(Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı vesilesiyle verilmiş konferansın elden geçirilerek kısaltılmış kayıtlardır. Hacminden dolayı metni ilki bu sayımızda olmak üzere iki bölüm halinde sunacağız…)
Mezarı başında Engels’in yaptığı kısa ama çok özlü konuşma, Marks’ın insanlık tarihi içindeki yerini vurucu ve vurgulu bir biçimde tanımlayan şu cümleyle bitiyordu: “Adı yüzyıllar boyu yaşayacak, yapıtı da!” İngiliz yayın kuruluşu BBC ise, 27 Aralık 2017 tarihli internet sayfasında, “1000 yıl sonra kimler hatırlanır?” başlığı altındaki haberde, şu bilgiye yer veriyordu: “2013’te bilim insanları dünyanın en etkili düşünürünü belirlemek için interneti tarayıp en fazla adı geçen kişileri sıraladı. İlk sırada Karl Marx yer alıyordu.” Engels bir kehanette bulunmuyordu. Marks ile birlikte başardıkları işin muazzam tarihsel anlam ve öneminin bilincinde olarak, bir bilim insanı kesinliği ile son derece açık bir gerçeği dile getiriyordu.
Engels bu sözleri söyleyeli yaklaşık yüzelli yıl oldu ve Karl Marks’ın adı kadar eseri de yüzelli yıldır dünya ölçüsünde yaşıyor. Özellikle de Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nden beri insanlık çapında adı en çok duyulan, dünya görüşü en çok tartışılan, düşüncesi ve kişiliği övgülere olduğu kadar yergilere de konu edilen insan oldu Karl Marks. Bilinirliği, tanınırlığı ve eserlerine ilgi, ancak İsa ve İncil ile karşılaştırılabiliyor. Bu bile Karl Marks’ın insanlık çapındaki etkisi konusunda dolaysız bir fikir vermektedir.
Benzersiz konumun sırrı
Engels, “Adı yüzyıllar boyu yaşayacak” demiş, “yapıtı da” diye eklemişti. Bunun, bu yaşama gücünün bir nedeni olmalı. 18. ve 19. yüzyıllar sayısız yetenekli insan, yaratıcı ve verimli kafa yetiştirdi. Kant, Hegel gibi filozoflar, Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar, Darwin gibi bilim dünyasında çığır açan büyük bilim insanları, Fransız Aydınlanmasının ünlü simaları, Fransız Devrim’inin ünlü liderleri, ütopik sosyalizmin ünlü temsilcileri, devrim mücadelelerinin sayısız liderleri vb… Neden bunlar içerisinde yalnızca Karl Marks tümüyle apayrı bir yerde duruyor? Karl Marks’ın insanlık tarihindeki bu apayrı yeri, insanlık düzeyindeki bu muazzam etkisi nereden geliyor?
Jean Paul Sartre tanınmış bir Fransız filozofu, kendine özgü ama tümüyle tutarsız bir felsefi konumu var. Marksizme ve komünizme hep yakın duran ama hep de bireyci bir küçük-burjuva filozofu olarak kalan bir insan. Kendi felsefi yaklaşımlarını ortaya koyan iki temel eserinden ikincisi, Diyalektik Aklın Eleştirisi başlığı taşır ve eserin girişi yöntem üzerine tartışmalara ayrılmış. Burada Karl Marks’ın çağımızdaki benzersiz konumuna ilişkin dikkate değer bir düşünce yer alır. Her çağın ruhunu yakalayan ve böylece o çağa damgasını vuran düşünceler vardır diyor, Sartre. 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında üç dönemden sözediyor. İlk dönem için Descartes ve Lock’un, ikinci dönem için Kant ve Hegel’in, son dönem için de Marks’ın adını anıyor. 19. yüzyıl ile başlayan ve 20. yüzyıl ile süren kapitalizm çağının filozofu Karl Marks, geçerli biricik felsefesi de diyalektik materyalizmdir diyor, “Marksizmi zamanımızın aşılamaz tek felsefesi olarak görüyorum” diye de ekliyor. Kapitalizm ile belirlenen tarihsel dönem aşılmadığı sürece, Marksizm bu çağın tek geçerli felsefesi olarak kalmaya devam edecektir, demiş oluyor.
Marksizm, kapitalizmin egemenliği belirlenen tarihsel dönemin devrimci dünya görüşüdür. Hala da bu tarihsel dönemin içindeyiz ve dolayısıyla hala da geçerli olan düşünce Marks’ın düşüncesi, yani Marksizm’dir. Emperyalizm çağı ile birlikte Lenin bu düşünceyi geliştirdi, güçlendirdi ve hala da aşılamayan görkemli bir devrim üzerinden de uygulamaya geçirdi. Bu nedenledir ki bu dünya görüşünü Marksizm-Leninizm olarak da tanımlayabiliyoruz. Engels, sosyalizm bir bilim haline geldiğinden beri bir bilim olarak ele alınmak ve geliştirilmek durumundadır, der. Bununla, tarihsel ve toplumsal evrime bağlı olarak ortaya çıkan yeni sorulara ve sorunlara bilimsel açıklamalar getirmek, geliştirilip zenginleştirilmek, pratik içinde sınanmak, böylece de eskiyen ya da geçersizliği anlaşılan yönlerinden arınmak, sürekli bir biçimde kendini yenileyerek ilerlemek zorundadır, demiş oluyor. Marks’ın düşüncesinin yöntemsel temeli, devrimci diyalektik, marksist düşüncenin kendi gelişiminin de mantığını verir bize. Lenin bu diyalektik gelişmenin emperyalizm ve proletarya devrimleri çağındaki temsilcisidir. Bu nedenledir ki biz, gericiliğe ve oportünizme inat, marksist dünya görüşünü Marksizm-Leninizm olarak da tanımlayabiliyoruz. Ama kendi başına Marksizm dememiz, onun 20. yüzyılda, Ekim Devrimi ve Lenin’in teorik katkısı üzerinden kazandığı gelişmenin anlam ve önemini ortadan kaldırmaz.
Karl Marks kendi felsefesini, Komünist Manifesto üzerinden alınırsa, ortaya koyalı 170 yıl oldu. İki yüzyıla yaklaşan bu tarihi dönem boyunca şu veya bu felsefi akımın temsilcisi olarak sayısız düşünce adamı çıktı ortaya. Ama bunların büyük çoğunluğu sıradan insanlar olarak kaldılar, pek azı çok sınırlı olarak kendini duyurabildi, çok geçmeden onlar da sıradanlaştı ya da tümden unutuldular. Ama Marksizm temel bir dünya görüşü olarak tüm coğrafyalarda, tüm toplumlarda, tüm sınıf ve katmanlar içerisinde etkisi ya da yankısı olan, benimsenen ya da reddedilen, övülen ya da yerilen, ama hep de temel önemde bir yeri olan bir dünya görüşü, bir düşünsel-siyasal akımı olarak duruyor. Sovyetler Birliği ile birlikte 20. yüzyıl sosyalizminin tümüyle çöktüğü, onun tozu dumanının bilinçleri bulandırdığı bir tarihi dönemde bile bu hala böyle. Ve dahası, dünya ölçüsünde Marksizm yeniden güç kazanmaktadır. Düşmanları bile bunu açığa vurmaktan kendilerini alamamaktadırlar.
Alman Katolik kilisesinin en üst düzey yöneticilerden biri, yakın zamanlarda, Marksizmin rönesansının yaşanacağından eminim diyor, bunu da bugünün toplumu Marks’ın bir dizi konuda haklı olduğunu gösteriyor düşüncesiyle gerekçelendiriyordu. Daha önceki yıllarda, İngiliz Anglikan kilisesinin en tepesindeki adam, ciddi bir muhafazakar dergide yayınlanan makalesinde, benzer bir düşünceyi dile getiriyor, “kabul edelim ki Marks kapitalizm konusunda kısmen haklıydı” diyordu. Kilise dünyasından, günümüz toplumunun bu en gerici kurumundan, bu örnekleri kasten vermiş oluyorum. Onlar bile Karl Marks hakkında böyle konuşmak durumunda kalabiliyorlar demek istiyorum.
