Logo

Siyasal durum ve devrimci görevler


 

Siyasal durum ve devrimci görevler

 

Siyasal sorunlar ve süreçler üzerine sık sık değerlendirmeler yapıyoruz. Temel süreçleri ve sorunları, bunlara egemen eğilimleri, gelişme yönlerini saptamaya çalışıyoruz. Süreçler aynı süreçler, sorunlar aynı sorunlar; kısa dönem içinde esas yönünden bir değişim sözkonusu değil. En fazla bu süreçler ya da sorunların ortaya çıkardığı belli ek unsurlar, yeni görünümler, bazı yeni göstergeler sözkonusu. Değişiklik daha çok bu sınırlar içindedir, yönelimlerin kendisinde esasa ilişkin bir değişim sözkonusu değil. Beklenmedik gelişmeler yaşanmadığı sürece de kısa dönemde olmaz zaten.

Bunları, burada kapsamlı ve sistematik bir yeni siyasal durum değerlendirmesinin çok özel bir ihtiyaç olmadığını vurgulamak ve dolayısıyla yapılacak değerlendirmenin sınırlarına işaret etmek için hatırlatıyoruz. İktisadi durum ve sınıflar cephesindeki manzaranın bazı çizgileri üzerinde durduktan sonra, bunu Kürt sorunuyla bağlanıtılı bazı konulara ve hücre saldırısı alanındaki son duruma bağlamakla yetineceğiz. Doğal olarak bütün bunları, dönemin devrimci görevlerinin kısa bir sunuluşu tamamlayacak. (“Partimizin Tüzüğü Üzerine” konulu konferansa ek olarak verilen “Siyasal Durum” konulu bu konferansın Kürt sorununa ilişkin alt bölümünü ekte ayrıca sunuyoruz-Ekim)

Faturanın düzenli olarak
emekçilere ödetilmesi

Türkiye kapitalizminin yapısal ve dönemsel çok ciddi sorunları var. Yapısal bunalım, artı dünya kapitalizminin sürmekte olan bunalımı, artı bunun dönemsel olarak ağırlaşmasının yarattığı ek yükler, tüm bunlar Türkiye kapitalizmini sık sık nefes alamaz duruma düşürüyor. Buna rağmen işlerin iyi-kötü götürülebilmesinin gerisinde, faturanın işçi sınıfına ve emekçilere az-çok bir kolaylıkla ödetilebilmesi gerçeği var. Türkiye kapitalizmi son 20 yıldır, 12 Eylül darbesinden bu yana, bu avantajı çok iyi kullanıyor.

Bugün de bunalımın faturası, ağır ve çok yönlü bir iktisadi-sosyal saldırı programı olarak, bir kez daha işçi sınıfına ve emekçilere ödetiliyor. Sınıf ve emekçi hareketi bunu “sosyal yıkım saldırısı” olarak niteliyor. Bu tanımlama bile yapılmaya çalışılanın kapsamını, ağırlığını ve boyutlarını göstermeye yetiyor.

Burjuvazinin bunalıma müdahalesi, ya da alışılmış tabirle “kriz yönetimi”, iki boyutludur. Bir yandan, bunalımın sürekli olarak ürettiği dolaysız fatura aynı süreklilikle işçi sınıfına ve emekçilere ödettiriliyor. Öte yandan ise, bunalım “yeniden yapılanma” için bir imkan olarak kullanılıyor. Burjuvazi, bizzat kendisinin sebep olduğu, kendi düzeninin öz ürünü olan bunalımı, “yapısal reformlar” adı altında emekçilere karşı kapsamlı bir saldırıya dönüştürme yoluna gidiyor. Zaten çok güdük olan temel iktisad-sosyal haklar gaspediliyor, bazı sosyal kurumlar tafiye ediliyor, KİT’ler özelleştiriliyor vb.

Bugün dünya ölçüsünde de bu böyle yaşanıyor. Her tarafta bir “yeniden yapılanma”dır gidiyor; sosyal hakların gaspı, sosyal kurumların tasfiyesi ya da budanması, özelleştirmeler, esnek üretim, üretimin yeniden örgütlenmesi, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma vb. Tüm bunlar, dünya ölçüsünde “ekonomik reformlar” ya da “yeniden yapılanma” adı altında uygulanan saldırı programının birer halkası. Bunlar hep bunalım fırsat bilinerek emekçilere bir de buradan bir saldırı alanı açmak anlamına gelmektedir. Doğal olarak, “yeniden yapılanma” saldırısıyla, bu çerçevede gündeme getirilen düzenlemeler ve adımlarla, kapitalist ekonomiye, bu sayede de bir bütün olarak kapitalist düzene nefes aldırtılmaya çalışılıyor.

Türkiye’de çok uzun yıllardır İMF ve Dünya Bankası reçeteleri uygulanmaktadır. Resmen anlaşma olsun olmasın, fiilen bu hep böyleydi. Ama son bir yıldır, kapsamlı ve ağır bir İMF reçetesi artık resmen de uygulamada. İMF ve Dünya Bankası’yla, onların dayatıp dikte ettirdiği çerçevede anlaşmalar imzalandı ve bunun ifadesi saldırı reçeteleri tüm şiddetiyle uygulanıyor. İMF üç ayda bir gelişmeleri kontrol ediyor ve reçete dayattığı şekliyle uygulanıyorsa, ufak kredi musluklarını açıyor ve süreç böylece devam ediyor.

