Ekonomik iflası siyasal iflas
tamamlıyor
Kısa süreli ve soluksuz bir patlama olarak bugün geride kalmış olsa da geleneksel küçük-burjuva katmanların kriz sonrasında sergiledikleri öfke ve hareketlilik üzerinde durulmalıdır. Kitle hoşnutsuzluğunun kapsam ve genişlik olarak ulaştığı yeni düzeyin dikkate değer bir göstergesi sayılmalıdır bu katmanların bile sokağa dökülebilmesi. Esnaflar ve kent zanaatkârları, büyük bir bölümüyle, küçük-burjuvazinin geleneksel kesimini ve en tutucu katmanlarını oluşturmaktadır. Bu katmanlar, Türkiye’nin ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda yaşadığı iki büyük toplumsal hareketlenme ve devrimci yükseliş içinde yer almak bir yana, genellikle karşı-devrimin kitle dayanağı olmuşlardır. Son kriz öncesi döneme kadar da bu kesimler, geleneksel olarak gerici, şeriatçı ve faşist partilerin kitle tabanı durumundaydılar. Bugün kapitalist krizin ağır yıkıcı etkileri karşısında bu kesimlerin bile öfke ve hoşnutsuzluklarını artık eyleme dökme noktasına varmaları, düzenin kitle tabanında ciddi bir aşınmanın da bir göstergesidir.
Krizin kendisi Türkiye’nin kapitalist ekonomisinin iflasını belgelemişti. İşçi sınıfı ile kent ve kır yoksullarından öteye, bugün geleneksel küçük-burjuva katmanların bile öfke ve tepkilerini sokağa taşırarak hükümet ve düzen partilerinden umut kestiklerini açığa vurmaları, sistemin siyasal iflasına da bir gösterge sayılmalıdır. Bir süredir kamuoyu yoklamaları aynı ortak sonuca işaret etmekte, kitlelerin parlamentoya ve tüm düzen partilerine olan güvenlerini neredeyse tümden yitirdiklerini belgelemektedir. Sözkonusu anketler, bugün yapılacak bir seçimde, parlamentoda temsil edilen partilerden hiçbirinin yüzde onluk barajı aşamayacağını ortaya koyuyor. Aynı şey parlamento dışında bulunan CHP türünden gerici düzen partileri için de geçerlidir. Siyaset sahnesini yeniden düzenleme oyununun bir parçası olarak da kullanılan bu anketlerin sonuçlarından öteye, bu olgu zaten herkesçe bilinen bir gerçektir.
Kriz, iktidar ya da muhalefet, tüm düzen partilerini bir kez daha ortak paydada eşitlemiştir. Yanlızca krize karşı tutum yönünden değil, fakat daha da önemli olarak, kitlelerin gözünde de. Muhalefette bulunan burjuva düzen partilerinin kitleler nezdinde artık inandırıcılığını yitirmiş demagojik bazı söylemleri sayılmazsa, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ortak çıkarlarına dayalı saldırı ve sosyal yıkım programlarına gerçekte hiçbirinin bir itirazları yoktur. Hepsi son onyıllık süreçte birbirini izleyen hükümetlerde yer almışlar ve hepsi de özü ve esası aynı olan programları hayata geçirmişlerdir. Hiçbirinin ötekinden farkı yoktur, tümü de emperyalist merkezlerde kararlaştırılan ve uygulanmak üzere önlerine konulan aynı emek ve halk düşmanı programın temsicileri ve uygulayıcılarıdır. Ve emekçiler, bunun böyle olduğunu, kendi özdeneyimleriyle artık iyi-kötü bilmektedirler.