Bugünkü gelişmiş biçimiyle kapitalist toplum, Karl Marks’ın düşüncelerini her zamankinden daha güçlü bir biçimde doğruluyor. Kapitalizm temel sonuçlarıyla aşılamadığı sürece, Sartre’ın sözleriyle, Marksizm’in çağımızın aşılamaz ufku olarak kalacağını gösteriyor. Emperyalist burjuvazinin adamları, 2008 krizinin ardından Marks konulu özel yayınlar yapmak, onu “krizlerin peygamberi” ilan etmek zorunda kalabiliyorlar. Daha yakın zamanlarda, İngiltere Merkez Bankası’nın başındaki adam, resmi çevreleri Marksizmin yeniden yükselişi tehlikesine karşı önemle uyarıyordu.
İngiliz kilisesinin başındaki adam, günümüz toplumunda herşeyin metalaşmasını, meta fetişizmini, insan ilişkilerindeki çok yönlü yabancılaşmayı anlamada Marks’ın önemine işaret ediyordu. Salt bunları değil, salt herşeyin metalaşmasını, meta fetişizmini, insan ilişkilerindeki yabancılaşmayı değil, fakat örneğin muazzam boyutlardaki sosyal kutuplaşmayı, biriken muazzam zenginliklere rağmen dünyamızda hüküm süren yoksulluğu ve sefaleti, Marks olmadan nasıl anlayabiliriz? Bugünün sosyal kutuplaşma düzeyi insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmedi ve bu tam olarak Marks’ın teorisinin bir doğrulanmasıdır. Oysa biliyoruz ki, yüzyılı aşkın bir süre önce, sosyalizm döneği Bernstein, Marks’ın kutuplaşma teorisi eskidi diyerek ortaya çıkmıştı ve II. Enternasyonal revizyonizmine varan ilk büyük çıkış olmuştu bu. Peki, aradan geçen yüzyılın ardından günümüz dünyasında halen gördüğümüz nedir? Bugünün dünyası, servet-sefalet kutuplaşmasında ulaşılan baş döndürücü boyutları tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Bu yılın başına ait rakamlara göre, dünyadaki servetin %82’si nüfusun yalnızca %1’inin elinde. Dünyanın en zengin 8, evet yanlış duymadınız, dünyanın en zengin 8 dolar milyarderinin toplam serveti, dünyanın yarısının, yani 3,6 milyar insanın servetine eşit. Bu, Marks’ın kutuplaşma teorisinin inanılmaz düzey ve kesinlikteki bir doğrulanmasıdır.
Kapitalist ekonominin 2008 krizi patlak verdiğinde burjuvazinin adamları bile Marks’ı incelemeye, Kapital’in üçüncü cildi üzerinden olup biteni anlamaya yöneldiler. Ünlü haftalık Alman gazetesi Die Zeit, “Krizlerin peygamberi” başlığı altında ve kapağını Karl Marks’ın resminin kapladığı kitap kalınlığında özel bir yayın çıkardı. Marks, kapitalizmin işleyiş yasalarını ve onlardan ayrı düşünülemeyecek olan kapitalist krizi, krizin mekanizmalarını en kapsamlı, en tam tahlil edip ortaya koyan kişidir. Ve ağır bir yeni dünya ekonomik krizi sırasında burjuvazinin adamları davranışlarıyla bu gerçeği itiraf etmiş oluyorlar.
Marks kapitalizme ilişkin tüm değerlendirmelerinde haklı çıkmıştır ve bugünün kapitalizmi bu gerçeği her zamankinden daha açık, daha kesin bir biçimde doğrulamaktadır.
Devrimci dünya görüşü
Marks mükemmel bir bilim insanıydı, bu onun en tartışmasız yönüdür. Ama Engels’in de konuşmasında önemle vurguladığı gibi, Marks, herşeyden önce ve her zaman, bir devrimciydi. Bu, yeri geldiğinde Marks’ın hakkını teslim etmekten geri duramayan burjuva dünyasının, daha çok da akademik dünyadaki sol ya da sosyal demokrat marksologların, özellikle hasır altı etmeye çalıştığı temel önemde bir gerçektir. Burjuvazinin akıllı adamları, Marks’ı tümden karalayıp inkar etmek yerine, onu devrimci konum ve kimliğinden arındırarak salt bir bilim insanı, daha çok da yetenekli bir iktisatçı olarak sunmanın daha inandırıcı ve amaca daha uygun olduğunu düşünür, buna uygun davranırlar.
Evet, Marks her şeyden önce bir devrimciydi, başka türlü de olamazdı. Zira Marks’ın felsefi düşüncesinin bütün bir özü budur, buradadır. Feurbach Üzerine Tezler’in ünlü 11. Tezi, gerçekte yeni dünya görüşünün bu yönünün de en özlü bir anlatımıdır: “Filozoflar bugüne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan onu değiştirmektir.” Marks dünyayı değiştirmek felsefesinin, buna dayalı dünya görüşünün kurucusudur ve kendisi de bu düşüncenin cisimleşmiş halidir.
Marksizm bir dünya görüşü olarak resmi toplumun devrimci inkarını ve aşılmasını temsil eder. Hiç de salt düşünsel planda değil, fakat tam da pratik planda, tarihsel eylem alanında. Marksizm, egemen düzeni, onun egemen sınıfını, bu sınıfın temsil ettiği egemen çıkarı doğrudan ve devrimci bir biçimde hedef alan bir dünya görüşü olduğu için, burjuvazi her koldan onu ve kurucusu Karl Marks’ı karalamaya ve gözden düşürmeye çalışır. Burjuvazinin adamları bazı durumlarda Marks’a ilişkin bir takım övgüler yapmaktan kendilerini alamazlar, ama bunlar çoğu kere sıradan insanların ulaşamadığı, daha çok dar elit kesimlere hitap eden türden yayınlarda yer alır. Burjuvazi kendi elit katmanı içerisinde, her zaman Marks’ın değerinin farkında olmuştur. Ondan mümkün mertebe kendi sistemini anlamak için yararlanmıştır da. Ama Marks salt bir bilim insanı değil, bundan da önemli olarak bir büyük devrimcidir. O bilim insanı kimliğini devrimci kimliğinin bir parçası olarak, onun hizmetinde, onun çıkar ve ihtiyaçlarına uygun olarak ele almıştır. Onun kurduğu dünya görüşü yıkıcı, aynı anlama gelmek üzere devrimci bir dünya görüşüdür. Marksizm kapitalist toplumun temellerine vuran, onun yerle bir edilmesini ve aşılmasını hedef alan bir düşünce sistemidir. Bundan dolayıdır ki kurulu düzen başından beri ona sıradan kitleler önünde en büyük bir düşmanlık göstermiştir ve göstermeye de devam edecektir. Resmi burjuva toplumunun Marks’a bu sonu gelmez düşmanlığı bile, Marks’ın gücüne ve muazzam değerine bir göstergedir.
Karl Marks, kapitalizm çağının ruhunu derinlemesine kavrayan, kapitalist toplumun yapısını ve işleyişini çözümleyip ortaya koyan, bunu kapsamlı bir dünya görüşü düzeyine çıkaran kişidir. Bunu bir başka kimse de başarabilirdi, o aynı tarihi dönemde. Zira dönemin tarihi koşulları buna uygundu. İhtiyaç keşfin anasıdır; yeni kapitalizm çağında, onu anlayacak ve aşacak devrimci bir dünya görüşü, temel tarihsel bir ihtiyaçtı. Bu tarihsel ihtiyaca yanıt vermek onuru birey olarak Karl Marks’a düştü. Marks bunu yapmasaydı bir başkası yapmış olacaktı. Nitekim benzer sonuçlara yaklaşan başka bazı insanlar var. Bizzat Marks’ın kendisi, işçi kökenli bir düşünür olan Joseph Dietzgen’e işaret eder, bizden bağımsız olarak bizim düşünce sistemimizle aynı sonuçlara yaklaştı der. Bir Alman işçisinin Marks ve Engels’ten bağımsız olarak benzer sonuçlara ulaşabilmesi, çağın buna elverişli nesnel koşullarıyla, burjuva toplumunun gelişme ve olgunluk derecesiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Olayın marksist materyalist kavranışı da böyle olabilir ancak.
