Eleanor Marx, Engels’in kişilik özelliklerini ve erdemlerini sıralarken, “belki de en önemlisi onun alçak gönüllülüğüdür” diyor. Bu sade tanım ilk planda akla Engels’in dar insan ilişkileri alanındaki erdemini getiriyor. Oysa onun gerçek alçak gönüllülüğü tarihe karşıdır; kendi kuşağı ve gelecek kuşaklar önünde sergilediği tutumdadır. “Kırk yıllık” can dostundan ayrıldığı daha ilk adımda, mezarı başında yaptığı o unutulmaz konuşmada, “nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını” buldu derken, çağımızın biricik devrimci dünya görüşünü, Marx’ın adına ve eserine sıkı sıkıya bağlıyordu.
Bunun çok değerli bir dostun uğurlanması esnasında gösterilmiş bir yüce gönüllülük olmadığına, tersine çok iyi düşünülmüş bir tutum ve tercih olduğuna Engels’in sonraki tüm yaşamı tanıklık etmektedir. Komünist Manifesto’ya Marx’ın yokluğunda ilk önsözü, onun ölümünden birkaç ay sonra, 1883 tarihli Almanca baskıya yazdı. Yalnızca üç paragraftan oluşan bu son derece kısa önsöze şöyle başlıyordu: “Bu baskının önsözünü̈, ne yazık ki, tek başıma imzalamak zorundayım. Marx, Avrupa’nın ve Amerika’nın tüm işçi sınıfının herhangi bir başka kişiye olduğundan çok daha fazla şey borçlu olduğu bu adam, Highgate Mezarlığında yatıyor ve mezarının üstünde ilk çimler büyümeye başladı bile.”
Marx’a yeterince onur veren sözlerdir bunlar ve tartışılmaz gerçeğin sade bir anlatımıdır. Ama Engels daha da ileri gidiyor, “Manifesto’ya egemen olan temel düşünce”yi özetliyor ve ekliyor: “Bu temel düşünce, yalnızca ve tamamıyla Marx’a aittir. Bunu, daha önce de birçok kez belirttim; ne var ki, bunun bizzat Manifesto’nun önünde de yer alması şimdi özellikle zorunludur.”
Engels’in aynı düşünceyi daha sonra da birçok kez yinelediğini biliyoruz. Böyle bir alçak gönüllülüğü, böyle tutarlı bir yüce gönüllülüğü ancak Engels çapında, onun kişilik ve karakter özelliklerine sahip bir insan gösterebilir.
Engels’in Marx’a ilişkin yargısı temelde doğrudur, ama kesinlikle “tamamıyla” doğru değildir. Yeni dünya görüşünün doğumunda ve temel hareket noktaları üzerinden ortaya konulmasında Marx ile Engels’in oynadığı rolü birbirinden ayırmak kolay değildir. Dünya görüşünün Marx’ın adını taşıması anlaşılır bir durumdur, zira teoriyi en belirleyici noktalarda işleyen ve sonuçlarına götüren odur. Engels’in kendisi bunu, “özellikle iktisat ve tarih alanında yön verici temel fikirlerin büyük çoğunluğu ve özellikle de bu fikirlerin kesin ifadelendirilişleri, Marx’ın işidir” sözleriyle vurguluyor. Ama bu gerçek devrimci dünya görüşünün ortaya konulmasında, işlenmesinde ve geliştirilmesinde bu iki büyük insanın bir tek kişiymişçesine birlikte iş gördükleri gerçeğini yine de değiştirmemektedir.
Bunun böyle olduğuna bizzat Marx tanıklık etmektedir. Yeni dünya görüşünün temel esaslarının en özlü bir biçimde sunulduğu ünlü Önsöz’de söylediklerine bakalım:
“Deutsch-Französische Jahrbücher’de, iktisadi kategorilerin eleştirisine katkının dahice denemesini yayınlamasından beri yazışarak devamlı surette fikir alışverişinde bulunduğum Friedrich Engels, benim vardığım sonuca, başka bir yoldan (İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtıyla karşılaştırınız) ulaşmıştı. 1845 ilkyazında, o da gelip Brüksel’e yerleştiği zaman, birlikte çalışmaya ve Alman felsefesinin bakış açısı karşısında kendi bakış açımızı oluşturmaya karar verdik.”
