(Konusu tümüyle farklı bir konferansta gündemdeki seçimler nedeniyle
gelen talep üzerine yapılan ara konuşmanın kısaltılmış kayıtlarıdır…)
Daha ilk çıkış belgelerimizde, solun ‘70’li yıllarda burjuva temsili kurumlara ilişkin politikasının eleştirisini yaptık. ‘70’li yıllarda yaygın ve kolaycı bir boykot tavrı vardı. Boykot belli koşullarda izlenen bir politika olabilir ama bu koşullar oluşmadıkça boykot yolunu tutmak, burjuva temsili kurumlardan yararlanma yolundan kaçınmak, boş bir sol keskinlikti. İlk çıkış belgelerimizden biri olan “Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış”ta bu meselenin ilkesel ve politik yönleri üzerinde durduk ve geçmiş sol hareketi eleştirdik.
‘90’lı yılların ortasından itibaren ise bir yandan kendi yaklaşımlarımız doğrultusunda bir pratik sergilerken, öte yandan solun bu konudaki kusurlu yaklaşımlarının sürekli bir eleştirisini yaptık. Kasım 2002 seçimleri tasfiyeci sürükleniş içindeki solda parlamentarist hayalleri hepten depreştirdiğinde ise bu sorunlar üzerinde daha özel bir tarzda durduk. Öylesine ki bu konuda yazdıklarımız daha şimdiden konuya ilişkin iki kalınca kitap oluşturuyor. Bir üçüncüsünü dolduracak kadarı da kitaplaştırılmadan duruyor. Konu partimiz bakımından birçok bakımdan açıklığa kavuşturulmuş durumda demek istiyorum. Bunları gözeterek sözü kısa tutacağım ve daha çok da şu sıra ilgi çeken Cumhurbaşkanlığı seçimine değineceğim.
Parlamento kürsüsünü kullanmak, belli bir güce ulaşmış, dolayısıyla kitle desteğine sahip partilerin yararlanabileceği bir olanaktır. Ama bu devrimci amaçlarla burjuva temsili kurumlardan yararlanma politikasının yalnızca bir yönüdür. Öteki bir yönü ise, seçim dönemlerinin yoğunlaşmış atmosferinden devrimci amaçlarla yararlanmaktır. Yani kitlelerin kendi sorunlarının çözümüne kulaklarının en çok açık olduğu bir dönemde kitlelere düzen gerçeğini açıklamak ve mümkün mertebe devrimci çıkış yolunu propaganda etmektir. Biz ‘90’lı yılların ortalarından beri gündeme gelen seçimlerde gösterdiğimiz adaylar üzerinden ördüğümüz kampanyalarla bu politikamızı hayata geçirmeye çalıştık.
Devrimci seçim politikamızın iki temel önemde unsuru var. Birincisi, “Düzene karşı devrim!” şiarını yükseltmek ve tüm temel sorunlar konusunda devrimin programını kitlelere taşımak. İkincisi, seçim kampanyası içerisinde kitlelere, seçimlerin ve parlamentonun herhangi bir çözüm sunmadığını, bunların burjuvazinin kurumları olduğunu, burjuvaziye hizmet ettiğini ortaya koymak. Parlamento kürsüsünden yararlanmak olanağı bulduğumuzda yapmamız gereken yine budur. Düzen parlamentosunda kitlelerin temel çıkarlarına uygun hiçbir icraat yapılamadığını ve yapılamayacağını bizzat o kürsüden haykırmaktır. Burjuva temsili kurumlardan devrimci amaçlarla yararlanmak politikamızın özü ve esası budur.
Seçimlerde kitlelere siyasal icra organları üzerinden vaat ya da talep de bulunmak, hükümet ya da başkanlıktan, hele hele iktidara gelmekten sözetmek, en kaba türden bir reformist parlamentarist yaklaşımın ürünü olabilir ancak. Bu kitleleri boş hayaller üzerinden aldatmak, onların bilinçlerini devlet ve düzen gerçeği konusunda iyice bulandırmak ve böylece kurulu düzenin değirmenine bile bile su taşımaktır. Devrimciler kitlelere, seçeceğiniz devrimci temsilciler parlamentoya, onun kürsüsü üzerinden, parlamento da dahil kurulu düzeni teşhir etmek ve çıkarlarınızı savunmak için gidecekler der, bunun ötesine geçmezler, geçemezler. Devlet ya da hükümet işleri üzerinden icraata talip olmak bir yana, bu türden bir icraatın her zaman ve tümüyle burjuvazini çıkarlarına göre şekillendiğini anlatırlar.