Siyasal iflasın yarattığı boşluk
Parlamentonun ve düzen partilerinin siyasal iflası, siyasal bir boşluk demektir. Emperyalist akıl hocalarının doğrudan yönlendirmesi altında işbirlikçi burjuvazi bu boşluğu resmi siyaset alanını ve sınıfını kategorik olarak suçlama yoluyla dengelemeye, çeşitli biçimleriyle (bir “teknokratlar” ya da “milli mutabakat” hükümeti) bir ara rejimin zeminini düzlemeye çalışmaktadır. Bu burjuvazi cephesinden siyasal iflasa ve onun yarattığı siyasal boşluğa karşı adım adım geliştirilen güncel alternatiftir. Orta vade içinse Derviş türü adamlardan “yeni bir Özal” çıkarma hevesleri dışarı vurulmaktadır ki, bunun herhangi bir gerçekleşme şansı yoktur. Derviş emperyalizmin adamı olarak emperyalist finans çevreleri adına uygulayacağı acımasız sosyal yıkım programının altında kalacak, çok geçmeden de sahneyi terkedecektir. Dolayısıyla, burjuvazinin güncel durumu kurtarmak dışında, daha uzun vadeli bir siyasal alternatifi hiç değilse halihazırda yoktur.
Bunun tam karşısındaki güncel devrimci çıkış yolu ise, düzenin siyasal planlarından umudunu kesen emekçi yığınların düzen karşıtı bir politik mücadele alanına çekilebilmesidir. Düzen kurumlarının siyasal iflası, düzen solunun her türlü inandırıcılığını yitirmesi, 28 Şubat’taki aldatıcı çıkışıyla toplumsal muhalefeti yıllardır önemli ölçüde bloke etmeyi başaran “ordu partisi”nin sosyal yıkım saldırısına karşı tek laf etmek bir yana bunun bizzat bekçiliğini yapması ve Amerikalı Derviş programına tam destek vermesi vb., tüm bunlar, işçi sınıfını ve emekçileri düzen karşıtı bir politik mücadele zeminine çekmek için birbirini tamamlayan avantajlar durumundadır.
Düzen solu ve sosyal-reformizm
Düzen solunun her türlü inandırıcılığını yitirmesi olgusu burada özellikle önemlidir. İki yılı aşkın bir süredir parlamento dışı olan CHP şahsında bu özellikle açıktır. Bu parti parlamentoda temsil edilen partiler karşısında, arayış içindeki yığınlara en ufak bir umut aşılayamamaktadır. Bunu olanaklı kılacak en ufak bir çaba da göstermemekte, gösterememektedir. Onun tüm çabası burjuvaziye ve emperyalizme tam güven vermeye yöneliktir. Kitleler üzerinde sahte umutlar yayarak da olsa bir etkinlik kuramadığı sürece, emperyalizm ve burjuvazi için de fazla bir şey ifade edemeyeceğini göremeyecek kadar da bir siyasal körlük içindedir. Zaten bu ara bir iç çözülmeye uğraması ve giderek itibarsızlaşması sözkonusudur.
CHP’den özellikle SHP kökenlilerin toplu istifası, “yeni oluşum” adı altında sahte bir sol alternatif hazırlamaya yönelik yeni bir girişim olarak göze çarpmaktadır şu günlerde. Yamalı bir bohçayı andıran ve bu zaafı İtalyan solundan alınmış “zeytin dalı” türünden projelerle estetize etmeye çalışan bu sözde yeni oluşumun da gerçekte bir şansı yoktur. Zira yeni bir programları ya da kitlelere güven ve inandırıcılık aşılayacak bir söylemleri yoktur. CHP’den kopmaları politika ayrılığından çok parti içi kısır çekişmelerin ve Baykal’ın tasfiye hareketlerinin bir sonucudur. İtirazları CHP’nin mevcut çizgisine değil, fakat Baykalcı yönetimin küçük hesaplara dayalı tasfiye hareketinedir. ‘90’ların başında DYP-SHP’nin oluşturduğu kirli savaş hükümetlerinde yeralmış siyasetçilerin önderliğinde bir hareket olması ve tüm umudunu Erdal İnönü türünden içi boş bir şahsiyete bağlaması bile, bu sözde yeni oluşumun konumunu yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır.
