‘98 yılını geride bıraktık. İkibinli yıllara yalnızca bir yıl kaldı. İnsanlık yeni bir yüzyıla, 21. yüzyıla giriyor. Biz Türkiyeli komünistler gelmekte olan yüzyılı işçi sınıfının devrimci partisinin kuruluşuyla, Türkiye Komünist İşçi Partisi’nin ilanıyla karşılıyoruz. Ve biz, Türkiye devrimi için tarihi önemde gördüğümüz bu adımın yeni bir yüzyıla geçişle çakışmasının sembolik olmaktan öteye bir anlamı olduğuna inanıyoruz.
Türkiye’de yeni temeller üzerinde bir komünist hareketin doğuşu, 12 Eylül askeri faşist darbesini izleyen ağır ve her açıdan yıkıcı bir yenilginin sonrasına denk geldi. Bu yenilginin yarattığı ağır tasfiyeci hava daha henüz dağılmamışken, bu kez uluslararası planda büyük bir gericilik dalgası başgösterdi. Öylesine ki, komünist hareketimizin siyasal mücadele alanına çıkışıyla bu uluslararası gericilik dalgasının başlangıç startını oluşturan gelişmeler neredeyse üstüste düştü. Sovyetler Birliği’nde başlayan, tüm Doğu Avrupa’ya yayılan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla noktalanan bu olaylar zinciri, tüm dünyada devrim ve sosyalizme karşı tarihin gördüğü en büyük ideolojik, psikolojik ve siyasal haçlı seferine vesile oldu. Marksizme, sosyalizme, devrime dair herşey görülmemiş bir saldırı, karalama ve inkar kampanyasının hedefi haline geldi. Tarihi gerçekler tersyüz edildi. Gerici burjuva düşünce ve değerler kutsandı. Kapitalist düzenin ebediliği, dolayısıyla “tarihin sonu” ilan edildi.
İşte biz Türkiyeli komünistler, partimizi, bir yenilgi sonrasının yıkıntı ortamında ve tarihin bu en büyük uluslararası gericilik dalgasına göğüs gererek, inanç ve kararlılıkla adım adım inşa ettik. Gericilik dalgasının solu da sardığı, dünyada ve Türkiye’de irili-ufaklı bir dizi sol siyasal akımı tükettiği ya da “en az direnme çizgisi”ne ittiği, ihanete ya da kurulu düzenin icazetine sürüklediği bir evrede, bizler, kendi coğrafyamızda, komünizmin ve devrimin partisini yaratma iradesi ve kararlılığını ortaya koyduk. Karalamalara ve inkara konu edilen devrimci geçmişin derslerinden en iyi biçimde öğrenmeyi bir an bile ihmal etmeksizin hep, geleceğe baktık, geleceğin kaçınılmaz olarak kendini gösterecek yeni tarihi mücadelerine hazırlandık.
7-8 yıl önce gerici emperyalist propaganda kapitalizmin ebediliğini, aynı anlama gelmek üzere tarihin sonunu ilan ediyordu. Bugün borsa çöküntüleri ve bir dizi ülkede kapitalist ekonominin iflası eşliğinde kapitalizmin karanlık geleceği tartışılıyor. 7-8 yıl önce gericilik dünyasının sağır edici propagandası eşliğinde “sosyalizmin iflası” tartışılıyordu, bugün gitgide genişleyen bir çerçevede kapitalizmin kaçınılmaz sonu tartışılıyor.
Sosyalizm, işçi sınıfı ve emekçiler için yeniden güçlenen bir umut haline geliyor.