19. yüzyılın başlarında üç büyük ütopyacı sosyalist, Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen var. Bizzat Marks ve Engels’in tanıklığı üzerinden, bu insanların büyük tarihsel değerlerini biliyoruz. Engels onları ansiklopedik kafalara sahip deha sahibi insanlar olarak tanımlar. Bilginin, gözlemin ve özellikle de sezginin ürünü çok dahice görüşleri olduğuna vurgu yapar. Ama bütün bunlara rağmen onların sosyalizmi bilimsel bir temelden yoksundu. Zira daha erken bir dönemin ürünü idiler ve bu tarihsel dönemin koşullarıyla sınırlanmışlardı. Kapitalist gelişme, modern sınıflar mücadelesi, işçi sınıfının gelişme düzeyi, henüz bilimsel temellere dayalı yeni bir dünya görüşünü formüle etmek için yeterince olgunlaşmış değildi. Engels’in deyimiyle, eksik toplumsal gelişme koşullarına denk düşen eksik teorilerdi onlarınki. Bir başka ifadeyle, olgunlaşmamış maddi koşulların ürünüydü onların düşünceleri. Marks’ın düşüncesi ise, aşağı yukarı koşulların bunu formüle etmeye elverişli bir olgunlukta olduğu bir dönemin ürünü oldu.
Yeni dünya görüşünün ilk oluşum evresinde, Marks’tan bağımsız olarak Engels, ekonomi politik üzerine bir makalesinde bazı temel fikirler ortaya koyabilmiştir. Engels’in bu makalesinin Marks’ın kendi ekonomik teorisini geliştirmesinde özel bir rolü olduğunu biliyoruz. O sıralar Engels ve Marks henüz düşünsel işbirliğine başlamış değillerdi. Ama birbirlerinden bağımsız olarak, yeni dünya görüşünün ilk ipuçlarını yakalayabiliyorlar. Bunu, tarihi koşulların bu düşünce sisteminin formüle edilebilmesine, hayatın maddi koşullarının içinden bulunup çıkarılmasına uygun olduğu olgusunun bir başka örneği olarak görmemiz gerekir. Yeni devrimci dünya görüşünün kalıcılığı da buradan geliyor. Yetenekli bir muhakemenin masa başı düşünsel ürünü değildi yeni devrimci dünya görüşü. İçinde yaşanan yeni tarihi aşamayı, onun ürünü toplumu çözümleme, anlama ve böylece aşma çabasının bir ürünüydü. Devrimci niteliği kadar bilimsel niteliği de buradan geliyordu.
Öte yandan Marksizm, kendini önceleyen düşünsel-kültürel birikimin bir ürünü oldu. Marks öncesi düşünsel birikim olmasaydı Marksizm olamazdı. Maddi koşullardaki evrime paralel olarak insanlığın bir düşünsel evrimi ve birikimi var. Bir tarafta maddi birikim, tarihin nesnel akışı, öte tarafta bu akışın insanın bilincinde kazandığı ifade, felsefede, ekonomi politikte, sosyalizm düşüncesindeki gelişmeler var. Bütün bunlar olmasaydı, Marksizm de olamazdı. Öylesine ki, Engels, Hegel diyalektiği olmasaydı, evrensel planda olup olacak tek bilimsel sosyalizm olan Marksizm de olmazdı, diyebiliyordu. Abartmadan çok bir vurgulamadır bu. Hegel diyalektiği, adı üzerinde, Hegel ile anılıyor. Demek ki klasik Alman felsefesinin düşünsel birikimi olmasa, Adam Smith’ten Ricardo’ya klasik ekonomi politik birikimi olmasa, ütopik sosyalizmin daha çok da sezgi ürünü dahice fikirleri olmazsa, teorik ve pratik birikimiyle genel olarak Fransız sosyalizmi olmazsa, Marksizm de olmazdı. Bir başka, belki de daha doğru bir ifadeyle, Marksizmin oluşumu bunlarsız düşünülemez. Lenin’in tümünü bir arada Marksizmin üç büyük düşünsel kaynağı olarak tanımlaması boşuna değil. İnsanlığın o döneminin en verimli ürünlerini temsil eden bu üç kaynaktan beslenerek oluştu Marksizm. Sadece maddi koşulların yarattığı olgunlaşma değil, insanlığın düşünce evrimindeki gelişme aşaması da marksist dünya görüşünün doğumunu olanaklı kıldı.
Bütün bu söylenenler, Marksizmin doğumunu olanaklı kılan nesnel ve öznel koşullara işaret etmek içindir. Bu bize, Marks ve Marksizmin neden “yüzyıllar boyu”nca yaşayacağının açıklamasını da veriyor. Marksizm kendinden önceki bütün bir birikimi içeriyor ve yeni çağın koşullarında onu yeni bir senteze vardırıyor, yeni bir düzeye çıkarıyor. Buradaki sentez tanımına özellikle dikkat etmek gerekir. Marks kendinden önceki düşünce birikiminden en iyi biçimde yararlandı ama bunu, bu birikimi diyalektik anlamda aşmak, yeni bir senteze ulaşmak üzere yaptı.
Karl Marks’ın başardığı temelde nedir?
Karl Marks’ın başardığı esası yönünden nedir? Sorunun yanıtını bizzat dünya görüşünün kurucularından öğrenebiliriz. Engels, Marks’ın sayısız başarıları içinde iki temel unsurun özellikle altını çizer. Birincisi, der Engels, Marks tarihin işleyiş yasasını açıklığa kavuşturdu, ki buna tarihin materyalist kavranışı, kısaca tarihsel materyalizm diyoruz. Diyalektik materyalizmin tarihe ve topluma uygulanışı da diyebiliriz. O güne kadarki filozoflar daha çok doğa eksenli bir felsefi tutum içinde oldular. Karl Marks felsefeyi tarih ve toplum alanına taşıdı, tarihin ve toplumun materyalist anlayışını ortaya koydu. Aynı konuda Lenin, bilinçli diyalektiğin doğanın ve toplumun materyalist anlayışı ile birleştirilmesini, felsefi Marksizmin en büyük başarısı sayar.
Marks’ın ikinci temel keşfi, diyor Engels, kapitalizmin temel işleyiş yasasının açıklığa kavuşturulmasıdır. Burjuva iktisatçıları, özellikle klasik İngiliz ekonomi politiğinin iki büyük temsilcisi, Adam Smith ve David Ricardo, kapitalizme özgü bir dizi ekonomik soruna ya da kategoriye açıklık getirdiler. Emek-değer yasasını formüle ederek değerin kökeninin emek olduğunu saptadılar. Ama buna rağmen sermayenin genişleyen birikiminin mantığını, buna sırrını da diyebiliriz, anlayamadılar ve açıklayamadılar. Kapitalist karın kaynağını, dolayısıyla kapitalist sömürünün temel işleyiş mekanizmasını açıklayamadılar. Bunu, artı-değer teorisi ile Karl Marks başardı, kapitalizmin artık-değer sömürüsüne dayalı temel işleyiş yasasını çözümleyip ortaya koydu.
Özetle Marks, tarihin işleyiş yasası ile tarihsel gelişme sürecinin özel bir aşaması olan kapitalizmin işleyiş yasasını bir arada açıklığa kavuşturmanın büyük onurunu taşır. İlki, maddi-ekonomik koşullar ile toplumsal üstyapı, üretici güçler ve üretim ilişkileri, sınıflar, sınıf ilişkileri ve mücadeleleri vb., özetle tarihsel materyalizm anlamına gelir. İkincisi bize, kapitalist birikimin işleyiş mekanizmasını, yani artı-değer yasasını, kapitalizm koşullarında sömürünün mantığını ve gerçekleşme biçimini verir. Bunu sınıf diline çevirdiğinizde, modern burjuva toplumunun kalbinde duran emek-sermaye çelişkisine, kapitalist toplumun iki temel sınıfı olan proletarya ile burjuvazi ilişkisi ve çatışmasına, böylece de proletaryanın tarihsel devrimci rolüne ulaşırsınız.
