Bugün örgütlenme planında yaşadığımız zayıflık, neredeyse tüm çalışma alanlarımızda, siyasal-örgütsel faaliyetimize ilişkin değerlendirmelerde ortaklaşılan bir nokta durumunda. Bu zayıflık genelde iki boyutta yaşanıyor. Birincisi, partinin siyasal pratiğinin taşıyıcısı güçlerin çok yönlü gelişiminde, bu anlamda kadrolaşmadaki yetersizliktir. İkinci boyutu ise kitleler içinde örgütlenmek, bu anlamda çevre-çeper ağını güçlendirip yaymak, sağlamlaştırıp büyütmek alanında karşımıza çıkıyor.
Bu sorunumuzu dönemin nesnel tablosu içinde anlamak, anlamlandırmakta fazla bir zorluk yaşamıyoruz. Öyle ki, çoğu kez, kitle mücadelesinin zayıflığı, toplumsal-siyasal atmosferin genel durumu, sınıf ve emekçi kitlelerin kıstırıldıkları cendere, bilinç düzeyleri vb. nesnel veriler, öznele dair değerlendirmeleri önceleyebiliyor. Dahası kimi zaman, faaliyet kapasitesi ve ortaya konulan çaba üzerinden “asgari bir yeterlilik” tespiti ile sonuçlanıyor. Bu tarz bir değerlendirme ise, var olanla yetinmeyi, hiçbir yenilenme-gelişme yaşamadan yola devam etmeyi getiriyor.
Geçmişte genelde bir faaliyetin değerlendirmesi, haberi, yorumu yapılırken, sıkça zayıflıklara işaret edilerek yüklenme alanları belirlenirdi. Yıllardır bunun yerini yeterlilikleri vurgulama yaklaşımı, bu anlamda bir memnuniyet sergileme tutumu almış bulunuyor. Arada istisnaları olsa da, çalışmaya ilişkin değerlendirmelerde, sergilenen faaliyet kapasitesi öne çıkarılarak yapılan işlerin belli bir yeterlilik taşıdığına işaret ediliyor. Bir yönüyle bu, özgüveni vurgulamanın bir yolu, çalışma kapasitesinden kaynaklanan güvenin bir ifadesi sayılabilir. Hatta genel bir propaganda öğesi olarak da kabul edilebilir. (Böyle bir yanı olduğu içindir ki, küçük-burjuva akımların çoğunda çalışmadaki başarı vurgusunu ifrata vardırmak, geleneksel bir davranış çizgisidir.)
Fakat bu etkin faaliyet kapasitesi bizi sorun yaşadığımız alanda ilerletmediği içindir ki, “iyi politika yapıyoruz, güçlü bir çalışma yürütüyoruz” diye başlayan cümlelerin sonu “fakat örgütlenmeyi başaramıyoruz”, ya da daha sık olarak “örgütlenme ayağını eksik bırakıyoruz” şeklinde noktalanıyor. Oysa başarılı bir politikanın, güçlü bir faaliyetin, etkili bir faaliyet kapasitesinin en temel ölçütü (sayıları her şeyin başı ve sonu olarak görmüyorsak eğer), her şeyden önce ve özellikle örgütlenme alanında alınan mesafedir.
Bunu örgütlenmenin iki boyutu açısından da söylemek mümkün. Örneğin, yürüttüğümüz ajitasyon-propaganda çalışmamız, taktik veya yöntemsel hatalarımız nedeniyle sonuçlar yaratamasa da, parti bünyesinin özdeneyime dayalı eğitimine, olgunlaşmasına katkı sağlıyorsa, bu çerçevede çok yönlü kadrosal gelişime yarıyorsa, orada yine de bir başarı var demektir. Yığınların eğitiminde olduğu gibi, partinin kendi bünyesinin eğitiminde de özdeneyim öğelerine dönüştürülebildiğinde, yapılan yanlışlar, eksiklik ve zaaflar temel bir sorun değildir.
Örgütlenmek, doğrusuyla eksiğiyle böylesi bir siyasal örgütsel pratiğe yaslanarak kitleleri ve elbette tek tek bireyleri devrimci bir konuma çekmektir. Nitekim tüm siyasal sınıf çalışmamızın temelinde işçi kitlelerini düzen dışı devrimci bir konuma, işçi sınıfını kendi ideolojik çizgisine, kendi çıkarlarına sahip çıkan bir tutuma kazanma hedefi yatıyor. Belirli hedeflere yönelik planlı, sistemli ve sürekli bir ajitasyon ve propaganda, bu hedefe ulaşmanın yalnızca bir ayağını oluşturuyor. İşte böyle bir faaliyet planlı, sistemli ve sürekli bir şekilde örgütlülük üretmiyor ya da örgütsel gelişmeye hizmet etmiyorsa, orada ciddi bir sorun var demektir. Böyle bir durumda her türlü yeterlilik iddiası ve başarı vurgusu dayanaksız kalmaya mahkumdur. Zira böyle bir zaafın yaşandığı yerde yapılan işler yalnızca günü kurtarmaya yarar. Günü kurtarmak ise özünde bir tür kendiliğindenci sürükleniş ve idareciliktir.