Bugün Türkiye’de hileli anayasa referandumunun ardından yaratılmış bir yeni anayasal çerçeve var. Cumhurbaşkanı yürütme organının başı olarak doğrudan seçiliyor. Yani sermaye düzenine alabildiğine geniş yetkili bir diktatör seçiliyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin anlamı bu. Bizim parlamento seçimlerinde adaylarımızı kitlelere sunarken kullandığımız dilde bir sahtelik yok. Adaylarımızı temsilci olarak seçin, parlamentoya gitsinler, parlamento kürsüsünden kurulu düzeni teşhir etsinler ve sizin gerçek çıkarlarınızı dile getirsinler diyoruz. Yapacağımızı neyse, tam olarak onu söylüyoruz. Ama böyle açık ve tutarlı bir dili cumhurbaşkanlığı kurumu üzerinden oluşturamazsınız. Zira cumhurbaşkanlığı yetkili bir icra konumudur; doğrudan ülkenin politik yaşamını yönetip yürütecek kişiyi seçmektir sözkonusu olan. Temsili kurumlar için kullandığınız söylemi burada kullanamazsınız. Bu tür bir konum için kitlelere söylemeniz gereken şudur: Buraya kimi seçerseniz seçiniz egemen sınıf olarak burjuvaziye hizmet edecektir ve etmek zorundadır. Doğal olarak böyle tanımlayacağınız bir konuma talip olamazsınız.
Bizim adayımızı cumhurbaşkanı olarak seçin demek, başkan olarak biz yönetelim demektir. Bu Venezuela’da söylendi, Chavez şahsında. Brezilya’da söylendi, Lula şahsında. Akıbetlerini biliyoruz. Venezuela hala da derin bir bunalım içerisinde iki arada bir derede sürüklenip duruyor. Brezilya’da ise emekçiler derin bir hayal kırıklığı yaşıyor. Lula iki dönem başkan olarak Brezilya tekellerine hizmet etmekte kusur etmedi. Uçağına Brezilya tekellerinin temsilcilerini doldurarak dünyanın dört bir tarafını dolaştı durdu, onlara yatırım, ticaret, kar, çıkar alanı yaratmaya çalıştı. Bu arada emekçilere elbette bazı hak ve çıkar kırıntıları sunmuştur, elbette düzenin temellerine bir nebze olsun dokunmadan. Ama bugün bütün o çok sınırlı kazanım ya da tavizler de gerisin geri alınıyor emekçilerin elinden. Brezilyalı, Arjantinli kitleler bugün IMF’ye karşı, uluslararası tekellere karşı, neo-liberalizme karşı yeniden ayaktalar. Lula işçi sınıfı içinden çıkmış bir sendikacı olarak başkan seçilmiş ve Brezilya tekellerine nasıl hizmet edilebileceğini göstermiş bulunuyor.
Bu tartışma, ilgili parti metninde de vurgulandığı gibi, eski bir tartışma. Alman Sosyal Demokrat Partisi, Marks-Engels döneminden sözediyorum, parlamentodan en başarılı bir biçimde yararlanan bir partiydi. Bebel o parlamentoda aralıksız neredeyse kırk yıl temsilciydi. Bebel ve baba Liebknecht, 1870’te Fransa’yla yaşanan savaşa cepheden karşı çıktılar, halkların kardeşliğini savundular. Sosyal-demokrat parti anti-sosyalist yasa ile yasaklandı, buna rağmen bağımsız adaylarla girdiler, o parlamentoyu gene kullandılar. Ama onlar, o ilk onyıllar boyunca hiçbir zaman hükümet ya da hükümet ortağı olma, burjuva kabinelerde bakan bulundurma istem ve iddiasında bulunmadılar. Tersine, bu bizim işimiz değil dediler.