Kapitalist dünya: Her alanda
istikrarsızlık
Kapitalist-emperyalist dünya sistemine bugün çok boyutlu bir genel istikrarsızlık egemendir. Bu istikrarsızlığın temelinde kapitalizmin, onunla belirlenen emperyalist dünya sisteminin onulmaz çelişkileri yatmaktadır. İktisadi bunalım, borsalarda birbirini izleyen mali çöküntüler zinciri, tek tek ülke ekonomilerinin iflası, emperyalistler arasında kızışan rekabet ve nüfuz mücadeleleri, bölgesel çatışmalar, bir dizi ülkede siyasal kargaşa, ve elbette, birçok ülkede işçi sınıfının ve emekçilerin günden güne büyüyen toplumsal muhalefeti... Bunlar kapitalist dünya sistemine egemen istikrarsızlığın ilk akla gelen güncel unsurlarıdır. Tüm bu sorunlar tablosu ‘90’ların başındaki iddialarla çarpıcı tezatlar oluşturmaktadır. Dünyanın emperyalist efendilerine ‘90’lı yılların başında egemen iyimser havadan bugün eser kalmamıştır. O zamanlar insanlığın gelecek perspektifini ve umudunu yoketmek için “tarihin sonu” propagandası pompalayanlar, bugün zincirleme olarak birbirini izleyen mali ve iktisadi çöküntülere bakıp kapitalizmin geleceğine ilişkin kaygılara gömülüyorlar.
İçinden geçmekte olduğumuz günlerin en önemli uluslararası gelişmesi, geçen yılın yazında Uzak Asya’da başlayan, ardından sırayla Japonya, Latin Amerika ve son olarak Rusya’da yaşanan mali çöküntülerdir. Birbirinden beslenen bu mali çöküntüler, emperyalist küreselleşmenin biriktirdiği çelişkilere ve sorunlara çarpıcı örneklerdir. Bu zincirleme gelişmeler kapitalist dünya ekonomisini bekleyen genel bir çöküntünün de yeni işaretleridir. Benzer olaylar yıllardır farklı biçimlerde tekrarlanmakta, her yenisi kapsam ve yıkıcı etkileri bakımından kendinden öncekini aşmaktadır.
Dünya kapitalizmi 25 yılı aşkın bir süredir genel iktisadi durgunlukta ifadesini bulan bir bunalım içindedir. Kapitalizmin tarihinde görülmemiş boyutlarda mali spekülasyona, borsa oyunlarına yönelmek, uluslararası sermayenin bu bunalıma verdiği yanıt oldu. Çok uluslu tekeller ve bankalar bunalım koşullarında üretimden sağlayamadıkları aşırı karları mali spekülasyonlarla sağlama yoluna gittiler. Öylesine ki, ‘70’li yılların ortasında sermayenin yalnızca %10’u spekülasyona yöneliyorken, bu oran ‘90’ların ortasında %95’i bulmuştur. Bu rakamlar dünya kapitalizmindeki asalaklaşmanın kazandığı korkunç boyutlar konusunda herhangi bir yorumu gereksiz kılmaktadır.
Fakat birbirini izleyen borsa çöküntüleri, uluslararası mali sermayenin iktisadi bunalıma çözüm alternatifi saydığı bu oyunun da sonuna gelinmekte olduğunu göstermektedir. Dün bir olanak, aşırı kar düzeyine bir çözüm olarak görülen şey, bugün krizi ağırlaştıran, dünya ölçüsünde genel bir iktisadi-mali çöküntüyü hazırlayan etkene dönüşmüştür. Bu, borsa oyunlarına, mali spekülasyonlara dayalı “kumarhane kapitalizmi”nin, bu temel üzerinde yükselen emperyalist “küreselleşme”nin iflasından başka bir şey değildir.
Ne var ki, bu iflasın faturasını dün olduğu gibi bugün de dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, özellikle de bağımlı ülkelerin açlık, yoksulluk ve hastalıkla pençeleşen geniş halk kitleleri ödüyorlar.
Kriz ağırlaştıkça emekçilere yönelik iktisadi-sosyal saldırı da katmerleşiyor. Dünya çapındaki muazzam zenginlik birikimine rağmen, kapitalist-emperyalist sistem yerkürenin dört bir yanında işsizlik, yoksulluk, açlık ve bunalım sonucu olan ölüm üretiyor. Servet-sefalet kutuplaşması başdöndürücü boyutlara ulaşmış durumda. Bu uçurum yalnızca bağımlı ülkelerin bünyesinde değil, emperyalist metropollerde de hızla büyüyor. Aynı kutuplaşma/gelir farkı uçurumu, sistemin emperyalist metropolleri ile bağımlı ülkeleri arasında da var. Özetle sistem çok boyutlu sosyal eşitsizlikleri, bunun ifadesi toplumsal kutuplaşmayı, tarihinde görülmemiş boyutlara vardırmış durumda.