Başlangıçta örgütsel yetersizliklerden kaynaklanan böyle bir pratiğin zayıflıkları anlaşılırdır. Ancak, buradaki çelişki kavranamaz ve bir iç çatışmaya dönüştürülmezse, dahası giderek bir memnuniyet hali oluşursa, günü kurtarmak giderek asli hedef halini alır. Böyle bir politik faaliyet tarzı doğal olarak örgütlenmek alanında da ciddi zayıflık ve zaafları beraberinde getirir. Geleceği kazanmak iradesi, bu bağlamda devrimci iktidar perspektifi yitirilir. Görüntü özden daha önemli görülmeye başlar. Örneğin çoğu iş-faaliyet, devrimci mücadelenin ihtiyaçları gerektirdiği için değil, içte ya da dıştaki bazı gözlere göstermek için yapılır hale gelir. Haliyle devrimci mücadelenin en temel ihtiyacı olan örgütlenmek de bundan payına düşeni fazlasıyla alır.
Zira, genel siyasal faaliyetin, ajitasyon-propaganda boyutundan farklı olarak örgütlenme ayağı, zorlu nicel birikimlerin yaratılmasını, bunlara dayalı sancılı nitel sıçramaları gerektirir. Bir başka deyişle, çok daha büyük bir ısrarı, çok daha yoğun, sistemli, planlı ve kesintisiz bir müdahale tarzını ve kolektif bir işleyişi gerektirir. Böylesi bir tarz ve işleyiş de ancak, her adımda örgütlenmeye bağlanan sistemli, hedefli, kesintisiz bir ajitasyon-propaganda faaliyeti zemininde hayat bulabilir.
Böyle bütünsel bir siyasal sınıf çalışmasını örmek ise bir iktidar perspektifi sorunudur. Devrimci iktidar perspektifi, görüntüyü kurtarma değil geleceği kazanma iddia ve iradesiyle hareket etmeyi sağlar. Böyle bir bakışla hareket edildiğinde, mevcutla yetinen, kendi sınırlarını zorlamayan pratiğin yerini, tuttuğunu koparan bir devrimci çaba alacaktır. “Örgütlenemiyoruz”, “örgütlenme ayağını eksik bırakıyoruz” demek, gerçekte devrimci iktidar perspektifine dayalı bir politik çalışma yürütemiyoruz demektir.
Devrimci iktidar perspektifinin zayıflığı, buna dayalı olarak geleceği kazanma iddiasının güçsüz kalması, örgütlenmenin birbiriyle doğrudan ilişkili her iki boyutunda da sonuçlarını üretecektir.
Bunun önce bir partinin iç örgütlülüğündeki yansımalarının ne olacağına bakalım. Günü kurtarma kaygısı, tüm yoğun koşturmacaya rağmen verili koşulları aşmayı hedefleyen bir pratiğin önüne geçer. Ajitasyon-propaganda çalışmalarının katlanarak arttığı zamanlarda bile, bir iç istikrar sağlanamaz. Parti çeperini örgütlü bir kuvvete dönüştürme çabasının süreklilik taşımaması bu sorunun en hayati yanıdır. Organ, birim, kolektif, çalışma ya da eğitim grubu vb. toplantılarda sürekli aksamalar yaşanır. Bu durumda genellikle, “ancak bu kadar yapılabilir”, “elimizden bu kadarı geliyor” gibi sınırları vardır kişilerin ya da birimlerin. Tutuculuk sergilenerek, yöntemlerde, olanaklarda, araçlarda vb.’nde mevcut olanla yetinilir. Bu yetinmecilik genel bir gevşekliğin de kaynağı olur. “Olanakları arttıralım, yeni yol-yöntemler geliştirelim” gibi sözler havada kalır. Günlük olarak sergilenmek zorunda olan, kimi zaman yoğunlaşan pratik koşturmaca, her türlü eleştiriyi etkisizleştirmenin gerekçesi haline gelir, vb…
Böyle bir tarz kendine göre bir örgütsel şekillenme de yaratır. Çevrecilik, bu tarzın taşıyıcısı olan örgütsel yapının en belirgin karakteridir. Küçük-burjuva kimliğin kendine verimli bir yaşam alanı bulduğu çevrelerde, ahbap çavuş ilişkilerine, sosyal bağlara, “sorumlu” diye tabir edilen şeflerin kişisel keyfiyetine dayalı bir işleyişe oluşur. Şeflerin emrinde doğal olarak memurlar vardır. Bu tür yapılarda yoldaşlık ilişkileri ve örgütsel hukuktan önce, arkadaşlıklar, yakınlıklar, özel ilişkiler gelir. İnsanların karşılıklı tutumunu bu özel bağlar belirler. Devrimci iktidar perspektifinin esamisi okunmayan bu çevrelerde, en bayağı yöntemlerin kullanıldığı bir “iç iktidar” mücadelesi yaşanır. Birer mezhep görünümündeki bu tür çevrelerde devrimci iç yaşamın yerine liberallik, laçka ilişkiler, dedikodu mekanizması hakimdir. Devrimci eleştiri-özeleştirinin yerini kişisel husumetlere bağlı olarak birbirinin açığını kollama, sorunları sürekli kişiselleştirme ve saldırganlık alır. Elbette iç uyuma sahip mezhepler de vardır. Buradaki uyum, genelde kendisine biat edilen bir şeyhin etrafında toplanan müritlerin liberal oportünist idareciliğine dayanır, vb...
