Logo

Seçim yılı ve devrimci sınıf çizgisi


Düzen cephesinde işlerin nasıl gideceğini belirleyecek kritik bir seçim dönemine girmiş bulunuyoruz. 30 Mart yerel seçimleri ile yaz aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2014’ü bir seçim yılına dönüştürmektedir. Yerel seçimlerde ortaya çıkacak tablo, 2015 genel seçimlerinin kaderini de dolaysız olarak etkileyecektir. Halihazırda süren şiddetli iç dalaşma nedeniyle sürekli kan kaybı yaşayan dinci parti, koşulların kendisi için elverişli olması durumunda, 2014’e erken bir genel seçim sığdırmayı da isteyecektir. Bu olmasa bile seçimler, önümüzdeki birbuçuk yılın en temel gündemi durumundadır. Nitekim sermaye partileri kadar parlamentarizm çizgisinde kümelenmiş Türkiye sol hareketinin faaliyet ve etkinliklerine de çoktandır seçim hesapları yön vermekte, her şey seçimlere endeksli hale gelmiş bulunmaktadır.

Gündemdeki yerel seçimlerin önemi

Seçim yılının ilk halkası olan yerel seçimler zaten uzun bir dönemdir gündemin en önemli maddesidir. Bu bile meselenin büyük rant ve yağma kaynakları olarak belediyelerin ele geçirilmesinden öteye bir anlamı ve işlevi olduğunu gösteriyor. Şüphesiz işin rant yanı da büyük bir önem taşımakta ve düzen partileri arasındaki kirli rekabeti alabildiğine kamçılamaktadır. Buna ek olarak yerel seçimlerin temel özelliklerinden biri de hükümet partisi için bir güvenoyu özelliği taşımasıdır. Düzen muhalefeti için yerel seçimlerin daha çok rant boyutu öne çıkarken, hükümet partisi en az rant kadar, yönetme gücünü pekiştirme işleviyle de ilgilidir. Dolayısıyla her yerel seçimde hükümet partileri, devlet kurumlarındaki etkinliklerinin sağladığı avantajların yanısıra, kitlelerin daha “iyi hizmet” verileceği beklentisiyle kendilerine eğilim duymalarını da kullanarak oy oranlarını korumayı, mümkünse artırmayı hayati önemde görmektedirler. Halen işbaşındaki AKP için de durum budur.

Fakat dinci-gerici akımın Türkiye’nin son on küsur yılına tartışmasız bir şekilde damgasını vuran iktidarlaşma süreci, bu dönem boyunca gerçekleşen yerel seçimleri öncekilerden belirgin bir şekilde ayırmıştır. Gerek 2004 gerekse 2009 yerel seçimleri, AKP’nin iktidar mevzilerini büyütüp tahkim etmesinde, en az genel seçimler kadar önemli aşamalar oldular. 2014 yerel seçimleri ise, henüz son bir yılın gelişmeleri yaşanmamışken bile, AKP iktidarı tarafından kritik bir eşiğin atlanması olarak ele alınmaktaydı. O bu seçimleri, bugüne kadar adım adım ele geçirdiği iktidar mevzilerini sağlama alıp kalıcılaştırmanın, böylece gerici ideoloji ve kültürü toplumsal yaşamın tüm alanlarına zorla dayatarak yerleşik hale getirmenin bir dönüm noktası saymaktaydı. Başkanlık sistemini de içerecek yeni bir anayasayı ve buna uygun yeni yasal-hukuki mevzuatı zorlanmadan çıkarabilmesi, seçim yılının ilk etabı olan yerel seçimlerdeki başarıyla mümkün olabilirdi. Bunu riske edecek her türlü etkeni ortadan kaldırmak için de 2013’e hızlı bir giriş yaptı. Özellikle 2012 yazından itibaren, kendisine büyük sıkıntılar yaratma potansiyeline sahip Kürt sorununu yeni bir oyalama manevrasıyla denetim altında tutabilmek için “İmralı görüşmeleri” sürecini başlattı. Dış politikada Suriye’deki iflasın tahribatını minimuma indirebilmek için tüm olanaklarını sonuna kadar zorladı, vb...