Kendi katkısına ilişkin Marks’ın görüşü ise en özlü biçimiyle, Weydemeyer’e yazdığı o çok iyi bilinen mektubunda yer alır. Modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki mücadelenin varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir, der Marks ve devam eder: “Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”
Marks’ın insanlığın tarihsel düşünce birikimine kendi özgün katkısına ilişkin olarak bu söyledikleri bir bakıma Marksizmin özünü oluşturur. Lenin Devlet ve İhtilal’de, bir marksist ile bir liberalin farkını, tam da Marks’ın burada söylediklerinden hareketle ortaya koyar. Sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul etmek kimseyi kendi başına marksist yapmaz, pekala bir liberal de bunları kabul edebilir, der Lenin ve ekler: Önemli olan, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini devrimci iktidar sorununa bağlayabilmek ve proletarya diktatörlüğü hedefiyle birleştirebilmektir. Bir devrimci marksist ile bir liberal oportünisti ayıran en temel ayrım çizgisi budur. Lenin, Marks’ın kendisinin yeni olarak yaptığına ilişkin söylediklerini Marksizmin ayırdedici temel özelliği olarak ele alır.
Bu düşünce temel önemdedir ve burjuvazinin Marks’a nefretini de açıklayacak mahiyettedir. Burjuvazi Marks’ın sınıf teorisini ya da örneğin kapitalist ekonominin işleyişine ilişkin teorik tahlillerini pekala sorun etmeyebilir. Bütün sorun, bunun devrimci sınıf bakış açısıyla ve devrimci sınıf mücadelesi anlayışıyla ele alınması, dolayısıyla proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü perspektifine bağlanmasıdır. Burjuvazinin oportünizm ile sorunu yok, ama devrimci Marksizm ile var. Marks her zaman bir devrimciydi, onun için aslolan dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu devrimci eylem yoluyla bizzat değiştirmekti. Şiddete dayalı devrim, proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü, Marks’ın devrimci düşüncesinin temel unsurları arasındadır. Burjuvazinin kabul etmediği, hiçbir biçimde kabul edemeyeceği de tam olarak budur, Marks’ın düşüncesinin temel devrimci unsurlardır.
Devrimci doğumun tarihsel koşulları ve düşünsel kaynakları
Karl Marks’ın kurucusu olduğu dünya görüşünü anlamada, doğuşunu olanaklı kılan maddi koşulları anlamanın önemini özellikle vurgulamak gerekir. Bu, Marksizmin kendisini de materyalist bakış açısıyla açıklamak anlamına gelir. Yeni devrimci dünya görüşünün herhangi bir zamanda değil fakat 19. yüzyılın ortalarına doğmuş olması hiçbir biçimde rastlantı değildir.
19. yüzyılın ortaları, bazı tarihçilerin “çifte devrim” dediği iki büyük tarihsel olayın sonuçlarının kendini giderek daha belirgin bir biçimde gösterdiği bir tarihi dönemdi. “Çifte devrim”in ilki 1789’da patlak veren Büyük Fransız Devrimi, ikincisi ise 1770’lerden itibaren İngiltere’de başlamış bulunan sanayi devrimi idi. Fransız Devrimi ideolojik ve siyasal açıdan, İngiliz Sanayi Devrimi ekonomik ve sosyal yönden kapitalizm gelişimine yeni bir ivme kazandırdılar. Bir tarafta politik devrim, feodal mutlakıyetin ve egemen sınıf olarak soyluluğun altedilmesi, bunun alabildiğine zengin ve çıplak sınıf çatışmalarına sahne olan görkemli bir devrimle başarılması. Öte tarafta ekonomik devrim, el zanaatları temelli manifaktürden makina temelli fabrika üretimine geçiş, bunun ürünü olarak modern sanayi proletaryasının gelişmesi. İkisi birarada, kapitalizmin evrensel egemenliğini kesinleştiren büyük tarihi olaylar oldular.
Elbette bunların sonuçlarının daha belirgin bir biçimde ortaya çıkması için birkaç kuşaklık bir zaman dilimine ihtiyaç vardı. Fransız Devrimi’den yaklaşık elli ve sanayi devriminin başlamasından yaklaşık yetmiş sene sonrası, kabaca 1840’lar, işte bu tarihi koşulların iyi-kötü oluştuğu bir dönemdir. Kapitalizmin yarattığı kötülüklere karşı çok soylu duygularla hareket eden, bunları eleştirip yerden yere vuran, çalışan ve ezilen yoksul insana yakınlık duyan değerli insanlar, yani ütopik sosyalistler, 1800’lü yılların başında, yani “çifte devrim”in hemen sonrasında varlar, ama tarihsel koşullar henüz yeterince olgun değil. Burjuva toplumun doğurduğu yapısal sorunları görüyorlar ama üstesinden nasıl gelinebileceğini henüz anlayamıyorlar. Böyle olunca da yerip mahkum etmekle kalıyorlar. Oysa, sözkonusu kötülükleri üreten toplumsal zemini aşabilmek için, öncelikle onu anlayabilmek gerekiyordu. Ama yeterince gelişmemiş, belli ölçülerde olsun olgunlaşmamış bir toplumu anlamak o tarihi evrede kolay değildi.
Marks’ın yetişkinliğine denk gelen tarihi dönem, kabaca 1840’lar, bu olgunlaşmaya kabaca erişildiği, dolayısıyla da artık yeni toplumsal gerçekliğin anlaşılabilir olduğu bir zaman dilimini oluşturuyor. Yeni dünya görüşünün doğumunun nesnel zemini artık iyi kötü vardı. Tarihin bir ihtiyaç haline getirdiği ve oluşumunu olanaklı kıldığı yeni dünya görüşünü geliştiren, Engels ile birlikte Karl Marks oldu. Ama yinelemek gerekir, herhangi başka bir kimse de olabilirdi. Temel tarihsel bir ihtiyaç karşılandığında, bunu başaran kişi olmasaydı bu sonuca ulaşılamazdı gibi görünür çoğu kere. Plehanov buna “tarihte göz yanılması” der ve Tarihte Bireyin Rolü başlıklı eserinde çok da güzel izah eder.
Elbette ki her bireyin yetenekleri aynı değildir. Marks olağanüstü yetenekli bir insan, buna kuşku yok. Ama gene de aynı çapta olmasa da yetenekli başka bazı insanlar çıkar ve aynı işi yaparlardı. Engels, Marks bir dahi idi, oysa biz en fazlasından yetenekli insanlardık diyor. Bu büyük bir alçak gönüllükle söylenmiş bir söz, dolayısıyla göreli bir ifade. Marks olmasaydı, belki de başka biri, aynı işi başarmış bir Engels hakkında, o bir dahi idi, oysa biz ancak onun yetenekli yoldaşlarıydık da diyebilirdi.
Sonuç olarak Marksizm, tarihin herhangi bir evresinde rastlantı olarak ortaya çıkmış bir dünya görüşü değildir. Tersine, yeni bir çağa, kapitalizmin egemenlik çağına denk gelen ve onun tüm doğasını kavrayan, böylece aşılabilmesinin koşullarını ve dinamiklerini de çözümleyip içeren devrimci dünya görüşüdür. Marksizm belirli toplumsal maddi koşullar ile düşünce birikiminin belli bir aşamasının kesiştiği tarihi evrenin özel bir ürünüdür.
Marksizm ilkin olgunlaşan tarihi maddi koşulların, ikinci olarak modern sınıflar mücadelesindeki gelişmenin ve üçüncü olarak düşünsel birikimin bir ürünüdür. İktisadi, sosyal-siyasal ve nihayet düşünsel alanlarda birbirine paralel düşen bir evrimin ve birikimin ürünüdür.