Tarihsel hareketin iktisadi temeli ve proletaryanın tarihsel devrimci rolü, marksist dünya görüşünün iki kilit düşüncesidir. İlki tarihsel materyalizmin temel hareket noktasını vermiş, ikincisi sosyalizmin ütopik tasarılar yığını olmaktan çıkıp maddi sınıfsal bir eksene oturmasını sağlamıştır. Engels ilkine temel önemde katkısını “iktisadi kategorilerin eleştirisine katkının dahice denemesi”yle, ikincisine “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtıyla” vermiştir.
Bu bizzat Marx’ın tarih önündeki tartışılmaz tanıklığıdır. Aynı tanıklığı, Marx ve Engels’e hayranlığı birbirinden ayrılmayan, onları en tam ve en derinden kavrayan kişi olarak Lenin üzerinden de görüyoruz. Engels’in ölümü üzerine kaleme aldığı makalesinde şunları söylemektedir:
“... Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nu yazmakla, yaptığı hizmetin büyüklüğünü yukarda belirtmiştik. Engels’ten önce de, birçok kimse, proletaryanın acılarını yazmış ve ona yardımın gerekli olduğunu belirtmiştir. Proletaryanın sadece acı çeken bir sınıf olmadığını; aslında proletaryayı dayanılmaz bir biçimde ileri iten ve nihai kurtuluşu için savaşmaya zorlayan şeyin içinde bulunduğu utanç verici ekonomik durum olduğunu söyleyen ilk kişi Engels’tir. Ve savaşan proletarya kendine yardım edecektir. İşçi sınıfının politik hareketi, kaçınılmaz olarak, işçileri tek kurtuluşlarının sosyalizmde olduğunu kavramaya götürecektir. Öte yandan sosyalizm ancak, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin amacı olduğu zaman, bir güç olacaktır. Engels’in, İngiltere’de işçi sınıfının durumu üzerine yazmış̧ olduğu kitabının temel fikirleri, şimdi düşünen ve savaşım veren proletaryanın tümü tarafından benimsenen, ama o zaman, tümüyle yeni olan fikirlerdir.”
Lenin üzerinden bir başka önemli tanıklığı daha sahibiz. 1913 yılında ilk kez olarak dört cilt halinde yayınlanan Marx-Engels Mektuplaşması üzerine kaleme aldığı makalenin sonunda önce şu bilgiyi veriyor:
“Bir yıl sonra, 23 Kasım 1847 tarihli mektubunda, Engels, Marks’a, Komünist Manifesto’nun bir taslağını hazırladığını bildiriyor ve bu arada, başta önerilen soru-yanıt yöntemine karşı olduğunu açıklıyordu. Engels, ‘şöyle başlıyorum: Komünizm Nedir? Ondan sonra, doğrudan doğruya proletaryaya, onun doğuşunun tarihine, eski emekçilerle arasındaki farka, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin gelişmesine, bunalımlara, sonuçlarına geçiyorum... Sonunda, Komünistlerin Parti siyasetine.’ diye yazıyor.”
Lenin’in bu bilgiden mutluluk içinde çıkardığı sonuç şudur:
“Engels’in bütün dünyayı dolaşmış olan ve bugün de bütün temel noktalarıyla doğru ve sanki dün yazılmışçasına gerçek ve güncel olan bir yapıtının ilk taslağı üzerine yazdığı bu tarihsel mektup, Marks ve Engels’in adlarının, modern sosyalizmin kurucusu olarak yan yana geçmesinin ne kadar haklı olduğunu açıkça kanıtlar.” (Vurgular bizim)
Sonuca gelmiş bulunuyoruz: 200. doğum yılını kutlamakta olduğumuz büyük insan, Friedrich Engels, Marksizm olarak tanımlanan dünya görüşünün Marx’la ayrılmaz biçimde iki kurucusundan biridir. Özellikle de Marx’ın ölümünün ardından çok büyük bir alçak gönüllülükle kendi rolünü ve katkısını olduğundan az göstermeye çalışması onun sağlam ve erdemli karakterinin bir göstergesidir.