Hükümet, bakanlık vb., burjuva sınıf düzeninin siyasal icra organlarıdır. Burjuva hükümeti burjuva devlet yönetiminin siyasal icra organıdır. Burjuva devlet aygıtının bir mantığı var. Biz marksistiz, devlet nedir biliyoruz, devletin sınıf yapısını ve işleyiş mantığını biliyoruz. Lenin, hiçbir zaman hiçbir ciddi karar gerçekte burjuva parlamentolarında alınmaz der. Her zaman işlerin esası parlamentoların ötesinde ve geri planda kotarılır, bir sonuca bağlanır ve ardından parlamentolarda, yalnızca biçimsel bir işlem olarak sadece onaylanır. Parlamento burjuvaziye hizmet ettiği sürece vardır, kazara bu hizmet imkanı ortadan kalktığı ya da aksadığı zaman da burjuvazi bu kurumu bir tarafa iter. Yerini burjuvazinin daha çıplak yönetim biçimleri, açık ve kaba diktatörlükler alır.
Hükümet, başkanlık, başbakanlık, devlet başkanlığı, bunlar burjuva siyasal yönetimin icra organlarıdır. Burjuva parlamentosu burjuva devlet aygıtının bir kurumudur ama belirleyici bir konumda değildir. Belirleyici olan her zaman bürokrasi ve ordudur. Hükümet parlamentonun içinden çıkar ama gerçekte ne yapacağına parlamentoda karar vermez. O karar uygun yollarla hükümete dikte edilir, hükümet de buna parlamentoda yasal biçimler kazandırır. Süreç parlamentoda başlamaz, parlamentoda biter.
Bizim işimiz icra organlarıyla değil, temsili parlamentonun kürsüsüyledir. Eğer seçilmeyi başarabilmişsek, o kürsüden yararlanmaya bakarız. Mücadelenin gelişme düzeyi ve koşullar bunu gerektiriyorsa, bu amaçla en gerici parlamentolardan bile yararlanmak yoluna gideriz. Çarlık Duması en gerici parlamento örneklerinden biriydi. Herşeyden önce eşit oy hakkı yoktu. Artı, doğrudan oy hakkı yoktu. İki kademeli seçim vardı. Bir soylunun oyu üç burjuvanın ve kırk işçinin oyuna eşitti. Ama bolşevikler böyle bir parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanmaya baktılar ve bunda bir hayli de başarılı oldular.
- Ama bugün parlamentoda yaşam hakkı tanınmıyor...
Burada sorun yaşama hakkı verip vermemesi değil. Sizi tutuklaması da bir sorundur ve bundan da en iyi biçimde yararlanmak olanaklıdır. Halkın seçtiği temsilci siyasal düşünce ve eylemlerinden dolayı tutuklanıyorsa, bu da kurulu düzenin sözde demokratik temsili görünümü bakımından büyük bir handikaptır. Bugün Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk hali, Kürt halk kitlelerinin uyarılması ve eğitimi bakımından özgür halinden belki de daha etkilidir.
Burjuva devletin işleyişine sözle, davranışla ne kadar çomak sokarsanız o kadar iyidir. Ama burjuvazi adına yönetime talip olamazsın. Olayın mantığına aykırı bu. Allexandre Millerand, Fransız bir sözümona sosyalist parlamenterdi. 1899 yılında partisine rağmen dönemin burjuva hükümetine ticaret bakan olarak katıldı. Jaures her zamanki oportünizmiyle, sorun ilkesel değil, abartmayalım diyerek olayı geçiştirmeye çalıştı. Ama olay dönemin marksistleri tarafından şaşkınlık, tepki ve sert eleştirilerle karşılandı. Burjuva hükümetlere katılmak, işçi sınıfı davasına ve sosyalizme ihanet sayıldı. Bu davranışın burjuva sınıf egemenliği, burjuva devletinin işlevi ve işleyişi ile bağı kuruldu. Nitekim bir yıl sonraki II. Enternasyonal beşinci kongresinde de olay mahkum edildi. Bu II. Enternasyonal’in Marksizme biçimsel bağlılığını henüz iyi kötü koruduğu bir dönemdi. Bu tavrın zamanla tavsadığını, birinci emperyalist savaşla birlikte ise işin genel bir ihanete vardığını biliyoruz.
