Logo

İsrail, Türkiye ve Kürtler... - Ümit Altıntaş


İsrail, Türkiye ve Kürtler...

Ümit Altıntaş

- 1-

Son dönemdeki üç sembolik gelişme, Ortadoğu’nun orta vadeli gelişim yönünü göstermesi açısından önemlidir. Bunlardan birincisi; İsrail’de genel seçimlerin yapılması ve B. Netenyahu’nun yerine E. Barak’ın başbakan olması. Bu, İsrail’in barış politikalarının hızlanacağını gösteriyor. İkincisi; Türkiye’de seçimlerin yapılması ve DSP-MHP-ANAP hükümetinin kurulmuş olması. Bu, Türkiye’nin savaş politikacılığı tercihine son derece uyumlu bir hükümet modeli oluyor. Üçüncüsü ise; A. Öcalan’ın ve PKK’nin kendi seçimlerini yapmış olmalarıdır.

Kuşkusuz bu son olay pek sembolik sayılamaz. Yapılan son seçim, Kürt halkının yürüttüğü haklı bir savaşa son verme niyetini aşıyor. Kürt halkını gelecekte Türkiye burjuvazisinin haksız savaşlarına piyon olarak sürme eğilimini de içeriyor. Bu son açıklamaları sembolik kılan tek şey, 7 yıldır içine girilmiş olan “siyasal çözüm” eğik düzleminin artık sonuna gelinmiş olmasıdır.

Şimdi gizlenemez hale gelen bu tablo karşısında seçimini yapma sırası Kürt emekçi halk kitlelerine gelmiştir. 7 yıl önce “Kürt hareketi yol ayrımında” demiştik. Şimdi ise, “Kürt halkı yol ayrımında” diyoruz. Ya Türk işçi ve emekçileriyle işçilerin birliği, halkların kardeşliği temelinde birleşmeye dayalı, ulusal özgürlük ve sosyalizm için savaşan devrimci bir çizgi seçilecektir. Ya da yarın sonu Türk sömürgeciliği için kurşun asker olmaya varacak oportünist-pragmatist uzlaşma çizgisi...

Orta yol kalmamıştır!

Ortadoğu: Bir çelişkiler yumağı

Ortadoğu bir çelişkiler yumağıdır. Ama bu onun çok dinli, çok mezhepli, çok milliyetli yapısından çok, emperyalizmin bu farklılıkları kışkırtarak sürekli gerici çatışmalar üretmesinin bir sonucudur. “Böl ve yönet” politikaları, bazen 21 yaşındaki bir İngiliz askeri mühendisinin harita üzerinde cetvelle çizerek bir ülke (Kuveyt) yaratması kadar yapay barışlar; bazen de, doğal farklılıklara toplumsal-kültürel zenginlikler olarak bakılabilecekken, bunlar kullanılarak onbinlerce insanın yaşamına malolan gerici yapay savaşlar yaratıyor. Ortadoğu tablosu, hem emperyalizmin halklara terör estirmeleri ve gerici çatışmaları, hem de bunlara karşı öfkenin devrim ve sosyalizm bayrağı altında toplanma olanağıyla, geleceğin Ortadoğu Sosyalist Federasyonu potansiyeli taşıyor. Dikkat edilirse, bugün Kürt halkına dayatılan seçim de aslında tüm Ortadoğu halklarına dayatılan seçimin bir parçasıdır.

Bu yüzden biz değerlendirmelerimizi üç ana eksen ve bölüm üzerinden yapacağız.

Birincisi, neredeyse tüm Arap ve İslam dünyasının karşı kutbu olan İsrail üzerine olacak.

İkincisi, Türkiye burjuvazisinin ve sermaye iktidarının bu süreçteki yerine ilişkin olacak.

Bu iki ülke resmen askeri (fiilen ise ekonomik-politik) bir blok olarak birleştikleri ölçüde, ABD emperyalizminin bölge politikalarının yerleşik unsurları oluyorlar. Değerlendirmelerimiz bu noktada burjuva analist-stratejistlerinin tek tek ulus-devlet ölçeğine takılmayacak. Asıl özne olan ABD emperyalizminin Ortadoğu yönelimine, dahası emperyalizm çağında ulusal sorunun çözülebilme sınırlarına, deneyimlerine, ve nihayet, bu tarihsel deneyimlerin soyutlanması ile teori alanına yönelecektir.

Üçüncü eksen, Türkiye-ABD-İsrail Bloku'nun gizli "potansiyel" (1) adayı olarak görülen Kürt bileşenleri ve Kürdistan ölçeği olacaktır.

Her ulus-devletin tamamen “bağımsız”, kendisi için mücadele ettiğini düşünmek ne kadar yanlış ise, herşeyi emperyalizmin planlarının ürünü sayarak “devrimci” tespitler yaptığını sanmanın da sağlam bir devrimci duruşa uzak olduğunu önden belirtmeliyiz. Pratik alandan doğan devrimciliklerin zor sorunlar ve koşullar karşısında kolayca reformistleşmeleri, veya sistemin gücü altında ideolojik olarak ezilip sektler olarak hayatın dışında kalmaları, şaşırtıcı olmayan güncel deneyimlerdir.

Sınıf devrimcileri, dogma ve şablonlardan değil, hayatın gerçekleri üzerinden devrimci bir program ve sosyalist ideolojinin çözümleme gücüne dayalı olarak bu tablodan farklılaşıp, zor dönemin devrimcileri olduklarını göstermişlerdir.

Bunun devrimci politik-pratik sorumluluğu ve zorlu görevi artık partinin omuzlarındadır.

İsrail: "En büyük felaket"in 51. yılı

İsrail pek çok açıdan sıradışı bir ülkedir. Siyonizm, bütün diğer sömürgeleştirme siyasetlerinden farklı olarak, 1948’den beri Filistin halkını işgal ettiği bölgenin dışına sürdü. Görünürde, sömürgeleştirilen ve fethedilen, halksız ya da halksızlaştırılmış bir topraktı. Bugün bile yüzbinlerce Filistinli işçi hergün sabah İsrail topraklarına girer, fabrikada çalışır, akşam Gazze’ye, Batı Şeria’ya, Filistin topraklarına döner.

Hem zengin bir devlet olmasına, hem siyonist ırkçılığına, hem de düşük nüfus öğesinin yarattığı nesnel güvenlik sorunlarına rağmen, İsrail’in bile kendi işçi ve emekçilerini kayırmasının belli sınırları vardır. Bu noktada petrol zengini Arap-Körfez şeyhliklerinin yabancı işçi çalıştırmalarına benzer bir durum yoktur. İsrail sınıflara bölünmüş, sefalet ve sömürünün yaşandığı klasik bir kapitalist toplumdur. Düşük nüfusun getirdiği güvenlik kaygıları yer yer çalışanlara ayrıcalıklar olarak yansısa da, bunun sınırları bellidir ve İsrail’de sınıf hareketi, politikleşme düzeyinin geriliğine rağmen, dinamik eğilimler barındırmaktadır.

İsrail iki ulusal sorunu birarada yaşamaktadır. Birincisi, tüm dünyanın gözleri önünde olan Filistin sorunudur ve gerçek kapsamını bir ulus-devlet biçiminden yoksunlukta göstermektedir. İkincisi ise, bu sorunun gölgesinde kalan İsrail ulusal sorunudur. Bu sadece “başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” ifadesiyle dile getirilen marksist tespitin sonucu değildir. İsrail toplumu, Filistin ve Arap uluslarına karşı varoluşunu siyonist ırkçılık seçeneğinde gördüğü ölçüde, ulusal bir dejenarasyona da uğramaktadır. İsrail’de, ırkçılık ve devlet terörü (işkence de dahil) yasallaşmıştır ve örgütlü kullanımında dünyada ancak bir-iki benzeri ülke vardır. En sınırlı barış görüşmeleri bile, bu toplumdaki en gerici dinci ve en faşist partiler bloğunu güçlendirmektedir. Bilim ve teknoloji alanında dünyanın sayılı ülkelerinden biri olan bu ülkede ortaçağ değerlerini canlandırabilmektedir. Bu tür bir tablo, herşey bir yana, toplumun psikolojik dengelerini dahi dejenere etmektedir.

Toplum yapısına içselleştirilmiş olan siyonist ırkçı anlayış, bu tablo içinde “farklı” olan her kesime karşı da, daha az ya da fazla, İsrailoğlu-Yahudi olmak üzerinden bir iç ırkçı hiyerarşi anlayışı da doğurmaktadır. Bunun acısını ise doğal olarak en çok İsrail işçi sınıfı çekmektedir. İsrail toplumu güncel olayların basıncıyla, örneğin intihar saldırılarına rağmen, İslam ve Arap düşmanlığının temelinde dahi birleşememişse, “kaygı ve tasalarında” ayrışabiliyorsa, bu “saf” bir İsrail toplumunun sınırlarına da iyi bir göstergedir.

Bu giriş mahiyetindeki tanımlamaların sonucu ikilidir. Bir; İsrail, Filistin sorunu ile boğuşan modern-kapitalist bir ülkedir. İki; sadece İsrailoğulları-Yahudileri değil, fakat hangi toplumu bu kadar intihar saldırılarına mazur bırakır, bunun yarattığı yanılsamalarla yasal ve kontra bir devlet terörünü sınırsızlaştırır ve ırkçılığı bu denli kullanırsanız, kendi özgünlükleri içinde az-çok aynı sonuçlarla karşılaşırsınız. Dolayısıyla İsrail toplumu-devleti, Türkiye’nin önümüzdeki sürecinin varabileceği noktaları şimdiden yaşamaktadır.

Dahası iki ülke arasındaki karşılaştırmalı bir değerlendirme, iki ülkenin benzer orta vadeli politik yönelimlerinin, bu arada Blok’un ortaklığının ötesinde, ulusal sorunlarla ilgili ortak tabloların ürünüdür. Filistin ve Kürdistan tarihsel planda, klasik sömürgeciliğin çöküşü sonrasında, bir ulus-devlet çözümüne ulaşmamış bir-iki istisna örnek olma benzerliğini taşımaktadır. Ulusal soruna ilişkin çözüm farklılıkları, yönetici ekipler olarak şahinlerin ya da güvercinlerin etkinlikte olmalarından, seçimlerde sert ya da ılımlı aday-partilerin kazanmasından öte ve önce, bu çözüm politikalarını uygulayabilecek burjuvazilerinin ekonomik gelişkinliğine ve politik yönetim geleneği-kapasitesinin gücüne bağlıdır. Burada daha belirleyici olanın ekonomik faktör olduğunu da belirtmeliyiz.

Bu yüzden emperyalizm, “yeni dünya düzeni” içinde, diktatörlüklerin karşısına “düşük yoğunluklu demokrasi”leri, ulusal baskıların karşısına “düşük yoğunluklu bağımsızlık”ları, yani kukla devletçikleri çıkartması sürecini yönlendiriyor olsa da, bu her yerde kendi özgünlüğünde hayat bulmaktadır. Bazen emperyalizme bağımlı ülkenin kendi özerk çıkarları için diretmesinden; bazen bu tür bir reform çözümüne gerek duymayarak terörle sorunu geciktirmesinden; bazen de bunun o ülkenin burjuva iktidarının zayıflığı ya da devrimci potansiyelin büyüklüğünden ötürü emperyalizmin bile bunu son bir seçenek olarak saklıyor olmasından dolayı, her bir ülkeye özgü belirli farklılıklar doğmaktadır.

