Logo
< Habip'in Öyküsü

"Asla affetmeyeceğim"


"Asla affetmeyeceğim"

Ümit Altıntaş, Ankara Merkez Cezaevi’nde “operasyon”da öldürülen on tutukludan biriydi. Melek Altıntaş eşinin ölümüyle hukukun bir kez daha çiğnenişine tanık oldu. Ümit yaşasa belki ceza alacaktı ama.. romanını yazıp kahkahasını atacaktı...

Genç bir ölümün önünde, bütün gençliğiyle dikiliyor. Zamansız.

Oysa konuşulacak çok şey vardı daha.

Gidilecek çok yol...

Daha ilk adımdaydılar, korkusuz, çıplak ve duru...

Yükleri ağırdı: Eskitilmiş, kirletilmiş bir dünya.

Düşleri herkes içindi: Eşitlik, özgürlük ve yaşanılabilir bir dünya...

O gece, 25 Eylül’de, gecenin üçünde ateş açıldı hesapsız düşlerine...

O sabah, yani birkaç saat sonra Melek Altıntaş televizyondan öğrendi. Güvenlik güçleri Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde “operasyon” başlatmış, silah kullanılmış, çok sayıda tutuklu ve hükümlü yaralanmıştı. Yola çıktı:

“Mola yerine vardığımızda Habip’in öldüğünü duydum. Başka ölüler de oldugu söyleniyordu. Eşimin, Ümit’in de aralarında olduğunu düşündüm...”

Akşama doğru Ankara’ya vardıgında önce yaralılar listesine baktı, Ümit’in adı yoktu. Ölülerin listesi uzatıldı eline: “Habip Gül, Aziz Dönmez, Ahmet Savran, İsmet Kavaklıoglu, Abuzer Çat, Zafer Kırbıyık, Mahir Emsalsiz, Önder Gençaslan, Halil Türker, Ümit Altıntaş.”

Doğum yeri Erzurum yazıyordu nüfus cüzdanında Ümit Altıntaş’ın, yıl 1972. Babası astsubay Ercan, annesi ise emekli hemşire Makbule Altıntaş’tı. Her tayinde başka bir okulu okudu, liseyi Gaziantep’te... İlk çocuktu, on üç yıl sonra bir kardeşi olacak ama ilkliğin sevdası peşini bırakmayacaktı. İlkokuldaydı, kendisine alınacak bisiklete “hayır” dedi. O, ansiklopedi istiyordu. Her sayfanın okunduğuna annesi tanıktı.

Üniversite sınavlarına girip de Yıldız Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği’ni kazandığında tarihler 1990’ı gösteriyordu. Daha lise yıllarında sol görüşü benimsemiş, üniversitede de öğrenci hareketi içinde yer almıştı. Oysa babasıyla birlikte bütün ailesi, amcaları, dayısı asker kökenliydi. Asker olmayanlar ise ya işletme sahibi, ya bir işletmede genel müdürdü. Babası ailenin bu ilk solcusunun görüşlerine katılmasa da sessiz kalmayı yeğledi. Annesi içinse düşünceleri ne olursa olsun mükemmel bir oğuldu. “Ümit” diyordu “asla yalan söylemez, insanlara değer verir, sevecendir...”

Birkaç yıl sonra okulu bıraktı Ümit Altıntaş, ailesinin karşısına çıkıp “Amacım” dedi “özgür ve eşit bir dünya kurabilmek. Bunun için ne yapmam gerekiyorsa, onu yapacağım.”

Kendisine bir de ömür biçmişti, yirmi yedi yıl. Türkiye’de sol görüşü savunanların yaşadığı baskıları, karşılaştıkları şiddeti göz önüne alıp hesaba oturmuş, bu rakamı bulmuştu:

“Tam da hesapladığı gibi oldu, yirmi yedisini doldurmasına birkaç ay kala vurularak öldü...”

Melek Altıntaş dört yaş küçüktü Ümit’ten. Tekirdağ’da doğmuştu, babası öğretmen, annesi ev kadınıydı. Üç kardeşin en küçüğüydü. En büyükleri tekstilci, ortanca avukattı. Liseyi Bursa’da okudu, 1993’te İstanbul Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nü kazanıp İstanbul’a geldi:

“Ümit’le öğrenci gençlik mücadelesi içinde tanıştık.”