Bugünkü pervasız saldırı bir durum
 değerlendirmesine dayanıyor

Burjuvazi saldırı konusunda son derece pervasız ve bunun gerisinde, kabul etmek gerekir ki, soğukkanlı bir durum değerlendirmesi var. Kitlelerin çok tepkili ve hoşnutsuz olduğunu kuşkusuz biliyorlar. En az bizim kadar, hatta bizden de çok daha iyi bir biçimde, bunun farkındalar. Kitleler sık sık bu tepkilerini sokağa taşırıyorlar, bunu da görüyor, izliyorlar. Ama buna alıştılar, bir bakıma bunu kanıksadılar. Bunu basit bir realite kabul ediyorlar ve bu boyutlar içinde kalındığı sürece, saldırı programının uygulanması için çok bir sorun oluşturmadığını düşünüyorlar.

İşçiler ve kamu emekçileri sık sık çıkar sokağa, bağırır, çağırır, hak talebinde bulunur, bir şeyler talep ederler; ama böylece öfkeleri de bir süre için yatışır, sesleri orada öylece kaybolur gider, diye düşünüyorlar ve saldırı programını kesintisiz biçimde uygulamaya bakıyorlar. Nasılsa hoşnutsuzluklarını sınırlı tepkiler halinde dışa vurmak dışında, işçi ve emekçilerin bugün için ve bugünkü sınırlar içinde yapabilecekleri bir şey yok, diye düşünüyorlar. Düzen adına, egemen sermaye sınıfı adına devleti yönetenlerde bu kanaat net bir biçimde oluşmuş bulunuyor. Bu çerçevede saldırı reçetesini, sosyal yıkım programını, pervasızlıkla uygulamayı sürdürüyorlar.

Özelleştirme saldırısının bugün kazandığı boyutlar ve bu saldırının uygulanmasındaki kolaylık buna bir örnek olarak verilebilir. İşçiler özelleştirmelere karşı birçok kez mücadeleler verdiler. Belli yerlerde, termik santrallerde, SEKA’da, yer yer hükümete geri adım da attırdılar. Ama bunlar ancak kısmi ve ya da kısa süreli sonuçlar yaratabildi. Genelde özelleştirme saldırısı bugün en hızlandırılmış biçimiyle uygulanıyor. Sınıf hareketinin zayıflıkları, birleşik bir kuvvet oluşturamaması, satılmış sendikacılar güruhunun açık ya da sinsi ihaneti, yer yer korkaklığı ve teslimiyeti, genel nitelik taşıyan ve sermaye sınıfı adına bizzat devlet tarafından uygulanan bu saldırının püskürtülmesini engelliyor.

Öte yandan ücretler kısıtlanıyor. Karşılarında tek tek kapitalistlerin olduğu kimi durumlarda, işçiler yer yer geri adımlar attırabiliyorlar, %25 dayatmasını belli yerlerde aşabiliyorlar. Bu sınır aşılsa bile, gerçekte genellikle satış sözleşmeleri imzalanıyor, %25 yerine %35’le, %50’yle işçilerin geçmiş kayıplarını giderebilmek bir yana, gerçek enflasyon oranına bile yetişemeyen, bunun çok altında kalan sözleşmelerle bu işler bağlanıyor. Gene de işçiler bu noktada dayatılan sınırı, yer yer grevler sayesinde zorluyorlar. Tek tek kapitalistler kendi firmalarının genel ihtiyaçları çerçevesinde geri adım atmak, konulan sınırı aşan zamlar vermek durumunda kalabiliyorlar. Bunlar kuşkusuz çok kısmi başarılar oluyor, genelde sonuç, yani faturanın işçi sınıfına ve emekçilere ödetilmesi uygulaması değişmiyor.

Gerçekte şu son bir yılda işçiler ve emekçiler, geçmiş yıllarla kıyaslanmayacak kitlesel hareketlilikler içindedirler. Türkiye’nin dört bir yanı her gün bir dizi eyleme, direnişe, kitlesel tepkilere sahne oluyor, eylemler sürekli biribirini izliyor. Ne var ki düzenin egemenleri artık bunu da kanıksamış durumdalar. Birleşik, hedefli, sonuca kilitlenen ve bunda kararlı ve ısrarlı olan bir sınıf ve kitle hareketi ile yüzyüze olmadıkları konusunda fazlasıyla gerçekçiler. Nasılsa sonucu fazla değiştirmeyecek türden tepkiler sayıyorlar mevcut hareketliliği.

Sendikal ihanet cephesinin paha
biçilmez hizmetleri

Bu arada sendikaları çok iyi kontrol ediyorlar, burdan da gelen bir rahatlıkları var. Artık ESK yoluyla bunu daha rahat bir biçimde yapıyorlar. Bilindiği gibi, 28 ?ubat’ın meyvesidir ESK. Güya “irticaya karşı laik cumhuriyeti korumak” üzere, bir “sivil inisiyatif” kurdular. Burada sendika konfederasyonları tekelci burjuvazinin çeşitli örgütleriyle birlikte aynı platformda biraraya getirildi. Buna da “sivil inisiyatif” dendi. Gerçekte ise sözkonusu olan dört dörtlük bir MGK organizasyonuydu, herşeyiyle generallerin denetiminde ve güdümündeydi. Sonra bundan bildiğimiz ESK çıkarıldı. Bilinçli devrimci işçilerin “beşli çete” olarak nitelediği sözde sivil, gerçekte MGK güdümlü bu inisiyatif, sendikalar cephesinden bir ihanet platformu olan ESK için bir basamak oldu. Böylece işçi konfederasyonları, emek düşmanı politikaların merkezi düzeyde onaylayıcıları durumuna resmen de düşürülmüş oldular.