Bugün İsrail ile Türkiye arasında ulusal soruna çözüm yolunda farklılaşmaların nereden doğduğunu görmek önemlidir. Filistin intifadası, açık ki, Kürt serhıldanı ve gerilla savaşından daha büyük bir mücadele gücü ortaya koymadı. Türkiye’nin terörle ve ırkçılıkla son yirmi yıldır yaşadığı uzmanlaşma ne olursa olsun, açık ki, İsrail’in hala gerisindedir. Ama daha terörist, daha ırkçı İsrail, üstelik çok da mecbur kalmamış olmasına rağmen, FKÖ ile pazarlık sürecine girerken; Türkiye buna daha uzak ve tereddütlü yaklaşabiliyor. Aynı sürecin İsrail için, Filistin devrimci dinamiğini ehlileştirmek, ekonomik-politik etkisini yaymak gibi sonuçlar da yarattığı düşünülürse, farklılığın önemi daha anlaşılır olacaktır. Türkiye burjuvazisinin emperyalist telkinlere karşı tereddütü, kendi “ulusal çıkarları”nı koruma kaygısından önce ve öteye, bu tür bir süreci kendi lehinde sürdürecek bir ekonomik-politik gelişkinlik seviyesinde olduğu konusundaki bir özgüven yoksunluğundan (gerçekçi bir değerlendirmedir bu) doğan bir tereddüttür. (2) Buna rağmen emperyalizmin bölge politikasının gerekleri, tereddütlü Türkiye’yi bu sürece kendi beklediğinden daha erken bir şekilde sokmuştur.

İsrail’in kuruluşunu Araplar “en büyük felaket” olarak tanımlarlar. Kuruluşunun 51. yılında olan İsrail’in yeni yönelimi Arapları sadece katletmeye değil, uşaklaştırmaya ve sömürgeleştirmeye dönüktür. Terör sömürüyle birleşecektir. O zaman görülecektir ki, felaketin büyüğü sınıfsal olandır.

İsrail detantı/İsrail ost-politiği

Bugünlerde ‘70’lerin detant (yumuşama) ve ost-politik (doğu politikası) gibi terimleri çok fazla hatırlanmıyor. Bunlar iki süper devlet ile başta Almanya olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin barış dönemi kavramlarıydı. Şimdilerde bir barış dönemi olmasına rağmen, kimse onları hatırlamak istemiyor. Zira bunların, farklı politik tercihleri olanların barış içinde bir arada yaşamasını değil, ilk fırsatta soğuk ya da sıcak savaşlarını, dahası barış içinde karşı gücü sömürgeleştirmeyi hedeflediği, bugün daha rahat görülüyor.

Detant sonrası ABD, durgunluk içindeki Sovyet ekonomisini silahlanmaya zorlayarak, yeni bir soğuk savaş dönemi açarak, onu ekonomik-politik bir çöküntüye sürüklemeye çalıştı. Bu kuşkusuz yıkılışın temel ve tek nedeni değil, ama önemli ve son bir adımıydı. Bugün ABD Rusya’nın ulusal onuruyla alay ediyor, onu sefalete ve yıkıma sürüklüyor. Ost-politiğin bugün vardığı yer ise; Almanya’nın birkaç kuruş krediyle tüm Doğu Avrupa ülkelerini borç sarmalına bağlaması, Doğu Almanya’yı işgal edip onu işsizlikle ve sosyal yıkımla tanıştırması, Bulgaristan Merkez Bankası’na, Rusya’nın özelleştirilen şirketlerine el koyarak onları sömürmesi ve sömürgeleştirmesidir. Dikkat edilirse, güçlü bir silahlanma ve soğuk savaş dönemi sonrasına gelen bu evrede, emperyalistler ticaret, mali-ekonomik imkan, kredi ve borçlar yoluyla bu ülkeleri yağmalıyor ve giderek bağımlı yeni sömürge ülkeler haline getiriyorlar.

Silahlanma döneminin önemi, iki ayrı sonuca yol açmasındandır. Çağımızda bilim ve teknolojinin yığıldığı bir alan olarak silah sanayi, belli bir mali kapasite ve teknolojik altyapıyla birleştiğinde, hem en pahalı ihracat kalemini oluşturarak muazzam bir kâr getiriyor, hem de diğer sanayi dallarını besleyip geliştiren bir rol oynayabiliyor. Yanmaz tava gibi yaygın tüketime dönük bir ürün, casus uyduların dış kasa korumaları tasarım üretimlerinin bir yan ürünü olabiliyor. Buna karşın, ihracatçı bir konum da yaratan bir silah sanayiine sahip olmaksızın, silahlanma çabaları, güçlü mali imkan ve dış kredi olanaklarına rağmen orta vadede kendini yenileyebilir olmaktan uzaktır. Ve mali ekonomik bir çöküşü, ya da artan bağımlılık ilişkilerini ve ülke kaynaklarının dışarıya transferini getirir. (3)

Bu durumdaki ülkeler, ölü yatırım olan silah sanayiini kâra geçirmek için savaş politikacılığına, maceracılığa girişebilir. Borçlanarak alınan silahlar ve burjuvazi için hiçbir değeri olmayan işçi ve emekçiler savaşa sürülür ve açıklar savaş ganimetiyle kapatılmaya çalışılır. Savaşı karşı tarafın kazanması ihtimali ve savaş tazminatı ödeme riski bir yana, bu politikayı maceracı kılan esas olgu, borçlanmanın erken bir evresinde hızlı savaş fırsatı aramaya dönük “verimlilik” hesaplarıdır. Böylece hesapta kalmayacak, hemen her savaş fırsatı borçları ödeme şansı olarak görülecektir. Bu ise, maceracılığın savaş politikacılığını da aşıp savaş kumarbazlığına dönüşmesidir.

İsrail ile Türkiye kıyaslandığında, iki ülkenin bu konuda iki ayrı yerde bulundukları görülür. İsrail detantı zayıf bir silah savaş sanayiinin sonucu değildir. Tıpkı ‘70’lerin ve ‘80’lerin ABD’sinin hem bu alanda daha ileri olması, hem de barış politikacılığı yapması gibi, İsrail de savaş ve barış politikacılığını gücüne dayanarak yapmaktadır. Aynı şeyi Türkiye için söylemek zor. Türkiye düşük yoğunluklu savaş içinde bu alanlarda bir mesafe almış olsa bile, bu, kendine yeterlilik ve lojistik süreklilikten yoksundur. Türkiye’nin bu konudaki sahte ve boş özgüveni, bir silah sanayine sahip olmaksızın silah envanterini genişletmesine ve kısmi modernizasyona dayalıdır. Bu ise basit bir hesap hatası olmanın ötesinde, savaş politikacılığından savaş kumarbazlığına doğru mesafe alındığının göstergesidir ve acısını ilk ciddi çatışmada gösterecektir. Buna Türkiye’nin savaş sanayiini destekleyen hiçbir yan alanda bir altyapısının olmadığını eklemeliyiz. Herhalde Türkiye burjuvazisi tekstil sektörüne dayanarak savaş kazanmayı beklemiyordur.

Burada iki ülke arasındaki temel farklılığa geliyoruz. İsrail, ekonomik, mali, teknolojik gücünü ve kapasitesini kullanmak, Arap ülkelerine ve giderek Orta Asya’ya bu yolla girmek istiyor. Bunun için askeri gücünü kullanmasa da, sürekli büyütmesi ve güçlendirmesi gerekmektedir. Ama öncelikle mevcut fiili durumu Arap-İslam dünyasında meşrulaştırması ve resmileştirmesi, burada da mali-ekonomik ilişkiler içerisine girmesi gerekiyor. Tıpkı terör-reform gibi, savaş-barış da birbirinin ardısıra ve aynı süreçlerde birlikte kullanılarak, diğerinin etkisini arttırmasına ve işlevselleştirmesine yarıyor. Türkiye ise, ‘80 sonrası ihracata dayalı kalkınmada aldığı mesafe ne olursa olsun, kof bir ekonomik dev bile değildir. Kürt halkına karşı yürütülen savaşın faturasının gelişme ve büyümeyi engellediği üzerine söylenenler, Türkiye kapitalizminin yapısal mali-ekonomik sorun ve sınırlılıklarını gözlerden gizlemeye dönüktür. Güney Kore, orta kuşak kapitalist ülkelerin en büyüğü, ihracata dayalı kalkınmanın en başarılı örneklerinden biriydi. Dünyanın en büyük 11. ekonomisi, Doğu Asya krizinde birkaç hafta içinde çöktü ve Türkiye’nin benzer bir dalgadaki akibetine de açıklık getirdi. Hem de ne savaş ne de ulusal sorunu olan bir ülke olmamasına rağmen.

Kesin olan, İsrail’in ekonomik yayılma için barışa ihtiyaç duyduğu, bu yüzden Filistin ulusal sorununda resmi bir çözüme yöneldiğidir. Halbuki Türkiye Kürt ulusal sorununda kirli bir barış elde etse bile, bunu ancak yeni cephelerde savaş açma fırsatı sayacaktır. Zira Türkiye orta vadede bırakın bölgeye hakim ve yayılan ekonomik bir güç olmayı, hem Türkiye Kürdistanı hem de Türkiye’deki ekonomik imkanlarını bile kaptıracak, özel çıkar alanları daralacaktır. Türkiye hem Ortadoğu hem de Orta Asya’da henüz resmi ve fiili zorluklar içindeki İsrail sermayesine tabela şirketçiliği yapmanın ötesine geçemeyecektir. 1920’lerin Türkiye’sinde Türk şirketlerine uygulanan teşvik ve kredi imtiyazları nedeniyle nasıl yabancı şirketler göstermelik Türk şirketleri oluşturmuş ya da ortaklıklara girişmişlerse, İsrail şirketleri de aynı yöntemi seçmektedirler. Mayıs ayı içinde İsrail sermayesini temsilen gelen heyetin Türk projeleri ve İsrail parasıyla Orta Asya’ya yatırım formülasyonu da bundan ibarettir.

Güçlü bir ekonomik ve askeri bir temele sahip olmayan Türkiye’nin her iki alandaki çıkışları da sahtedir. Türkiye ancak ikinci, hatta üçüncü güçlerin denetim, sevk ve idaresinde, onların lojistik desteğiyle ve doğal olarak onların çıkarları için savaşacak ve barışacaktır. Dış yatırımların tabelalarını tutacak ve güvenliğini alacak, ama ganimetlerin ancak kırıntıları ona kalacaktır. Zira Blok’un sıkı hiyerarşisinde efendi ABD’ye, bir de altta efendi İsrail eklenmiştir.

Dipnotlar:

1) “Potansiyel” kelimesini tırnak içinde yazdık. Zira onu PKK açıklamalarından alıyoruz. Bu kelime o kadar kirli bir amaçla anılıyor ki, onu bu terimleşmişliğiyle kullanmayı gerekli gördük. Artık “Kürt potansiyeli”nden bahsedildiğinde, bilinmeli ve mahkum edilmelidir ki, PKK önderliği bundan kardeş Arap halklarının kanının Türkiye burjuvazisi için dökülmesini anlıyor.