Ne var ki geçtiğimiz yılın bir dizi önemli gelişmesi gelinen yerde AKP’nin hesaplarını altüst etmiş bulunuyor. Bu gelişmelerin başında, dinci gerici koalisyonun son yıllarda zaten yüzeye vurmuş, Haziran Direnişi’nin sarsıntısıyla da gittikçe derinleşen ve 2013’ün son ayında geri dönülmez bir noktaya sıçrayan iç iktidar dalaşması gelmektedir. Karşılıklı her türlü kirli yöntemin kullanıldığı, sermaye düzeninin meclis, adalet-yargı, kolluk teşkilatı vb. temel mekanizmaları konusunda sıradan kitlelerdeki geleneksel meşruiyet yanılsamasını bile erozyona uğratan dalaşma, AKP’ye sürekli kan kaybettirmekte, gündemdeki yerel seçimleri onun için bir de bu yönüyle varlık yokluk sorunu haline getirmektedir. Denebilir ki, 11 yıllık sürecin kaderini tayin edecek denli önem kazanmıştır önümüzdeki yerel seçim.

Dinci gericiliğin iktidarlaşma süreci ve iktidar dalaşı

AKP’nin iktidarlaşma serüvenine bakıldığında, sürecin bu aşamaya varmasının şaşırtıcı olmadığı görülecektir. AKP, 28 Şubat müdahalesinin bir ürünü olarak, ABD emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin “milli görüş”ü ehlileştirme çabalarının sonucu olarak ortaya çıktı. Erbakan çizgisine hep mesafeli duran, CIA ile dolaysız ilişkilere sahip bulunan, dolayısıyla ABD emperyalizminin hizmetinde hareket eden Cemaat’in de doğrudan desteğine dayandı. Türkiye’de 2000-2001 krizinin geleneksel düzen partilerini yerle bir ettiği koşullarda girilen 3 Kasım 2002 seçimlerinde, üçte birlik oy oranıyla mecliste üçte ikilik bir çoğunluk elde etmeyi başardı.

Daha en baştan ABD’nin 11 Eylül sonrasında gemi azıya alan saldırgan politikasına büyük bir uyum gösteren dinci koalisyon, rejimin geleneksel sahipleri (generaller ve TÜSİAD) tarafından başlangıçta kerhen kabul gördü. AKP, Ecevit döneminin Kemal Derviş programını harfiyen uygulaması, özelleştirme saldırısındaki kararlılığı, AB uyum yasaları adı altında sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan kölelik ve baskı yasalarını kolayca çıkarması vb. sayesinde nispi bir istikrar görüntüsü de oluşturdu. Aynı dönemde kapitalist dünyada spekülatif sermayenin yüksek oranlı faizleri garantiye alarak akacak yer aradığı bir konjonktüre girilmişti. Yüksek faiz garantisiyle mali alana akan sıcak para sayesinde ve emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşulları her geçen gün ağırlaştırılarak, borç ekonomisinin sorunsuzca sürdürülmesi sağlandı.

Tekelci sermaye gerek eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetleri alanında hız kazanan özelleştirmeler, gerekse ağır sömürü koşullarında, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı oranda palazlanma imkanı buldu. Ağır sömürüden elde edilen servet bir yana, örneğin AKP döneminde kalıcı hale getirilen deprem vergilerinden elde edilen yaklaşık 50 milyar TL, özelleştirmelerden elde edilen 50 milyar dolar da emperyalist ve yerli tekellerin kasalarına aktı. 65 milyar TL’yi bulan işsizlik sigorta fonu da yine tekellerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılıyor. AKP’nin hala övünebildiği “ekonomik başarı”nın gerisinde, bütün bunların yanı sıra 130 milyar dolardan 350 milyar dolara sıçrayan dış borçlar yatmaktadır. Maliye bakanının deyimiyle “bu ülkede alınan her 100 liralık vergi gelirinin 86 lirası faize” gitmektedir.

