir. Zira burada emperyalizmle temelde çelişen bir durum ve tutum sözkonusu değildir. Sorun bir gerici devletle bir başka gerici devlet arasındadır, emperyalizm ise burada hem kışkırtıcıdır, hem hakem. Hem birbiriyle sorunlu ülkeleri karşılıklı kışkırtır, birbirlerine karşı silahlanmalarından büyük kârlar ve etki alanı sağlar, hem de arada hakemlik ederek sözde yaşanan sorunları çözmeye çalışır. Çekişen gerici devletler ise bu hakemliğe hiçbir biçimde itiraz etmezler de hakemlerin kendisinden çok rakibini kolladığını düşünür, bunu sitemlere, zaman zaman pratik değeri olmayan tepkilere konu ederler.
Türkiye’yi yöneten uşak takımı Yunanistan’la yaşanan sorunlarda batılı emperyalistlerin hep de Yunanistan’ı kayırdığını düşünürler. Bu bir ölçüde doğrudur da. Ama emperyalistler tarafından kayırılan bu Yunanistan NATO üyesi olduğu halde Balkan savaşına katılmayı redder ve topraklarından Yugoslavya’nın bombalanmasına izin vermez. Oysa Türkiye “hakkını yiyen” emperyalist efendilere uşakça bir sadakatle hem bu barbar emperyalist savaşa katılır ve hem de savaşın uzaması durumunda kullanılmak üzere Türkiye’nin batısındaki NATO üslerini hazır halde tutar. Kıbrıs ve Ege sorunlarında emperyalistlerin anlayışsızlığı ve Yunanistan lehine kayırıcılığı karşısında gösterilen tepkilerin anlamına, niteliğine ve sınırlarına buradan bakılabilir.
Bu böyle olduğu halde, bunun üzerine koca bir teori oturtan ve sol olmak iddiasına olan gerici-milliyetçi akımlar var Türkiye’de. Türkiye Kıbrıs’tan, Ege’den, Kuzey Irak’tan kuşatılıyor yaygarasını yineleyip duran Perinçekçi parti bunun bir örneği. Bu yaygara, düzen ordusu hakkında her türlü dayanaktan yoksun gerici değerlendirmelere konu edildiği için özel bir önem taşıyor. Emperyalizme göbekten bağlı bulunan ve kendini çevreleyen bölgede emperyalizme saldırı üssü hizmeti gören bir ülkeyi emperyalizm tarafından kuşatılan bir ülke olarak resmedenler, böylece Türk ordusunu da, bu kuşatmaya karşı cansiperane direnen bir “devrimci kuvvet”, “anti-emperyalist bir güç” ilan ediyorlar. Bu, gericiliğin, gerçeklerden kopmuş gerici hayalciliğin dipsiz kuyusudur.
Bugün Türkiye’nin ekonomisi ve maliyesi aylık olarak emperyalizm tarafından denetleniyor ve bu her türlü tartışmanın dışında tutuluyor. Bu ilişkilerde en ufak bir pürüz yok. Yeri geldiği zaman Kürt sorunu üzerinden ABD’ye ters düşen Türk ordusunun İMF ve Dünya Bankası politikalarına temelde bir itirazı yok. Bir itirazı olmak bir yana bu temel ilişkiler devletin resmi ve değişmez siyasetinin esasını oluşturmaktadır. Türkiye’nin her tarafı NATO ve ABD emperyalizminin üs ve tesisleriyle donatılmış, emperyalizmin ülke toprakları üzerindeki bu muazzam askeri varlığı bir dizi açık-gizli anlaşmayla güvenceye alınmış, bu konuda da en ufak bir tartışma yok. Balkanlar’a emperyalizm müdahale ediyor, Türkiye o müdahalenin doğrudan içeriside, emperyalist politikaların uygulanmasına silahlı gücüyle katılıyor ve yaratılan durumlara nezaret ediyor.
Türkiye’yi yönetenler, özellikle de Perinçek’in tapındığı generaller, bu noktada emperyalizmin temel tercihlerine öylesine tabiler ki, Balkanlar’daki savaşa katıldılar ve bununla övündüler. Şimdi Türk ordusunun Bosna’da, Makedonya’da, Kosova’da, Arnavutluk’da askeri var. Bu tam da emperyalizmin Balkanlar’a müdahalesinin ihtiyaçlarına yanıt vermek içindir. Bu konuda da en ufak bir tartışma yok. Perinçekçi partinin sık sık kullandığı bir ifadeyle, Türk ordusu Balkanlar’daki “kriz bölgelerine bir müdahale gücü” olarak kullanılıyor bile, Perinçekçi söylemin aksine, bu hiç de salt bir niyet değil fakat yıllardır fiilen yaşanan bir durum.
Irak’a karşı müdahale İncirlik’den yürütülüyor, en ufak bir tartışma yok. İran’la Türkiye’nin çok özel bir sorunu yok, ama ABD emperyalizminin İran’ı kuşatma ve bunaltma stratejisinin bir parçası olarak Türk devleti ikide bir İran’la gerginlikler yaratıyor. Bakıyorsunuz, ABD’nin Hatemi döneminde İran’la ilişkileri onarmak eğilimi gösterdiği, dolayısıyla ABD-İran ilişkilerinin bir parça yumuşama belirtilerin gösterdiği bir sırada, Türkiye’nin de İran’la ilişkileri bir anda düzeliyor. ABD yeniden eski tutumuna döndüğünde, Türkiye yine bir bahane, bir provokasyon yaratarak ya da bizzat ABD tarafından yaratılmış bu türden provokasyolara yatarak İran’la ilişkilerini geriyor.
Türk devletinin Kafkasya ve Orta Asya’daki tüm girişimleri ABD emperyalizmine taşeronluk çerçevesinde gündeme gelmiştir. Ve ABD emperyalizminin Orta Asya’daki girişimleri Rusya ve Çin sayesinde boşa çıkarıldığı içindir ki, oradaki Türk dış politikası da hezimete uğramıştır. Gerçekte hezimete uğrayan ABD, dolayısıyla ABD’nin taşeronu olarak Türkiye’dir. Bu sorun üzerinde ayrıca durulacağı için buradaki özetlemede yalnızca hatırlatmış oluyorum.
Ve şimdi bakıyoruz, Perinçekçi söyleme göre sözümona “Vietnam’dan sonra Amerika’ya en büyük ikinci darbeyi vurduğu” iddia edilen Türk burjuvazisi ve ordusu ABD ile birlikte İsrail’le stratejik bir mihver kuruyor. Bu, askeri, siyasal eksenli bir savaş mihveri; Akdeniz’de ABD ve İsrail’le birlikte askeri tatbikatlar yapıyor. Ve çok ilginçtir, bu tatbikalar tam da Arap ülkelerinin Filistin sorunundan dolayı bir biçimde İsrail’le karşı karşıya geldiği bir sırada oluyor. Bunun içerdiği mesaj çok açık, aynı ölçüde dolaysızdır.