2) Bu farklılığın hem zamanlamaya hem de nesnelliğe ilişkin yönünü görmeyen veya bilinçli olarak bunu karartmak isteyenler (Y. Küçükler, Doğu Perinçekler), her değişen Genelkurmay başkanına ve başbakana göre kurumsal parti, devlet, ordu örgütlerini bir devrim bir karşı-devrim kampına yazabiliyorlar. Bir süre sonra artık bu örgütler içinde sözde kliklerin bile değişmesi gerekmiyor; aynı klik ve kişiler, şu veya bu tutumlarıyla, temel ve baş çelişkinin iki yanı arasında salınabiliyorlar. Bir devrimci cumhuriyetçi Ecevit, bir fetullahçı Ecevit ya da Nuh Mete Yüksel olabiliyorlar.

3) Kaldı ki, böyle bir tabloda dışarıya bağımlılık yaşamsal bir anlam kazanır. Savaşta lojistik bir süreklilik güvencesinden yoksunluk, kazanıp-kazanamayacağınıza başkaları karar verecek demektir. Türkiye kendisine gelmiş silahların kullanımı önceden tespit edilmiş bağımlı bir ülkedir. Ve kendi burjuvazisinin özerk çıkarları için diş gösterdiğinde bile silah ambargosuyla karşılaşabilmektedir.

 

- 2-

İsrail detantı/İsrail ostpolitiği

Burada Blok’un ne işe yaradığı sorunu var ki bundan önce İsrail’e ve yeni güvenlik anlayışına bakmamız gerekiyor. İsrail kuruluşundan bu yana savaş hali uygulaması içinde olan, Mısır sınırı dışında (bu da ancak ‘79’dan  beri) hiçbir sınırı hukuken tanınmıyan bir devlettir. Toplum, güvenlik ihtiyaçlarıyla sınırlı nüfus arasındaki açıyı kapatmak için tümüyle askerileştirilmiş durumdadır. Faşizmin İkinci Dünya Savaşı’ndaki altı milyon yahudiyi katli hafızalarda canlı tutularak, hatta bunu canlı tutmak için eski nazilerin izi sürülerek, topluma; eğer ne yolla olursa olsun varolamazsak, sadece ırkımız-dinimiz yüzünden yok olacağız/edileceğiz mesajı verilir. Bu, ırkçılık yüzünden neredeyse yok olacak bir ırkın ırkçılığa eğilim ve meşruluk tanıması gibi tarihin gördüğü en trajik olgulardan biridir.

İsrail bu 50 yıl içinde dört kapsamlı savaş yaşadı. (‘48- ‘56- ‘67- ‘73) hemen tüm Arap devletleriyle savaştı. Buna karşın, ‘89 sonrası tek kutuplu Yeni Dünya Düzeni ve İsrail’in bölgede bu projede tuttuğu yer, artık doğrudan savaş ya da savaş tehdidiyle varoluş koşulların şimdilik için İsrail için bir ihtiyaç olmalktan çıkarmıştır. Arap ülkelerinin ise, dünkü iki kutuplu dünyada bile askeri ve siyasi olarak zayıf kaldıkları bu mücadelede bugün bir adım atmaya güçleri de niyetleri de yok. İsrail’e yeterince güçlü bir ordu ile gelişmiş bir savaş sanayinin varlığı yetiyor. Yeni güvenlik anlayışı ise, varolan durumun mümkün olduğunca az ama görüntüde büyük bir tavizle bir normalizasyon sürecine sokmaktan ibaret. İsrail var olduğu sürece, ona yakın ya da komşu Arap devletlerinin ithalata dayalı bir silahlanmanın yıpratıcı sürecinden kaçınamayacakları; bunun toplam mali ve sinai imkanları dengesizleştirici ve verimsizleştirici rolüyle, sırf silah sanayini ve bağlantılı sektörleri kurmaya yönelecek bir yenilenme olanağı bırakılmayacağı da açıktır.

Filistin İntifadası'nın rolü

İsrail’in detant-barış politikacılğı sadece kendi ostpolitiğinin, Doğu’yu ekonomik fethe yönelişinin bir sonucu değildir. ‘87’de başlayan Filistin İntifadası, siyonist devletin bütün sistematik terörüne rağmen durdurulamadı. ‘60’lardan beri bir gerilla mücadelesi yürüten ve o dönemin devrimci ulusal kurtuluşçuluğunun yükselen dalgasına rağmen başarıya ulaşamayan Filistin mücadelesi ise en olumsuz sonuçlar üzerinden yeniden ayağa kalkmayı bildi.

‘82’de İsrail Lübnan’ı işgal etti ve Filistin halkını ve gerillalarını bölgeyi terke zorladı. Bu gerilla mücadelesinin hemen tamamen sönümlenmesini doğurdu. Dış koşullar açısından ise olumsuzluk, tüm ‘80’ler boyunca süren soğuk savaş ve neo-liberalizmin ideolojik saldırılarının güçleniyor olmasından kaynaklanmaktaydı. Böylece ne dış politik destekleyiciler üzerinden ne de gerilla savaşımıyla temsili olanağı kalmayan Filistin halkı, işgal altındaki topraklarda ‘87’de İntifada’yı yarattı. İntifada’nın en ilginç yanı, dünyanın en terörist ülkesine karşı bir kent ayaklanmacılığı pratiği olmasıdır. İşgal altındaki toprakların demografik olumsuzluklarına karşın başarıyla yürüyen ve devlet terörüne rağmen kırılamayan bu hareketlilik, yıllarca bir mücadele yoğunluğu eğilimi göstermeksizin sürdü.

Ancak İntifada’nın zayıf yanı onun önderliğiydi. FKÖ ve onun içindeki baskın grup olarak Arafat liderliğindeki El-fetih grubu, ‘80’lerin süreci içinde önemli bir iç evrim yaşamışlardı. ‘60’ların ve ‘70’lerin dünyasında, sosyalizmin ve devrimci ulusal kurtuluş savaşlarının politik etkisiyle, devrimci şiddete dayalı bir kurtuluş-mücadele eksenine ve sosyalizme yakın bir ulusalcılığa sahip olan bu ve benzeri akımların, bulundukları mücadele alanlarında hakim-ezen ulusun devrimci dinamikleriyle birleşemedikleri ölçüde, sorunu ortaya koyabildikleri ama çözücü bir güce ulaşamadıkları görüldü. Sadece FKÖ değil, bir ölçüde Talabani’nin KYB’si de aynı sürecin tipik Ortadoğu örneklerinden biri sayılmalıdır.

Dolayısıyla İntifada’nın açmazı, tabandaki mücadele gücüyle onun siyasi önderliği arasında giderek genişleyen açıdan doğmaktaydı.

İsrail'in çifte hesabı/kazancı...

Bunun bir açmaz olduğunu belirtirken, yine de bir ihtiyat payı koymamız gerekiyor. Bu devrimci süreç açısından bir açmazdı. Yeni ve daha ileri bir devrimci önderlik yaratılmaksızın, İntifada’nın, ne kadar güçlü bir direniş dinamiği olursa olsun, yorulması ve sönümlenmesi son derece doğaldı. Buna karşın İntifada ile FKÖ arası açı; hem İntifada karşısında zayıf kalan ve bir çözüme bağlanmak ihtiyacı bulunan, fakat hem de FKÖ karşısında güçlü olan ve bir çözüme kavuşturma imkanı bulunan İsrail’in soruna bir çözüm bulma olanağı idi. Giderek ehlileştirilebilecek bir FKÖ yaratılacak ve buna paralel belli bazı reformlarla düzeltmelere gidilecekti. İsrail, böylece sadece kendisine karşı bir mücadele dinamiğini (hem de dört savaşta yok edemediği) ortadan kaldırmış olmakla kalmayacak; tam da bu sayede, tüm Ortadoğu’da ekonomik ve mali alan üzerinden yayılmak ve kendisine bağımlı kılmak için bir basamak elde etmiş olacaktı.

Nitekim ‘90’lar boyunca İsrail bu politikayı uygulamaya yönelmişti. Filistin ile ilgili barış süreci İsrail’in kontrol ettiği sınırlar içinde yıllardır sürmektedir. Burada sürecin kontrollü yürütüldüğü ve özellikle zamana yayıldığını belirtmeliyiz. Terörle reforma razı etme üzerine kurulu genel saldırı mantığı, bu süreç içinde barış sürecinin kesintiye uğraması ya da sürümcemede bırakılmasıyla, en geri haklara razı etme politikasına dönüşmüştür. Ne de olsa, Filistin için devrimci bir önderlik olanağı gözükmediği ölçüde, sürecin uzaması, tam da bu sürece hakim olan İsrail’in çıkarlarına uygundur. Bu sürümceme, siyasal sahnedeki şahinlere, geçen seçimleri kazanan B. Netanyahu gibi başbakanlara bağlandığı ölçüde, aynı zamanda bir meşruluk da yaratılmaya çalışılmakta, böylece gerçekte sürecin sürümcemede kalışının asıl nedeninin resmi İsrail devlet politikası olduğu gizlenmektedir. Barış sürecinin sürümcemede bırakılması nedensiz değildir. Bu sayede süreç Filistinliler en geri pozisyona itildikten sonra tamamlanacak, bu arada FKÖ’nün ehlileştirme süreci de en üst düzeyde sonuçlandırılmış olacaktır.

FKÖ’nün bugünden Filistin halkına karşı bir ihanet içinde olduğu düşünülürse, İsrail’in hala ehlileştirmede hangi düzeyleri ve amaçları hedeflediği sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu iki temel başlıkta değerlendirilebilir.

Bir; sadece FKÖ hakim çizgisinin değil, fakat tüm Filistin dinamiğinin/halkının ehlileştirilmesi ve bir mücadele gücü olmaktan çıkarılması.

İki; FKÖ’nün, Filistin yönetiminin İsrail karşıtı bir konumdan çıkarılmasıyla yetinilmemesi, mali-ekonomik açıdan Ortadoğu’yu fethe çıkmış İsrail’e aracılık etmesi, onun siyasi tabelacılığını üstlenerek, böylece meşrulaşmasını kolaylaştıracak bir konuma gelmesi.

Filistin dinamiğinin ehlileştirilmesi

İlkinden başlayalım. ‘90’ların başından beri dolaylı ve dolaysız süren barış süreci içinde Filistin’e tanınan haklar son derece güdük kaldı. İntifada sırasında fiilen kullanılabilen siyasal özgürlüklerin bile barış süreci içinde kullanılamadığı gerçek bir paradokdur burada söz konusu olan. Bu son derece güdük hakların da hiç bir güvenceye dayanmadığı ve İsrail’in en barışçıl politik kesimlerinin bile bu çizgiyi sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Bu barış süreci görüşmelerini sürümcemeye alan resmi politikaların doğal bir sonucudur. Son olarak, E. Barak da, Güney Lübnan’dan tek taraflı  bir çekilme sürecini başlatırken, Filistin toprakları üzerindeki İsrail’in yeni yerleşim alanlarını-inşaatlarını koruyacağını söyleyerek, barış görüşmelerinin kesilmesini sağlamış oldu.