Marksist dünya görüşü denilince ilk elden akla Komünist Manifesto ve Marx’ın büyük eseri Kapital gelmektedir. Engels’in ilkine katkısını Lenin’in tanıklığı üzerinden gördük. (Marx’ın Manifesto’yu kaleme alırken Engels’in Komünizmin İlkeleri başlıklı metninden gereğince yararlandığını ayrıca biliyoruz). Ama tarih içinde Engels’in adı Kapital’le de sıkı sıkıya bağlıdır. Kapital Marx’ın en verimli yıllarını adadığı dev eseridir kuşkusuz. Ama eğer Engels olmasaydı, biz onun düzenlenmiş ve bitmiş yalnızca ilk cildine sahip olabilecektik. Engels Marx’ın eserini başta işçi sınıfı olmak üzere tüm insanlığa kazandırmak için yıllarını vermiştir ve bu uğurda kendi çalışmalarını seve seve bir yana bırakmıştır.
Bu tutum bize alçak gönüllüğünün yanı sıra Engels’in bir başka büyük erdemini, dava için her türlü fedakarlığa hazır olmak özelliğini veriyor. Bu da kişi ya da kişilere değil, fakat davaya ve tarihe karşı sorumluluğun bir yansımasıdır Engels’te. Kendi temel önemde çalışmalarını bir yana bırakarak Marx’ın eserini tamamlamak, Marx için değil fakat proletaryanın kurtuluş davası için yapılmış bir fedakarlıktır. Dünya işçi sınıfı hareketinin önceliği örneğin Doğanın Diyalektiği konulu ve isimli bir bilimsel felsefi eser değil, ama kapitalist toplumun yapısını, işleyiş yasalarını ve onulmaz çelişkilerini ortaya koyan Kapital’di. İkinci ve Üçüncü ciltleri yayına hazırlanmamış olsaydı, Kapital yarım ve eksik, dolayısıyla işlevini gereğince yerine getiremeyen bir eser olarak kalacaktı. Bugün kapitalist ekonominin yapısal bunalımlarının işleyiş mantığını açık seçik kavrayabiliyorsak eğer, bunu Engels’in Kapital’in Üçüncü Cildini yayınlanabilir hale getirmesine borçluyuz.
Bu konuda Lenin’in tanıklığı yeterince açık ve güçlüdür. Lenin, Engels’in ölümü üzerine kaleme aldığı makalesinde, Kapital’in son iki cildinin iki insanın, Marx ve Engels’in ortak yapıtı olduğunun altını çizmektedir:
“Avusturyalı sosyal-demokrat Adler, haklı olarak, Kapital’in ikinci ve üçüncü cildini yayınlamakla Engels’in, dostu olan bir dehaya yüce bir anıt, farkında olmadan, üzerine silinmez bir biçimde kendi adını kazıdığı bir anıt diktiğini belirtmiştir. Gerçekten de Kapital’in bu iki cildi, iki insanın yapıtıdır: Marx ve Engels’in. Eski hikayeler, dostluğun çeşitli dokunaklı örnekleriyle doludur. Avrupa proletaryası diyebilir ki, onun bilimi, aralarında, insan dostluğu konusunda en dokunaklı eski hikayelerin de ötesine geçen bir ilişki bulunan iki bilim adamı ve savaşı tarafından yaratılmıştır...”
Engels’in son derece güçlü devrimci karakteri konusunda dikkate değer bir örnek daha vermek istiyoruz. Bugün herkesin Engels’in eseri olduğunu bildiği Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, 1913’te Marks-Engels mektuplaşmaları yayınlanana kadar Marx’a ait biliniyordu. Engels Marx’ın kızları da dahil kimseye bu konuda bir açıklamada bulunma ihtiyacı duymamıştı. O gerçekte Marx’ın eseriyle kendisininkinin birbirinden ayrılamayacağını, şu veya bu eserin kimin imzasını taşıdığının hiçbir önemi olmadığını herkesten çok daha iyi biliyordu.