Bunlardan maddi koşullar, en açık ve anlaşılabilir olanıdır. Sanayi devriminin ürünü fabrika üretimine geçişle birlikte modern sanayi proletaryası şekillenmeye başladı. Manifaktür üretimi, aynı ürünü ortaya çıkaran çeşitli zanaat kollarının tek bir atölyede mekanik bir şekilde bir araya getirilmesini ifade ediyordu. Bu tarihi aşmada hala işi esasta zanaatçılar yapmaktadırlar, bu nedenle kalifiye el emeği, zanaat bilgisi ve yeteneği burada hala belirleyicidir. Oysa fabrika üretimi aynı yeteneğin giderek makineye aktarılması anlamına gelir. Kapitalist gelişme sürecinde sanayi devrimi aşaması, makina eksenli fabrika üretimine geçişte anlamını bulur. Buhar gücü kullanımıyla da sıkı sıkıya bağlantılı bir gelişmedir bu. Buhar gücünün bulunması, beraberinde buhar gücüyle işleyen makinaların icadıyla makinalı üretim geçişi, fabrika üretimine geçişse sanayi proletaryasının oluşumunu hazırladı. Üretimin makinalaşması, yüzlerce binlerce işçinin tek tek fabrikalara toplanmasının, kadın ve çocuk emeğinin üretimde geniş çaplı kullanılabilmesinin önünü açtı. El emeği yalnızca hünerini değil, cinsiyet ve yaş tekelini de yitirdi.
Tam da bu aynı dönemde Fransız Devrimi’yle başlayan süreç ise kendi yönünden kapitalist gelişmenin ideolojik, siyasal ve kültürel koşullarını olgunlaştırıyordu. Fransız Devrimi modern burjuva gelişmede, özellikle de burjuva ulusçuluğunda, kapitalist gelişme için uygun çerçeve olan iç pazara dayalı ulusal devletlerin oluşumunda bir kilometre taşıdır. Burjuvazinin ulusal düzeydeki iktidarı her türden feodal parçalanmışlığın da sonu anlamına gelir. Burjuvazin sınıf egemenliği altında ve ulusal iç pazar etrafında ulusal birlik şekillenir. Burjuvazinin siyasal sınıf egemenliğini, ardından burjuva hukukunun egemenliği tamamladı. Fransız Devrimi’nin ürünü medeni hukuk bunun ifadesi oldu ve bugün hala dünyada geçerli hukuk sisteminin temel referans kaynaklarından birini oluşturdu. Sözkonusu olan, Roma mülkiyet hukukunun kapitalizm koşullarına uyarlanmasıdır. Bu Fransız Devrimi’nin ardından ve devrimin yarattığı toplumsal koşullarda, ki ancak o koşullarda olanaklı olabilirdi, Napolyon döneminde yapılmış bir iştir ve bundandır ki Code Napoleon olarak da bilinmektedir.
“Çifte devrim”in kapitalist gelişmeyi hızlandıran, coğrafik olarak genişleten, toplumsal düzeyde kendi içinde derinleştiren sonuçları var. Bu beraberinde yalnızca yeni bir sınıfı, modern sanayi proletaryasını değil, kapitalizme özgü yapısal iktisadi-toplumsal sorunları da doğurdu. Geniş çaplı mülksüzleşme, sömürü, yoksulluk, işsizlik, bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği siyasal baskı, fabrika üretiminin acımasızlığı, kadınların, çocukların işgücü piyasasına kuralsızca ve hoyratça sürülmesi, dolayısıyla işgücünün alabildiğine elverişsiz koşullarda, alabildiğine ucuz ve alabildiğine uzun süreli çalıştırılması vb.
Ve elbette bütün bunlara, işçilerin kaçınılmaz tepkisi, mücadeleleri, dolayısıyla burjuvazi ve proletarya arasında modern sınıf mücadelelerinin ilk örnekleri eşlik etti. Başlangıçta Ludist hareket, makina kırıcılığı var. 1830’larda ise Fransa’da Lyon işçilerinin ayaklanması, ilk modern işçi ayaklanması gerçekleşiyor. Ardından ulusal düzeyde ilk modern siyasal işçi hareketi olan Çartist hareket geliyor. Kendimizi 1845, yani Marksizmin doğumunun öncesiyle sınırlamamız gerektiğine göre, son olarak Silezya dokumacılarının ünlü ayaklanmasından sözedebiliriz. Özetle proletaryanın büyüyen toplumsal oluşumu ve giderek ayrı bir güç olarak sınıflar mücadelesi sahnesinde görünmesi. Yani yeni dünya görüşünün şekillenmesinde temel önemde yeri olan bir başka maddi olgu...
Üçüncü temel önkoşula, düşünsel birikim sorununa gelelim. “Çifte devrim”in olgunlaştırmakta olduğu dönemin en iyi tarihçileri, başta devrimler olmak üzere toplumsal olayları artık sınıflar gerçeği ve mücadeleleri üzerinde ortaya koymaya başlıyorlar. Dönemin en iyi ekonomistleri, kapitalizmin işleyiş yasalarını anlama, çözümleme ve kavramlaştırma çabası içindeler ve İngiliz ekonomi politiği bunda önemli başarılar sağlıyor. Ve nihayet dönemin sosyalistleri, kapitalizmin ürünü sosyal sorunlar ve kötülükler üzerinde duruyorlar, bunları sert eleştirilerin ve pratik mücadelelerin konusu haline getiriyorlar. Büyük umutlar ve şaşaalı idealler vadederek egemenliği ele geçiren burjuva sınıfının daha ilk adımda ne türden insanlık dışı bir toplumsal düzen yarattığını eleştirel bir tarzda ortaya koyuyorlar.
Bütün bu alanlardaki düşünsel birikimi elbette ki felsefedeki büyük gelişmeler tamamlıyor. Özellikle de Kant ile başlayıp Hegel diyalektiğinde doruğuna ulaşan klasik Alman felsefesi. Fransız Devrimi’ni önceleyen dönemde Aydınlanma dönemi filozofları, dinin eleştirisini de içerecek biçimde materyalizme büyük güç kazandırmışlardı. İdealist Alman felsefesinin son büyük halkası Hegel ise, aynı şeyi diyalektik yöntem üzerinden yaptı, onu derinlemesine inceledi, kapsamlı ve sistemli bir biçimde ortaya koydu. İlkini, materyalizmi, çağının damgasını taşıyan mekanizmden ve ikincisini, devrimci diyalektiği, idealizmden arındırmak gerekiyordu. Karl Marks bunu yaparak yeni dünya görüşünün sağlam felsefi temellerini attı. Elbette tam da kendisini önceleyen bu çok yönlü birikim üzerinden ve bu birikim sayesinde. Aynı şekilde tarihsel ve bilimsel gelişmenin sağladığı yeni gelişmeler, açıklıklar ve dolayısıyla olanaklar sayesinde. Bunun başarılmasında, Feuerbach materyalizminin özel katkısına da bir geçiş halkası olarak işaret etmek gerekir.
Maddi iktisadi koşullardaki evrim, sosyal-siyasal mücadelelerin biriken deneyimleri ve nihayet bilimsel-felsefi düşünsel birikim. Bütün bunların olgunlaştırdığı bir tarihi ortamda Marksizmin, marksist dünya görüşünün doğup şekillenmesi. Daha yakından baktığımızda, Marksizm’in oluşumunda bu kaynakların dolaysız rolünü somut olarak görebiliyoruz. Marks ve Engels kendi dünya görüşlerinin kaynaklarına büyük bir yüce gönüllülük ve değer bilirlikle yeri geldikçe, üstelik hep de vurgulu bir biçimde işaret etmişlerdir. Ütopik sosyalistlere olan borçlarını cömertçe vurgulamışlardır. Marks, kendinden önceki ekonomistlere, özellikle de İngiliz ekonomi politiğine olan borcunu, Kapital’inde boydan boya vurgulamıştır, sayısız atıf, aktarma ve ayrıntılar içeren dipnotlarla. Hegel’e borcunu ise, başyapıtının önsözünde en vurgulu sözlerle ortaya koymuş, o günün burjuva ideologlarının küçümseyip aşağıladığı “bu büyük filozofun” öğrencisi olmaktan büyük bir onur duyduğunu vurgulu sözlerle dile getirmiştir. Engels, Hegel ve Feuerbach’a borçlarını, oldukça ileri bir tarihte, temel önemde bir çalışmasının konusu olarak ele almıştır.
Ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme
Sosyalizm kavramı 19. yüzyılın ilk yarısına, Marks ve Engels’in henüz ilk gençliklerini yaşadıkları döneme ait olabilir. Ama sosyalizmin özünü oluşturan toplumsal eşitlik ve özgürlük düşüncesi, denebilir ki sınıflı toplumla yaşıttır. Öncesini bir yana bırakalım. Kapitalizmin gelişme dönemine, daha doğrusu burjuva devrimleri sürecine baktığımızda, daha ilk burjuva hareketlerine emekçi sınıflara dayalı eşitlikçi komünizan akımların eşlik ettiğini görüyoruz. Burjuva devrimlerinin alt sınıfları harekete geçirdikleri her durumda, alt sınıfların içinden burjuvazinin hedeflerini aşarak, yer yer de bizzat onu hedef alarak gelişen, sosyal eşitlik istemine dayalı hareketlerdir bunlar.
Daha onbeşinci yüzyılda Bohemya’daki Hussit hareketinin Taboristler diye bilinen bir sol kanadı var. Emekçilere dayanıyorlar ve adını aldıkları Tabor kentinde kısa ömürlü demokratik ve eşitlikçi bir komünal düzen kuruyorlar. Dinde reform talebinin ürünü Hussitler burjuva ulusçu eğilimin de ilk temsilcileri arasındadırlar. O dönem için kendi de devrimci nitelikteki bu hareket, çok geçmeden kendi sol kanadını doğuruyor. Hussitler dindeki bozulmaya karşı tutumlarını ulusçu eğilimlerle birleştirmişlerdi. Hareket doğal olarak hızla alt sınıflarda yankılandı. Ama alt sınıflar kendilerini burjuva gelişmenin ihtiyaçlarına yanıt veren siyasal-kültürel istemlerle sınırlayamazlardı. Onlar sosyal acılarına ve sorunlarına da çözüm istiyor ve arıyorlardı. Bunu dini kendi sosyal ihtiyaçlarına uygun bir yoruma tabi tutarak ortaya koydular. İlkel Hristiyanlığın eşitlikçi eğilimlerinden de esinlenerek komünizan düşüncelerle ortaya çıktılar ve buna kısa süreli bir pratik gerçeklik de kazandırlar. Doğal olarak çok geçmeden ezildiler. Bu türden akımlara ve ortak akıbetlerine Fransız Devrimi’ne kadar hemen tüm burjuva devrim süreçlerinde rastlıyoruz. Buna ulusal yönü ön planda olan Hollanda ve Amerikan devrimleri de dahil.
Emekçi sınıflara dayalı eşitlikçi akımların daha ileri bir örneğiyle Taboristlerden yaklaşık yüzyıl sonra, 1520’lerde, Alman Köylü Hareketi ve Thomas Münzer şahsında karşılaşıyoruz. Almanya’da köylü hareketleri on yıllardır sürmekteydi, fakat yeni bir düzeye sıçramaları Luther’le anılan Reform Hareketi’nin ardından geldi. Hareketin lideri, başlangıçta Lutherci hareketin sol kanadını oluşturan, fakat çok geçmeden bizzat Luther’le karşı karşıya gelen Thomas Münzer’di. Engels, Thomas Münzer’i, henüz ancak bir prototip halindeki proletaryanın çok erken gelmiş bir temsilcisi olarak tanımlar. Thomas Münzer, köylüye toprak ve özgürlük isteyen devrimci bir köylü önderi olmaktan öteye, bunun çok ötesine geçerek, sınıfların kaldırılmasını ve kollektif mülkiyeti savunan, böylece çağının ötesine geçen bir devrimciydi. Dolayısıyla başta Luther olmak üzere dönemin tüm düzen güçlerinin kudurgan bir düşmanlığı ile yüzyüze kalması rastlantı değildi.
Daha sonraki bir aşamada, yaklaşık yüz yirmi sene sonra, bu kez 1640 İngiliz Devrimi’nde, ünlü Düzleyiciler şahsında benzer akımlar görüyoruz. Bunlar da Cromwell’le anılan hareketin sol kanadı idiler ve devrimin zaferinin ardından bizzat Cromwell tarafından acımasızca ezildiler. Oysa devrim tam da bunların muazzam enerjisi ve kararlı mücadelesi sayesinde başarıya ulaşmıştı. Yeni Model Ordu’nun belkemiğini oluşturuyorlardı ve o çağda kralın boynunun vurulması tümüyle onların kararlılığının bir sonucuydu. Düzleyiciler her türden toplumsal ayrıcalığın kaldırılmasından yanaydı. Düzleyiciler’in daha radikal kanadını oluşturan Kazıcılar ise sosyal eşitlik istemini özel mülkiyetin ve sınıfların kaldırılmasına kadar vardırabiliyorlardı.
Ve nihayet, burjuva devrimler sürecinin en görkemlisi ve ideolojik yönden en çıplak ya da doğrudan olanı, 1789 Büyük Fransız Devrim. O güne kadar burjuva devrimleri ya dinle barışık olmuş ya da dinin farklı yorumlarıyla, dolayısıyla dinde reform talepleriyle ortaya çıkmışlardı. Buna bu hareketlere eşlik eden komünizan akımlar da dahil. Büyük Fransız Devrimi’nin kendisi ve ona eşlik eden daha soldaki akımlar ise hiçbir dinsel söyleme ihtiyaç duymadıkları gibi, dini doğrudan hedef alan devrimci laik hareketlerdi. Fransız Devrimi’nde burjuvazinin en sol kanadı hareket içinde öne çıkıp bir dönem için egemen hale gelmekle kalmadı, onun da solunda modern komünist düşüncenin ilk temsilcileri sayabileceğimiz akımlar da ortaya çıktılar. Jakobenlerin sol kanadından ve Babeuf’ün Eşitler Komplosu’ndan sözediyoruz.
Burjuva devrimlerinin ilk sarsıntılarından itibaren alt sınıfların içinden çıkan siyasal akımlar, ister Fransız Devrimi’ne kadar olduğu gibi dinsel ideolojik biçimler, ister Babeuf’de olduğu gibi modern laik biçimler içinde olsun, hep toplumsal ayrıcalıkların kaldırılması, toplumsal eşitliğin gerçekleştirilmesi istemiyle hareket ettiler. Fakat son halkayı oluşturan Eşitler Komplosu da dahil, tümü de bunu gerçekleştirebilecek tarihsel-toplumsal koşullardan yoksundular. Bunun bir parçası olarak, gelişen ve geleceği temsil eden bir sınıfa değil, fakat burjuva gelişmeyle birlikte çözülen, dağılan, tasfiye olan sınıf ve katmanlara, köylülere ya da zanaatçılara dayanıyorlardı. Kurtuluşun maddi koşulları tarihte ilk kez olarak “çifte devrim”in hızlandırdığı süreçlerle birlikte oluşmaya başladı ve olgunlaşması için de henüz çok daha fazla zamana gereksinim vardı.
Sanayi devrimiyle birlikte kapitalizme özgü toplumsal sorunlar tüm ağırlığı ile açığa çıktı. Ve özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi şaşaalı şiarlarla gerçekleşen Fransız Devrimi, bu devrimi izleyen onyıllar, burjuva toplumun bu sorunlara hiçbir çözümünün olmadığını göstermekte gecikmedi. Çözüm bir yana, yeni toplumsal düzen emekçiler için, ezilen ve sömürülenler sınıflar için, öncekinden de ağır, acımasız, daha kahrediciydi. Aydınlanma dönemi filozofları, burjuva düşünürleri, burjuva devriminin siyasal önderleri, akla ve sağduyuya uygun evrensel bir refah, barış ve kardeşlik toplumu vadetmişlerdi. Kapitalist sınıf egemenliğinin doğurduğu ise emekçi sınıflar için daha da ezici olan bir yeni baskı ve sömürü düzeni olmuştu.