Barış süreci ve Filistin davasına ihanet, FKÖ’yü parçaladı. Sadece George Habbaş’ın FHKP-C’si ya da Naif Havatme’nin önderliğindeki hareket değil, daha ılımlı Filistin politikacıları da süreci mahkum edip FKÖ’den çekildiler. Ama bu tutum genel ve soyut bir masabaşı kararı olmaktan kurtulamadı. Bu gruplar Filistin’de İntifada’yı örgütlemek ve süreklileştirmek yönünde örgütsel olmaktan önce politik bir yetersizlik içinde olduklarını gösterdiler. FKÖ’yü her yönüyle mahkum etmekte çekilen güçlük örgütsel sorunlarla da birleşince, smüreç bu grupların silinmesi sonucunu doğurdu.

Bu boşluğu bir ölçüde İslami Cihat, Hamas, Hizbullah türü siyasal islama dayalı akımlar doğurdu. Bu salt islami kimliğe dayalı bir yükseliş değil, bizzat FKÖ’nun ve barış sürecinin sert bir mahkumiyetine dayalı bir olgudur. Sanılanın aksine, burada asıl mücadele dinamiği geniş Filistin emekçi güçlerinin içindedir ve bunun henüz siyasal bir ifade kazanamamış olduğunu söyleyebiliriz. Sadece bu iki ana sağ ve sol kamp değil, bizzat Filistin yönetimi de bu dinamik üzerine politikalar yapmakta ve alttaki mücadele dinamiğinin kendi üzerinde kaçınılmaz yansımaları olmaktadır.

Bugün Filistin güvenlik güçleri bir ölçüde Mossad’ın alt birimine dönüşmüştür. Filistin polisi barış süreci protestoları ve kendi çizgisini aşan her türlü eylemliliğe ateş açmakta, İsrail ve Mossad yönetiminde Musevi yerleşimcilerin-işgalcilerin güvenliği için toplantılar ve operasyonlar yürütmektedir. Buna rağmen, barış sürecine kendini mahkum etmiş olarak yer yer bir pazarlık payı yakalamak ve dahası, kendi üzerindeki tepkiyi hafifletmek için, sınırlı da olsa protestolar örgütlemekte, istisnai de olsa Filistin polisi İsrail askerlerine yer yer ateş açmaktadır. Bu çelişkili durum, alttaki mücadele dinamiklerinin Yaser Arafat’ın El-fetih grubunun içinde bile etki yaratmasına olanak vermektedir. Böylece Filistin polisi barış süreci karşıt gösterileri engellemek için El-fetih bürolarını basıp operasyonlar yapmak zorunda kalmıştır.

İsrail tüm bu çelişik karekterli süreci dikkate almak zorundadır. Zira barış süreci, zaten teslim olmaya hazır olan ‘90’ların başındaki FKÖ’nün resmen teslim alınması için değil, Filistin mücadelesinin kırılması için gündeme gelmiştir. Eğer FKÖ kolayından teslim olur ve müadele başka devrimci önderliklerle birleşirse, barış süreci de İsrail için derhal bir politika olmaktan çıkar.

Şimdi de İsrail'in ikinci amacına bakalım.

Ortadoğu'da yayılmanın basamağı olarak barış süreci

 İsrail barış görüşmelerinde ve FKÖ’nün ehlileştirilmesinde attığı adımların sonucu olarak bir dizi mali-ekonomik ve diplomatik adım da atmıştır. Bunlardan en dikkate değer olanı, İsrail ekonomisi içinde üretim için temel önemde olmayan bazı sektörlerin bizzat Filistin topraklarına taşınıyor oluşudur. Bu Filistin’den sözde çekilen İsrail’in burada her tür varlığını (bu arada İsrail yerleşimlerini de) meşrulaştıran bir yan taşımakta, dahası bir ekonomik rüşvetle bunu sağlamaya çalışmaktadır.

Halbuki olan hiç bir ekonomik kırıntının dahi alınması olmayacak, hammadde, teknoloji, aramal, yönetim gibi binbir yolla, resmen ve fiilen, Filistin’in, ekonomiden başlayıp politikaya uzanan bir alanda yeniden sömürgeleştirilmesi ve kuklalaştırılması olacaktır. Bu her şey bir yana sömürü ve sefaletin artışı yolunda (Filistin topraklarında üretimin daha düşük ücretle ve daha az sosyal güvenlikle sürdürülmesi sayesinde) bir kaynak aktarımı olabilir. İsrail ve Filistin arasında bir eşitsizliğe ve bağımlılığa dayalı ekonomik ve toplumsal entegrasyon artacaktır. Bu şimdiden, Gazze belediyelerinin sırf İsrail’e elektirik borçlarını ödeyememesi yüzünden bile gözlenebilir.

Dolayısıyla İsrail, klasik sömürgeciliğin açık sömürü baskı yöntemlerinden yeni-sömürgeciliğin gizli ya da örtülü yöntemlerine dönen bir süreç yaşamaktadır.

İsrail bu süreçten daha ileri sonuçlar beklemektedir. Barış görüşmeleri İsrail’e, Ürdün ve Mısır başta olmak üzere, Arap ülkeleriyle olan diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sıklaştırmak, yani yeni sömürgeciliğini bu alanlara taşımak fırsatı vermiştir. Tüm Arap dünyası içinde İsrail ile en yakın ilişkiler içindeki bu iki ülkenin de, tam da bu ilişkiler yüzünden, ciddi iç pratik sıkıntıları bulunmakta, ya da halk basıncı yüzünden İsrail karşıtı politikalara mecbur kalmaktadırlar.

‘91 Körfez Savaşı sırasında, Ürdün, halk tepkisi yüzünden, Irak’a fiilen bir lojistik destek olma durumuna göz yummak zorunda kalmıştır. Mısır ise ‘79 Camp David antlaşmasından beri Sina yarımadasını almış olmasına rağmen, bugün hala ciddi bir islami muhalefetle karşı karşıya bulunmaktadır. İsrail’in bu ülkelere mali ve ekonomik alanlardan girmesi bile ciddi iç sıkıntılar yaratabilecektir.

Böylece barış sürecinin yarattığı bir başka fırsat İsrail için devreye girmektedir. İsrail, Filistin yönetimine, sadece Ürdün ve Mısır ile ekonomik ilişkiler kurma olanağı vermektedir. Böylece hem İsrail sermayesi Filistin kanalı üzerinden bu ülkelere akma ve talan fırsatı bulacak, hem de buradan doğabilecek kırıntılar üzerinden, Filistin yönetiminin kukla karekteri sağlamlaştırılabilecektir.

Hedefte tüm Ortadoğu, hatta Orta Asya var

Yine de bu kadarı hayli yetersizdir. İsrail’in ostpolitik hedefi tüm Ortadoğu’ya hatta Orta Asya’ya uzanmaktır. Orta Asya için Ortadoğu’ya yayılmak gerekmekte, burada ekonomik bir yayılma için de öncelikle tüm Arap ülkelerine karşı bir barış-detant sürecinin önü açılabilmelidir. Bunun önünde ise üç temel engel bulunmaktadır: Suriye, Irak ve İran.

Suriye, diğer bir deyişle “Arapların kalbi”. Doğal olarak, bugünkü Suriye BASS-Hafız Esad rejimini bir yıkma olanağı görülmediğine göre, yapılması gereken hızla Suriye ile barışı sağlamaktır. Ancak bu yolla İsrail meşrulaşmış ve tüm Arap dünyasında politik sakınımlar duymaksızın ekonomik ilişkiye girilebilecek bir ülke haline gelmiş olur. Bu yüzden barışçı E. Barrak, Güney Lübnan’da Cezine’den tek taraflı çekilmekte, ama yahudi yerleştiriciler için Filistin barış sürecinin kesintiye uğramasını önemsememektedir. Dahası, sonra daha ayrıntılı görebileceğimiz gibi; Türkiye ile askeri bir blok içinde olmasına ve Suriye’ye karşı ezeli düşmanlığa rağmen, Türkiye Ekim ‘98’de Suriye’ye karşı savaş tehditleri savururken, bunu diplomatik bir düzeyde dahi sahiplenmemiş, yorumsuz ve yansız bir görüntüyü bilinçli olarak tercih etmiştir.

İsrail’in tüm Ortadoğu’yu sömürgeleştirmesinin iki temel ayağı bulunmaktadır. İlki, bölgenin petrol üretim ve nakil hatlarını kontrol etmek. Ve ikincisi, bölgenin su üretim ve dağıtım hatlarını kontrol etmek. İsrail Türkiye üzerinden hem Bakü-Ceyhan petrol boru hattında doğrudan tuttuğu yeri ve Kerkük-Yumurtalık petrol hattında dolaylı rolünü bir de Suriye (Kerkük-Lazkiye petrol boru hattı) üzerinden tutmak, bu konuda rakipsiz ve alternatifsiz kalmak istemektedir. Aynı sorun, su alanında İsrail’in GAP’ta artan ve gizlenen etkisinin güneyde Suriye’de de bir karşılık bulmasında da vardır. Suriye bölgenin su kaynaklarını İsrail için tümden kesebilecek ve bir rakip olabilecektir. Bu nedenleİsrail, mümkün olduğunca hızla Suriye ile barışarak, onun ekonomik geriliğini ve politik sıkışmışlığını kullanmak istemekte, bu iki alternatif su ve petrol kanalını kontrol etmeye çalışmaktadır. Bu İsrail’e tüm bölgenin su ve petrol kaynaklarının tam kontrolünü verecek, aynı zamanda ona rakipsiz bir politik konum kazandıracaktır.

Irak ise son büyük Arap savaşının bir tarafıdır ve bu savaşta FKÖ  Irak’ı desteklemiştir. Bu yüzden Irak, Araplar için İsrail karşısında bir başka mücadele önerisi olarak durmaktadır. Bugünkü tablo içinde, Irak rejimi devrilebilir ve toprak bütünlüğü parçalanabilir. İsrail, bu politikayı, kendi genel Arap detant-barış politika taktikleriyle uyumlulaştırmakta belli bir doğal zorluk içindedir.

Bu konuda İsrail’in ihtiyacı bir taşeron jandarma (Türkiye) üzerinden kukla bir devletle (Kürdistan) Irak’ı parçalamaktır. Nasıl ki, bugünkü kirli Filistin barışı, Filistin dışında Ürdün ve Mısır’ı da içine alan bölgesel bir ekonomik fetih planıysa; Suriye-Kuzey ve Güney Kürdistan üzerine askeri ve ekonomik bölgesel fetih planı da, bölgenin su-petrol kaynaklarının kontrolü ve bu üç ülkeyi (Suriye-Türkiye-Irak/kurulursa Kürdistan) bağımlılaştırmaya dönük bütünlüklü bir plandır.

Nitekim İsrail Kürt sorununda bir yandan Türkiye’ye askeri destek verirken, Abdullah Öcalan operasyonunda yer alırken, hemen sonrasında da SKP (Sürgünde Kürt Parlamentosu) Yaşar Kaya ile görüşüp reform ayağını da bizzat tutmaktadır. İsrail basını uzmanları, Kürt ve Azeri politikalarında bile aracısız/doğrudan ilişkileri önemli görmekte, gerekirse ara ülkeleri (Türkiye) taşeronluk/jandarmalıkta tasfiye ihtimalini şimdiden gözetmektedirler.