Kapitalist dünya sisteminin temel çelişmelerinden biri olan emperyalistler arası çelişmeler de gittikçe keskinleşiyor. İktisadi bunalım emperyalist nüfuz mücadeleleri üzerinde şiddetlendirici bir etkide bulunuyor. BM, NATO vb. uluslararası kuruluşlardaki iç sorunlar büyüyor. Emperyalistlerin çeşitli bölgeler ya da ülkeler üzerinde açık ya da örtülü nüfuz mücadeleleri, özellikle Afrika örneğinde görüldüğü gibi, gerici çatışmalar için büyük kitlesel katliamlara, halkların yaşamında tamiri zor yıkımlara neden oluyor. Emperyalizmin artan saldırganlığı, Balkanlar’a NATO müdahalesi ve Ortadoğu’da süreklileşen ABD saldırganlığı, aynı nüfuz mücadelelerinin doğrudan ya da dolaylı yansımalarıdır. İktisadi bunalımla içiçe kızışan emperyalistler arası rekabetin emperyalist ülkeler işçi sınıfına da günden güne ağırlaşan bir maliyeti var. İşsizlik, sürekli yoksullaşma, sosyal ve demokratik hakların sistematik gaspı, halihazırda bu ülkelerde işçi sınıfının ödediği fatura oluyor.
Kapitalizmin ağırlaşan küresel krizi ve onun işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların yaşamındaki yıkıcı etkileri, sosyalizmin bugün ne denli acil bir ihtiyaç haline geldiğinin de bir göstergesidir. “Ya barbarlık ya sosyalizm!” şiarı bugün dünya ölçüsünde her zamankinden daha güncel, daha anlamlı, daha yaşamsaldır. Bugün dünya ölçüsünde sosyalizm mücadelelerinin henüz son derece zayıf olması olgusu bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu nesnel zemin ve ihtiyaç ile öznel durum arasındaki bir uyumsuzluktur. Ama her zaman olduğu gibi burada da ihtiyaç keşfin anasıdır. Eğer sistemin genel gidişi kapitalist barbarlığa karşı sosyalizmi her zamankinden daha çok bir ihtiyaç haline getirmişse, zaman sözkonusu uyumsuzluğun azalması ve aşılması doğrultusunda işleyecektir.
‘89 çöküşünün yıkıcı ve sersemletici etkisine rağmen, ‘90’lı yıllar yaygın sınıf ve halk hareketlerine sahne olabildi. Komünistler olarak son yıllarda birçok kez ifade ettiğimiz gibi, sınıf ve halk hareketlerindeki gelişmeler, dünya ölçüsünde devrimin ve sosyalizmin güçlerinin yeniden toparlanmasına ve giderek mücadele içindeki kitlelerle buluşmasına uygun bir maddi zemin, buna uygun bir politik ve moral atmosfer oluşturmaktadır.
Türkiye: Ağırlaşan kriz ve krizi
yönetme manevraları
Türkiye yeni bir yıla ağırlaşan bir ekonomik kriz tablosuyla giriyor. Tüm veriler, bu krizin ‘99 yılı içinde daha da ağırlaşacağını, yıkıcı etkisini asıl bundan sonra göstereceğini ortaya koyuyor. Krizin faturası ise her zamanki gibi işçi sınıfına ve tüm öteki çalışan kesimlere ödetiliyor. Yüzbinlerce işçi bir anda sokağa atılıyor. Sürekli düşen ücretler, artan hayat pahalılığı, sonu gelmeyen hak gaspları, hayatı işçiler ve emekçiler için iyice çekilmez hale getiriyor.