Bu hayal kırıklığına ilk tepki ütopik sosyalizm oldu. Kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunları ve kötülükleri sergileyip mahkum eden, böylece emekçilerin acılarına tercüman olan düşünürler çıktı ortaya. Saint-Simon, Charles Fourier, Robert Owen, ütopik sosyalist akımın üç büyük temsilcisi oldular. Ütopik sosyalistler çok haklı ve yerinde bir tutumla kapitalizmi suçluyorlardı. Bunu zekice, içtenlikle ve yüreklice yapıyorlardı. Ama kapitalizmin işleyiş yasalarını anlayamıyor, böylece onun üstesinden gelebilecek toplumsal dinamiği de göremiyorlardı. Oysa can alıcı sorun tam da bu idi. Bu nedenledir ki onların sosyalizmi, kapitalizmin kötülüklerine karşı hümanist bir tepki sınırlarında kaldı. Proletaryanın, modern toplumun çalışan ve ezilen sınıfının kurtuluşu hareket noktaları değildi. Sorunu genel olarak insanlığın kurtuluşu olarak görüyor, bunun için de insani duyarlılıklara hitap ediyorlardı.
Örneğin Saint-Simon üretken sınıflar arasında saydığı bankacıların ve sanayicilerin toplumsal sorunun çözümüne ve böylece mantıklı bir düzenin kuruluşuna ikna edilebileceğine ciddi ciddi inanıyordu. Ya da örneğin Fourier, kapitalist üretim ilişkileri ve dolayısıyla sınıf egemenliği koşullarında, örnek kooperatiflerle farklı bir toplumsal sisteme geçilebileceği, kapitalizm zemininde komünist vahalar yaratarak ve çoğaltarak sistemin değiştirilebileceği inancını taşıyordu. Robert Owen aynı inançla fabrikasını kollektif bir işletmeye çevirdi, onu bir dönem örnek ve çalışanlara refah sağlayan bir işletme olarak çalıştırmayı da başardı. Ama kapitalist düzen ayaktayken, kapitalist üretim ilişkileri toplumun geneline hakimken, yaptığının sonuçsuz bir çaba olarak kalacağını da çok geçmeden yaşayarak gördü. Örnek işletme egemen toplumsal ilişkilere yenildi ve yok oldu.
Ütopik sosyalistler sorunu görüyor, ama çözümü anlayamıyorlardı. Anlayamadıkları için de önerdikleri çözümlerle kapitalist toplumu aşamıyorlardı. Çözüm toplumun bağrında idi gerçekte ama henüz yeterince olgunlaşmadığı için kolayca görülemiyordu. Ütopik sosyalistler çözümü maddi koşullardan bulup çıkaramayınca, onu kafadan üretmeye yöneliyorlardı. Çözümleri, insan zihninin soyut ürünü ütopik tasarılardı.
Karl Marks’ın farkı tam da buradadır. Marks çözümü kafadan değil maddi toplumsal gerçekliğin içinden bulup çıkardı. Böylece sosyalizm bilimsel bir temele ve maddi toplumsal bir zemine oturdu. Bu nokta, Marksizmin çıkışını anlamak bakımından olduğu kadar sınıf özü bakımından da son derece önemlidir. Özellikle de bugün için. Solda bugünün modası sınıf dışı sosyalizmdir. Sınıf dışı sosyalizmse bilimsel ölçülerle bir ütopyadır. Sosyalizm ütopya olmaktan çıkıp bir bilim haline gelebilmesini, proleter sınıf gerçeği eksenine oturmasına borçluydu. Marks’ın yaptığı tam da bu olmuştu, Weydemer’e ünlü mektubunu hatırlayalım. Lenin, Karl Marks’ın Öğretisinin Tarihsel Yazgısı başlıklı çok bilinen makalesinde, şunları söyler: “Marks’ın öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkartılmasıdır.” Lenin, Marks’ın düşüncesindeki en esaslı fikre işaret ediyor ve ekliyor: “Sınıf dışı sosyalizm ve sınıf dışı siyasete dayalı tüm öğretiler saçmalığın dik alasıdır.”
Lenin bunu böyle gördüğü, bu fikre en derinden inandığı içindir ki, Rusya gibi yüzde doksanı köylülükten oluşan bir toplumda sanayi kentlerini esas alan ve sanayi proletaryasına dayanma yolunu tutan bir partiye önderlik ediyor. Devrimin zaferi de bu sınıf sayesinde, onun devrimci atılımı ve köylülüğe önderlik edebilme yeteneği sayesinde elde edilebiliyor.
Sosyalizmin maddi-toplumsal temelini oluşturan biricik sınıf proletaryadır. Marks ile birlikte sosyalizmin ütopyadan bilime yükselmesi, bunun anlaşılması sayesinde olanaklı olabilmiştir. Proletaryayı bir yana bıraktığınızda, geriye sınıf dışı sosyalizm kalır. Bu ise sosyalizmi bir ütopya haline getirir. Günümüzde bu tür bir ütopya tümüyle gericidir. Ütopik sosyalistler kendi tarihi dönemlerinde haklı ve ilerici idiler. Zira onların sınırlılıklarının tarihsel nedenleri vardı. Maddi koşullar, bu koşulların bağrındaki çözüm dinamiklerini görebilmek için henüz çok yetersizdi. Maddi koşulların alabildiğine olgunlaştığı ve tarihin büyük proleter sınıf mücadelelerinin sayısız örneklerini sunduğu bir dönemin ardından sınıf dışı sosyalizme dönmek ya da buna eğilim duymak, hiçbir tarihsel haklılık, dolayısıyla ilerici özellik taşımaz. Türkiye solunun sınıftan kaçan ya da sınıfa uzak duran bir dizi parti ya da grubu bu konumdadır, sınıf dışı sosyalizm çizgisindedir.
Sınıf dışı sosyalizm, sosyalizmin mantığı açısından aldığımız zaman, gerici bir küçük-burjuva ütopyasıdır. Düşünsel yapı ve mantığı yönünden bu böyledir. Marks sonrasında sınıf dışı sosyalizme dönüş, açıkça devrimci proleter sosyalizmden bir kaçıştır. Çoğu durumda da gerçekte sosyalizmi ara sınıflara uyarlama çabasıdır. Bu sorunda asıl önemli, can alıcı nokta da burasıdır. Sınıf dışı sosyalizm arayışları her zaman sosyalizmi işçi sınıfı dışındaki bir sınıfın ufkuna ve çıkarlarına uyarlama çabasının bir ifadesidir. İşçi sınıfının yerine küçük-burjuvaziyi ikame ettiğinizde, küçük-burjuva sosyalizmi çizgisinde hareket ediyorsunuz demektir...
Soru: Marksizmin büyük tarihsel başarısına rağmen bunun örneğin Türkiye’de bu denli yaygın olmasının sebebi nedir?
Bunun bir sınıf mantığı var, olayın başka bir açıklaması olamaz. Aynı biçimde Marksizmin büyük tarihsel başarısına rağmen oportünizm neden bu kadar güçlü diye de sorulabilir. Lenin’in andığım makalesi tam da bu konu üzerinde durmaktadır. “Tarihin diyalektiği öyleydi ki”, diyor Lenin, “Marksizmin teorik zaferi, onun düşmanlarını, marksist kılığına bürünmeye zorladı. İçten çürüyen liberalizm, kendini, sosyalist oportünizm biçiminde canlandırma yolunu denedi”.
Türkiye’nin yakın tarihini, son elli-altmış yılı alalım. 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de her zaman gözle görülür bir işçi sınıfı hareketi vardı. ‘60’lı yıllara ilk büyük kitlesel işçi gösterileriyle girdik ve bütün bir on yıl boyunca işçi sınıfının sayısız eylemine, grev ve işgallerine tanık olduk. ‘70’li yıllara 15-16 Haziranlarla girdik ve bu şanlı eylem, ‘60’lı yıllardaki büyük mücadelelerin doruk noktasını oluştur.