7 Haziran seçimleri sonrasında üç HDP milletvekiline bakanlık verildi. HDP solunun bütün bir gerçekliği de böylece bir kez daha ortaya çıktı. Bu bakanlık görevinin sosyalist olmak iddiasındaki birileri tarafından kabul edilmesi utanç vericiydi. EMEP’in temsilcisi milletvekili seçilmeden önce EMEP genel başkanıydı. Önce bakanlığı kabul etti. Sonra bazı EMEP’liler, Marksizmde bunun ne anlama geldiğini iyi kötü bildikleri için, duruma müdahale ettiler ve kendi temsilcileri istifa etmek durumunda kaldı. EMEP bile, bu reformist haliyle hassasiyet göstermek, müdahale etmek durumunda kaldı. Ama düne kadar ve yıllar boyunca EMEP’in genel başkanı olan insan bunun ne anlama geldiğini bilmiyor, bakanlık görevi verildiğinde başlangıçta kabul edebiliyordu. HDP’de Alevilerin temsilcisi konumundaki öteki biri, bir Aleviye bakanlık verilmesini Türkiye’de İttihatçı zihniyetin kırılmasının bir tarihi adımı sayabildi! Buradaki cahillik ve yüzeysellik soluk kesiciydi. Sonuçta bu sözde bakanları madara edip ortada bıraktılar ve çok geçmeden de kovdular.
Bu işler böyledir burjuva düzende. Bu çarpıcı bir örnektir ama her zaman böyledir. Dünyanın her yerinde, sözde sosyalist bir bakan olarak burjuva hükümete katılan biri, düzene hizmet ediyorsa kuşkusuz sorun yoktur. Dahası kitleleri aldatmak için iyi bir imkandır da bu. Ama emekçiler için burjuva hükümetin genel tutum ve tercihlerine aykırı bir şey yapmaya kalkarsanız, sizi anında kapının önüne koyarlar.
Biz kitlelere herşeyi dosdoğru söylüyoruz. Biz emekçilere adaylarımızı parlamento temsilcisi olarak seçin derken, hiçbir yanlışa, kafa karışıklığına ya da hayale mahal veremeyiz. Cumhurbaşkanı seçimleriyle egemen burjuva düzenin siyasal aygıtına yürütme gücü olarak baş seçmiş oluyorsunuz. Bu bizim alanımız ya da sorunumuz değil. Biz yürütmeye talip değiliz. Biz aslında yasamaya da talip değiliz, yalnızca yasama faaliyetinin devrimci amaçlarla istismar edilmesinden yanayız. Yasamaya muhalefetimizle, olup bitenin içyüzünü sergileyerek ve bu zemini kitlelerin gerçek sorun ve çıkarlarını seslendirmek için kullanarak, “katkı”da bulunabiliriz ancak. Yasama faaliyetlerine çomak sokarak, dolayısıyla devrimci düşüncelerimizi parlamento kürsüsü üzerinden kitlelere duyurmaya çalışarak oradaki devrimci misyonumuzu yerine getirmiş olacağız.
Olay bu ama sol hareket bunun çok farkında değil ya da oportünist bir pragmatizmle öyle görünmeyi tercih ediyor. Bazıları “halkımızı alternatifsiz bırakmayacağız” türünden pek iri laflarla sosyalist başkan adayı gösterme hazırlığına giriştiler aylar boyunca. Üstelik bunun ne anlama geldiğini açıklamak ihtiyacı da duymadan. Diyelim ki halkı alternatifsiz bırakmadınız, aday gösterdiniz ve hatta başarı gösterip seçtirdiniz de. Ya sonra, sonrası ne ve nasıl olacak? En iyi durumda Venezuela’daki, normal olarak da Brezilya’daki gibi olur.
Hugo Chavez çok farklı, çok kendine özgü bir burjuva radikaliydi. Darbe pratiğinden geçerek ve hapisler yaşayarak gelmişti. Petrol geliri sayesinde emekçi kitleler lehine bazı şeyleri yapabilmek imkanı buldu. Ama petrol rantı ile gidemediği için bugün Venezuela derin bir bunalım içerisinde. Ya burjuva sınıf düzenini temellerinden hedef alan bir sosyalist devrimle önü açılacak ya da bugünkü çok özel duruma ABD emperyalizmi ve Venezuela burjuvazisi bir son verecek. Bugünkü durum orta vadede sürdürülebilir bir durum değil. Yıllarca Chavez’i desteklemiş olan revizyonist kökenli Venezuela Komünist Partisi bugün; yapılması gerekenler yapılmıyor, kitleler büyük bir hayal kırıklığına sürükleniyor diyebiliyor. Kendileri yıllar boyu Chavez liderliğindeki cephenin içindelerdi, şimdi muhalefet ediyorlar. Olayın ciddiyetini gördüler, bu böyle bir yere gidemez diyorlar.