Ağırlaşan krizle birlikte yeni bir “İMF reçetesi” de gündemde. Gerçekte hükümetler son 20 yıldır kesintisiz olarak İMF reçeteleri uyguluyorlar. Fakat krizin ağırlaştığı evrelerde toplu bir fatura olarak özel önlemler gündeme getiriliyor. Bugün bunların bir yenisi tartışılıyor ve en geç seçimler sonrasında gündeme getirileceğine kesin gözüyle bakılıyor.
İşçi sınıfının sermayenin krizle birlikte şiddetlenen saldırılarına ilk tepkileri, örgütsüzlük ve önderlik boşluğu ortamında, hızla kırılmaya uğruyor. Bugün sendikalar devlet ve sermaye tarafından tamamen denetim altına alınmış durumdalar. Satılmış sendika bürokratları kelimenin tam anlamıyla sermayenin işçi sınıfı içindeki ajanları olarak iş görmektedirler. Oynadıkları rol yalnızca işçi sınıfını sermayenin sonu gelmez saldırısı karşısında eli-olu bağlı tutmaktan ibaret de kalmıyor. Türk-İş ve DİSK yönetimleri, birer MGK oluşumu olan “beşli inisiyatif” ve Ekonomik ve Sosyal Konsey aracılığı ile, artık işçi sınıfını devlet politikaları çerçevesinde yönlendirmek gibi daha aktif ve doğrudan görevler de üstlenmiş bulunuyorlar. Sendika konfederasyonlarının sınıf hareketine ve genel toplumsal muhalefete karşı oynadıkları bu karşı-devrimci rol, kriz içindeki sermaye düzeninin halihazırdaki en temel imkanlarından biridir.
Öte yandan, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik toplam devrimci çalışma son iki yıl içinde bugün en geri noktaya düşmüş durumda. Son altı ay içerisinde, özellikle de metal işçilerinin sendikal ihanete karşı patlayan öfkesinden bu yana, sınıf hareketinin yaptığı çeşitli çıkışlara devrimci cepheden sözü edilebilir bir karşılık verilememesi, bu zayıflamanın bir yansımasıdır. Bugün devrimci hareket büyük bir güç erozyonu içindedir. Bunda yapısal zaaflarının kaçınılmaz sonuçları ile devletin kesintisiz saldırılarının mahakkak ki temel önemde bir payı vardır. Bununla birlikte, son iki yıl üzerinden bakıldığında, ordunun yaptığı 28 Şubat çıkışının bunda özel bir rol oynadığı da bir gerçektir. Ordunun manevraları ve sistemi belli zaaf noktalarından restore etme girişimleri, toplumsal muhalefetin şaşırtılmasında ve saptırılmasında önemli bir başarı sağladı. Bu girişim, toplumsal muhalefeti dizginleyip saptırmak yoluyla, devrimci hareketin güçleneceği zemini alabildiğine daraltırken, reformist solu önplana çıkaran bir ortam hazırladı.
Komünistler, daha henüz 28 Şubat kararlarının açıklanmadığı bir evrede, Sincan’daki tank gösterisiyle hızla toplumun gündeminin ana ekseni haline getirilen “Refah-ordu gerginliği” üzerine değerlendirmelerinde, bu tehlikeye açıkça dikkat çekmişlerdi. Ekim’in 15 Şubat ‘97 tarihli başyazısı, ordu manevrasının iç politikadaki dört temel amacından ilkini şöyle ortaya koymuştu:
“‘Refah-ordu gerginliği’nin iç politikadaki en önemli sonucu, ordunun siyasi yaşama yönelik kaba ve dolaysız müdahalesinin meşrulaştırılmasıdır. Ve ordu bunu bu kez, toplumun ilerici kesimlerine sempatik görünebilecek ve toplumsal muhalefet saflarında zihinsel ve politik karışıklıklara neden olabilecek gerekçeler üzerinden yapmıştır. Ortaya, şeriat heveslilerine karşı laikliğin, çağdaş değerlerin ve yaşam biçiminin tavizsiz bekçisi kılığında çıkmıştır. Bu konumda bir çıkışın, önemli bir güç kazanmış şeriatçı gericilik karşısında güçsüz, çaresiz ve tedirgin durumdaki kent orta sınıflarının ve küçük-burjuvazisinin, onların modern yaşam biçimini benimsemiş kesimlerinin sempatisini ve desteğini aldığı kesindir. Sosyal-demokratlar, sendika bürokratları ve İP türünden kemalist reformist akımlar ise, ordunun çıkışlarına açık ya da örtülü destekler vererek, benzer bir etkiyi işçi sınıfı ve emekçi katmanlar içine taşımaktadırlar.