Bu tanışıklık kısa sürede dostluğa dönüşmüştü. Üçüncü sınıfta Melek de okulu bırakıp çalışmaya başladı. Son işi otomobil parçaları üreten bir fabrikadaydı:

“Ne acıdır ki iş yerine, işten atılma kaygısıyla eşimin bir trafik kazasında öldügünü söyledim.”

1997’nin sonlarıydı. Ümit Ümraniye Cezaevi’ndeydi. Bu ikinci kez cezaevine girişiydi, daha önce birkaç ay Bayrampaşa’da kalmış, salıverilmişti. Şubat 1998’deki görüşlerden birinde Melek’e bir şiir iletti:

“.......
Bana kızabilirsin
ateş ederken hedefi görmeden
basmamalıyım tetiğe
-yine de seni ben vurmadım-
Ama bana kızamazsın
Ben suçlu değilim
Dostluğumuzu böyle tehlikeye atıyorum diye
elimde dostluk kabı
ve ona sığmayacak bir el ele yürüme isteği var
o zaman isteğimi sen de ellerinle taşımalısın
başka nasıl evlenme teklif edebilirim ki sana
Bana kızamazsın
Benim suçum yok
Kendine kız
Fark etmeliydin önceden
ve izin vermemeliydin (ciddi değilim)......”


Melek şaşırdı:
“Sıcak bir dostluğumuz, kendimize bile ifade etmediğimiz özel bir yakınlığımız olsa da beklemiyordum. Sonra ‘niye evlilik’ diye konuşmaya başladık. Evlilik gibi özel bir tarza ihtiyacımız yoktu. Ancak cezaevinde sadece evli olanlar açık görüş yapabiliyordu. ‘Değer mi’ diye sorduk birbirimize. Sonunda değdiğine karar verdik...”

Birbirlerini yeterince tanıdıklarını, beklemeye gerek olmadığını düşündüler. Kararlaştırılan evlilik tarihinden kısa bir süre önce Ümit Altıntaş salıverildi. 23 Mayıs 1998’de Üsküdar Evlendirme Dairesi’nde kıyıldı nikahları, dostları ve ailelerin katıldıgı bir törenle. Ümraniye’de Ümit’in ailesinin armağanı bir eve yerleşildi. Yedi ay aynı anahtarla açtılar kapıyı. Bir kez yüksek çıkmadı birbirlerine sesleri.

“Ben çalışıyordum, bir kez bile yemek yaptığımı hatırlamıyorum. Ne yapıp ediyor, Ümit bu işi hallediyordu...”

O yılın sonunda bu kez Ankara’da bir operasyonda gözaltına alındı Ümit, bir hafta sonra da tutuklandı. İlk görüş 1999 yılbaşısındaydı. İki kadın, Melek ve Makbule Altıntaş camın arkasından süzdüler Ümit’i:

“Ümit ‘anne bizi biraz yalnız bırak’ diyor ama annesi birkaç dakika sonra geri dönüyordu. Pek bir şey konuşamasalar da annesi onu seyretmeye doyamıyordu. Sonunda bir dahaki görüşlere ayrı ayrı gitmeye karar verdik...”

Daha ilk günlerde koğuşun darlığı sorun olmuştu. Bir yatakta dönüşümlü olarak iki ya da üç kişi yatıyordu:

“Ümit, Ümraniye cezaeviyle karşılaştırıp, ‘oranın on beş kişilik koğuşu büyüklügünde bir koğuşta yüz kişiden fazlayız... diyordu”

Cezaevi yönetiminden ikinci bir koğuş istenmiş ancak yönetim yanaşmamıştı:

“Hücre tipi cezaevlerini açmakta kararlıydılar. Bu cezaevlerine sevke zorlamak için de ikinci bir koğuş vermediler. Sonunda 2 Eylül’de, duvarını delerek az sayıda adli tutuklunun kaldığı yedinci koğuşa geçtiler. Hayır, söylenenler doğru değil, adlilerin haklarını gasp etmediler. Onlarla dayanışma içindeydiler. Üzerlerindeki baskıyı kaldırma uğraşında siyasiler onları destekliyordu.”

Adli tutukluların bir bölümü başka koğuşlara geçmiş, yatak sorunu çözülmüştü ama bu kez cezaevi yönetimi görüşü yasakladı:

“Yönetim, 7. koguşu boşaltın, duvarı örün biz bir ay sonra size yeni koğuş açalım dedi ama bu inandırıcı değildi. Aylardır yinelenen koğuş isteğini yerine getirmeyenlerin oyalama taktiğiydi. Kabul etmediler.”