DİSK, tabanının baskısı sonucunda ESK’dan çekildi. Ama bu çekiliş biçimsel bir gözboyamanın ötesine geçmiş değil. DİSK’in de bugün farklı olarak yaptığı birşey yok gerçekte. Kaç kez şaşaalı mücadele programları açıkladı, ama bunların hiçbirinin arkası gelmedi. Ciddi görünümlü kampanyalar başlatıyorlar; ama sırf görüntüyü kurtarmak için, salt gözboyamak için, güya DİSK’in farklı olduğunu göstermek için, hepsi bu kadar. Bu şaşırtıcı da değildir. Zira DİSK yönetimi de asalak sendika bürokrasisinin bir parçasıdır, bu düzenin içindedir, işçi sınıfının sırtından geçinen aynı asalaklar takımındandır. (Rıdvan Budak haini, DİSK’in yeni dönemde ne olduğunun bir bakıma aynası ve özetidir).

Bu konumuyla da DİSK yönetimi sorunlara düzenin içinden ve düzenin iç dengeleri üzerinden bakıyor. İşçileri aldatmak için lafta ne söylerse söylesin, gerçekte, bunalım karşısında düzenin İMF reçetesinden başka bir alternatifi yok mantığıyla yaklaşıyor sorunlara ve saldırılara. Emekçilerin yakınmalarına bir parça tercüman olmayı, onu samimiyetsizce seslendirmiş olmayı, kendileri için yeterli sayıyorlar ve sorunu orada öylece bırakıyorlar.

Sosyal yıkım saldırısı karşısında sendika konfederasyonlarının rolü, işçi sınıfına ve emekçilere karşı tam bir ihanetten başka bir şey değildir. Saldırının daha az kapsamlı, daha az parçalı olduğu dönemlerde, Türk-İş, hava boşaltmak için de olsa, arada bir Ankara’da merkezi eylemler yapardı. Kapsamlı ve çok yönlü bir saldırının ifadesi olan İMF reçetesi uygulanalı beri bunu bile yapmıyor. Tersine, sesi sedası çıkmıyor. Bunların tümü sermayeye satılmış adamlar, kendi konumlarından ve sefil çıkarlarından bakıyorlar sorunlara. Emekçilerin çıkarlarını satışa çıkararak, kendi sefil geleceklerin güvenceye almaya bakıyorlar. Emekçilerin tepkisi burada, bunların sermayeye kendilerini satacakları fiyatı yükseltmede bir pazarlık unsurundan başka bir şey değil.

Kötürümleştirilen KESK

KESK’in durumu da, biçim olarak farklı olsa bile, özünde çok farklı değil. Belki bunlar henüz satış platformunda değiller, henüz o duruma gelmediler. Zaten bu tür bir pazarlık güçleri de yok halihazırda. Ama birincisi, devlet yıldırıcı politikalarla bunları iyice geri teslimiyetçi-icazetçi bir çizgiye itiyor. Gelinen yerde neredeyse tam bir hareketsizliğe gömülmüş durumdalar. İkincisi, düzen bunlara da siyasal ikbal zemini koklatıyor, onları buna özendiriyor, iştahlarını kabartıyor. Onlar da, konumlarını tutar ve devlet nezdinde yasal bir meşruiyet kazanırlarsa, iyi bir siyasal rant alanına kavuşacaklarını düşünüyorlar, bunun ürünü olan bir hesaplılıkla yaklaşıyorlar sorunlara. Hele bir de sahte sendika yasası sayesinde sendika aidatları kaynağından kesilirse, o zaman önemli bir ekonomik kaynağa da hükmetmek, buradan beslenmek olanağına da kavuşmuş olacaklar.

KESK bugün hiçbir ciddi direnme örgütlemiyor, böyle bir sorunu da yok artık. Enerji Yapı-Yol Sen gibi bir iki sendika, zaman zaman bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ama KESK’in böyle bir sorunu yok artık. Uzun zamandır ciddi hiçbir eylem örgütlemiyor. Arada bir yasak savma türünden merkezi eylemler yapıyor, havayı boşaltıyor, ardından geri çekiliyordu. Neredeyse bir yıldır, geçen Aralık’taki Ankara eyleminden beri, artık bunu da yapmıyor, yapamıyor da denebilir buna.

ÖDP-HADEP reformist çizgisinin KESK’i getirdiği yerdir bu. ?imdi yeni kongreler dönemi ve her yerde ÖDP ile HADEP birlikte hareket ediyorlar. Biraz olsun direnme yanlısı bir eğilim gösteren EMEP türü reformist akımlara bile artık katlanamıyorlar, onları peşpeşe merkezi yönetimlerden atıyorlar.

KESK, adım adım böyle icazetçi-teslimiyetçi bir çizginin içine çekildi ve bugün neredeyse tümden kötürümleştirildi. Yüzbinlerce üyesi vardı, bu sayının üçte-dörte birine, belki daha da aşağılara düştü, çok büyük bir üye kaybı yaşadı. Öte tarafta Kamu-Sen var; iki de bir demagojik çıkışlar yapıyorlar, Ankara’ya gidiyorlar, polis karşılarına çıkıyor, sahte kararlılık pozları takınarak tartışıyorlar, çekişiyorlar. Bu görüntülerle mücadeleci bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Birçok veri, Kamu-Sen’in giderek bir kitle tabanı edindiğini gösteriyor. Oysa tümüyle devlet güdümlü bu sarı sendika, düne kadar gerçek bir tecriti yaşıyordu. Kamu emekçileri kitlesi içinde açıkça devlet güdümlü olmakla şaibeliydi. Böylece KESK bürokratlarının yarattığı boşluk sayesinde, kamu çalışanları hareketine bir darbe de buradan vurulmuş oluyor.