“Dolayısıyla, ordu, iç politikada tekelci burjuvazinin, dış politikada emperyalizmin ve siyonizmin çıkarlarını ve tercihlerini kollayan bir çıkış yaparken, bunu toplumsal muhalefeti yedeğine almanın ve emekçileri şaşırtmanın bir olanağına da çevirebilmektedir. Bu olgunun önemi küçümsenemez ve mevcut ‘oyun’un temel unsurlarından biri budur.” (Ekim, sayı:163, Güncel Gelişmeler ve Devrimci Görevler-4)
Bunun küçümsenemez bir manevra olduğunu aradan geçen iki yıllık süreç bütün açıklığı ile gösterdi. Tahribatı toplumsal muhalefet kadar sol akımlar da yaşadılar. Bu manevraları boşa çıkaracak olanak ve yeteneklerden yoksun olan devrimci akımlar hızla güç kaybederlerken, reformist akımlar daha da sağa kaydılar, düzenle, onun şu veya bu akımıyla daha uyumlu hale geldiler. ÖDP’nin CHP’ye doğru yer değiştirmesi; EMEP’in ÖDP’den boşalan yere geçmesi; İP’in ordunun gönüllü sivil uzantısı kemalist-şovenist bir kimliği övünç vesilesi haline getirmesi; SİP’in gericiliğe karşı mücadeleyi orduya bırakmamak kılıfı içinde 28 Şubat’ın etki sahasında politika yapma hevesi; KESK’in düşürüldüğü utanç verici durum; tüm bunlar, son iki yılın solda yarattığı tahribata birer örnektir.
Türkiye’nin siyasi yaşamında her zaman dolaysız bir güç olan ordu, 12 Eylül sonrasında ise burjuva siyaseti üzerinde tam bir vesayet kurmuş durumda. Türkiye’de burjuva siyaset sahnesinin ölü olduğunu, mevcut partilerin ve parlamentonun ordunun iradesi ve tercihleri karşısında artık tümüyle işlevsizleştiğini, ya da yalnızca hiçbir inandırıcılığı kalmamış bir “parlamenter rejim” aksesuarı işlevi gördüğünü biliyoruz. Bu olgularda bir yenilik yok, bunlar 12 Eylül sonrasının gerçekleri. Son iki yılda ortaya çıkan yeni olgu ise, ordunun kendi vesayetini toplumsal muhalefetin ve sol hareketin bir kesimini de kapsayacak tarzda genişletmesidir. Bu, ordunun dinsel gericiliğe ve güya “devlete sızmış” çetelere karşı mücadele manevrasının bir başarısı oldu.
Oysa gerek dinsel gericilik, gerekse çeteler burjuva düzen adına gerçek yönetici gücü oluşturan ordunun kendi öz ürünleridir. Bunlar toplumsal muhalefete ve devrimci gelişmelere karşı özel olarak geliştirilmiş, güçlendirilmiş, her yolla teşvik edilmiş ve bunlardan en iyi biçimden yararlanılmıştır. Fakat tam da kabul ve kontrol edilebilir sınırlar dışına çıktıkları bir noktada, düzenin genel çıkarları adına bunlara müdahale, bunları yeniden kabul ve kontrol edilebilir sınırlar içine çekmek bir ihtiyaç haline gelmiştir. Ve işin hazin tarafı, çeteleşmiş devletin omurgası ve kontr-gerillanın beyni olarak ordunun, zorunlu hale gelmiş bu operasyonları bu kez solu ve toplumsal muhalefeti yedekleme manevrasıyla yerine getirmiş olması ve bundaki büyük başarısıdır.