Marx’ın ölümünün ardından yalnızca dünya görüşünü geliştirmek ve zenginleştirmek değil, gitgide güç kazanan uluslararası işçi hareketine neredeyse günü güne yol göstermek ve yardım etmek de Engels’in omuzlarına kaldı. Engels bunun hakkını fazlasıyla verdi. Ama Komün sonrasının bu barışçı gelişme döneminde hareket büyüdükçe ideolojik bozulma emareleri de çoğalmaya başladı. Oportünizm sessiz ve derinden mayalansa da, Engels onu başını kaldırdığı her durumda ideolojik olarak ezmeye çalıştı. Marx’ın ölümünden hemen önce, “Zürich üçlüsü”nü hedef alan ünlü Genelge Mektupla başlayan bu çaba, Erfurt Programı hazırlıkları ve tartışmaları sırasında özellikle önem kazandı. Engels tüm engellemelere rağmen, Marx’ın onbeş yıldır çekmecelerde gizlenen Gotha Programı Taslağının Eleştirisi’ni yayınlayarak, daha o sıralar iyiden iyiye güç kazanan oportünizme önemli bir darbe vurdu. Fransa’da ve Almanya’da Köylü Sorunu çalışması bu doğrultudaki son çabalarından biriydi ve dolaysız olarak her iki partideki oportünist eğilimleri hedef alıyordu.
Büyüyen oportünizm gerçeği karşısında her vesileyle devrimci dünya görüşünün temel ilke ve esasları üzerinden uyarıcı ve eğitici olmaya çalışan Engels, örneğin sonraki dönemin ünlü oportünistlerinden İtalyan Turati’ye ölümünden kısa bir süre önce (1894) şunları yazıyordu:
“1848’den bu yana sosyalistlere en büyük başarıyı sağlayan taktikler, Komünist Manifesto’da ortaya konanlardır:
"İsçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, [komünistler] her zaman ve her yerde, bir bütün olarak hareketin çıkarlarını temsil ederler. ... Komünistler işçi sınıfının acil hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar; ama şimdiki hareket içerisinde, bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler.”
“Dolayısıyla, iki sınıf arasındaki savaşımın her evresine aktif biçimde katılırlar; bunu yaparken, bu evrelerin ilk büyük amaca giden yalnızca çok sayıdaki aşamalar olduğu olgusunu hiçbir zaman gözden kaçırmazlar; ilk büyük hedef de, toplumu yeniden örgütlemenin aracı olarak siyasal iktidarın fethedilmesidir. Onların yeri, işçi sınıfının çıkarına doğrudan sonuçlara ulaşmak için savaşım verenlerin saflarıdır. Tüm bu siyasal ve toplumsal başarıları kabul ederler ama yalnızca alacağın taksidi olarak. ... Büyük amacı hiçbir zaman gözden kaçırmayan bu taktikler, ileri yürüyüşlerinin bir aşamasını sonal amaç̧ sanan -saf cumhuriyetçiler olsun, duygusal sosyalistler olsun- öteki, daha az açıkgörüşlü partileri bekleyen kaçınılmaz düş kırıklıklarından sosyalistleri korur...”
Komünist Manifesto’nun devrimci bakış açısını ve taktik ilkelerini, onu izleyen elli yıla yaklaşan deneyimi de tanık göstererek, Turati gibilerine bu denli ayrıntılı biçimde hatırlatmak ihtiyacı belli ki boşuna değildir. Engels muhakkak ki II. Enternasyonal partilerinin yapısal zaaflarının çok iyi biçimde farkındaydı. Bunun en açık belirtilerini de Alman ve Fransız partilerinde görüyordu. Fakat her şeye rağmen iyimserdi, tarih bu iyimserliği haklı çıkarmasa da.
Marksist dünya görüşünün oluşumu ve gelişimine katkılarına ilk çalışmalarının yanı sıra Manifesto ve Kapital üzerinden işaret ettiğimiz Engels’in en temel eserlerinin daha sözünü bile etmiş değiliz. Doğanın Diyalektiği, Anti-Dühring, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Konut Sorunu vb., tüm bu eserler Marksizm en temel klasikleri arasındadır. (Lenin’in Anti-Dühring’i bir sosyalizm ansiklopedisi olarak nitelemesini ve Devletin Kökeni’nden en büyük övgülerle söz etmesini hatırlayalım).
İki yıl önce Marx’ın doğumunun 200. Yılıydı. Bunu vesile ederek kapitalizm çağının devrimci dünya görüşü olarak Marksizm’in doğumunu hazırlayan tarihsel, toplumsal ve düşünsel koşullar ve kaynaklar üzerinde durmuştuk. Bu çerçevede Marx üzerine söylenen her şey eşit ölçüde Engels için de geçerlidir.
Doğumunun 200. Yılı gibi anlamlı bir vesileyle Engels’in yaşamı ve eserleri üzerinde durmaya devam edeceğiz.