Kamu çalışanları hareketi önemli bir mevziydi; ‘90’lar Türkiye’sinde kitle hareketi büyük ölçüde kamu çalışanları hareketi ile soluk aldı. Politik düzeyi en güçlü olan, dahası en kitlesel ve örgütlü hareketti. Zaman zaman yüzbin-yüzellibin kişiyi bulan çok büyük kalabalıklarla kaç kez Ankara’ya indiler, Kızılay’ı işgal etmeye kalktılar, 4 Mart türünden hafızalar kazınan militan direnişler gösterdiler. Oysa bugün bir perişanlık ve dağınıklık sergiliyor bu hareket. KESK’in reformist bürokratları, ÖDP ve HADEP’in teslimiyetçi-reformist çizgisi, yazık ki sonuçta bunu yaratmayı başardı.

Sonuç olarak, düzen sendikalar cephesini çok iyi bağlamış durumda. 28 ?ubat süreciyle bu iş özellikle kolaylaştı. KESK, ÖDP ve HADEP ile bağlanmış bulunuyor. HADEP zaten kendini düzene kabul ettirmek çabasında, bu neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Emeğin sorunları, sosyal sorunlar diye bir sorunu zaten hiç bir zaman olmadı. Kürt burjuvazisinin güdümündeki bir partiden bu beklenemezdi de.

Düne kadar bir parça soldan bir PKK baskısı hissediyordu kendi üzerinde. İmralı’daki utanç verici çöküşten sonra bu da ortadan kalktı. Artık bütün bir Kürt hareketi, egemen sınıflar içindeki bazı sözde çatlaklara bağlamış durumda tüm umudunu. AB normları üzerine yaratılan sahte toz-duman içinde, taraflardan birinden, örneğin Diyarbakır gezisinde Kürtlere hoş görünmek için “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” dedi diye, ANAP gibi aşırı gerici sermaye partilerinden medet umuyor.

ÖDP’nin ise zaten mücadele diye bir sorunu yok, hiçbir zaman da böyle bir sorunu olmadı. İyice geri, utanç verici bir çizgiye kaymış durumda. Gelinen yerde işi kitle eylemlerinde siyaset yasakçılığına kadar götürüyor. Geçtik devrimci siyasal akımları, tutsak aileleri gibi bugün artık burjuva basının dahi sayfalarını bir parça açmak zorunda kaldığı haklı çıkışlara bile kapılarını kapatmaya çalışıyor. SES ve Eğitim-Sen’nin son mitinglerinde yaşananlar bunun örneğidir.

Kısacası, toplumsal muhalefet bugün çok ciddi ve çok yönlü tahribatlarla yüzyüzedir.

Bugün bizlere çok ağır sorumluluklar yükleyen son derece çelişkili bir tablo var orta yerde. Bir yandan, emekçi hareketi dört bir tarafta döne döne kendini ortaya koyuyor. Bazı yılgın aydınlara bile bir nebze olsun yeniden umut verebilecek kadar bir hareketlilik, parçalı da olsa sürekli bir hareketlilik var ortada. Toplumsal muhalefetin çok farklı kesimleri, kendilerine yönelen saldırılara karşı şu veya bu biçimde ve ölçüde seslerini yükseltiyorlar. Eylemler için sokağa çıkıyor, yürüyüş ve gösteriler yapıyorlar.

Ama öte taraftan, emekçi örgütlerinin sermaye tarafından tam denetim altına alınması ya da KESK örneğinde olduğu gibi felç edilmesi gerçeğiyle yüzyüzeyiz. Bu devrim cephesi olarak, komünistler ve devrimciler olarak, kendi rolümüzü oynayamadığımızın, kendi görevlerimizi başarıyla yerine getiremediğimizin de bir göstergesidir...

Sınıfa ve emekçilere saldırıda
tam mutabakat

İşçi sınıfına ve emekçilere saldırı politikaları çerçevesinde egemen sınıf bünyesinde hiçbir görüş ayrılığı ya da çelişki yok. Ancak başını Perinçekçi İP’in çektiği devlet solu, bu noktada gerici boş hayaller yayan aldatıcı bir propaganda yürütüyor bugün. Orduyu, bekçisi olduğu düzenle, bu düzenin egemen sınıfı ile, bu sınıfın göbekten bağlı olduğu emperyalist odakla çelişkideymiş gibi gösteriyor. Aynı şekilde, “milli sanayici” yaftasını astığı işbirlikçi burjuvazinin ana gövdesini “millici güçler” içinde olmakla onurlandırıyor ve emperyalist küreselleşmeye karşıt konumda tanımlıyor.

Gerçekte ise, İMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulanmasında, faturanın emekçilere ödetilmesinde, özelleştirme politikalarında, emperyalist globaleşmeye uyumda, tüm bu temel saldırı cephelerinde, egemen sınıf bünyesinde herhangi bir görüş ayrılığı ya da çelişki sözkonusu değildir. Yalnızca özelleştirme talanı örneğinde olduğu gibi, yağma ve paylaşımda bazı sorunlar çıkıyor arada bir. Yağmadan her biri daha büyük bir pay istiyor, buradan gelen bazı sorunlar yaşanıyor. Emek ve halk düşmanı politikaların özü ve esası üzerinden ise egemen sınıf içinde herhangi bir ayrılık yok.

Aynı şekilde bu saldırı politikasına karşı gelişen kitle hareketini dizginlemek, saptırmak, durdurmak, oyalamak, aldatmak konusunda da kendi aralarında tam bir birlik ve uyum halindeler. Ordu, partiler, parlamento, bu konularda tam bir uyum ve koordinasyon halinde çalışıyor ve bunun dizginlerini de bizzat generaller tutuyor. Gerici, karşı-devrimci, emekçi düşmanı bu mutabakatın gerisinde ordu, onun egemen kuvveti olarak da generaller var.