Düzeni zor yoluyla yıkmaktan başka bir seçeneği olmayan devrimci bir sınıfın böyle bir tarz, işleyiş ve örgütsel yapıyla uzaktan yakından işi olabilir mi? Yazık ki yer yer, elbette yukardaki kadar kaba bir biçimde olmasa da, çevreciliğin çeşitli izleriyle karşılaşabiliyoruz. Oysa işçi sınıfının partisi ancak, bu sınıf zemininde boyveren devrimci bir iç yaşamı her düzeyde hakim kılarak örgütlenebilir. Bu zeminde, proletaryanın devrimci özüne yaraşır kolektif bir işleyişi, illegal devrimci bir örgütsel niteliği, bu çerçevede çelikten bir disiplini ve proleter demokrasiyi gerçekleştirmeyi başaramadığı koşullarda ise, örgütlenmenin zayıf kalması kaçınılmaz olur.
Bizde yaşanan sorun birçok açıdan ele alınabilir. Her şeyden önce, parti çeperini her düzeyde örgütlü kılmakta güçlük çekiyoruz. Buradaki sorunun bir yanı çevremizde duran her insanla ilişkiyi tanımlayarak siyasal bir pratiğin içine katmaksa, diğer yanı onları, başta eğitim çalışmaları olmak üzere çeşitli düzeylerde parti propagandasıyla kazanma çabasını süreklileştirebilmektir. Oysa genelde dönemsel politikalarımızın araçlarıyla ilişkilenen insanlar, daha ilk adımda partiyi bilseler dahi, uzun süre onları doğrudan partiye kazanmayı hedefleyen bir propagandadan geri durabiliyoruz. Bazen bazı esnek araçların, kitle örgütlerinin, politikaların yalnızca kitleleri düzen karşıtı devrimci konuma, düzeni zor yoluyla yıkma tutumuna, bu çerçevede partiye kazanmaya hizmet etmeleri gereği unutularak, bunlar kendi içinde amaçlaştırılabiliyor. Hatta yer yer devrimci örgütsel kimlik bir yana bırakılıp, tersinden bir ikameye heves gösterilebiliyor. Bu giderek, devrimci iktidar savaşımı yürüten bir parti kimliğinin silikleşmesine varabiliyor.
Kitleler içinde örgütlenme alanındaki bir başka zayıflık, ilişkilerde istikrar sağlayamamaktır. Tüm solun soluğunu tüketmiş olduğu bazı yerellerde işçilerin başvurduğu tek adresiz. Buralarda geçmiş sınırlılıklarla karşılaştırılamayacak nicelikte temas imkanları ortaya çıkıyor. Hatta öyle bölgelerimiz var ki, yoldaşlarımız, yıllar içinde sayısız işçi ve emekçiyle tanışıklığı olduğuyla övünebiliyor. Ancak, tanımlı bir şekilde ilişki sürdürdüğümüz, propaganda araçlarımızı aksatmadan ulaştırdığımız ya da farklı olanaklar yaratmak hedefiyle sosyal bağımızı sürdürdüğümüz ilişkilerin bir dökümü yapılmaya çalışıldığında, belirgin bir zayıflıkla yüzyüze kalabiliyoruz. Zira, belli ihtiyaçlar/hareketlilikler üzerinden bizimle temasa geçen ya da bizzat çalışmamız sonucu temas kurduğumuz emekçiler, ilgilerinde bir zayıflama yaşadıklarında, hareketli süreci geride bıraktıklarında hızla gündemimizden çıkabiliyorlar. Karşımıza çıkan olanaklar kısa vadeli sonuçlar veriyorken ilgileniyor, durağanlaştığı ve ilişkiyi sürdürmek zorlaştığında ise ilgimizi kaybedebiliyoruz. Oysa, istikrarlı bir ilişki sürdürülmeden değil insan örgütlemek, herhangi bir etkinliğe katacak ilişki bile bulamayız.
