İşbirlikçi burjuvazi, ekonomik, politik, askeri ve diğer alanlarda örgütlü, ücretli emeğin sömürüsü ve yönetme alanında uzmanlaşmış bir sınıftır. Bu sınıfa ve onun gerici rejimine karşı sonuç alıcı bir mücadeleyi yükseltmek, işçi sınıfı ile emekçi müttefikleri için güncel ve acil ihtiyaçtır.
Ancak, her olaya örgütlü tepki veren, emekçileri peşine takmak için farklı araçlar kullanan, güncelin yanısıra orta vadeli çıkarlarını gözeten planlar yapan gerici ve acımasız bir sınıfla karşı karşıyayız. Bu koşullarda sınıf adına sonuç alıcı bir eylem örgütlemek ya da etkili bir söz söyleyebilmek bile örgütlü-militan bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Demek ki, işçi sınıfı için örgütlülük, ücretli kölelik düzenine karşı her mücadelenin ilk adımı olmak durumundadır.
İşçi sınıfının birliğini parçalamak gerici rejimin temel önceliklerindendir
Kapitalistler, proletaryanın sınıf bilincini geliştirmesini, bilimsel sosyalist dünya görüşü ile donanmasını engellemek için her yola başvurur. Kapitalistlerin sınıf çıkarlarını korumakla mükellef olan burjuva devletin zor aygıtı da, gerektiğinde namluları emekçilere çevirmek için daima “hazır-kıta” bekler.
Örgütlü proletaryanın gücünün bilincinde olan kapitalistler, örgütlülükten yoksun bırakıldığında bu sınıfın güçsüz, yönetilmeye elverişli olduğunu da bilirler. Bundan dolayı düzenin tüm kurumları, işçi sınıfının hem örgütlü bir güç haline gelmesini hem de kendi dünya görüşü olan bilimsel sosyalizmle donanmasını engellemeye çalışır. Ordu, polis, MİT, kontr-gerilla, üniversite, cami, kilise, parlamento, medya vb. pek çok düzen kurumu, işçi sınıfı ile bilimsel sosyalizmin birleşmesini engellemek için konumlarına uygun aktif roller üstlenirler. Zira, bu birleşme sağlanmadığı sürece, işçi sınıfının çeşitli alt kimlikler üzerinden parçalanması olanaklı olacaktır.
“Dönemin ruhu”na uygun yozlaştırıcı yapay bölünmeler
Sovyet Birliği kampının yıkılıp dağılmasının hemen ardından “tarihin sonu” safsatasını ilan eden kapitalist-emperyalist sistemin akıl hocaları, sınıflar arası çatışma döneminin sona erdiğini iddia ettiler. Buna göre çatışma artık esas olarak uygarlıklar arasında cereyan edecekti. Emperyalist güçlerin “açık işgal” vahşetine dönüş yaptığı dönemde işe koşulan burjuva ideologlar, tetikçi yazarlar, liberalleşmiş dönekler vb. bu safsatayı yutturmak için seferber olmuşlardı.
Emperyalist-siyonist saldırganların namlularını özel olarak Ortadoğu halklarına çevirdikleri ‘91’den sonra, çatışmanın din eksenli olduğu kanısını güçlendirecek icraatlara özellikle ağırlık verildi. “İslam’a karşı Hıristiyan-İbrani” koalisyonu kurulmuş izlenimi vermek için ince taktikler uyguladılar.
Gerici olduğu kadar vahşi olan bu icraatlarla etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel ayrımlar kışkırtılarak, ezilen halklar sahte bir ikileme hapsedilmek istendi. Bu sahte ikilem, emperyalist-siyonist işgalciler ile dinci gericiler arasında tercih yapmanın zorunlu olduğunu vaaz ediyordu. Savaş çetesinin şefi ABD başkanı Bush, 11 Eylül saldırılarından sonra “ya bizden yanasınız ya teröristlerden” tehdidini savurarak, halklar üzerindeki baskıyı tırmandırma işaretini vermişti.