Böyle bir dönemde CHP’nin sosyal sorunlara dayalı bir muhalefet yapmaktan özenle kaçınması da bu açıdan son derece anlamlıdır, işin mantığına uygundur. CHP’nin bu politikalara temelde herhangi bir itirazı yok; egemen sınıfları rahatsız edecek, onların kendisine duyduğu güveni sarsacak hiçbir şey yapmıyor, dahası yapmamaya çok özel bir özen gösteriyor. Bugün muhalefette yıpranmayan bir parti olarak; halen hükümette yıpranmakta olan partilerin yarın geri plana düşeceğini, meydanın kendisine kalacağını düşünüyor ve kendince sırasını bekliyor. Zamanında, ‘90’lı yılların başında, toplumsal hoşnutsuzluğu istismar etti, oy desteği aldı ve hükümet oldu, sermayeye ve “özel savaş”a hizmette kusur etmedi, süreç içinde yıprandı, emekçilerin desteğini kaybetti, parlamentonun dışına düştü. ?imdi ötekiler kaybedecek, sıra yeniden bana gelecek diye düşünüyor. Ama burada belirgin bir açmazı var. Bugünkü emek ve halk düşmanı politikaya, emperyalizme uşaklık çizgisine en ufak bir itiraz yöneltmiyor, buna karşı herhangi bir mücadele alanı açmıyor. Zira bu politikanın engelsizce uygulanması gerektiğine o da inanıyor ve dahası buna örtülü bir destek de veriyor. Bu onu açmazıdır, bu tutumla kitlelerin desteğini nasıl kazanacağı sorusu orta yerdedir.

Bugün Türkiye’de korkunç bir yoksullaşma var. Türkiye nüfusunun önemli bir dilimi yoksulluk sınırının altına düşmüş durumda. Tekelci basındaki bir takım adamlar bile bunu yakın zamanda yazmak ve tartışmak durumunda kaldılar, “İki Türkiye” üzerine kaygılı tablolar çizdiler. Türkiye’de 60 milyon insan sadece birkaç milyon asalak için çalışıyor; bu birkaç milyon insan har vurup harman savuruyor, sefa sürüyor, 60 milyon insan şu veya bu düzeyde eziliyor; toplumun yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor, demek durumunda kaldılar.

Doğal olarak bu, aman burada bir tehlike var, buna bir çözüm bulmak gerekir eksenine ve kaygısına dayalı bir tartışmadır. Kendileri de burjuvazinin sofrasından beslenen, sözünü ettikleri asalak takımına dahil olan bu adamlar, bu soruna da doğal olarak düzen adına duydukları kaygılar çerçevesinde işaret ediyorlar. Faturayı ödetiyoruz, güzel, ama şöyle de sonuçları var; bu sorunları bilelim ve buna bir çare düşünelim, bir çözüm bulalım tartışması bu.

Kuşkusuz bu “çözüm” halkın yaşam koşullarını iyileştirmek olmuyor. Onlar aşırı yoksullaşma sorununa başka “çözüm”ler bulurlar. CHP’yi hazırlarlar, ÖDP vb.’lerini beslerler, reformist sosyalist akımlarla kitlelerin en ileri kesimlerini dizginlemeye çalışırlar, bir süre barikat olabilecek, oyalayabilecek yeni sahte alternatifler çıkarırlar ortaya. Sanki bir çözüm getiriyormuş umutları yaratan bir sahte sol muhalefet, sendikalar vb. yollarla oyalamaya bakarlar. (Nitekim “iki Türkiye” ya da “öteki Türkiye” tartışmalarına, “CHP nerede, ne yapıyor böyle bir dönemde?” soruları, uyarı ve eleştirileri, buna dayalı akıl vermeler eşlik ediyordu). Yapabilecekleri başka hiçbir şey yok. Bu politika yaratacağı sonuçlar bilinmeden uygulanmıyor ki. Yolaçtığı ve daha da açacağı sosyal-kültürel yıkımı elbette çok iyi biliyorlar.

Emperyalizme uşaklıkta her türlü
sınır aşılmış durumda

Ve temel bir nokta daha. Bu politikalar aynı zamanda tepeden tırnağa ulusal ihanet politikaları. Bir ülkenin ekonomisini, maliyesini, sosyal politikalarını emperyalist finans çevrelerinin mali polisi olan İMF ve Dünya Bankası’nın eline vermek zaten başlı başına bir ihanet. Türkiye’de çoktandır işler artık olağan hükümetlerle değil, emperyalist odakların emir ve reçeteleriyle iş gören İMF memurları tarafından yürütülüyor. Devletin ve kamu yaşamının her köşesini işbirlikç-uşak takımı tutmuş.

Artık globalleşmenin gerekleri adı altında tahkim yasaları çıkarılıyor, ulusal egemenlik hukuksal açıdan bile bir yana bırakılıyor. Büyük işletmeler, ulaşım, iletişim ve enerji gibi en kritik sektörler, peşpeşe yabancı tekellere peşkeş çekiliyor. Emperyalist tarım tekellerinin mal fazlasına pazar açmak için ülkenin tarımı çökertiliyor, emekçi küçük köylülük acılar içinde yıkıma itiliyor.

Bu, tepeden tırnağa emperyalizme uşaklık politikası. Ve bu politika, “ulusal” temaları istimar eden, şoven milliyetçilikle oy alan DSP ve MHP eliyle uygulanıyor. Olayların sıradan kitlelere bile açıkça gösterdiği gibi bunların hepsi emperyalizmin yeminli uşakları, hepsi işbirlikçi burjuvazinin ve arkasındaki emperyalist odakların tam hizmetinde.