11 yıllık AKP iktidarının Türkiye’nin işçi ve emekçilerine faturası toplumsal gelişmişlik endekslerinde daha açık görülebilir. Örneğin, AKP’nin “demokratikleşme” yasalarıyla, ekonomik başarıyla, “bölgesel liderlik vizyonu” ile övündüğü Türkiye, 11 yılın sonunda kişi başına gelirde 57’incilikten 63’üncülüğe, insani gelişmişlikte 85’incilikten 95’inciliğe, cinsiyet uçurumu endeksinde 105’incilikten 135’inciliğe, basın özgürlüğünde 99’unculuktan 154’üncülüğe gerilemiş bir ülkedir.

Dinci parti, kitlelere böylesine ağır bir fatura ödetmeyi, sınıf ve kitle hareketinin zayıflığı yanısıra tırmandırdığı faşist baskı ve devlet terörü sayesinde başarabildi. AB’ye uyum, demokratikleşme gibi aldatmacalar eşliğinde yapılan yasal-hukuki düzenlemelerle Türkiye tam anlamıyla polis devleti haline getirildi. Bu dönem boyunca dış politikada ABD emperyalizmiyle tam uyuma büyük bir dikkat gösterildi. Emperyalizmin bölgesel planlarının iflasına kadar BOP’un etkin bölgesel taşeronu olmaya gayret etti ve bununla yeni-Osmanlıcı hayallerini gerçekleştirebileceği vehmine kapıldı. ABD emperyalizmi tarafından yakın zamana kadar “ılımlı islam”ın model ülkesi olarak pazarlanması bu hevesi ayrıca kamçıladı.

İlk yıllardan itibaren düzenin ihtiyaçları çerçevesinde rakipsiz olması, kitlelere ödettiği ağır faturaya rağmen oy desteğini artırabilmesi, emperyalist ve yerli tekellerin desteğini daha açık şekilde arkasına almasını sağladı. Böylece hem doğrudan temsilcisi olduğu sermaye gruplarını alabildiğine semirtti, hem medya alanında muazzam bir güç oluşturdu, hem de devleti ele geçirmekte büyük avantajlar kazandı.

Dinci-gerici partinin tek başına hükümet oluşuyla yeni bir aşamaya giren rejim krizi, bu koşullarda birkaç yıl geçici bir dengede götürülebildi. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi rejim krizinin artık kontrol altında tutulamayacağı bir dönüm noktasına gelindiğinin işaretlerini vermekteydi. Generallerin 27 Nisan müdahalesi üzerine rejimin geleneksel sahipleriyle daha açık kavga dönemi başladı. Oy desteğini büyütmüş olmak dışında bu kavgada avantaj sağlayan en önemli etkenlerin başında hiç kuşku yok ki ABD’nin açık desteği gelmekteydi. Emperyalizmin bölgesel politikalarına uyumda bazı noktalarda (Kıbrıs, Ermeni sorunu, Kürt sorunu vb.) sorunlu olan geleneksel devlet bürokrasisi ve ordu, bizzat ABD-AB emperyalizminin açık desteğiyle tam da bu sorunlar üzerinden yapılan “açılım” manevralarıyla etkisiz kılınmaya başlandı. Bu sürecin “Ergenekon” operasyonlarıyla yeni bir aşamaya evrildiğini, dinci-gerici koalisyonun ordu, yükseköğrenim, anayasa mahkemesi başta olmak üzere yüksek yargı vb. kurumları tümüyle ele geçirmesiyle sonuçlandığını biliyoruz.

Dinci-gerici koalisyonun başarısı bununla da sınırlı kalmadı. AKP’nin iktidar mevzilerini büyütme hamleleri, “darbelerle, kirli savaş dönemiyle hesaplaşma”, “demokratikleşme”, “temiz toplum” vb. yalanları eşliğinde aynı zamanda Türkiye solunun bir kesimi ile Kürt hareketinin ona yedeklenmesini de sağladı. Bu ise kitlelerde geniş ölçekli yanılsamalar yaratmakta dinci partinin işini daha da kolaylaştırdı. AKP’nin son iki seçim başarısında “ekonomik istikrar” görüntüsü kadar bunların da önemli bir rol oynadığı tartışmasızdır.