Chavez yönetimi Küba’ya nefes aldırmış olabilir, emperyalizm tarafından sık boğaz edilen öteki bazı ülkelere destek de vermiş olabilir. Bunlar olabilir, gerçek yaşamda böyle çok özel durumlar yaşanabilir, bunlar genel mücadele için belirli imkanlar sunabilir. Ama marksist devrimcilerin kendileri adına böyle bir çizgisi, böyle bir konumu, böyle bir misyonu olamaz. Bunlar Marksizmin dışındaki olaylar ve alanlar. Chavez emekçi kitleler için reformlar yapmak isteyen ve belli sınırlarda yapan da bir burjuva radikaliydi. Venezuela emekçilerinin yaşamına belli katkıları olmuştur, buna kuşku yok, ama bu kadar. Küçük, iğreti, geleceği tümüyle belirsiz katkıları eksen almak bizim sorunumuz değil. Biz bu gibi durumlara kendi sınırları içerisinde ilerici bir anlam da atfedebiliriz ama o sınırlar içindeki konumlar ve misyonlara talip olmayız, bu bizim tümüyle dışımızda kalan bir dünya. Devrimci sınıf konumuyla ilerici burjuva ya da küçük burjuva bir akımın konumu birbirinden temelden farklıdır. Bu fark reforme edilmiş kurulu düzen ile köklü bir çözüm olarak toplumsal devrim arasındaki temel ilkesel farka denk düşer.
Peki başkanlık seçimine katılmayacaksak eğer, seçimlere nasıl katılacağız, diye sorulabilir. Yanıt zor ya da karmaşık bir soru değil bu. İster ABD’ye, ister Venezuela’ya, ister Fransa’ya ya da Rusya’ya bakın. Her başkanlık seçiminin yanında bir parlamento seçimi var. Başkanlık düzenlerinde parlamentolar hep var. Biz burjuva temsili kurumlara ilişkin politikamızı parlamento seçimleri üzerinden hayata geçireceğiz. Önce adaylar göstererek seçim ortamından yararlanacağız. Yarın kitle desteğimiz çoğalır, parlamentoya aday çıkarmak şansımız doğar. O zaman, parlamento kürsüsünü kullanmaya bakarız. Şimdi bile, bir aday göstermediğinizde rahat propaganda yapamıyorsunuz. Miting izni alamıyorsunuz, seçim bürosu açamıyorsunuz, semtlere rastgele gidemiyorsunuz. Adaysanız, o hakkı hiç değilse biçimsel yasa yönünden tanımak zorunda kalıyorlar. Aday göstermek sorunu o kadar da önemsiz bir sorun değil, demek istiyorum.
Parlamentonun yetkisinin olmaması, yasama misyonu bakımından güdükleştirilmiş olması, bizimle ilgili bir sorun değil. Biz yasama yapmayacağız ki yetkisiyle uğraşalım. Kaldı ki burjuva sınıf düzeni altında gerçekte kanunları hiçbir zaman parlamentolar hazırlamıyor, parlamentoların önüne kanunlar biçimsel onay için önden kotarılıp hazırlanmış halde geliyor. Türkiye’de parlamento “torba yasa”lar ile bir gecede düzinelerce yasa çıkarıyor. Torbada ne olduğunu parmak kaldırıp indirenler de bilmiyorlar. Parlamentoda halkın iradesi dediğimiz şey kaba bir yalan ve aldatmacadan ibarettir, parmaklar kalkıyor ve iniyor, o kadar. Parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanmak, aynı zamanda işte bu gerçeğin kendisini bizzat orada ortaya koyabilmek demektir. Ortada halkın temsili ve iradesi değil, fakat sermaye sınıfının çıkarlarına göre kurulmuş, buna göre işleyen bir düzen, bir mekanizma olduğunu sergilemek demektir. Bir parlamento ne denli yetkisizse, bu gerçekleri inandırıcı bir biçimde ortaya koymak da o denli kolay olur. Partimizin bildirisindeki vurgu vecizdir: Bizi parlamentonun yetkisi değil fakat kürsüsü ilgilendirmektedir. Bitti!