Burada devlet solunun yaydığı gerici hayallere karşı önemle vurgulanması gereken nokta, ordunun bu politikalara hiçbir itirazının olmadığı gerçeğidir. Böyle bir itiraz bir yana, ordu tüm bu politikaların engelsizce uygulanmasının planlayıcısı ve kolluk gücü durumunda. İMF reçeteleri onun nezareti altında, onun sağladığı asayiş ortamında uygulanıyor. Ordunun bir şeye itiraz ettiği zaman bunu nasıl kabul ettirdiği biliniyor. MGK tartışmaları, “Kopenhag Kriterleri”, vb. sorunlar buna güncel örnekler. Gerektiğinde Refah Partisi gibi meclisin en büyük partisini kapattırıyor, ona dayalı hükümeti düşürüyor. Bu kadar kuvvetli bir egemenliği günlük siyasal yaşamda. Ama İMF ve Dünya Bankası politikalarına hiçbir itirazı yok, bunlara ilişkin en ufak bir tartışması yok. Niye olsun ki? Bu ordu zaten düzenin has bekçisi, burjuvazinin sınıf çıkarlarının baş kollayıcısı. Devlet solu işte bu gerçeğe bile bile gözlerini kapıyor, bu konularda ordunun kritik ve belirleyici rolünü gözlerden gizlemeye çalışıyor. Bu tam bir halka ihanet tutumudur.

Sosyal yıkım saldırısını siyasal
 saldırı tamamlıyor

Siyasal cepheye bakıyoruz; uygulanan sistematik faşist baskı ve terör politikası konusunda da herhangi bir sorun yok aralarında. Emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin gaspedilmesi konusunda bir sorun yok. İller İdaresi Yasası’nın, Anti-Terör Yasası’nın uygulanmasında, F tipine geçişte bir sorun yok. Kürtlerin haklarının inkar edilmesi konusunda bir sorun yok. Egemen sınıfın bu sosyal yıkım politikasının siyasal düzleminde de kendi içinde bir birliği var. Yalnızca bazı aldatıcı, gözboyayıcı rötuşlar üzerine arada bir çıkan tartışmaları var. “Genişletilmiş Anayasal Vatandaşlık” ve daha genel planda “Kopenhag Kriterleri” üzerine büyük bir hızla geride bırakılan tartışma buna taze bir örnek. Ordu bu türden rötuşları bile lüks sayan bir tutum içerisinde.

Bu çerçevede sorun ne peki? Kürt sorunu 15 sene bu memleketi sarstı. Burjuvazinin bir kesimi, Kürtlerin büyük bir bilinç ve artık kolayca yokedilemeyecek ulusal bir kimlik kazandığını biliyor. Bunu daha uzun vadeli olarak tehlike olmaktan çıkaracak bazı adımların iyi olacağına inanıyor. Bu işin bazı kırıntılarla pekala olacağını, PKK’nın düşürüldüğü durumun da bunun için bulunmaz bir vesile olduğunu düşünüyor.

Böyle düşünenler, bunlar savaştılar, ama başaramadılar, yenildiler ve sonuçta teslimiyeti seçtiler, bu gerçeği kabul de etmiş durumdalar; bu durumda bırakalım Kürtçe kamusal alanlar dışında kullanılsın, dil serbest olsun, isteyen özel televizyon kursun, hatta özel okul bile açsın; ama kamu eğitimi ve yaşamında resmi dil Türkçe’dir, devlet üniterdir, bu noktada hiçbir tartışma olamaz, zaten yok da, diyorlar. Bazıları bunu yapmanın iyi olacağını, bu yapılmazsa, Kürt ulusal mücadelesinin biriktirdiği potansiyelin yarın yeniden kaynayabileceğini, bunun çok anlamsız sorunlar yaratacağını düşünüyorlar. Hazır Avrupa Birliği’ne giriyoruz, zaten “Kopenhag Kriterleri”nin de bir gereği bu rötuşlar, diyorlar.

Düzen yardakçılığında reformist
solun iki ucu

Ama bu konular ekseninde tam bir rezalet yaşanıyor bugün reformist solda. Bu rezaletin bir ucunda HADEP ve ÖDP, öteki ucunda İP var. HADEP ve ÖDP diyorlar ki; Avrupa Birliği’ne giriyoruz; “Kopenhag Kriterleri” çerçevesinde demokratikleşmek bir ihtiyaç, Avrupa Birliği bunu istiyor, kaldı ki Helsinki Antlaşması’na göre de bunun olması gerekiyor; ama Türkiye’deki savaş rantçıları buna karşı; AB’ye katılmaktan yana güçlere destek olursak, demokrasi sorunun çözümünü de böylece kolaylaştırmış oluruz, vb., vb...

Tersinden de, generallerin bu rötuşlara bile tahamülsüzlüğü, ordu dalkavuğu İP tarafından ulusal bağımsızlığın korunması, ulusal devletin savunulması olarak sunulabiliyor. ÖDP ve HADEP egemen sınıf kliklerinden ve emperyalistlerden demokrasi bekliyor, İP ise emperyalizme göbekten bağlı düzenin bekçisi generalleri ulusal bağımsızlığın koruyucusu ve güvencesi ilan ediyor. O generaller ki NATO’nun tam hizmetindedirler, Balkanlar’da ABD hesabına savaş yürütmekle övünürler, Bosna’da ve Kosova’da işgalci birlik bulundururlar, ABD güdümünde siyonist İsrail ile birlikte Ortadoğu halklarına karşı askeri pakt kurarlar, iç toplumsal muhalefetin ezilmesinde baş rolü oynarlar, İMF ve Dünya Bankası’nın sosyal yıkım politikalarının engelsizce uygulanması için ne gerekiyorsa onu yaparlar, Kürt halkının en ufak bir ulusal hak talebine bile katlanamazlar, vb., vb.