Ordu ve irtica
Türkiye’de devletin kontr-gerilla yapılanması ve bu yapılanma içinde ordunun yerini bu ülkede yaşayan herkes bilir. Devlet çeteleşmiş bir aygıttır ve bu aygıtın beyninde ve omurgasında ordu vardır. Devleti çetelerden temizleme adı altında yapılan, gerçekte Susurluk’la birlikte açığa çıkan ve başlangıçta devlet karşıtı kitle tepkisini ateşleyen gelişmelerin önünü almak, çete devletini temize çıkartmak operasyonudur. Denetim dışına çıkmış ve bizzat devletin, onun omurgası olarak ordunun kendisi için bir sıkıntı kaynağı haline gelmiş üç-beş mafyacı-tetikçi unsurun tasfiyesi, bu demagojik manevranın aracı olarak kullanılmıştır. Böyle yapılarak Genelkurmay denetimindeki kontr-gerilla yapılanması gözlerden gizlenmeye çalışılmıştır.
Bu böyleyken, ordunun çetelere karşı mücadele ettiği, devleti çetelerden temizlediği iddiası tam bir maskaralıktır. Bu ciddiyetsiz ve gerçekte kimsenin inanmadığı iddiayı bir yana koyalım. Ordunun reformist solun bir kesimine inandırıcı gelen ve bu kesimleri cezbeden asıl icraatı, “irticaya karşı” mücadeledir. Buna karşı söylenebilecekleri ise, 28 Şubat’ı izleyen aylarda kaleme alınan “Ordu ve İrtica” başlıklı değerlendirmede yeterli açıklıkta ve fazlasıyla zaten söylemiş bulunuyoruz:
“Türkiye’de sosyal mücadelelerin büyük bir sıçrama yaptığı ve bu zeminde solun büyük bir güç kazandığı ‘60’lı yıllardan beri, ordu ve dinsel gericilik, düzenin iki temel dayanağı ve silahı olarak öne çıkmışlardır. Ordu’nun işlevi bellidir; alt sınıfların sosyal mücadelelerini belli periyotlarla gündeme getirilen askeri darbelerle dizginlemek ve bunun ürünü olan devrimci birikimi ezmek. Ordunun emekçi sınıf ve katmanların ileri kesimlerine karşı yaptığını, düzenin bizzat besleyip desteklediği dinsel gericilik aynı sınıf ve katmanların geri kesimleri üzerinden farklı bir biçimde yapageldi. Ordu ileri kesimleri dizginleyip ezerken, dinsel gericilik aynı şeyi geri kesimleri aldatıp afyonlayarak yaptı.
“‘70’li yıllardaki devrimci yükselişten büyük ürküntü duyan sermaye düzeni, 12 Eylül’ün ardından dinsel gericiliğe siyasal ve kültürel cephede görülmemiş bir geniş alan açtı. Bugün ‘irtica karşıtı’ rolü oynayan ordu, 12 Eylül icraatıyla bu alan açma operasyonunun doğrudan planlayıcısı ve uygulayıcısıydı. ‘Türk-İslam sentezi’ bu dönemde resmi ideoloji haline getirildi, imam-hatip okulları, camiler, kuran kursları vb., bu dönemde en büyük patlamayı yaptı. Bizzat ordu Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı dinsel ideolojiyi bir silah olarak kullanma yoluna gitti. Ve en önemlisi, 12 Eylül’de süngü zoruyla uygulanan iktisadi ve sosyal politikalar yığınları görülmemiş bir yoksulluğa, sosyal-kültürel yıkıma sürükledi. Her türlü ilerici çıkışın ve demokratik hakkın boğulduğu, yığınların yoksullukla elele giden bir çaresizliğe mahkum edildiği bu sosyal-kültürel ortam, dinsel gericiliğin palazlanmasına son derece uygun bir zemin oluşturdu.