Nitekim, gerek genel kitle eylemlerine, gerek kendi eylem ve etkinliklerimize katılımda belli sınırları aşmakta yaşanan zorlanmada, kitle içinde örgütlenmenin bu en hayati gereğine uygun davranmamak büyük bir rol oynuyor. İlişkilerde gereken ısrar gösterilemediği içindir ki, parti çalışmasında karşımıza çıkan sayısız ihtiyacı (mali kaynak, toplantı mekanı, teknik araçlar, barınacak yer vb.) karşılayacak olanakları bulmak da rastlantıya kalıyor.
Günü kurtarma tarzının kitle çalışmasına yansımalarından bir diğeri, ilişkilerde istikrar sorununun bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. “Örgütleyemiyoruz” sözü aslında, “insanlarla düzenli görüşmüyoruz, gazetemizi, kitaplarımızı okutmuyoruz, çalıştığı alandan, yaşamından sistematik bir müdahaleye konu etmiyoruz” demenin kestirme yoludur. Oysa bir insanın yaşamına dahil olmadan, bir gencin, bir işçinin, bir emekçinin doğal çevresinin bir parçası haline gelmeden, onlar için yerine göre candan bir dost, yerine göre bir mücadele önderi, bir kılavuz olmadan o insan nasıl kazanılabilir ki? Bu ancak, kişinin zaten bir şeyler yapmaya dünden hazır olması, zaten arayış içinde olması durumunda mümkündür. Kaldı ki böyle insanlarla bile ancak gece-gündüz etkili bir kitle çalışması içinde olunduğu koşullarda karşılaşılabilir. Ya da ancak böylesi bir ısrarlı çalışma devrimcilik potansiyeli taşıyan insanlarla buluşmamızı bir rastlantı olmaktan çıkarabilir. Bizde nasıl yaşanıyor? “Şu işçi sendikalaşmak için bize uğradı birkaç kez, süreç noktalandıktan sonra da bir-iki kez biz gittik, sonra bir gelişme olmayınca öyle kaldı”. Bu hiç de az karşılaştığımız bir durum değil.
Peki, bilinci felç edilen, dört bir koldan burjuvazinin ideolojik, siyasal, kültürel, moral bombardımanına maruz kalan bir insanın, istikrarsız, en iyi ihtimalle gazete vermekten, arada bir görmekten ibaret bir müdahaleyle bu düzenden koparılması mümkün müdür?
Biz kitleler içinde dört dönmediğimiz, onlar için çalışma ve yaşam alanlarının vazgeçilmez öğeleri olamadığımız sürece, geleceği kazanma iradesine uygun bir kitle çalışması değil, bir kez daha günü kurtarmaktan ibaret bir pratik gerçekleştirmiş oluruz. Bu aslında her geçen gün yeni zorluklarla, zorlanmalarla yüzyüze kalan siyasal faaliyeti giderek bir noktadan itibaren yürütememeye varır.
Oysa düzen güçlerinin toplumsal muhalefetin-mücadelenin en ileri kuvveti olarak devrimci harekete yönelik faaliyeti sürekliliğinden, ısrarından en ufak zayıflık göstermiyor. Kendi içinde kavgalar, sürtüşmeler sürüp giderken bile burjuvazinin bu konuda bir an olsun boşluk bırakmaya niyeti yok. Kaldı ki böyle bir durum, eşyanın doğasına aykırı olurdu. Burjuvazi, genel olarak toplumsal muhalefetin düzen sınırlarını zorlaması bir yana, düzene küçük engellere dönüşemediği bir durumda bile, geleceğini güvence altına almak uğruna herhangi bir şey esirgemiyor. Düzenin ve devletin tahkimatında, buna paralel olarak sınıf mücadelesine ve özellikle de devrimci harekete yönelik saldırganlıkta belirgin bir süreklilik, dikkat çekici bir ısrar göze çarpıyor.
Hal böyleyken, verili olanı aşmayı tam da düşmanın gösterdiği ısrarı kuşanarak zorlamayan, bu anlamda günü kurtarmaktan ibaret kalan her türlü pratik, esasında günü de geleceği de kaybetmektir!