En sonu İran bugün  ne barış ne de savaşla yola getirilebilecek bir konumda bulunmamakta, ama Arap ülkeleriyle olan çelişkileri yüzünden İsrail ostpolitiğini  durdurma olanağı pek de bulunmamaktadır. Her halükarda İran İsrail için ancak bir orta vadeli hedef olarak durmaktadır.

 

- 3 -

Blok: Zor ve rıza /Türkiye ve İsrail

İsrail’in çelişik ihtiyaçları (Suriye ile barış ve Irak’la savaş) ve bunların ABD emperyalizminin bölge politikalarıyla üstüste düşmesi, Türkiye-ABD-İsrail blokunun da temelidir.

ABD, “yeni dünya düzeni” planları çerçevesinde, Ortadoğu’yu bir istikrarsızlık alanı olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Dünyanın değişik çatışmalı alanlarında gündeme getirdiği emperyalist müdahaleleri ve kirli barışları burada da devreye sokmuştur. Böylece bölgeye Irak’la doğrudan savaş ve Filistin barışına doğrudan taraflaşma gibi yollarla çeki düzen vermeye çalışmaktadır. ABD, doğrudan politik askeri müdahaleleri hangi düzeyde olursa olsun, bölgede İsrail üzerinden bir denetime geçmek istemekte, bu noktada İsrail burjuvazisinin çıkarlarını da gözeten bir taşeronluk-jandarmalık tercihi yapmaktadır.

İsrail: ABD'nin bölge jandarması

‘89 öncesi süreçte ABD’nin asıl hedefi, Ortadoğu’nun devrimci dinamiklerini kıracak gerici rejimleri beslemek ve bölge egemenliğini İsrail’in askeri üstünlüğüne dayalı olarak kurmaktı. Bu konsept sürekli bir savaş durumunu gerektiriyordu ve ‘89 sonrasının “yeni dünya düzeni” anlayışıyla uyumsuzdu. Bugün ABD ve İsrail, salt askeri-politik güçle Güney Lübnan’da hakimiyet kurmanın ne kadar pahalı olduğunu gördükleri ölçüde, yeni sömürgeci işgal biçimlerini tercih ediyorlar. Ortadoğu’yu her an yeni anti-emperyalist patlamalara yönelebilecek bir hareketlilik alanı olmaktan çıkarmak da ancak böyle mümkündür. Artık İsrail ile Arap oligarşileri arasında bir ekonomik entegrasyona dayanmak istemektedirler.

Bunun eşitsizlik ve bağımlılık üzerine kurulu bir bütünleşme olacağı, sömürü ilişkilerini ve kaynak transferini  ağırlaştıracağı açıktır. Kuşkusuz emperyalizmin ve siyonizmin hedefi sömürüyü ağırlaştırmalarına rağmen bir barış ortamı yaratmaktır. Böyle bir ortamın ise karşı duruşu ve devrimci mücadeleleri besleyeceğini biliyorlar. Bu yüzden tek taraflı ve ihtiyatsız biçimde barışçı adımlar atmak bir yana, tüm güçleriyle askeri hazırlıklarını artırıyorlar. Bunun Filistin ölçeğinde karşılığı, Filistin polisinin MOSSAD tarafından örgütlenmesi; bölge düzeyindeki karşılığı ise, gerçek bir terör-tehdit bloku olarak ABD-İsrail-Türkiye askeri bloku oluyor.

Ekonominin yoğunlaşmış hali politika ve savaş politikanın başka araçlarla devamı olduğuna göre, bu askeri blok gerçekte ABD-İsrail ana ekseninin ekonomik çıkarlarının güvencesidir. Kaldı ki blok kendi içinde askeri olmanın ötesindedir, Türkiye ile İsrail arasında ‘92’den sonra hızlanan diplomatik ve ekonomik ilişkilerin eşitsizlik ve bağımlılık temelinde geliştirilmesini içermektedir.

Saldırgan askeri blokun işlevi

Bu blokun temel işlevi, kırılgan dengeler üzerinde inşa edilecek kirli barışın ve “yeni dünya düzeni”nin askeri koruyuculuğunu üstlenmek; bu çerçevede bir terör ve tehdit gücü olarak hareket etmek, bu düzenlemeler rıza göstermeyecek olanları ise zor yoluyla ikna etmek olacaktır.

Burada sorun İsrail dış politikasının çelişik ihtiyaçlarıdır. Ama bu blok tam da onlara bir ölçüde ayrıştırılabilir bir birliktelik olanağı yaratmaktadır. Aynı anda uygulanması gereken terör-reform politikalarının terör ayağı ağırlıkla Türkiye, barış ayağı ise ağırlıkla İsrail üzerinden tutulacaktır. Bir dizi İsrailli stratejistin Türkiye-Suriye krizi üzerinden bloka itiraz eden, bizim ihtiyacımız Suriye ile barışmak, yeni kriz noktaları yaratmak değildir diyen tutumlarının gözden kaçırdığı, İsrail’in çelişik ihtiyaçlarının daha verimli tarzda giderilmesi için blokun yerine getireceği işlevin üzerinden atlamalarıdır. Kuşkusuz  çelişik tablolar Suriye-Türkiye krizinde olduğu gibi yine ortaya çıkacak, ama bunları “dost Türkiye”ye anlatmak daha kolay olacaktır. İsrail’in blokta potansiyel bir askeri tehdit gücü olması bile, savaş kumarbazı olmaya karar vermiş Türkiye burjuvazisi için yeterlidir. Bu Suriye krizinde de sonuç verdiği görülen bir koz olmaktadır.

Türkiye: ABD ve İsrail için sıfır maliyetli bekçi

Türkiye’nin bu bloktan ne kazandığı ise hayli şüphelidir. Esas olarak ABD-İsrail ekonomik çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kurulmuş bir blokta, Türkiye’ye ekonomik kırıntılar düzeyinde dahi ne düşeceği tartışılır. Bakü-Ceyhan boru hattında (eğer gerçekleşirse) Türkiye’nin payı  %12,5’tir. Bunun havadan bir artı kazanım olduğu sanılıyor. Oysa ki Türkiye blokta kendisine biçilen jandarmalık rolü yüzünden peşin silah alımı politikasına dönmüş bulunuyor. Bu zaten mali-ekonomik kriz koşullarında önemli bir harcama kalemi olan silahlanmanın kontrolsüz artışı ve ek yükler getirmesi demektir.

Kaldı ki Türkiye ne gerçek bir askeri güç olarak toplam sanayisini buna göre örgütleyebilmiştir, ne de barış zamanlarındaki silah sanayinin ortak üretim projelerini koruyabilmiştir. Bu, henüz  bir savaşa girmeden kendine bu alanda da yetmeyen Türkiye’den, ABD ve İsrail başta olmak üzere, silah ticareti yapan ülkelere kaynak transferi anlamına gelmektedir. Sınırlı bir savaşın dahi  Türkiye burjuvazisine savaş ganimetinden çok, savaş maliyeti çıkarması şaşırtıcı olmayacaktır. Blokun mali olarak güçlü diğer üyelerinin bunu karşılayacağını sananlar ise, bir kez daha emperyalist-kapitalist sistemde para transferinin yoksul sömürülen ülkeden zengin emperyalist olana doğru olduğu basit gerçeğini atlamaktadırlar. Diğer dolaylı transfer yolları bir yana, Irak’a ‘91 müdahalesinin sonucu, Türkiye için onmilyarlarca dolarlık bir kayıp olmuştur.

Kaldı ki tekelci burjuvazi bu savaş politikacılığı ile bazı mali-ekonomik kazanımlar elde etse de, bu geniş işçi-emekçi kesimler için tam bir yoksullaşma ve işsizlik olarak kendini gösterecektir. Bunları sınırlı bir çatışma ve askeri başarı şartları için söylüyoruz. Kapsamlı ve uzun bir savaş ve yenilgi ise tam bir yıkım yaratacaktır. Blok üzerinden girilen savaş ve kazanılacak ganimete dayanılarak, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfını satın alıp sınıf savaşını yumuşatma olanağı ise hemen hiç yoktur. Dolayısıyla, sadece ekonomik değil orta vadeli politik imkanlar açısından da, blokun temel bir avantajdan çok risk yarattığı söylenebilir.

Türkiye’nin blokun bölgedeki jandarmalığını üstlenmesine rağmen, İsrail’in de askeri etkisini bölgeye yaymaya çalışacağı yeterince açıktır. Öcalan’ın yakalanması sonrası Suriye’ye karşı özel bir gericiliğin örgütlenmemesi, İsrail’in Suriye ile barış politikacılığının sonucu olduğu gibi, Türkiye’ye gelen Suriye heyetinin Türkiye-Suriye sınırında kurulan İsrail “üssü”* bilgisi de, İsrail’in artan askeri etkinliğinin göstergesidir. İsrail Türkiye’yi sadece jandarmalık için kitlesel ölecek asker ihtiyacı için değil, ticari ilişkiler ve kendini gizlemek için de kullanmak istemektedir. Mayıs ayı içinde Türkiye’ye gelen İsrail ticari heyetinin, Türk projeleri ve İsrail sermayesi ile Orta Asya Türki cumhuriyetlerinde yatırım hedefi gözetmesi, buna sadece bir örnektir. Belirtmek bile gereksiz ki, kar ve vurgun, proje ve mühendislik hizmetlerini karşılayanlara değil, tabi ki asıl olarak sermaye koyanlara gidecektir. Bu küçük örnek bile, Türkiye’nin neden Orta Asya’da bir güç değil, bir “atlama tahtası” olabileceğinin göstergesidir. Ve İsrail’in Türkiye’den ne teknoloji, ne proje, ne “know how” benzeri bir şey almaya ihtiyacı vardır. İhtiyaç tabelada bir ortaklık ile kültürel etnik imkanlardan yararlanmaktan ibarettir.

Türk burjuvazisinin çıkarı ne?

Bu kadar tek taraflı bir blok pratiğinde Türkiye’nin ne aradığı sorusu ise ortada durmaktadır. Bu hiç şüphesiz salt emir-komuta ile hareket eden bir satılık hükümetin/yönetimin sonucu değildir. Emperyalist sistem içinde bağımlılık bir satılık yöneticiler kadrosunun değil, uluslararası burjuvazinin hiyerarşik çıkar ortaklığının sonucudur. Ortak çıkarlardan (ABD ve Türkiye tekelci burjuvazileri) eşit olmayan bir tarzda da olsa yararlanmak bu ilişkinin somut biçimidir. Bu noktada özerk çıkar noktaları üzerine kısmi bir karar alma iradesi, bugünün burjuva ulus devletinin temelidir.