İktidar dalaşının dönemeçleri

Dinci koalisyondaki iç kavganın belirgin biçimde yüzeye vurması, bu sürecin sonlarına tekabül etmektedir. İktidarlaşma sürecinde sıkı işbirliği, aynı zamanda gücün, dolayısıyla devasa sömürü ve rant kaynaklarının bölüşümüyle mümkün olabilmişti. Fakat öte yandan bu süreç AKP şefinde aşırı bir güç yığılmasına, dolayısıyla rant ve iktidar paylaşımında tek yanlılığa, zamanla yol arkadaşlarını bile olur olmaz hırpalamaya varacak bir aşırılığa yol açtı. Bu kendini, salt propaganda düzeyinde değer taşısa bile, İsrail ve ABD’yi rahatsız edecek söylemlerde de dışa vurdu.

MİT olayı ile yüzeye vuran iç iktidar kavgası, emperyalist odakların onayını da alan bir terbiye ihtiyacının kendini dayatmasıdır. Haziran Direnişi, bu açıdan emperyalistler ve Türk burjuvazisi için büyük bir uyarı olduğu gibi, dinci güçler arasındaki kavganın derinleşmesini de sağladı. AKP’nin öğrenci evleri ve dershane manevralarının bundan sonra gündeme gelmesi tesadüf değildi. Nihayet dinci güçler arasındaki dalaşma 17 Aralık operasyonuyla geri dönülmez bir aşamaya sıçradı. Bunun yerel seçim kampanyalarının başlangıcına denk getirilmesi ise, meselenin terbiye operasyonunu aştığını göstermektedir.

Zira 2013 yazı sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda Mısır ve Tunus üzerinden de “Ilımlı İslam projelerinin” hiç değilse AKP ve türevi partiler şahsında kesin çöküşüne sahne oldu. Dinci partilerin, Türkiye gibi modern kapitalist toplumlarda bir dönem için emperyalist ve işbirlikçi burjuvazinin ihtiyacını karşılasalar bile, güç kazandıkları ölçüde sosyal, siyasal, kültürel kutuplaşmaları kışkırtan, sınıfsal çelişkileri keskinleştiren, etnik ve mezhepsel ayrımcılığı körükleyen, böylece merkezkaç eğilimleri büyüten bir çizgi izlemeden kendi kitle tabanlarını koruyamayacakları bir kez daha net bir şekilde ortaya çıktı. AKP’nin hala da tutunabilmesinin en büyük nedeni, henüz yerine konulacak bir alternatifin hazırlanamamış olmasıdır. Cemaat bu alternatif oluşturma ihtiyacına uygun hareket etmekte ve bu ona ABD emperyalizminin desteğiyle birlikte düzen muhalefetini de yedeklemek biçiminde büyük avantajlar sağlamaktadır. Böylece 11 yıllık sömürücü ortaklığın biriktirdiği tüm hesapları AKP’ye yıkıp sıyrılmanın yolunu da döşeyebilmeyi ummaktadır.

Sınıf ve emekçi kitle hareketinin yeni dönemi

Halihazırda gündeme damgasını vuran, yerel seçimlere apayrı bir önem kazandıran bu gelişmeleri, geçtiğimiz yılın en önemli olayı olan Haziran Direnişi’nden bağımsız ele almak mümkün değildir. Dinci-gerici koalisyonun onbir yıl boyunca iç ve dış politikadaki saldırgan çizgisinin, ekonomik ve sosyal yıkım politikalarının, siyasal hak ve özgürlükleri hedefleyen saldırganlığının biriktirdiği tepkilerin patlamasıyla yaşanan büyük direniş, düzenin yeni biçimler alan siyasi krizinin derinleşmesinde tartışmasız bir rol oynadı. Düzen güçlerinin kendi iç kavgalarının sadece emperyalist ve yerli egemenlerin plan ve tercihlerine bağlı olmadığı, işçi ve emekçi kitle hareketinin dolaysız etkisiyle belirlendiği apaçık bir olgudur.