Bu düzen yalakalarının konumu özünde birbirinden farksızdır. Her iki reformist grubun da halka, onun gücüne, mücadelesine dayalı değişimlere zerre kadar inancı yoktur. Bu nedenle tüm umutlarını bazı egemen sınıf kliklerine, onların dayandıkları emperyalist odaklara, ya da sermaye düzeninin temel egemenlik kurumlarına bağlamışlardır.

Emperyalistlerden demokrasi
bekleyenler

“Genişletilmiş Anayasal Vatandaşlık” aldatmacası Kürtlere gerçekte hiçbir şey getirmiyor. Kürtlere bugüne kadar fiilen kazandıklarının kırıntıları bile verilmiyor. Bu, egemen sınıf içerisinde, eğer bazı yumuşatıcı adımlar atılmazsa, bu çelişkileri keskinleştirir, tepkileri arttırır kaygısının getirdiği bir şey. Ama ordu ağırlığını koyar koymaz geri adım atıyorlar. Hükümet açıklama yapıyor, ordu içinde hiçbir görüş ayrılığı yoktur diyor. Mesele salt ordu meselesi de değil. Ecevit Kürt sorunu yoktur diyor, MHP Kürt sorunu yoktur diyor. ANAP, zaman zaman Avrupa ve ABD’nin bazı reformlar yapılsın propagandasına uygun bir söylem kullanıyor, buna yatırım yapıyor. Ama generaller ağırlığını koyar koymaz da ötekilerle aynı konuma aynı hızla çark ediyor.

Bir tartışma var, ama bu nüanslara ilişkin bir tartışma. Sosyal reformistlerin bu tartışmada kendilerine politika alanı araması veya burda bir “politik çözüm” olanağı bulması utanç vericidir. Reformist konum açısından bile utanç vericidir. EMEP yapmıyor bunu örneğin, egemen sınıfın bu iç tartışmalarında taraf olmuyor. ÖDP ile HADEP hararetle oluyorlar. Avrupa solu bunlar, Kopenhag solu da diyebiliriz. Avrupa emperyalizminden ciddi ciddi demokrasi ve ulusal özgürlük bekliyorlar.

Avrupa hiçbir yere demokrasi götürmüyor. Almanya Kürt sorunu üzerinden Amerika’nın bu işi denetimine aldığını görünce, tersine Kürt sorununu kaşıyor. Almanya’da Federal Anayasa Mahkemesi’nde PKK yasağı şu günlerde onaylandı. Alman emperyalizmi Almanya’da PKK yasak iken, Türkiye’de PKK’nın siyasallaşmasına destek verir mi? Avrupa kimseye demokrasi getirmez. Avrupa olsa olsa ezilen sosyal-kültürel katmanların demokrasi özlemlerini istismar ederek, kendi emperyalist nüfuz politikalarının aleti, dolgu malzemesi haline getirmeye çalışır.

“İnsan hakları”, “demokratik haklar”, böyle şeyler emperyalizmin zerre kadar umrunda değil. Emperyalizmin uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalar geniş insan yığınlarını işsizliğe, açlığa, sefalete, fuhuşa, sokağa, ahlaki ve kültürel dejenerasyona mahkum ediyor. Türkiye’deki yoksullaşma, gelir uçurumu nereden doğuyor? İMF ve Dünya Bankası’nın emperyalist devletlerin ve tekellerin çıkarları doğrultusunda uyguladığı politikalardan değil mi? Geniş sosyal katmanları yıkıma sürükleyen en büyük insanlık suçu değil mi bu? Çalışan sınıflara karşı işlenen en büyük insanlık suçu değil mi bütün bunlar? Çalışan ve üreten emekçilere karşı işlenen bütün bu kapsamlı sosyal suçların gerisinde demokrasi için umut bağlanan o aynı emperyalistler yok mu?

Emperyalistler kim, insan hakları kim! İnsan hakları emperyalistlerin umurunda mı? Ecevit’in Amerika’ya gittiği sabah saatlerinde 10 devrimci Ulucanlar’da katledildi, onlarcası ağır biçimde yaralandı. Peki bu sıcak olay hakkında Amerika’da Ecevit’e tek bir laf söylendi mi, gazeteciler bir soru olsun sordular mı? Ama Heybeli Ada’daki papaz okulu niye açılmıyor; Antakya’daki kiliseye bilmem ne niye takılmıyor; Alevilerin hakları niye verilmiyor? Bu türden sorular ve sorunlar hararetle gündeme getiriliyor. Bunlar üzerine niye politika yapılmasın ki? Örneğin böylece Alevi kitlesinin desteği kazanılmak, buradan gidilerek bir politik nüfuz alanı yaratılmak isteniyor. Bunun emperyalistlere hiçbir iktisadi ya da sosyal faturası yok, ama sağladığı büyük politik nüfuz alanı var.

Dikkat edin, sosyal haklar sözkonusu olduğunda, emekçilerin ekmek sorunu sözkonusu olduğunda, konut hakkı sözkonusu olduğunda, çocuğuna ilaç sözkonusu olduğunda, iş-geçim aracı sözkonusu olduğunda, “insan hakkı” yok. Bunun için heyetler geliyor mu Türkiye’ye, bunun için baskı yapılıyor mu? Tam tersine, bu politikaların uygulanması, İMF, Dünya Bankası üzerinden bizzat onlar tarafından dayatılıyor. Ve bu politikalar uygulandıkça, aynı emperyalistlerce Türkiye kapitalizminin “kredi notu” yükseltiliyor.