Emperyalist savaş ve işgale eşlik eden bu zehirli propaganda, ezilen halkların anti-emperyalist bilincinde belli sapmalara yol açabildi. Ancak emperyalist-kapitalist sistemin döne döne insanlığın başına sardığı felaketlerin “uygarlıklar arası çatışmanın sonuçları” olarak yansıtılması, ezilen halkların emperyalist-siyonist güçlere duyduğu öfkenin kabarmasını önleyemedi. Bununla birlikte, Ortadoğu’da devrimci alternatifin verili koşullarda zayıf olması, bu öfkenin farklı kanallarda, esas olarak da islamcı akımların mecrasında akmasına yol açtı.
Türk egemen sınıfları bu uğursuz projenin yedek kuvvetidir!
Emperyalist-siyonist projede Türk egemen sınıflarına ve onların devletine de özel roller biçildiği bilinmektedir. Güncel plandaki aktör bugün AKP şahsında temsil edilen dinci-gerici akım olurken, bu akımların güçlenmesinin zemini 12 Eylül askeri faşist cuntası ile düzlendi. “Yeşil kuşak” projesinin Türkiye halkası, Amerikancı generallerin düzlediği zeminde güçlenen dinci-gerici akımın Ankara’daki rejimin güçlü taraflarından biri haline getirilmesiyle örüldü.
Bu rolün temel figürü olan AKP’nin desteklenmesi dinci-gericiliğe geniş bir alan açtı. Emperyalist-siyonist güçlerin açık desteği ile iktidarın bileşeni haline getirilen dinci-gerici akım, bölgede ABD-İsrail ikilisi için aktif hizmet sunarken, “uygarlıklar buluşması” safsatasında da başrol üstlenmeye soyundu. Bu “buluşma” güya çatışan uygarlıklar arasında köprü kurarak barışa hizmet etmeyi amaçlıyor. Gerçekte ise, emperyalist saldırganlık ve savaş barbarlığını mazur gösterme çabasından başka bir şey değil.
Dinci-gerici akımın temsilcisi Amerikancı AKP hükümetinin iç politikası da dış politikasını tamamlar niteliktedir. Başa geçtiği günden beri vahşi neo-liberal politikalar uygulayan hükümet işçi ve emekçilerin daha da yoksullaşmasını yolaçtı. Sınırlı kazanımların gaspedildiği, sosyal güvenlik sisteminin yıkıma uğratıldığı bu dönemde dinci-gerici güçler, yoksulluğa mahkum ettikleri emekçilere sadaka dağıtarak saldırının ideolojik ayağını da ördüler. Sadakayı kabul eden emekçinin ise, hem hak arama bilinci yozlaştırıldı hem kendisini sefilleştiren kapitalizmin temel güçlerinden biri olan dinci-gericiliğin peşinden sürüklenecek duruma düşürüldü.
Rejimin bekçisi Amerikancı ordu ve yedek kuvvetleri ise, Kürt sorunu üzerinden ırkçılık histerisini yayarak, dinci-gericiliğin cemaatlaşmaya ittiği emekçilerin bilincini bir de ırkçı-şovenizmle zehirledi. Kendi aralarında iktidar ve rant uğruna çatışan bu gerici güçler, işçi sınıfı ve emekçilerin azımsanmayacak bir kesiminin bilincini bulandırmayı başarabildiler.
Son yıllara damgasını vuran bu atmosfer, bir tarafta dinci-gericiliğin, öte tarafta ırkçı-şovenizmin toplum içinde yaygınlaşmasını sağladı. Farklı etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel alt kimliklere mensup emekçilerden oluşan Türkiye işçi sınıfı, bu yapay bölünmelerin etkisi altına girmekten kurtulamadı. Asalak kapitalistler ile onları temsil eden siyasi oluşumlar, işçi sınıfının birliğini parçalamak için rezilce manevralara başvurarak sorunu derinleştirdiler.
Bu süreçte her iki tarafın güdümündeki medya ve yazar-çizer takımı da etkin bir rol oynadı. Dönemin ruhuna tam uyum sağlayan her iki tarafın görevli kalemşörleri, dinci-laik çatışmasını öne çıkartarak, her olayın sınıfsal arka planı olduğu gerçeğinin üstünü örterek, işçi sınıfı ile emekçilerin bilincini bulandırmak konusunda üzerlerine düşeni yerine getirdiler.