“Özetle, toplumsal gelişmeye ve devrime karşı bir dalga kıran rolü oynasın diye dinsel gericiliği düzen bizzat kendisi besledi; ordu ise ona her seferinde yol açtı, zemin düzledi. Ne var ki bu toplam süreç, resmi dilde ‘irtica’ olarak nitelenen dinsel gericiliği kontrol edilebilir sınırların ötesinde bir etki ve güce de kavuşturdu. ‘İrtica’, yığınların geri kesimlerini dizginleyen ve düzene bağlayan bir imkan olmanın ötesine taştı; genel toplum ve devlet düzenine kendi ruhunu ve rengini verme iddiasını uygulamaya geçirecek bir gelişme düzeyine ve konuma ulaştı.
“Gelinen yerde dizginlenmesi, güç ve etkisinin tırpalanması, düzen için kabul edilebilir sınırlar ve işlevler içine çekilmesi gerekiyor. Kurulu düzenin vurucu gücü ordu şimdi bunu yapıyor. ‘Durumdan’ çıkarılan ‘vazife’ budur.
(...)
“Bu siyasal oyunun vahim yanı, toplumsal muhalefeti şaşırtmada ve etkisizleştirmede, dahası sosyal-demokratların ve hain sendika bürokratlarının marifetiyle bizzat generallere yedeklenmesinde sağlanan görülmemiş kolaylıktaki başarıdır. Neredeyse 30 yıldır dinsel gericiliği kullanarak ilerici toplumsal muhalefeti dizginleyenler, şimdi toplumsal muhalefeti yedekleyerek dinsel gericiliği dizginlemeye çalışıyorlar.
“Türkiye’nin bugünkü tablosu gitgide ağırlaşan bir siyasal kriz tablosudur. Oysa böyle bir ortamda devrimci hareket ve kitle hareketi kendi cephesinden son yılların en zayıf, dağınık ve etkisiz tablosunu sunmaktadır. Bu, generallerin oynadığı oyunun şu aşamadaki en büyük avantajıdır.”(Ekim, Sayı:171, 15 Haziran ‘97, başyazı)
Son iki yılın toplam tablosu, bu oyunun fazlasıyla tuttuğunu ve en bunalımlı bir döneminde düzene soluk aldırdığını göstermektedir.
Kürt harketinin saplandığı çıkmaz
Aynı dönem Kürt hareketinin de ciddi gerilemeler yaşadığı bir dönem oldu. Bu gerileme ilkin mücadele mevzilerinde, ikinci ve asıl olarak da izlenen siyasal çizgide kendini gösterdi. Kürt hareketi kendisini Türkiye’deki işçi ve emekçi dinamiğiyle buluşturacak bir stratejik çizgiye yönelmekten ısrarla geri duruşun sonuçlarını yaşıyor bugün. En dar anlamıyla bir ulusal istemler çizgisine kayan ve kurulu düzen çerçevesinde bir “siyasal çözüm”ü erken çözüm adına bir saplantı haline getiren PKK, ‘80’li yıllarda önünü açtığı, 90’lı ilk yıllarda ileri bir noktaya taşıdığı özgürlük mücadelesini gelinen yerde bir çıkmaza saplamış durumda. Emperyalist dünyanın ağırlığını kullanarak ulusal özgürlüğün kazanıldığına tarih henüz tanıklık etmedi. Dünyada devrim dalgasının dibe vurmuş olmasının verdiği bir umutsuzlukla devrimci çözümü gerçekçi bulmayanlar ve “siyasal çözüm”ü dünya ve Türkiye koşullarında tek gerçekçi yol sayanlar, gerçekte sorunu tam bir belirsizliğe ve çözümsüzlüğe sürüklemişlerdir. Kürt sorunu ya devrimle çözülür ya da Güney Kürdistan örneğinde olduğu gibi emperyalizmin ve bölge gericiliğinin politik hesap ve manevraları içinde sürünür. Bu ikisinin ortası yoktur. PKK’nin kendi deneyimi bile bunun ortasının olmadığını daha bugünden göstermektedir.