Sınıf ve kitle hareketinin son on yıl boyunca da süren parçalı, dağınık ve zayıf tablosu, AKP iktidarının en büyük avantajıydı. Tekil fabrika direnişleri üzerinden işçi sınıfı, genel ve özgül sorunlar üzerinden kamu emekçileri ile gençlik kitleleri sürekli mücadele içinde olsalar da, bu birleşik-militan bir düzeye ulaşmadı. SEKA ve TEKEL gibi öne çıkan bazı direnişler ile 2007’den itibaren militan bir atmosfer yaratan Taksim 1 Mayıs eylemlerini saymazsak, işçi-emekçi hareketi verili zayıflığını aşamadı. Haziran Direnişi ise birleşik ve militan karakteriyle, egemenleri zorlayacak bir sıçrama noktası oldu. Emekçi kitle hareketi bakımından bir eşiğin atlanması anlamına gelen bu çıkış, sadece düzen cephesindeki gidişatı etkilemekle kalmadı. Kendinden sonraki hareketli sürece ve eylemlere de coşku ve militanlık kazandırdı. Yankısının hala da sürüyor olmasını ise bahar dönemi hareketliliği açısından önemli bir imkan saymak gerek. İşçi ve emekçilerin dikkatinin seçim yoluyla parlamenter hayallere çekilmeye çalışılmasının güncel plandaki en etkili panzehiri Haziran’ın militan kitle pratiği hattıdır. Hem AKP ve düzen gerçekliğini teşhir etmesi, hem de geniş yığınlara gerçek mücadele alanını göstermesi yanıyla, bahar döneminde yaygınlaştırılması gereken, Haziran Direnişi’nin mücadeleye devam çağrısıdır.

Kürt sorununda gelişmeler ve yerel seçimler

Toplumsal mücadele dinamikleri açısından geçtiğimiz yılın en belirgin zayıflıklarından biri, Kürt halkının tasfiyeci “çözüm süreci” aldatmacası sayesinde edilgenliğe itilmesi oldu. 2013 başlarında açıklanan “İmralı görüşmeleri” Kürt hareketi saflarında içselleştirildikçe, Kürt halkının mücadele dinamizmini törpüleyen bir etkene dönüştü. AKP’nin bu aldatmaca-oyalama sayesinde nasıl rahat nefes alabildiği, son bir yılın toplamına bakan herkes tarafından açıklıkla görülecektir. İlk beş aylık süreç dinci-gericiliğin gücüne güç katan bir siyasi atmosfer yarattı. Reformist Kürt hareketiyle birlikte ona eklemlenmiş reformist sol çevreler bu atmosferin oluşumunda adeta ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Kürt sorununda “demokratik çözüm ve cumhuriyetin demokratikleştirilmesi” çizgisi, Kürt hareketini, AKP gibi bir gericilik odağının açmazlarını gözetecek bir tutuma kadar savurabildi. Bu salt Haziran Direnişi karşısında izlenen tutarsız politikayla da sınırlı kalmadı.

Kürt hareketinin düzen içi çözüm çizgisine ve AKP’ye bağladığı temelsiz umutlar, onu Türk sermaye devletinin Rojava’ya karşı izlediği saldırgan politika karşısında bile yalpalamalara itebilmiştir. “İmralı süreci”nin ilk aşamalarından itibaren Rojava Kürtlerinin Suriye’deki çete ordusuna yedeklenme çabalarına kapılar aralanmış ve bu tutum yaz ortasına kadar sürdürülebilmiştir. Türk devletinin çeteler eliyle Temmuz ortasında yoğunlaştırdığı kirli savaş sürecinde bile Kuzey’deki Kürt halkının pasif destek sınırlarında kalabilmesi, yine “çözüm süreci”yle doğrudan ilişkilidir. Bu tasfiyeci aldatmacanın ve reformist Kürt önderliğinin izlediği siyasetin Kürt halkı üzerindeki etkisinin boyutlarını anlayabilmek bakımından, silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi sonrasında gündeme getirilen “Hükümet adım at” eylemlerindeki zayıflık bile yeterli bir fikir vermektedir.