Sınıf hareketinin zayıf olduğu bu dönemde, işçi sınıfı saflarına sokulan nifak tohumları, güvensizlik, şüphecilik vb. eğilimleri daha da güçlendirdi.
Güvensizlik tohumlarının uğursuz sonuçları
Kısa sürede dönemin havasına giren kapitalistler, işçilerin sınıf aidiyetini sakatlamak için taktiklerini çeşitlendirdiler. İşe alımlarda din, mezhep, bölge farklılıklarını gözetmek; Kürt ya da Alevi kökenlileri değil, dinci-gericiliğin ve ırkçı-şovenizmin etkili olduğu kentlerden olanları tercih etmek; Cuma günleri camilere servis kaldırmak; dinci-ırkçı propagandayı farklı araçlarla işçiler arasında yaymak; kendine bağlı “hemşeri grubu” oluşturup işçilerin olası bir örgütlenme/hak arama eylemine girişmesinin zeminin parçalamak; “muhacir” diye tabir edilen Balkan göçmeni işçileri yerine göre “yerli” işçilere karşı kullanmak, vb. icraatlar yaygınlaştı. Dini değil dünyevi işlerle, yani işçilerin ürettiği artı-değeri yağmalamakla uğraşan kapitalistler, “din kardeşliği”nden daha çok söz eder oldular.
Ücretli kölelik zincirlerini daha da kalınlaştıran asalak patronların bu manevraları, işçilerin azımsanmayacak bir kesimi üzerinde etkili oluyor. Bu etkileri işçilerin şu türden söylemleri üzerinden hissetmek mümkün: Bu işçi oruç tutmuyor… Bu işçi bölücü… Bu işçi “muhacir”… Bu işçi milliyetçi… Bu işçi tarikatçı… Bu işçi Alevi… Bu işçi Kürt… Bu işçi filan kentten…
Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Alt kimliklere ait ya da kişisel özellikler, sınıf kimliğinin gelişimini sakatlayan ayrım noktaları işlevi görebilmektedir. Bilinçte oluşan çarpıklık, “bu işçilere güvenilmez, bunlarla bir şey yapılamaz” ifadelerinde özetlenen çıkarsamalara yol açmaktadır. Ufku bu sahte ayrımları aşamayan sınıfın belli kesimleri, haliyle işçi sınıfına yakışır bir mücadelenin uzağında kalmaktadır.
Gerici cereyanların işçi sınıfı saflarında etkili olmasında dönemin etkisi
Hem bölgede hem ülkede estirilen gerici atmosferin yanısıra, yapay ayrımların sınıf saflarında yankı bulmasını kolaylaştıran başka önemli etmenler de mevcuttur.
İşçi sınıfının verili koşullardaki biricik kitlesel örgütleri olan sendikalara egemen olan anlayışlar, sermaye ile işbirliği yaparak sınıfın bu etkili mücadele araçlarını önemli ölçüde güçten düşürmüştür. Bu anlayışların gerici kutuplaşmalarda taraf olmaları ise, sorunun daha da vahim bir hal almasına yol açmaktadır. Bir kısım sendikayı dışta tutarsak, diğerlerinin dinci gericilik ya da ırkçı-şoven kutuplaşmada taraf olmaları, sınıfın sendikalı kesimi üzerinde de olumsuz etkiler yaratmıştır.
Sınıfın örgütsüz kesimi ise gerici cereyanlar karşısında daha da savunmasız haldedir. Zira ezici çoğunluğu oluşturan örgütsüz işçiler, mücadele deneyiminden yoksun oldukları ölçüde, sınıf bilincinin gelişimi açısından da birikimleri sınırlı kalmaktadır. Mücadele deneyiminden yoksunluk, mücadele alanında sınanmış öncü bir kuşağın henüz şekillenmediği anlamına gelmektedir. Bu durumda işçi sınıfı, bilincini yozlaştıran ve onu sınıf kimliğine yabancılaştıran gerici saldırıya karşı etkili bir mücadele yürütme olanağından yoksun kalmaktadır.