Emperyalizm gericilik demektir, emperyalizm köleci bir egemenlik demektir, hak ve özgürlüklerin boğulması demektir. Emperyalizmden demokrasi beklemek tam bir gaflettir, daha da ötesi bir uşaklıktır, sol değerlere tümden ihanettir. Emperyalizm etnik, kültürel, mezhepsel, dinsel çelişkileri kullanarak, toplumları paralize edip cemaatlere bölerek onlar üzerinden kendine etki alanları yaratıyor. Ve bunu aynı zamanda sosyal çelişkiyi geri plana itmek için yapıyor. Hala solcu geçinebilen birileri de buna kendi cephelerinden omuz vermiş oluyorlar, uşaklık ve ihanet buradadır.

Amerikancı generalleri bağımsızlığın
 güvencesi sayanlar

Bugün devlet solunun, somutta İP’in, istismar ettiği noktalardan biri de budur. HADEP ve ÖDP’nin bu liberal burjuva hayallerini kullanarak, kendi şoven-milliyetçi-devletçi çizgisine, o gerici burjuva politikalarına meşruiyet alanı yaratmaya çalışıyor. İP, ordu “Kopenhag Kriterleri”ne karşı çıkarak Türkiye’nin bağımsızlığını savunuyor, ulusal devleti koruyor, diyor. Gerçekte ise, ordu yalnızca Kürtlere aldatıcı bazı kırıntılar vermeye bile yanaşmıyor. Kürtlere aldatıcı haklar verilmesine bile katlanamayan bir orduyu bu davranışından dolayı ulusal bağımsızlıkçı ilan etmek, en büyük utanmazlıktır. Bu generallere en bayağı bir dalkavukluktur, onlara yaranmak adına en temel ilerici değerleri bile ayaklar altında çiğnemektir. Bu, halk kitlelerine karşı en büyük ihanettir, tamı tamına gerici karşı-devrimci bir tutum ve konumdur.

Bu ordu “ulusal piyasa”yı savunuyor da, özelleştirmelere ve İMF reçetelerine neden herhangi bir itirazı yok? Ulusal devleti savunuyor da, neden uluslararası tahkime bir itirazı yok? Özelleştirmeler onun süngüsünün gölgesinde uygulanıyor. Emekçi halk kitlelerinin ezilmesine, bu ülkenin ulusal ihanet içerisinde emperyalizme peşkeş çekilmesine itiraz eden devrimci genç insanlar generallerin komutasındaki bu aynı ordu tarafından kurşunlanıyorlar. Ordunun görevi, temel işlevi işte tamı tamına bu. Bu sadece genç devrimci insanlar meselesi de değil. Toplumsal muhalefetin, işçinin, emekçinin, köylünün nefes almasını ve bir çıkış yolu bulmasını da bu ordu engelliyor. Bu, bir NATO ordusu, İsrail siyonizmi ile kolkola bulunan, Ortadoğu’da emperyalizmin bekçisi olan bir ordu... Ülkenin dört bir yanının ABD ve NATO üsleriyle donatılmasına, İncirlik’ten günü birlik Irak’ın bombalanmasına tek kelime itirazı olmayan bir ordu...

Bakınız Kürt sorunu sözkonusu olduğunda ABD’ye ters düşmeyi göze alabiliyor. Bunu hiç de ulusal bağımsızlık adına değil, fakat Kürt halkının en sıradan demokratik haklarına tahammülsüzlüğünden dolayı yapıyor. Kendi devlet sınırları içindeki ezilen bir ulusa bir parça olsun bazı demokratik haklar tanınmasına bile tahammülü yok. Öğlesine ki bu noktada ABD politikaları ile yeri geldiğinde ters düşebiliyor. Ama özelleştirmeye itirazı yok, özgürlüklerin boğulmasına itirazı yok, İMF reçetelerinin uygulanmasına ve tahkime itirazı yok. Tersine, bu politikaların uygulanmasının koruyucusu ve kollayıcısı. İşçi sınıfına, emekçilere, gençlere soluk aldırmayan, tüm bu kesimleri bir baskı ve terör cenderesi içinde tutan tüm faşist yasalar, ordu ve MGK patentlidir. Anti-Terör Yasası’ndan İller İdaresi Yasası’na, Kriz Yönetim Merkezi’nden F Tipi’ne kadar hepsi generallerin kendi öz ürünleridir. Tüm bu yasaların ve yasakların, bu baskının ve terörün arkasında hep ordu durmaktadır. Planlama, yönetme, uygulamaya sokma, uygulamayı denetleme, tüm bunlar hep generallerin elindeki MGK merkezlidir.

Ordu kurumu ile ilgili halk kitleleri içerisinde en ufak bir hayal yaratmak, devrime ve halka ihanettir. Aynı şekilde, emperyalistlerle ilgili en ufak bir hayal yaratmak, devrime ve halka ihanettir. Reformist solun karşı karşıya duruyormuş gibi görünen iki ucu, demokrasi ve özgürlük mücadelesine, bağımsızlık mücadelesine, devrim mücadelesine ihanet çizgisinde birleşiyorlar. Adını andığımız reformist sol çevreler izledikleri politikalarla ihanetin batağındadırlar.

Bu ihaneti her adımda teşhir etmek, sol adına yayılan sahte hayallerin içyüzünü sergilemek, komünistlerin en temel görevlerinden biridir.

(Ekim, Sayı: 218, Eylül 2000, Başyazı)


Üste