Sosyal-reformist solun durumu da farklı değildir. Tümüyle devlete ve onun beyni ve belkemiği olarak orduya angaje olmuş Perinçekçi partiyi peşinen bir yana koyuyoruz. Nasıl ki CHP’nin tüm çabası emperyalizme ve burjuvaziye güven vermekse, Perinçekçi partinin tüm çabası da orduya güven vermekten ibarettir. Bu güveni verebilmek için ordu merkezli her türlü baskı ve terör politikaları desteklenmekte, devrimci katliamına alkış tutulmakta, Kürt halkının temel hakları inkar edilmekte, militarizmin ve gerici bir milliyetçiliğin bayraktarlığı yapılmaktadır.
ÖDP bir parti olmaktan çok şekilsiz ve iradesiz bir siyasal platformdur ve gelinen yerde iç dağılmayla yüzyüzedir. Halihazırda partinin yönetimini tutanlar kendi partileri adına bir şeyler yapmaktan çok düzen solunun yeni oluşumları içinde kendilerine bir yer kapmaya bakmaktadırlar. EMEP ise krizin kışkırttığı alternatif program tartışmaları ve girişimleri ortamında kendi adına ortaya bir program koyamayacak kadar bağımsız bir siyasal konumdan ve kimlikten yoksundur. Krizin işçileri ve emekçileri düzen partilerinden olduğu kadar sendika bürokrasisinden de kopardığı bir sırada kalkıp sendika bürokrasisinin sahte alternatif programlarına en hararetli desteği vermesi, bu partinin siyasal iflasının yeni bir kanıtı olmuştur.
Sendika bürokrasisinin
sahte alternatifi
İMF-TÜSİAD’ın 14 ay boyunca kesintisiz uygulanan sosyal yıkım programının sessiz ve hareketsiz kalmaktan öteye üstü kapalı biçimde bizzat destekleyen sendika bürokrasisi, krizin ardından bir alternatif program iddiasıyla sahneye çıktı. Bu çıkış, krizin belgelediği siyasal iflas karşısında ve öfkesi burnundaki kitleleri bir süre oyalamak için adeta bir zorunluluk olarak yaşandı. Hain bürokratlar böylece güya düzen partilerinden umudunu kesmiş ve yeni arayışlara yönelmiş kitlelere bir çıkış yolu sunmak iddiasındaydılar.
Ama ortaya koydukları sahte alternatif programın ve ilan ettikleri eylem planının arkasında birkaç hafta bile duramadılar. 14 Nisan eylemini ortada bıraktılar ve Mart sonunda ilan ettikleri programı daha Nisan ortasında unutulmaya terk ettiler. Krizin ve sosyal yıkımın gerçek sorumlulularını bile tanımlamaktan aciz olan ve halihazırda burjuvazinin yaptığı gibi geçmiş hükümetleri suçlamaktan ileriye gidemeyen bu sahte alternatif program artık EP’in olmaktan çok EMEP’in fiili programıdır ve ondan başka da sahipleneni bulunmamaktadır.
Sendika bürokrasisinin işçiler ve kamu emekçileri üzerindeki etki ve denetimlerini bir parça koruyabilmelerinin gelinen yerde olmazsa olmaz koşulu, kitlelerin fiili mücadelesine sahip çıkması, bunun önünü açmasıdır. Bu ise olacak şey değildir. Yaptığı sahte çıkışların iki hafta içinde çökmesi de bunu kanıtlamaktadır. Eğer Emek Platformu bileşenleri 14 Nisan eylemine birazcık bir samimiyetle sahip çıkabilselerdi, bu sayede ortaya koydukları sahte alternatife de kitleler nezdinde az biraz bir inandırıcılık kazandırmak olanağı bulabilirlerdi. Zira gelinen yerde kitleler eylemli çabalarla desteklenmeyen ve kanıtlanmayan hiçbir sahte umuda ya da alternatife güven duymamaktadırlar. Ama satılmış sendika bürokratları bu kadarını bile yapamadılar, yapamazlardı da. Gerek kendi gerici burjuva konumları, gerekse burjuvaziye hizmet olan değişmez misyonları, onların bunu yapabilmesinin önünde aşılmaz bir engeldir.