Sınıf hareketinde belli kıpırdanmalar olmakla birlikte zayıflığın henüz aşılamadığı bir dönemde yaygınlaşan bu saldırıların etkili olması kaçınılmazdı. Bu koşullar, küresel çaptaki saldırının yerel ayaklarını ören gerici burjuva güçlerin işini kolaylaştırmıştır. Ancak sermayenin bu başarısı geçicidir. Kapitalist rejim, ideolojik saldırısını sürdürürken, sınıf çatışmalarını körükleyen adımlar atmaktan da geri durmamıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı saflarındaki yanılsamanın dönemsel olması kaçınılmazdır. Nitekim, dönemin boğucu atmosferine rağmen 2007’nin başından beri sınıf hareketinde bir hareketlilik gözlenmektedir.
Gerici saldırının emekçileri kuşattığı dönemde, sosyalist propaganda araçlarının ancak sınıfın sınırlı bir kesimine ulaşabilmesi de, sermayenin işini kolaylaştıran bir diğer etmendir. Sosyalizmi özümsemiş işçi sayısının sınırlı oluşu, devrimcilik iddiasını sürdüren politik güçlerin sınıf eksenli çalışma yürütüme ufkundan yoksunluğu ile birleşince, bu alandaki zaaf daha bir belirginleşmektedir. Bugün komünistlerin özverili çalışmaları dışında, sınıf eksenli sistemli bir faaliyetten söz etmek güçtür. Bu olgu, sınıfın ilerici öncü kesimlerinin ya da bu potansiyeli taşıyanların ideolojik donanımını da önemli ölçüde sınırlamaktadır.
Nesnel koşulları kanıksamak değil değiştirmek iradesi
Geleceği kazanmanın işçi sınıfıyla organik birleşmeye bağlı olduğunu ortaya koyan partimiz, güçlerini esas olarak sınıf çalışmasında mevzilendirmektedir. Bu ise, partili güçlerin işçi sınıfıyla günübirlik bir etkileşim içinde olması anlamına gelmektedir.
Kuşkusuz bu etkileşim karşılıklıdır. Biz ajitasyon-propaganda, örgütlenme ve eylemle sınıfı etkileme amacıyla devrimci siyasal faaliyet yürütürken, tersinden sınıftan aldığımız olumlu-olumsuz tepkilerden de etkilenmekteyiz. Çalışmamızın sınıf saflarında karşılık bulması coşkumuzu arttırırken, ilgisizlik ya da kimi zaman karşılaştığımız olumsuz tepkiler can sıkıcı olabilmektedir.
Elbette bu kadarı doğaldır. Ancak kimi zaman bir çalışmada sonuç almakta yaşanan zorlanmalar, verili durumun kanıksanmasına neden olabilmektedir. Bunun sonucu ise, işçiler arasındaki alt gruplaşmalardan birinde yer almak, başka bir ifadeyle sınırlı sayıda işçi ile diyalog kurma kolaycılığına yol açabilmektedir.
Oysa devrimci sınıf çalışmasının etkisi işçilerin anlık tepkileri üzerinden ölçülemez. Faaliyet elbette sınıfı dolaysız şekilde etkilemeyi amaç edinir. Bununla birlikte, her devrimci faaliyetin aynı zamanda geleceğe hazırlık olduğu unutulmamalıdır.
Sınıf devrimciliği nesnel koşulları kanıksama değil, tersine, değiştirme iddiasıdır. “Parti, sınıf, devrim, sosyalizm” şiarı kapitalizme karşı bir meydan okuma olduğu kadar bir değiştirme iddiasıdır aynı zamanda. Kadro ve militanlar bu iddiaya uygun davrandıkları ölçüde zorlukların üstesinden gelmeyi başarabileceklerdir.
Propaganda araçlarımızı etkin bir biçimde kullanmalıyız
Pek çok temel belgenin yanısıra Parti II. Kongresi de, sınıf çalışmasında sıçrama yapmanın, buna dayanarak partinin maddi-toplumsal zemini olan işçi sınıfı ile organik bütünleşmeyi başarmanın aciliyeti üzerinde önemle durmuştur. Tarihi önemdeki bu süreç asgari bir düzeyde başarıyla tamamlanana kadar bu sorun güncelliğini koruyacaktır.