Tasfiyeci aldatmacanın Kürt hareketi üzerindeki en çarpıcı yansıması ise, gerici güçlerin dalaşması karşısında alınan ibret verici tutumda kendini göstermektedir. Bizzat Öcalan’ın devreye girmesiyle Kürt hareketi açıkça AKP’yi kollayan bir çizgide hareket etmekte herhangi bir sakınca görmemektedir. “Paralel devlet” argümanı gerici güçlerin kirli ortaklığını örten bir şal olarak kullanıldığı halde, Kürt hareketi sıkı sıkıya bu argümana sarılmakta ve Roboski’den Paris cinayetine kadar her türlü melaneti bununla izah edebilmektedir. Cemaat’in MİT’le ilgili ifşaa ettiği bilgiler bile hükümsüz kalabilmektedir. Oysa reformist bir ulusal hareket payına bile bu kadarı da çok denilecek kadar her şeyin feda edildiği “çözüm süreci”nin, en baştan itibaren bir seçim yatırımı olarak gündeme gelmiş olduğu bilinmekte, bu KCK’nin önde gelen temsilcileri tarafından da ihtiyaç oldukça dile getirilmekteydi. Abdullah Öcalan’ın kirli savaş örgütü MİT’le kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelere büyük değer atfetmesinin, gerçekte hiçbir inandırıcılığı kalmamış “çözüm sürecine” dair umutları diri tutma çabasının ve halihazırdaki dalaşmada pisliğini yargı darbesiyle engellemeye çalışan AKP’yi Cemaat karşısında kollayan açıklamalarının gene de anlaşılır nedenleri var. Zira Öcalan, kendi deyimiyle, İmralı duruşmalarında verdiği sözlerin gereğini yapmaktadır. Anlaşılır olmayan, Kürt hareketinin ve halkının buna bu kadar kolay uyum sağlayabilmesidir.

Kürt hareketi bu akıl almaz çizgide ısrar ettiği sürece, bütün bu tutarsızlıkların, “reel politika” adına sergilenen ilkesizliklerin ağır faturasıyla karşılaşmaktan kurtulamaz. “İmralı teslimiyeti” sonrası süreçte özellikle bölgede yaşanan gelişmelerle birlikte Kürt hareketi toparlanma yaşamış, Kürt halk kitleleri daha kitlesel bir biçimde mücadele alanlarına çıkmış, bu süreç büyük bir moral ve özgüven yaratmıştı. Ne yazık ki, gündemdeki yerel seçimlere, bu en büyük politik-moral avantajı kendi eliyle kötürümleştirmiş olarak girmektedir.

Sol hareketin kanıksanan tablosu

Kürt hareketinin sergilediği tutum artık yalnızca kendisini de bağlamıyor. Gelinen yerde Türkiye solunun HDP çatısı altında birleşmiş kesimi de bu tutuma eklemlenmiş durumdadır. Zira 2002’de belirgin bir şekilde yerleştikleri parlamentarizm düzlemi, onları Kürt hareketinin “demokratik cumhuriyet” bayrağı altında birleştirmekle kalmamış, gündelik politikalarını, faaliyet ve eylemlerini de belirler hale gelmiştir. O tarihten bu yana yaşanan tüm seçim süreçleri, genel seçimlerde “iktidar yürüyüşü”, yerel seçimlerde ise “yerel iktidarlaşma” söylemleri eşliğinde, düzen solunun boşalttığı alanı doldurma gayretiyle geride kaldı. Ve bu bugün artık, hala devrimcilik iddiasındaki bir dizi çevreyi de girdabına alarak, net bir saflaşmaya dönüştü. Devrimci ilke ve değerlerde 1990’ların ortasından itibaren ivmelenen erozyonun son safhası da böylece tamamlanmış oldu. “Demokratik cumhuriyet” programında birleşmiş sol şahsında bunun artık tartışılacak bir yanı yoktur. Bu öylesine çıplak bir olgudur ki, Türkiye’de tüm kurumlarıyla düzeni derinden sarsan bir büyük halk hareketi dahi bu çevrelerde yalnızca parlamenter hayallerin iyiden iyiye depreşmesi olarak karşılığını buluyor.

Haziran Direnişi üzerinden benzer bir davranış reformist solun “ulusal cumhuriyet” çizgisinde hareket eden öteki kesimi tarafından da sergilenmektedir. Bu kesim payına parlamentarizm ve “belediye sosyalizmi” o denli içselleştirilmiştir ki, onlara ilişkin böyle bir tartışma yapmak artık gereksizleşmiştir. Tasfiyeci reformizmin her iki odağı sadece parlamentarizm paydasında aynılaşmakla kalmıyorlar, düzen soluyla dirsek temaslarında da benzer bir pratik sergiliyorlar. Özetle, düzen çatlaklarında politika yapmaya endeksli ideolojik-siyasal çizginin gerçek yaşamdaki karşılığı, düzen güçlerinden birine ya da ötekine açık ya da örtülü bir yedeklenmenin ötesine geçemiyor.