PKK’nin devrimci çizgide ısrarlı olduğu bir evrede toplumda bugünkü türden bir şovenizm cereyanı yaratılamadığı gibi, düzen kamuoyunun hatırı sayılır bir kesimi bile “siyasal çözüm” tartışmalarını yapmak zorunda kalabiliyordu. Oysa “siyasal çözüm” çizgisinin biricik strateji haline geldiği bugün düzen cephesinde “sorun”un varlığı bile ağza alınmıyor. Düzen koro halinde “terörizm” üzerine dizginsiz bir kampanya yürütüyor. Devrimci çizgide yükseliş sürüyorken Kürt sorunu konusunda kendi içinde bölünenler, bugünkü reformist uzlaşma platformu karşısında inkarcılıkta birleşiyorlar. Bu çarpıcı olgu da bir kez daha gösteriyor ki, temel toplumsal ya da siyasal bir sorunda nispi kazanımlar bile, ancak devrimde ısrarın yan ürünleri olarak elde edilebiliyorlar.
Türkiye’nin tüm öteki toplumsal ve siyasal sorunları gibi Kürt sorunu da ancak işçi sınıfı önderliğinde Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle çözülebilir. Kürt özgürlük mücadelesinin 15 yıllık zorlu deneyimi, bu temel bilimsel gerçeği farklı bir düzeyde bir kez daha doğrulamıştır.
Sınıf hareketi ve çıkış olanakları
Ordunun 28 Şubat süreciyle toplumu içine hapsettiği çarpık tabloda henüz sembolik değerde de olsa ilk gedikleri yine de sınıf hareketi bünyesinde yaşanan çıkışlar açtı. Eylül ayında metal işçileri kendilerini periyodik olarak sermayeye satan, böylece sefalet ücretlerine mahkum eden Tük Metal çetesi şahsında satılmış sendikacı takımına karşı ayağa kalktı. Onu SEKA işçilerinin özelleştirme saldırısına karşı kararlı direnişi izledi. Son aylarda ise tekstil, metal ve deri işçileri kriz bahanesiyle yaşanan geniş çaplı tensikatlara karşı seslerini yükselttiler.
Sınıf hareketinin kendiliğinden kıpırdanışları olarak ortaya çıkan, basit, dar ve sınırlı gibi görünen bu tepkiler, bu tepkilerin yöneldiği sorunlar, gerçekte bugünkü çarpık çatışma tablosunu değiştirecek imkanları ve dinamizmi taşıyor içinde. İşçi kitlelerini, onunla birlikte geniş emekçi halk katmanlarını burjuvaziyle, onun devletiyle, baskı aygıtlarıyla, burjuvazinin hizmetindeki hain sendikacı takımıyla, burjuvazinin arkasındaki emperyalizmle çatışmaya sürükleyecek yakıcı ve acil sorunlar alanıdır bu.
Bu eylemlilik damarlarının geliştirilmesi, sınıfı ve emekçileri bugünkü sahte kutuplaşmaların figüranı olmaktan kurtaracak gerçek bir olanaktır. Tarihin her döneminde işçi sınıfı ve emekçilerin kendi en yakıcı sorunları üzerinden gösterdiği eylemlilik, onların egemen sınıf ve onun devletiyle karşı karşıya gelmesine vesileler oluşturmuştur. Yeter ki, devrimci önderlik müdahalesi bu eylemliliklerle pratikte buluşsun ve bunu, hoşnutsuzluk, öfke ve eylemi besleyen sorunların asıl kaynaklarına yöneltecek devrimci önderlik başarısıyla birleştirebilsin.
Partimiz, devrimci akımlar tablosunun bugünkü umut kırıcı manzarasına olduğu kadar, kendi maddi güç ve olanaklarının tüm sınırlılığına da aldırmaksızın, Türkiye’nin bugünkü çarpık tablosuna buradan yüklenmesini bilmeli ve başarma azmiyle hareket etmelidir.
(Ekim, Sayı: 200, Ocak 1999, Başyazı)