Güçlerini, olanaklarını, araçlarını sınıf çalışmasında seferber eden biz komünistler, düzenin işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde estirdiği gerici cereyana karşı da etkili bir ideolojik mücadele yürütmek durumundayız. Merkezi yayınlarımız ile materyallerimizin yansıra yerel araçlarımızı da bu konuda daha etkili kullanabiliriz, kullanmalıyız.
Tüm çalışma alanlarında sınıfın gerici burjuva ideolojilerinin etkisi altında olduğunu gözlemliyor, bu etkinin birliği parçalayıcı, özgüveni kırıcı sonuçlarıyla boğuşuyoruz. Sorunun pek çok nedeni olmakla birlikte, alt kimlik (etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel, cinsel) eksenli parçalanmanın sınıf kimliğinin oluşumunu geciktirmesi sorunuyla karşı karşıyayız.
İşçilerin etnik, dinsel, mezhepsel aidiyetlerinin elbette bir önemi var. Bu nesnel gerçeğin üstünden atlanamayacağı gibi, bu aidiyetlerden dolayı baskıya maruz kalanların duyarlılığı da göz ardı edilememeli, ancak bu tür baskılara karşı mücadelenin sermaye düzenine karşı mücadele ile birleştirilmesinin her iki mücadeleyi güçlendireceği unutulmamalıdır. Aksi yöndeki anlayışlar sınıfın birliğini zedeleyecek, dolayısıyla sermayeye karşı mücadeleyi zayıflatacaktır.
Bu sorunun köklü çözüme ulaşması, ancak sınıf çatışmalarının keskinleşeceği, sınıf hareketinin gelişme sürecine gireceği bir evrede mümkün olacaktır. Fakat, nesnel koşullardan kaynaklı bu durum, komünistlerin sınıfın birliğini sağlama hedefiyle bugün yürüttükleri mücadelenin önemini hiçbir şekilde azaltmaz.
Kapitalizmin küresel krizinin ülkeyi sarsmaya başladığı şu dönemde, sermaye iktidarının sınıfın birliğini yapay gerekçelerle parçalamaya daha da önem vermesi beklenmelidir. Zira krizin faturasını ödemeyi kabul etmeleri için işçi ve emekçilerin gerici düşüncelerle uyuşturulması gerekiyor.
Öte yandan, kriz ortamında saldırıların daha da pervasızlaşacağı göz önüne alındığında, sınıfın birliğini mücadele içinde sağlama olanaklarının da artacağı açıktır. Sınıfın birliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç duyacağı şu günlerde, krizin faturasını kapitalistlere ödetmenin mümkün olması, bu birliğin asgari düzeyde başarılmasına bağlı olacaktır. Bu arada kriz vesilesiyle enternasyonal dayanışmaya yapacağımız vurguyu da öne çıkartmalıyız. “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” şiarının güncel önemi artarken, birleşik saldırı yürüten kapitalist-emperyalist düzenin efendilerine karşı işçilerin birliği özel tarzda öne çıkarılmalıdır.
İşçi sınıfının saflarına nifak tohumları eken dinci-gericiliğe ve ırkçı-şovenizme karşı etkili bir mücadele, bu gerici akımların sermaye ile olan organik birliğini teşhir etmeyi; kapitalist patronların tek bir dininin/milliyetinin olduğunu, bunun ise emekçilerin sırtından kasalarını doldurmaktan başka bir anlam taşımadığını; kaderciliğin işçi sınıfının kölelik zincirlerini daha da kalınlaştırmaya yaradığını; ezilen Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle dayanışma içinde olmanın, sömürü ve köleliğe karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olması gerektiğini döne döne sınıfa anlatmayı gerektirir.
Yerel araçlarımızın yaratıcı bir şekilde işleyebileceği bu başlıkların işçilere vereceği özlü mesaj; yapay ayrımları aşıp, kapitalizme karşı birleşik mücadele etmeyi başaramayan bir sınıfın kölelik zincirlerinden kurtulamayacağı olacaktır.