12 Mart askeri faşist darbesinin yarattığı kısa süreli kesintinin ardından işçi sınıfı hareketi yeniden tüm ülke sathına yayıldı ve günden güne militanlaşarak çok değişik biçimler aldı. ‘70’li yılları içinden yaşadık, yaygın, etkili ve zaman zaman militan biçimler alan bir sınıf hareketi gerçeğine bizzat tanık olduk. Ama buna rağmen küçük-burjuva sosyal hareketlilik içerisinde kendini bulan akımlar, kendilerini bizzat üreten bu zemine sıkıca yapıştılar ve bunun da çeşitli türden teorisini yaptılar. Küçük-burjuva katmanlar daha hareketli ve verimli görünüyordu, bir bakıma öyleydi de. Aslında bu Rusya’da da öyleydi. Rus devrimcilerinin büyük bir bölümünün narodnik gelenek içinde kalması dikkate değerdir. Devrimi önceleyen tarihsel dönem boyunca Sosyalist Devrimciler her zaman Rusya’nın en güçlü siyasal partisi oldular. Şubat Devrimi’nden sonra Sovyetlerin ağırlıklı gücü Sosyalist Devrimcilerdi. Demek istiyorum ki, maddi koşullar varsa, böyle akımlar yeşerir. Türkiye’nin ‘70’li yıllarında güçlü ve dinamik bir küçük-burjuva toplumsal muhalefet vardı. Çok sayıda devrimci parti ve akım da bizzat bununu içinde doğmuş, şekillenmiş ve buna uygun ideolojik biçimler kazanmıştı.
Rusya’da toplumun yüzde doksanını oluşturan koca bir köylülük vardı, ama Bolşevikler köylülüğe değil işçi sınıfına gittiler. O çok sınırlı sayıdaki sanayi vahalarında çalıştılar. Bu bir dünya görüşü sorunudur temelde. Bakınız, Lenin, sözünü ettiğim makalesinde, Marks öncesi küçük-burjuva sosyalizminin “hak”, “hukuk”, “adalet”, “özgürlük” vb. söylemlerine ve bunun da özellikle “halk” söylemiyle birleştirilmesine işaret ederek, bunun tarihsel hareketin materyalist temelinin anlaşılamamasıyla, kapitalist toplumda her bir sınıfın rolünün ve öneminin ayırt edilmesindeki yeteneksizlikle bağına işaret eder. Dönüp ‘70’li yıllar Türkiye’sine, hatta ‘90’lı yıllar Türkiye’sine bakınız, aynı “halk”, “hak”, “adalet” söylemlerinden geçilmediğini görürüsünüz. Bunun anlaşılır bir sınıfsal mantığı var, bunlar küçük-burjuva sosyalizminin ayırdedici kavramlarıdır. Bunlar 1830’lar-’40’lardaki küçük-burjuva sosyalizminin dilinden düşmeyen sözlerdi. Eğer buna rağmen 60-70 yıl sonra Rusya’da ve neredeyse 150 yıl sonra Türkiye’de de yankılanabiliyorsa, bunun gerisinde aynı sosyal gerçeklik, aynı sınıfsal mantık var demektir. Küçük-burjuva kafası ve sosyalizmi. Gecekondu emekçileri, sınıf dışı emekçi katmanlar, köylüler işçilerden daha fazla eziliyor, nitekim işçilerden daha devrimcidirler deyip çıkıyorlar işin içinden küçük-burjuva sosyalizminin temsilcileri. Marksizmin bilimsel içeriğinin bu denli açıklığına rağmen bunu söyleyebiliyorlar. Bu, belli bir sınıfsal zeminde gerçekleşmiş, sürekli bir biçimde ondan beslenen belirli bir ideolojik-kültürel şekilleniştir. Bilip bilmeme, ikna olup olmama sorunu değildir. Benzer söylemleri Kürt hareketi mensuplarından da yıllarca aynı doğallıkta duyabilirdiniz...
Elbette bunun dünya komünist hareketinin geçen yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı süreçle sıkı sıkıya bağı var ama buna burada giremeyiz. Bunu gerek de yok, zira halkçılığa karşı ideolojik mücadeleler içinde bunlar üzerinde yeterince durulmuştur.
Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Engels’in ünlü kitabının başlığıdır. Peki sosyalizmi ütopyadan bilime yükselten neydi? Tam da sosyalizmi maddi bir sınıf temeline oturtabilmekti. Yani Lenin’in sözleriyle, Marks’ın öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihi görevini açığa çıkarmaktı. Marksizmi, yani modern sosyalizmi bilim haline getiren temel fikir, temel keşif budur. Düşünceyi maddi bir eksene oturtmak. Daha doğrusu maddi gerçeğin soyutlanıp genelleştirilmiş teorik ifadesi olmak. Gene Engels, modern sosyalizm modern sınıf hareketinin teorik ifadesidir diyor. Ondan soyutlanmıştır son tahlilde. Kuşkusuz teorik düşünceyi sınıf hareketine indirgeyemeyiz, ilerici düşüncenin bir evrimi ve birikimi var. Ama düşüncenin bu evrimi, modern zamanlarda proleter sınıf maddi ekseni üzerinden anlam kazanıyor. Ondan önceki birkaç yüzyıl boyunca burjuva sınıf ekseni üzerinden bir anlam kazanıyordu. Kapitalizm çağıyla birlikte proleter sınıf ekseni üzerinden bir anlam kazanmaya başladı. Bu da Marksizmde ete-kemiğe büründü. Bilimsel niteliği buradan geliyor, tekrar ediyorum. Sosyalizmin bilimsel niteliği, onun proleter sınıf ekseninden ve kimliğinden gelir. Bilimsel yöntemi ise devrimci diyalektiktir. Bu nedenledir ki biz halkçılığa karşı mücadelemizde, Marksizmin devrimci diyalektik yöntemi ile proleter sınıf özü üzerinde özellikle durduk. Öylesine ki, halkçılıktan kopuşumuzu bu iki noktada yakaladığımız üstünlüğe borçlu olduğumuzun altını yeri geldikçe çizdik. Küçük-burjuva sosyalizminin eleştirisiyle ortaya çıktığımız otuz yıl öncesinden itibaren ve daha en baştan söylediğimiz şey buydu.
Marks diyalektiği Hegel’den aldı, ama onun diyalektiği idealistti. Bunu materyalist bir temele oturtan Marks oldu. Aynı şekilde materyalizmi Feuerbach’tan almıştı, ama materyalizm Feuerbach’ın elinde tümüyle işlevsizdi. Feuerbach bir hümanistti. Onda da tıpkı ütopik sosyalistlerde olduğu gibi genel ve soyut bir insanlık davası ve sevgisi vardı. Sevgi dininin kurucusuydu. İnsanoğluna sevgiyi aşılamakla toplumsal sorunların çözümü sağlanır sanılıyordu. Bu bir idealist ütopyaydı. Tarih sınıf mücadeleleriyle ilerler. Marks’ın büyük başarısı ise düşüncesini maddi bir sınıf eksenine bağlayabilmesidir. Yeni dünya görüşünün daha ilk adımında, felsefe proletaryada maddi silahlarını, proletarya felsefede düşünsel silahlarını bulur, diyordu Marks. Düşünce ile maddenin, teori ile eylemin devrimci diyalektik birliğinin en veciz bir anlatımıdır bu. Aynı düşünce Komünist Manifesto’da, “proleterler ve komünistler” ara başlığı altında, bu kez öncü devrimci parti ile işçi sınıfı ilişkisi üzerinden ortaya konulmuştur. Marks’ın iyi bilinen veciz sözü, eleştiri silahı ile silahların eleştirisi ilişkisine de buradan yaklaşabiliriz. Eleştiri silahı felsefedir, devrimci teoridir. Silahların eleştirisi proletaryanın devrimci sınıf mücadelesidir, onun doruğu olarak devrimdir. Eleştiri silahından silahların eleştirisine geçiş, düşünceden maddeye, teoriden eyleme geçiştir. Marks’ın teori kitlelere mal olunca maddi bir güç haline gelir düşüncesi de aynı devrimci diyalektik birliği dile getirir.
Sosyalist Ekim Devrimi’nin 100. Yılını kutluyoruz ve onun hala da tarihsel olarak aşılamadığını vurguluyoruz. Peki, Ekim Devrimi’nde ete-kemiğe bürünen nedir? Marksist teori, program ve politikanın proletaryanın devrimci tarihsel eyleminde maddi güce dönüşmesidir.
(Devam edecek...)