Türkiye blok içinde öncelikle güncel iç politik sorunlarına (Kürt sorunu) ilişkin bir olanak aramış ve Öcalan’ın yakalanması sürecinde bunu somut olarak bulmuştur. Bu tür bir politik kazancın Kürt ulusal mücadelesine karşı kazandığı mevziler ne olursa olsun, şimdi bunları kalıcılaştırmak için Kürt sorunu üzerine bir reform-barış politikasını devreye sokmak bir zorunluluk haline gelmektedir. Türkiye burjuvazisi İsrail’in yaşadığı gibi bir sürece girmiş olsa da, bu tür bir süreci ancak ABD-İsrail projeleri üzerinden sürdürebilir. Türkiye burjuvazisi,  ne deneyim ne de gelenek açısından bu süreci sevk ve idare edemeyecektir. Dahası bu, Türkiye’nin, İsrail ile kıyaslandığında, zayıf ve kriz içindeki ekonomik tablosu, güçlü devrimci potansiyellerin varlığı ve blokta üstlendiği terör ağırlıklı dış politika rolü ile uyum zorunluluğu açısından, ciddi zorlanma alanları ve farklılıklar içermektedir.

Kürt sorununda kirli barış

Öncelikle zorlanma alanlarına bakalım. Türkiye burjuvazisi emperyalistler tarafından Kürt sorununda bir kirli barışa ‘90’ların başından beri yönlendirilmektedir. İç zayıflıklarının farkında olan, bu yüzden sürecin kontrolünü yitirebileceğini bilen burjuvazi ise buna direnmektedir. Bugünlerde daha sık sözü edilen Özal, Refahyol, M. Yılmaz ve dolaylı PKK bağlantıları, bu yönün ‘90’lardan beri taşıdığı sürekliliğin ipuçlarıdır. Sanılanın aksine, burada da farklı kliklerin tercihlerinin sonucu farklı terör-reform politikaları yoktur.  MGK, burjuvazi ve partiler, blok olarak tek bir programda birleşmişlerdir. İki yanı da kirli olan savaş-barış politikacılığında da burjuvazinin seçenekleri hazırdır ve bunlar hiç de yoğun iç mücadelelerin sonucu değil, basit düzenlemelerin sonucu olarak uygulamaya geçirilmektedir.

O halde, bugün daha önce tercih edilmeyen kirli bir barışı burjuvazi için daha iyi bir seçenek haline getiren nedir? Birincisi; henüz barış sürecine girmeksizin PKK’nin iç evriminde geriye doğru aldığı mesafe ve kirli bir barışa çok daha fazlasını vereceğini göstermesi. İkincisi; dışarıda savaş politikacılığına yönelen bir ülkenin içte silahlı bir muhalefeti mutlaka çözme zorunluluğu. Türkiye burada artık bir savaş politikacılığı tercihinde bulunmaktadır.

Ancak Türkiye’nin yaptığı tercihler güçlülüğünü üzerinden kolaylıkla konulan iradelerin sonucu değildir. Türkiye mali-ekonomik çok yönlü bir yapısal kriz içindedir ve orta vadeli bir rahatlama projesinden yoksundur. Bu onu içte ve dışta ekonomide ve politikada birbiriyle çelişen kararlara ya da zorunluluğun ürünü politik kumarlara dayalı tercihlere itmektedir. Bu yüzden hesaplanamayan bir savaş politikacılığından bir savaş kumarbazlığı olarak bahsedilebilir ancak. Bu savaş kumarbazlığı olgusu, kirli barış politikacılığı tercihinin alacağı biçimlerin çelişik karakterinden de izlenebilir.

Türkiye Kürt sorununda kirli barış politikacılığına yönelmekle kalmayacak, bunun doğal dış ayağı olarak diğer Kürt parçalarına hükmeden ülkelere karşı bir savaş politikacılığına da yönelecektir. Bunlar, hem emperyalizmin hem de siyonizmin özel hedefi olan Irak ve İran’dır. Böylece Türkiye Öcalan karşılığında hem kirli bir savaş politikacılığına, hem de Irak ve İran’a karşı daha aktif bir savaş politikacılığına yönelecektir. Bunun ilk işaretleri,  tam da , “ulusalcı, bölge merkezli politika savuncusu ve Irak’la dost” Ecevit hükümeti zamanında, İncirlik’in Irak’a karşı pervasız ve sınırsız kullanımında görülmüştür. Son birbuçuk yıldır ise, Türkiye izin almaksızın İran topraklarına geçerek operasyonlar düzenleyebilmektedir. Bunlar hiç de rastlantı değildir.

Irak’ı parçalamak temelindeki politikada, Washington’da ABD, KDP, KYB görüşmeleri ile diplomatik alanda, Kürdistan ordusunun kuruluşu adımları ve subayların Türkiye tarafından eğitimiyle askeri alanda, meşrulaşmaya doğru önemli adımlar atılmıştır.

Burada Kürdistan, blokun stratejik amaçlarına birden fazla noktadan uyumludur.

Birincisi, Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş bir klasik sömürge olmasıdır. Dolayısıyla, parçalardan birinde (Türkiye) yapılacak kirli bir barışın, Kürtleri diğer parçalarda savaşa sürükleme olanağı kendiliğinden doğmaktadır. Kürtlerin yıllardır kendi haklarına el koyan ve ateşle cevap veren bir parçayla/ülkeyle nasıl birleşebileceği sorunu ise ortada durmaktadır. Bunun cevabının PKK sözkonusu olduğunda karmaşık olduğu açıktır. Ama nihayetinde bunun bir siyasal önderliğin erozyonu sonucu olabilirliği, Barzani’nin Saddam Hüseyin’le ortak bir askeri operasyonla Güney Kürdistan’a hakim olma denemesinden izlenebilir.

İkincisi, blokun anti-Arap ve anti-islam eksende kurulmaya çalışılmasıdır. Bu, blokun cephe gerisinde savaş karşıtı tepkilerin asgari düzeyde tutulması açısından yaşamsal bir ihtiyaçtır. Arap olmayan Kürtler, Ortadoğu’da, laik bir modernleşmeye en kolay uyum sağlayabilecek milliyetlerden biridir. Türkiye’de %20 oy alan Refah-Fazilet olgusu, İsrail stratejistlerini rahatsız etmektedir. 28 Şubat sonrası laiklik operasyonu, sadece sahte kamplaşmalar ve iç politik düzenlemeler için değil, aynı zamanda bizzat blokun ihtiyaçlarının da bir sonucudur.

Kürdistan’ın blokun potansiyel bileşeni olması, onun içinde buna uyumlu bir önderlik yaratabilme sorunudur. Bu noktada bu operasyonun başarısı, PKK’nin bu çizgi sınırlarında bir ehlileşmeye ne zaman ve nasıl gelebileceği sorunudur. Zira böyle bir önderlik ancak Kuzey Kürdistan parçası-Türkiye bağlantısı üzerinde yükselebilir. Ayrıca KYB-KDP her tür çözüme zaten açık olduğuna göre, bu tür bir girişime muhalefet edebilecek güçleri ehlileştirmek temel bir sorun alanıdır.

*  Türkiye, Suriye heyetinin “İsrail üssü” bilgisini yalanlamamış, sadece bunun bir tarım üssü olduğunu belirtmiştir. Bu kuşkusuz gerçeğin yarısıdır. Bu üs olsun ya da olmasın, Türkiye ve Irak Kürdistan’ında binlerce MOSSAD ajanı gezer ve İsrail jetleri Türkiye hava sahasını “eğitim amaçlı” kullanırken, bunun bugün ya da yarın bir değil bir dizi askeri üssün kurulması ile sonuçlanması hiç de  şaşırtıcı olmayacaktır.

Gerçeğin diğer yarısı, blokun sadece askeri bir içerik taşımadığı ve Türkiye üzerinde giderek artan İsrail  ekonomik sömürü ilişkisinin varlığıdır. Suriye sınırındaki “İsrail tarım üssü” , eğer kredi bulunur da bitirilirse, Türkiye burjuvazisini GAP’ta, Bakü-Ceyhan’daki %12.5’luk payı bile arayacağının göstergesidir.

 

- 4 -

Vaadedilen Kürdistan/kaybedilen Kürdistan

Emperyalizmin ve bununla bağlantılı olarak Türkiye tekelci burjuvazisinin kirli barış yolunda da bir altyapı hazırlığı bulunmaktadır. ‘90’ların başından beri bu yönde yapılan hazırlıkların hiç de sözde liberallerin bir çabası olmadığı, bizzat resmi devlet politikasının bir parçası olduğu, en sert şahinler ekibinin bile (T. Çiller) bir Doğu Raporu (D. Ergil) hazırlatmış olmasından görülebilir. Bu raporun kendisinin bir kirli barış altyapı araştırması olması, şovenist eleştirilerle karşılaşmasına engel olmamıştır.

Ama burada kritik sorun sadece devletin kirli barış, reform paketi açmazı değil, böyle bir süreç içinde uygun bir önderlik yaratabilmesiydi. Bu noktada devletin iki ayrı seçeneği değil, birbirini tamamamlayan iki basamaklı bir uzlaşmacı önderlikler projesi bulunmaktaydı.

Birinci kamp ya da basamak; burjuva sınırlarda hak ve özgürlükleri kendi içinde amaçlaştırmış ve bu yüzden gerçekleşme şansı da olmayan bir müzmin muhalefet platformu olmaya aday, “demokrasici” seçenektir. (Burada “demokrasici”lik terimini burjuva demokrasisinin tekellerin bulunduğu konumdan savunulması olarak kullanıyoruz.)

İkinci kamp ya da devletle bütünleşme basamağı; ekonomik ve sosyal hak kazanımları için Türkiye’nin bölgesel bir güç olma çerçevesinde emperyalist politikalar izlemesini destekleyen, ulusal duruşu burjuva sınırlarda tutarak gerçekleşmesini imkansızlaştıran, devletin barış politikacılığının aktif bileşeni bir devlet solu olan, “cumhuriyetçi” seçenektir.

Bu kamplaşmayı burada geniş planda işlemeyeceğiz. Sadece Kürt sorununda taraf olan siyasi öznelerin bu kamplaşmadaki yerlerine bakacak, muhtemel evrimleşmeleri ve sonuçlarını görebilmek için örneklemeler yapacağız.

Devlet kabul edilebilir sınırların hayli uzağında kalan bir PKK’nin varlığı şartlarında, dolaylı ve doğrudan yollarla bu seçenek basamaklara uyumlu önderlikler yaratmaya girişti.

Barış Partisi gibi yapılar, Diyarbakır’da başladıkları seçim faaliyetlerinde, “Türkiye vatandaşlğı” gibi kavramları kullanmaya giriştiler. Bu kuşkusuz Barış Partisi’nin politik programının sonucu değil, Süleyman Demirel’in üzerinden piyasaya sürülen devlet projesi “Anayasal Vatandaşlık” formülüdür. İP, devlet solu olarak bu sürecin uzun süredir savuncusu olmakta, Amayasa Tamimi’ne atıfla “ortak vatan”, “Türkiye Türklerin ve Kürtlerin vatanıdır” argümanına sarılmaktadır. Dağılmış bulunan YDH’nin politik platformunun da, bu demokrasici ve olanaksız platform olduğunu belirtmeliyiz.

Bu düzeyde geri bir “dil ve kültür” reformu bile, ya güçlü bir sermaye temeline ve bunun ürünü iç politik istikrara bağlı olarak hayata geçirilebilir, ya da sadece muhalif güçleri düzene yakınlaştıran sahte ve uygulanamaz bir politik hattın parçası olabilirdi. Buna karşın uygulanamaz bu politik platformun gerçekleşme şansı, ancak bu platformların devletle barışmadan öteye gitmesi, aktif bir devlet politikacılığına yönelmesiyle mümkün olabilirdi.