Nesnel imkanlar, öznel zayıflıklar
Güncel siyasal tablo genel çizgileriyle budur. Düzen partilerinden öteye düzenin sendikal ya da sol siyasal sübapları da, krizin yığınlarda yarattığı hoşnutsuzluk ve arayışlar karşısında çözüm alternatifi olmak bir yana, aldatıcı birer geçici alternatif bile olamamaktadırlar. Kuşkusuz bu sahnenin artık ve yalnızca devrimci çıkış ve çözüm alternatifine kalması demek değildir. Bunu böyle sanmak çocukça ve budalaca bir görüş ve avuntu olur. Nesnel açıdan durum bu olmakla birlikte, öznel açıdan bakıldığında, halihazırda devrimci çıkış alternatifi kitlelerin geniş kesimleri açısından herhangi bir şey ifade etmek bir yana, farkedilememektedir bile. Düzen alternatiflerinin tükendiği ve ortada güven veren devrimci bir alternatifin de bulunmadığı koşullarda yığınları bekleyen akibet, çaresizlik içerisinde edilgenleşmekten, umutsuzluk içerisinde tükenmekten ve çürümekten başka bir şey olamaz. Ta ki toplumsal birikim kendiliğinden patlamalar halinde kendine bir yol açmayı başarana kadar. Türkiye’de emekçiler halihazırda bu tür bir patlamadan uzaktırlar ve daha çok bir çaresizlik duygusu içindedirler.
Devrimci çözümü ve çıkış yolunu temsil eden güçler bugün, kitlelerin karşısına bir umut ve dolayısıyla bir çıkış alternatifi olarak çıkabilmek konum ve yeteneğinden yoksundurlar. Bu güçler bugün için daha çok düzen kuvvetlerinin çok yönlü tasfiye saldırıları karşısında ayakta kalmaya çalışmaktadırlar. Bu, krizin yarattığı açmazlar ve riskler karşısında, burjuvazinin devrimci güçleri çok bilinçli bir biçimde mahkum ettiği bir açmazdır. Devrimci güçlerin sürekli savunmada ve bir ayakta kalma savaşıyla yüzyüze bırakılması, burjuvazinin devrimci akımın kitleler nezdinde güç kazanmasını engelleme stratejisinin bir gereğidir. Geçerken belirtelim ki, hücre saldırısı ve bu saldırıyı başarıya ulaştırmak için sergilenen akıl almaz gibi görünen acımasızlıklar, tam da bu stratejinin bir gereği ve bir parçasıdır.
Burjuvazi, düzen içi alternatiflere olan inançları kırılmış emekçi yığınların devrimci bir çıkış yoluna yönelmelerinin önünü peşinen kesebilmek için, ülkenin mevcut devrimci birikimine karşı acımasız bir kirli yoketme savaşı yürütmektedir. ‘90’ların ortasında, tam da “cumhuriyetin en ağır krizi” olarak nitelenen bir krizin ardından yenilenmesi gündeme getirilen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde, devrimci alternatifin tümden tasfiyesinin ve ehlileştirilmiş icazetçi bir sol yaratma projesinin temel önemde bir stratejik politika olarak saptanmış bulunması, bu açıdan hiç de rastlantı değildir. Bu stratejiyi boşa çıkarmanın yolu, yalnızca devrimci konum ve kimliği koruyarak ayakta kalmayı başarmaktan değil, yanısıra, etkin bir biçimde kitlelere yönelecek ve mücadele içerisinde onlarla birleşmeyi sağlayabilecek bir örgütlenme yapısı ve çalışma tarzı ortaya koymaktan da geçmektedir.