Seçimlerde devrimci sınıf tutumu ve parti çalışması

Bu tabloyu, Türkiye sol hareketinde safların netleşmesi olarak değerlendiriyor, bir kayıp saymıyoruz. Bu netleşme partimizin devrimci sorumluluklarının ne denli yaşamsal bir önem kazandığının yeni bir teyididir yalnızca. Zira solda tasfiyeci reformizm karşısında devrim ve sosyalizm bayrağını tek başına taşıma onuru artık tümüyle partimizin omuzlarındır.

Partimiz solun ideolojik ve moral açıdan bu tükenişini bir dizi açıdan olduğu gibi, seçim süreçleri üzerinden de zamanında ayrıntılı değerlendirmelere konu etti. Öte yandan bunu tasfiyeci sürüklenişe karşı ilkeli bir ideolojik-siyasi mücadeleyle birleştirdi. Burjuva temsili kurumlar, seçimler, parlamentarizm vb. konulardaki devrimci yaklaşımını da içeren bu birikim, TKİP’nin gündemdeki seçimlere ilişkin tutumuna da her yönüyle ışık tutan bir kapsama sahiptir.

Partimizin yerel seçimlere ilişkin yaklaşımının genel ilkesel çerçevesi ve esasları, 2009 seçimleri vesilesiyle bu birikimden süzülerek özlü bir şekilde ortaya konulmuştu. 30 Mart yerel seçimleri konusundaki perspektifimizi de ifade eden bu çerçeve, özetlenmiş haliyle şöyledir:

“- Komünistler seçimlere katılmayı ve burjuva parlamentosundan olduğu gibi yerel yönetimlerden de devrimci amaçlar için yararlanmayı ilke olarak reddetmezler. Fakat bunu yaparken, yerel yönetimlerin işlevi, gücü ve sorunlara çözüm olanakları konusunda herhangi bir yanılsama yaratmamaya da özel bir dikkat gösterirler. Bununla da kalmaz, buna ilişkin burjuva ve reformist aldatmacaların içyüzünü kitleler önünde teşhir etmeyi temel önemde bir görev sayarlar.

- Komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mücadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim atmosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların bilincini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar. Bu çerçevede, kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız devrimci sınıf programıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar.

- “Ulusal irade” yanılsaması üzerinden burjuvazinin gerçek iktidar odaklarını perdeleme işlevi gören burjuva parlamentosunun içyüzünü kitleler, özellikle de onların ileri kesimleri önünde sergilemek nispeten daha kolaydır. Kitlelerin uzun yılları bulan deneyimleri bunu bir ölçüde olsun kolaylaştırır. Buna karşın kurum olarak yerel yönetimler, “halkın yönetimi”, “halkın katılımı”, “halka dolaysız hizmet” vb. argümanlar üzerinden sunulmaya elverişlidirler. Özellikle reformist sol buna yönelik yanılsamalara güç katar ve ona solcu söylemlerle belli bir inandırıcılık da kazandırır.

- Oysa bu büyük bir aldatmacadır. Merkezi iktidar organlarının burjuvazinin elinde olduğu ve bunun bin bir kolla (vilayet, emniyet, istihbarat, garnizon, yargı vb.) kendini yerel düzeyde de gösterdiği bir durumda, yerel “halk yönetimi” tepeden tırnağa bir yalan ve yanılsamadır. Aynı gerçek, üretim araçları ve zenginliğin ezici bölümü (dolaysız özel mülkiyet ya da devlet bütçesi ve mülkiyeti olarak) burjuvazinin elinde ve denetiminde olduğu sürece, yerel planda halkın sorunlarının çözülebileceği inancı ya da beklentisi için de geçerlidir. Alabildiğine sınırlanmış ve güdükleştirilmiş yerel yönetimler ve bütçeler, bu sınırlar içinde bile burjuvazi tarafından bin bir yolla en sıkı bir denetim altında tutulurlar.