Burada Şerafettin Elçi’nin DKP’si örneği vardır. Kürt büyük burjuvazisinin politik partisi, ulusal haklardan değil ekonomik çıkarlardan bahseden bir “Kürt” partisi kurarak, bu hattın ideolojik temsilcisi olmaya soyunmuştur.

Gerçekte bu ideolojik platformlarla politik temsilciler arasında yer yer özüne uygun bir evrim ve işbölümü bulunmaktadır. Sözgelimi İP, devlet solcusu kimliğine rağmen Kürt sorununda uygulanamaz bir politik platformda bulunmaktadır. Hem anti-ABD, anti-PKK hattı bugün için gerçek dışıdır. Ve İP’in ideolojik sözcülüğünü yaptığı sosyal şovenist hattın politik gereklerini bugün ordu ve DSP uygulamaktadır.

YDH ise ayrıştırılabilecek bir politik hattaydı. Bir yandan tekelci burjuvazinin süper liberal ekonomik platformu, öte yandan ise demokrasiciliği ile uygulanamaz ve işlevsiz bir hattı. YDH böylece kendi yerini LDP ve ÖDP’ye bıraktı. LDP tekelci burjuvazinin faşizan, bölgede savaş politikacısı, süper özelleştirmeci hattın ideolojik odağı oldu. Böylece Blok’un doğrudan savunucusu bir propaganda merkezi oldu. Buna karşın demokrasici örtü, devlet operasyonları ile (A. Birdal suikastı) sosyal şovenizme ve bir adım daha devlet soluna çekilen, kitle mücadelesinin mevzilerini tuttuğu için daha işlevsel olan ÖDP’ye bırakıldı.

Kürt siyasi özneleri arasında benzer bir rol dağılımının zorluğu ve işlevsizliği PKK’nin halk arasındaki örgütlü yapısından kaynaklanıyordu. Bu nedenle diğer Kürt siyasi özneleri sadece dar bir ideolojik propaganda odağı sınırlarında kalıyorlardı.

Devlet bu gerçeğin farkında olarak, bütün çabasını PKK ve HADEP’e yönelik olarak kurmaya başlamıştır. Bunu üç yönlü bir çaba olarak görebiliriz. Bir, HADEP’i bölmek ve daha uzlaşmacı güçler yaratmak. İki, HADEP’i bir bütün olarak PKK’den bağımsızlaştırmak ve ehlileştirmek. Üç, PKK’yi kazanmak ve orta vadede Blok bileşeni bir Kürt “yönetimi”ni buradan yaratmak.

Dikkat edilirse, hedef alınan ölçek büyüdükçe iddiası artan bir proje sözkonusu ve bu tümüyle gelişimin mantığıyla uyumludur. Bu hedeflerde devletin tamamen başarısız olduğu sanılmamalıdır. Dün HADEP içinde olmayı tercih eden Burkaycıların ayrı parti kurmasından sonra, tam da devletin saldırdığı bir süreçte, O. Doğan ve Sırrı Sakık’ların HADEP’ten ayrılışları gelişimin yönünü göstermesi açısından önemlidir.

Bugün gelinen kritik nokta ise A. Öcalan’ın yakalanması üzerinden devletin bizzat PKK’yi kirli bir barış ve orta vadede Blok bileşeni bir Kürt yönetimi çerçevesinde kullanmaları çabalarıdır. Devlet “Kürdistan” idealinin en yüksek karşılık bulduğu PKK’yi bu ileri yanından dejenerasyona uğratarak bir Blok bileşeni yaratmaya çalışıyor. Böylece, kukla ama “birleşik” bir Kürdistan vaadediyor ve gerçek bir Kürdistan davasının tarihe gömülmesi için çalışıyor. Bunun için önce vaadeden PKK’nin kaybeden bir PKK’ye çevrilmesi gerekiyor.

Son birkaç ayın kanıt gerektirmeyen açıklama ve tutumları, PKK’nin yeni ideolojik-politik konumunu, “siyasal çözüm”e bağlı iç erozyonun nerelere varabildiğini ve yeni yönelimin nerelere varabileceğini göstermesi açısından önemlidir.

PKK Suriye’den çıkış sonrasında Avrupa ve demokrasiye dayalı bir hatta yönelmiş, ‘82 sonrası bir FKÖ olmayı hedeflemiştir. Ancak bugün Avrupa’nın bağımsız inisiyatif gücü PKK’ye bu düzeyde sahiplenmeye olanak vermemiştir. A. Öcalan, ABD-İsrail’in başında bulunduğu bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmiştir. Böylece PKK, Avrupa üzerinden diplomatik bir sürgün hükümeti benzeri bir konumdan uzaklaşmak zorunda kalmıştır.

PKK ve A. Öcalan yakalanmasını örgütleyen ABD ve İsrail’e tek kelime eleştiri yöneltmemekte ve Avrupa emperyalizmini eleştirmektedir. Bu durumda ABD’yle uyumlu bu hat dış politikada kendisine ne tür bir misyon seçecektir? Blok ve bölgede savaş politikacılığı konusunda tutumu ne olacaktır? Herhalde Arap-Türk ve Kürt halklarının barışçı bir politikada birleşmeleri değil. PKK gerçekçidir ve açtığı yol İP’in gösterdiği, ama sonuçlarını savunamadığı Blok bileşenliğine gitmektedir. Bir yıl önce Mahir Kaynak Gündem muhabirine Ortadoğu Kürtlerinin İsrail’le bir sorunu olmadığını ima ederken, kişisel fantazilerini değil devlet politikalarını seslendiriyordu.

Mart ‘99’da bu sefer Sırrı Sakık TV’de, “ben sadece Türkiye’deki Kürtlerin değil, tüm bölgedeki Kürtlerin Türkiye’de kardeşçe yaşayabileceğini düşünüyorum” dedi. Bu, bölgedeki Kürtlerin mülteci olarak Türkiye’de toplanması olmadığına göre, bizzat Türkiye’nin diğer Kürt parçalarını işgal etmesi önerisiydi. Bunun, Sakık’ın kontr-gerilla yönlendirmeli bir söylemi olduğundan şüphe edilmemelidir. Mahkemenin hemen öncesinde ise, PKK Başkanlık Konseyi’nin, “Yavuz döneminde Türk-Kürt ortaklığı Osmanlı’nın doğuya açılmasını sağladı” ifadeleri ile mahkemede A. Öcalan’ın “Kürt potansiyelinin Türk potansiyele eklenmesi” ifadeleri buna eklendi.

Anlaşılan PKK devletle gerçekten görüşmekte ve onun ne istediğini bilmektedir. Yani bu kez tarih fantazileriyle karşı karşıya değiliz. Bu söylenenlerde şaşırtıcı bir yan yoktur. PKK kirli barışa gelecekse, bundan daha geri bir misyon olamaz. Kirli barışın diyeti ise, Kürtlerin Türkiye sömürgeciliğinin kurşun askerleri olmaları olacaktır.

Mahkemede A. Öcalan kritik bir kavram olarak “demokratik cumhuriyet” tanımını kullanıyor. Bunun “bağımsız, birleşik, demokratik, sosyalist Kürdistan”dan ne kadar uzak olduğu biliniyor. A. Öcalan’ın “demokrasinin zaferi” dediği, “bu yüzyılın faşist totalitarizme de, sosyalist totalitarizme de mezar olduğu, demokrasinin kazandığı” üzerinden anlattığı, bizzat burjuva demokrasisidir. Birileri tercihini burjuvalardan yana yapmış olabilir. Ama Kürt sorununda kirli bir barışa gelinmiş olsa bile, burjuva demokrasisinin Türkiye’de genişleyeceğini söylemek, Türkiye kapitalizminin mali-ekonomik krizinin kirli savaştan, politik krizini ise ulusal sorundan ibaret sanmaktır. Bunun gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur ve Türkiye’de derinleşecek ekonomik-politik krizin demoratikleşme adımlarına izin vermeyeceğini görmek hiç de zor değildir. Hele de bu ülke dış politikada savaş politikacılığına yönelmişse...

Nihayet Öcalan mahkemede, ulusal planda “siyasal özgürlüğün de bulunduğu”nu, ama olmayanın “dil ve kültür özgürlüğü” olduğunu söyleyebiliyor. Bir ulusun siyasal özgürlüğünü kullanıp kültürel özgürlüklerini kullanamaması mümkün müdür? Eğer HADEP’e yönelik katliam, kapatma ve yasaklamalara rağmen fiilen yaratılmış siyasi özgürlükler kastediliyorsa, cumhuriyet tarihinin en demokratik süreçlerinin ‘70’lerin Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemleri olduğu da söylenebilir.

PKK, Kürt sorununu ulusal sorundan ulusal kültür alanına indirgemekte ve kirli bir barışın yeni bir asimilasyon süreci olacağını atlamaktadır. Hiçbir güvenceye dayanmayan politik hakların, otonominin bile nasıl ilk fırsatta geri alındığı Irak deneyimi üzerinden yeterince açıksa, geri kültürel haklar çok daha kolay geri alınabilecektir. Dahası, kapitalist sistemdeki kültürel dejenerasyon, ulusal değerler karşısında kozmopolitizmin zaferini tesis edecektir.

Gelinen yerde A. Öcalan’ın ve PKK’nin “taktik”leri PKK’nin muhatap alınmasına ve meşrulaştırılmasına endekslenmiştir. Bu uğurda atılmayacak bir adım olmadığı şimdiden ilan edilmiştir. “PKK’nin yasallaşması ve gerillanın dağdan indirilmesi” laf aralarında ilan edilmektedir. Çözülenin bir kişi değil, tüm parti olduğuna dikkat edilmelidir. Programı ile gerillanın meşruluğunu ilk raundda kaybeden PKK’nin elinde hemen hiçbir şey kalmayacaktır. “Siyasi çözüm” eğik düzleminin eğimi ve PKK’nin düşüşü artacaktır.

 

- 5-

Ortadoğu'da sosyalizm kazanacaktır!

Öcalan’ın PKK programını bir savunma ile resmen tasfiye etmesi önemlidir. PKK’nin ‘92’den bu yana içine girdiği “siyasal çözüm” yönelimi bunu kolaylaştırmıştır. ‘78 programının hedeflediği, emperyalizme, sömürgeciliğe ve feodalizme karşı mücadeleden salt ulusal haklar için mücadeleye geçiş süreci, devrimci programı zaten fiilen önemli ölçüde tasfiye etmişti. Öcalan bunu yeni bir düzeye vardırarak, devrim adına ne varsa tümünü bir kalemde silip atarak, mücadelenin biricik amacının  “dil ve kültürel kimlik” olduğunu ilan etmiştir.

Bunun mantıksal bir uzantısı olarak, devrimci zora dayalı dönüşüm çizgisi tümüyle reddedilmiş, “barış çizgisi” hakim resmi anlayış ilan edilmiştir. Böylece komünistlerin, ateşkeslerin taktik olmadığı ve salt askeri anlam taşımadığı, stratejik bir yeni siyasal yönelimin ürünü olduğuna ilişkin değerlendirmeleri pratikte kanıtlanmıştır.