Görüş yasaıyla birlikte aileler cezaevinin karşısındaki parka yerleştiler. Olası olaylara karşı çığlıklarını duyurmaya çalışıyor bir an önce anlaşmanın sağlanmasını istiyorlardı. Makbule Altıntaş da oradaydı:

“Güvenlik güçleri ailelerin gece-gündüz parkta kalmasına ses çıkarmıyordu. Avukatlar şaşkın ‘böyle birşey ilk kez oluyor, bunun altından iyi şeyler çıkmayacak’ diyorlardı.”

25 Eylül akşamı aileler parktan çıkarıldı, direnenler gözaltına alındı. Ve o gece Ulucanlar diye bilinen Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ölüm koktu:

“Bu bir operasyon değil katliamdı. İsteseler ellerindeki olanakları kullanıp etkisiz hale getirip, öldürmezlerdi. Kısmen de gaz bombası, sis bombası ve köpüklü su kullandılar ama...”

Avukatların alınmadığı ön otopsi raporu açıklanmış, av tüfegi dahil silahların kullanıldıgı, darp izlerinin cesetleri tanınmaz hale getirdiği saptanmıştı. Şimdi teşhis zamanıydı:

“Ben girdim teşhise. Hem bir kez daha görmek hem de otopsi raporunda gizlenenler varsa saptamak istiyordum. Femur bölgesinde ölüme yol açtıgı iddia edilen kurşun yarası dışında iki bacağında da diz altında üç kurşun izi vardı. Sol kasıgının derisini kırık bir kemik zorluyordu. Baş bölgesi tanınmayacak haldeydi, darpla oluşan morluklarla kaplanmıştı... Ümit’in dördüncü koğuştan beşinci koğuşa geçerken vurulduğu söylendi. Kurşun ana damara geldiği ve kısa sürede öldüğü de belirtildigine göre, bu darp izleri ölümünden sonra dövüldüğünü gösteriyor...”

Ümit Altıntaş’ın cenazesi her kent sınırında değişen önde eskort arkada polis ekipleriyle İstanbul’a ulaştığında gece yarısıydı:
“Karacaahmet’te mezarını hazırlamıştık. Ertesi gün bir törenle toprağa verecektik ama enğellediler. Anne ve babasını ertesi gün çıkabilecek olaylarda başkalarının da öleceğini, bundan sorumlu olacaklarını söyleyerek ikna ettiler. Gece yarısı gömmek zorunda kaldık.”

Ertesi gün bir anma toplantısı düzenlenecek ancak polis yine izin vermeyecek, çok sayıda kişi dövülecek ve gözaltına alınacaktı...

“Asla affetmeyeceğim onları” diyor Melek Altıntaş acının beslediği öfkesiyle. Sorumluların yargılanacağına da inanmıyor, “Kim” diyor “Kimi yargılayacak ki...”

“Rüyalarımda sıklıkla Ümit’in öldüğünü görür, ağlayarak uyanırdım. Çünkü onu çok seviyordum. Onu kaybetmek hayatımdaki herşeyi kaybetmek anlamına geliyordu benim için. Hayat bundan sonra tabii ki çok daha zor. Cezaevinde olduğu süre içinde de ayrıydık ama görüşüyor, bir şeyleri paylaşıyorduk. Konuşmak, sesini duymak yetiyordu. Şimdi hiç biri yok...” Yaşasa şiirlerin ve öykülerin yanı sıra roman yazmayı deneyecekti Ümit Altıntaş. Bir Metalica kaseti koyup walkman’ine, -Şu solcu müzik denilenleri bir türlü sevememişti, hele de sözlerini- Melek’e umudu ve düşlerini yazacaktı. Kahkahası koguşun sınırını aşacaktı -Evdeyken iki kat alttaki komşuları ikisinin kahkahasının dedikodusunu yapmışlardı bol bol, üstelik de lakabı Korkunç Gülüşlü Arkadaş’tı.

Oysa şimdi Karacaahmet Mezarlığı dördüncü pafta, iki bin dokuz yüz doksan yedi numaralı mezarda yatıyor. Başucuna dikili tahtadaki yazı onu anlatıyor:

"Geceyle Batmayan Güneş"



Cumhuriyet Dergi, sayı: 708, 17 Ekim '99
Kızıl Bayrak, sayı: 78, 21 Ekim '99





Üste