Sabırlı gündelik çalışma
Partimiz dönemsel görev ve sorumluluklarını bunun ışığında ele almak ve kavramak durumundadır. Her halükarda ayakta kalacağız, komünist devrimci konum ve kimliğimizi koruyacağız, buna en ufak bir şüphe yok. Ne var ki bu kendi başına bir şey ifade etmez, yalnızca asgari bir önkoşulun yerine getirilmesi anlamına gelir. Asıl yapılması gereken, özellikle işçilere olmak üzere arayış içerisindeki kitlelere, döneme uygun yol, yöntem ve araçları bularak yönelmeyi başarabilmektir. Burjuvazinin yoketme saldırısına karşı ayakta kalmanın, devrimci konum ve kimliği korumanın, bundan da öte, sınıf ve emekçiler için devrimci bir önderlik odağı haline gelebilmenin başka bir yolu yoktur.
Yığınların temel ve güncel çıkarlarını temsil eden bir konuma, kimliğe ve programa sahip olmak da yalnızca zorunlu bir öteki temel önkoşuldur. Bu da kendi başına çok fazla bir şey ifade etmez. Önemli olan, buna kitlelerin gerçek yaşamı ve mücadelesi içerisinde bir anlam ve fiili etkinlik kazandırabilmektir. Kitlelerin mücadele isteğine, bu isteğin eyleme dönüştüğü her gelişmeye sahip çıkmaktan da öteye, bununla fiilen birleşmenin ve buna önderlik etmenin yol ve yöntemlerini bulabilmek, bunun araçlarını yaratabilmektir. Bu başarılamadığı sürece tek santim mesafe katedilemez.
Bunu başarmanın genel ve sihirli bir formülü de yoktur. Yapılması gereken, eldeki güç ve imkanları en iyi ve en etkin bir biçimde sınıf ve emekçi kitlelerle birleşmek doğrultusunda kullanabilmektir, böylece kitle hareketi içerisinde somut mevziler kazanabilmektir. Bunda ne denli başarılı olunabilinirse, kitle hareketinin beklenmedik gelişmeleri karşısında etkin bir rol oynayabilmek de o denli olanaklı hale gelir.
Sihirli çözüm yolları aramak, hızlı ve beklenmedik güçlenme yolları düşlemek, yalnızca edilgenlik içinde bekleyişlere ve çaresizlik içerisinde tükenişlere yolaçar. Yapmamız gereken şey, sabırlı ve soğukkanlı, o ölçüde etkin ve geleceğe güvenli bir gündelik hazırlık çalışması içerisinde olmaktır. Enerjimizi, güç ve olanaklarımızı gündelik çalışmada en iyi, amaca en uygun biçimde kullanmak yoluna gidemezsek, daha büyük güçlere ulaşmayı ve kitle hareketindeki beklenmedik gelişmeleri kucaklamayı zaten başaramayız. Burada nesnel durum ile özel durumumuz arasında gerçekçi fakat dinamik bir bağlantı kurmayı başarabilmek özellikle önemlidir. Nesnel durum her açıdan uygundur ve bize büyük olanaklar ve avantajlar sunmaktadır. Öznel durumumuz ise tersinden, hiç değilse halihazırda, ciddi bir zayıflık ve yetersizliğin ifadesidir. Fakat nesnel durumun sunduğu olanakların ve avantajların bilincinde olursak, bunun verdiği bir güven ve inançla hareket edersek, öznel durumumuzdaki zayıflık ve yetersizlikleri gidermenin de çözüm yolunu önemli ölçüde bulmayı başarabiliriz.
Dönemin önümüze koyduğu görevleri bu bakışaçıyla ele alırsak, omuzlarımıza yüklediği ağır yükü bu perspektifle omuzlarsak, önümüz fazlasıyla açıktır. Bunun bilinciyle hareket edersek ve güncel görevlerin gereklerine de bu bilinçle sarılırsak, beklenmedik bir biçimde güç kazanır, umut haline gelir ve böylece geleceği kucaklarız.
(Ekim, Sayı: 222, Nisan 2001, Başyazı)