Komünistler, ulusal çerçeveyi aşamayan devrimci çizginin kendi sınırlarına dayandığını, bundan sonrasında ya devrimci çizgide derinleşilerek Türkiye işçi ve emekçileriyle birleşme yolunun tutulacağı, ya da kendi burjuvazisiyle birleşerek ulusal haklar sınırında bir “siyasi çözüm” çizgisinin egemen hale geleceğini söylemişlerdi. Gelinen yerde, sosyal kurtuluş mücadelesiyle birleşemeyen bir ulusal kurtuluşuluğun devrimcilik sınırları yeterli açıklıkta ortaya çıkmıştır.

Devrimci çizgide bir mücadele yolu seçilmediği koşullarda, Kürt halkının en önemli kayıplarından biri, toplumsal dönüşümün bir dizi alanında son 15 yıldır aldığı mesafe olacaktır. Kürt toplumu yarı-feodal bir sosyo-ekonomik yapının izlerini önemli ölçüde taşımasının sonucu olarak ağalık-şeyhlik gibi kurumların köleleştirici etkisini yaşamaktaydı. Bugün ise ağalık kurumu, koruculuk ile resmi bir güvenceye alınmasına rağmen, her geçen gün çözülmektedir. Savaşın saflaştırıcı etkisi bir de bu yolla bu yapıya önemli bir darbe vurmuştur. Kürt halkı 15 yıllık mücadele içinde kendi kaderini kendi ellerine aldığından, ancak kaderci bir anlayışın ürünü olarak güçlenebilecek din olgusu zayıf kalmıştır. Kürt toplumu kendi sosyo-ekonomik yapısıyla kıyaslanamaz oranda laik bir modernleşme düzeyindedir. Nihayet gerilla mücadelesi, Kürt kadınını son derece geri olan konumundan gerilla ordusu içinde kitlesel ölçekte eşit görevler alanına taşıyarak, tarihi bir ilerici adım atmıştır.

Mücadele yeni bir devrimci çizgide sürdürülemediği koşullarda, tüm bu alanlardaki kazanımlar yitirilecek, kirli barış üzerinden kapitalist sistemle bütünleşme nedeniyle toplumsal bir gerileme yaşanacaktır. Dahası, mücadelenin en önemli kazanımı olan ulusal bilinç ve kültür dejenerasyona uğrayacaktır. Kürt kirli barışını yeni dış savaşlara basamak yapacak olan Türkiye burjuvazisi yeni bir asimilasyon sürecine yönelecektir. Kürt ulusunun tüm tarihi reddedilerek ve dejenere edilerek, kültür ve folkloru dahil bilinçli bir Türkleştirme operasyonlarına uğratılacaktır. Bu, Kürt halkını binlerce yıllık kültüründen koparmaktan çok modern tarihin Kürt isyanlarından kopartmak için bir ihtiyaçtır.

Tüm bunlara karşın asıl sorun, son 15 yıllık mücadele sürecinin kazanımlarına rağmen Kürt halkının böyle bir çizgiye kazanılıp kazanılmayacağıdır. Öcalan’ın son 15 yılın mücadelesini neredeyse siyasal bir devrim olarak nitelemesi bilinçli bir çarpıtma olmakla birlikte, Kürt halkının devrimci müdahale ve dönüşümlere açık bir birikim ve gelenek edindiği açıktır. Bu bir güvence değilse de bir olanaktır.

Emperyalist hayaller, sömürge gerçekler
Bölge merkezli dış politika: İsrail'in kuyruğu

Türkiye “Blok” adımı ile, çok yönlü krizinden çıkabilmek için hazır olmadığı erken ve riskli bir çözüm projesi macerasına yönelmiştir. Böylece, bağımlı bir ulus-devlet sınırlarındaki bir özerk çıkar ve irade alanından dahi uzaklaşmıştır. Türkiye’nin orta vadeli tüm iradi tutumları ABD-İsrail ekseni üzerinde şekillenecektir. Dolayısıyla “büyük” Türkiye’nin, Ortadoğu’daki süreçleri etkilemede ve yön vermede bir Suriye ya da Irak kadar bile bir iradi etkisi olmayacaktır. Kuşkusuz tam tersi bir görüntü yaratılmaya çalışılacaktır. Son bir yılda olduğu gibi, dört komşusuyla savaş gerginliği yaşamış bir ülke olarak, irade koyduğundan çokça bahsedilecektir.

Ecevit hükümetinin kurulması ile Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinden daha da uzaklaştığı ve yeni DSP-MHP-ANAP hükümeti ile (MHP faktörü yüzünden) bunun derinleşeceği üzerine bir dizi yorum yapılmış bulunuyor. Gerçekte ise bu partiler, programlarının tersine pratiklerin başını çekiyorlar. Bu onların burjuvazinin programının ikinci dereceden yöneticileri olmalarının sonucudur. Böylece “ulusalcı” DSP Irak’ın bombalanması sürecindeki tutumu ile en uşak bir hükümet pratiği sergileyebiliyor. Avrupacı ANAP ise, AB’ye rest çekmek adına, Avrupa’dan uzaklaşma sürecinin başını çekmek zorunda kalabiliyor. MHP’nin kendi programına ne kadar uygun davranabileceği ise, dış politikada Çin’le ilişkileri geliştirmek atfından görülebilir.

Türkiye kendi zayıflıklarının ürünü olarak Avrupa’nın uzağına düşmüştür. Çok parçalı dünya tablosunun politik kamplaşması içindeki yeri belirginleşmiştir. Bu tür süreçlerde zaten ABD’nin yeni sömürgesi değil miydik demek, sokaktaki adam politizmi olabilir. ABD’ye bağımlı Yunanistan aynı süreçte kendi özerk çıkarlarını büyütmek üzere ABD-Avrupa politik kamplaşmasından yararlanmaya çalışacak kadar bir irade sahibi olduğunu göstermiştir.

Bu günlerde bölge merkezli dış politika ve Avrasya politikacılığı (bu ifade hükümet programlarına ilk defa girmiş bulunuyor) üzerinden ifade edilen dış politik konsept aslında ‘89’dan beri demagojik bir propagandaya konu edilen emperyalist hayallerin kendisidir.

Komünistler ‘89’da burjuvazinin bu demagojisinin etkisinde kalan aydın çevrelere (“emperyalist Türkiye” ve türevi tezler), Türkiye’nin Ortadoğu hayallerinin kendi yakın doğusunun Kürt sorununun gerçekleri içinde paramparça olduğunu hatırlattılar. Bugün kirli barışın Kürt halkına kabul ettirilebileceği hayli tartışmalı olduğuna göre, sermaye iktidarının bu alanda yolu tamamen düzlediğinden sözedilemez. Kaldı ki Türkiye’nin ekonomik ve politik krizi Kürt sorunundan kaynaklanmamakta, bundan dolayı sadece ağırlaşmaktadır. Krizin kaynağı bağımlı kapitalist ekonominin yapısal özellikleridir. Bu nedenle Türkiye, hem Ortadoğu’da hem de Orta Asya’da, ancak diğer emperyalist ülkelerin taşeronu hatta ancak tabelacısı olarak yer bulabilecektir.

Dolayısıyla, ne bölge merkezli politikacılık ne de Avrasya-Turancılığı Türkiye’nin kendi öz gücü ve iradesinin ürünü olabilir. Bunları ABD’den ayrı projeler olarak düşünmek mümkün değildir. Ve oynadığı asıl rol, Blok’un dış politika gereklerini yerine getirip arka plandaki ABD-İsrail’i gizlemektedir. Yani emperyalist hayaller ve demagoji, sadece sömürge gerçeklerin üstünü örtmeye yaramaktadır.

Hem dış politika açısından hem de Türkiye’nin ekonomik alanları açısından yeni olan ise, İsrail’in ABD’nin bölge çıkarları çerçevesinde yeni ve alt efendi haline geliyor olmasıdır. Türkiye ve İsrail arası çok yönlü ilişkiler gerçekte çok yönlü bağımlılıktan ibarettir.

Sonuç

PKK’nin yeni dönemi, programının ve devrimci zorun reddiyle başlamıştır. Geriye doğru evrim hızlanarak sürmektedir. PKK devrimci bir halk önderliğinden ulusal bir reformist akıma evrilmiştir. Önderliğin çizdiği hedef doğrultusunda “yasallaşacak PKK” ya da muhtemel Kürt yönetimi ise, Blok’un “potansiyel” dördüncü bileşeni olmaya evrilmektedir.

Bu sürecin Türkiye üzerinden kesintiye uğraması ya da gündemden düşmesi bile, PKK’nin geriye doğru iç evrimini durdurabilecek bir gelişme değildir. PKK blokun bileşeni olmasa bile, çözümsüzlük içinde eriyen bir ulusal akım olacaktır.

Kürt halkı bu noktada yol ayrımındadır. Onun son 15 yıllık devrimci gelenek birikim ve refleksi Blok’un bileşenliğine direnecektir. Sosyalizme güncel planda Kürt halkından daha uzak Filistin’de bile bir karşı duruş eğilimi geliştiğine göre, Türkiyeli komünistler daha şanslıdır. Sadece bu da değil, Türk ve Kürt milliyetinden işçi sınıfının ortak mücadele olanaklarıyla ve komünist işçi partisinin köylü-tarım programının mücadele hattıyla birleşilebildiği ölçüde, devrimin hem ulusal hem de kır temeli ve ittifakları güvenceye alınmış olacaktır.

Özellikle metropollerde ve Kürdistan’ın sınır bölgelerinde Kürt gençliği içinde kendine yurtsever sosyalist olarak tanımlayan kesimlerin genişleyeceği, yüzünü emekçi sınıflara yönelik politika yapmaya çevireceği bir süreç başlamıştır. Yanısıra BDGP süreci devrimci demokrasinin yeni bir tasfiyecilik kanalı olduğu ölçüde, buna karşın direncin komünist platforma yönelebilmesinin olanakları vardır.

Filistin ve Kürdistan örnekleri, klasik sömürgeciliğin çöküşü sonrasına kalmış ulusal sorunların çözümünün, kapitalist ekonomilerle ileri derecede entegrasyonun da bir sonucu olarak, birleşik bir devrimci çizgiyi ve mücadeleyi gerektirdiğini göstermektedir. İki ülkede de deneyim, mücadelenin ileri politik önderliklerinin yaşadığı geri evrime karşı gerçek alternatif bir politik çıkışın, ancak, bütün üzerinden ve sınıf zemininde politika yapabilen devrimci seçeneklerle mümkün olabileceğini pratikte açığa çıkarmıştır. Filistin ve Kürdistan’da ulusal sorun, Türkiye ve İsrail bütünündeki toplumsal kurtuluş mücadelesine bağlanarak gerçek ve kalıcı çözümünü bulabilecektir. Bu perspektifin daha geniş ölçekte bir uzantısı daha var; Ortadoğu bütününde Ortadoğu sosyalist federasyonu sadece en ileri çözüm değil, aynı zamanda en gerçekçi çözüm de olacaktır.

Ortadoğu'da sosyalizm kazanacaktır!

Haziran '99'da yayınlanmıştır...

 


Üste