- Bu temel önemde bilimsel-toplumsal gerçeklerden hareketle TKİP, yerel yönetimler üzerinden yapılabilecekler hakkında özellikle reformist sol tarafından işçilere ve emekçilere pompalanacak hayallere karşı bir kez daha özel bir mücadele yürütecektir. Her biçimiyle “Belediye sosyalizmi” yanılsamasının içyüzünü kararlılıkla teşhir edecek, bunu, kurulu düzenin gerçek yapısı, kurumlaşması ve işleyişinin ortaya konulması çabasıyla birleştirecektir.

- Komünistler, yerel seçimlerde işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin karşısına kendi bağımsız adaylarıyla çıkacak, yerel seçim kampanyalarını bu adaylar üzerinden öreceklerdir. Bu kampanyanın amacı elbette oy toplamak değil, fakat partinin devrimci propaganda ve ajitasyonunu normal dönemlerle kıyaslanamaz ölçüde güçlendirmek, kitleleri devrimci açıdan aydınlatmak, parti programını tanıtmak, onun döneme uyarlanmış stratejik ve taktik istem ve şiarlarını kitleler içinde yaymaktır. Her zaman olduğu gibi bu seçimlerde de partinin seçim çalışmasında başarısının temel ölçüsü bu olacaktır.” (Yerel Seçimler ve Komünistler, Ekim, sayı:256, Ocak 2009)

Komünistler bu esaslar temelinde hareket edecek, oy kaygısıyla hareket etmeden işçi ve emekçileri devrim ve sosyalizm davası uğruna mücadeleye çağıracaklardır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyinin geriliği bugün için açık bir olgudur. Devrimcilik, bunun basıncı altında kalmadan, mevcut siyasal kriz ile seçimlerin yarattığı kendiliğinden politizasyonu, düzen karşıtı mücadeleyi güçlendirmek, kitlelerin bilincini ve örgütlenmesini devrimci temelde geliştirmek çerçevesinde değerlendirmektir. Oluşmuş bulunan düzen içi cepheleşme ve tasfiyeci reformist solun bu cepheleşmeye endeksli oportünist hesaplar içinde olması, son tahlilde yalnızca düzenin kendini onarıp yenileme arayış ve ihtiyacına hizmet etmektedir. Tam da her türlü devrimci ilke ve değerin tasfiyeci sol tarafından ayaklar altına alındığı, en berbat yanılsamaların kitlelere empoze edilmeye çalışıldığı böylesi koşullarda, devrimci sınıf politikasına sıkı sıkıya sarılmak her zamankinden daha büyük bir önem kazanmıştır ve parti olarak hakkını verdiğimiz durumda sonuçlarını mutlaka üretecektir. Sömürü ve kölelik düzenini perdeleyen düzen içi taraflaşmaların yarattığı tasfiyeci atmosferin kanıksanma boyutu, bu hatırlatmayı özellikle gerekli kılmaktadır.

Partimiz yerel seçimlere yönelik faaliyetinde öncelikle ve özellikle sınıf eksenli çalışmayı güçlendirmeye odaklanacak, propaganda-ajitasyon, örgütlenme ve eylem çabalarını işçi kitleleri içinde, sanayi havzalarında ve emekçi semtlerinde yoğunlaştıracaktır. Bu, partimizin yerel seçimler de dahil bahar dönemi boyunca yürüteceği faaliyetin en ayırdedici yanlarından biri olmak durumundadır.

Özetle, yerel seçimlerin yarattığı politizasyonu devrimci baharı kazanmaya bağlı ele alan, işçi ve emekçi kitlelerin dikkatini devrimci mücadeleye kanalize etmeye çalışan, dönemin sunduğu olanakları sınıf çalışması zemininde güce dönüştürmeye yoğunlaşan, tempolu ve hedefli bir siyasal yüklenme ve devrimci seferberlik günün en yakıcı ihtiyacı ve yegane devrimci tutumudur. Komünistler için devrimci baharı kazanmak, bu ihtiyacın ve politikanın hakkını vermekten geçmektedir.


Üste