Logo

31 Mayıs patlaması ve devrimci sorumluluklar


31 Mayıs patlaması
ve devrimci sorumluluklar

Türkiye’deki dengeleri şimdiden altüst etmiş olan halk hareketi, direniş merkezlerine yönelik yoğun saldırılara rağmen inatla büyüdü ve yaygınlaştı. Hareketi şiddet kullanarak bastırmayı hedefleyen, böylece politik ve moral bir yenilginin hesabını yapan dinci gerici iktidar bunda başarılı olamadı. Toplumsal ve siyasal bileşimindeki çeşitliliğe, politik ve örgütsel niteliğindeki zayıflığa karşın 31 Mayıs halk hareketi umulanın çok ötesinde bir dayanma gücü gösterdi.

Tüm düzen medyasını arkasına alan amerikancı dinci iktidarın 11-12 Haziran’daki polisiye saldırısının büyük bir direnişle karşılanması da hesapları bir kez daha boşa çıkardı. Gelinen yerde moral bozucu olabilecek, hareketin bugüne kadarki politik kazanımlarını gölgeleyebilecek bir yenilgi olasılığı önemli oranda bertaraf edilmiş oldu. Yine de, ihtiyaç hasıl olduğunda, durum bunu gerektirdiğinde, en sert yol, yöntem ve araçları kullanmaktan sakınmayacak bir düzen ve devlet gerçekliği söz konusu olduğu oranda, yıkıcı olasılıkların henüz tümüyle ortadan kalkmadığı da bir gerçektir.

Patlak veren halk hareketinin kendisi ve gelişme seyri, partimizin tarihsel döneme ve olayların akışına ilişkin devrimci iyimserliğinin hiç de temelsiz olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Hareket dönem itibariyle beklenmedik bir anda patlak verse de, bu komünistler için hiç de şaşırtıcı bir gelişme değildir. Zira partimiz dinsel-gericiliğin toplumsal düzeyde yarattığı karanlık atmosferin yanıltıcı olmaması gerektiğini yıllardır önemle vurgulayagelmektedir.

2009 sonbaharında toplanan TKİP III. Kongresi ise yeni tarihsel dönem üzerine şu temel önemde değerlendirmeyi yapmıştı:

“İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır. Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’de de.”

“Bu tespit partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakış açısı ile hazırlanmaktadır. Her biçimi ile burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.” (TKİP III. Kongresi Bildirisi)

Marksist bakışaçısı, tarihsel deneyim, sınıf mücadeleleri gerçeği ile günümüz dünyası ve Türkiye’sinde olayların akışı temel alınarak yapılan bu değerlendirme, bugünkü gelişmelere de ışık tutmakta, olup biteni anlamayı ve anlamlandırmayı kolaylaştırmaktadır. 31 Mayıs patlaması, dünya ölçüsünde girmiş bulunduğumuz yeni tarihsel dönem hareketliliğinin Türkiye üzerinden özgün ve önemli bir yeni halkasından başka bir şey değildir.

Rüzgar eken fırtına biçer!

Bu büyük gelişme belli başlı yönleriyle irdelendiğinde, karşımıza çıkan ilk olgu, 31 Mayıs’ın kendiliğinden bir patlama olmasıdır.

31 Mayıs öncesine bakıldığında, AKP çatısı altında birleşmiş dinci gericilik koalisyonunun 11 yıllık iktidarlaşma süreci boyunca birbirini izleyen iktisadi, sosyal ve siyasal saldırıları tablosu çıkar karşımıza. AKP iktidarı bütün bu süreç boyunca sosyal mücadele boyutuyla çok ciddi bir sorunla karşılaşmadı. Ama tüm bu saldırıların işçilerde, emekçilerde ve gençlik saflarında büyük patlama birikimleri yarattığını ve bunun da er geç bir kırılmayla sonuçlanacağını görmek de zor değildi. TKİP III. Kongresi’nin yukarıya aktarılan değerlendirmesi bunun yalnızca bir örneğidir.

Saldırılar Kemal Derviş’ten devralınan acımasız ekonomik-sosyal politikaların uygulanmasıyla başlamıştı. Yeni iş yasası, taşeron çalışmanın ve esnek üretimin yaygınlaştırılması, iş saatlerinin uzaması, sefalet ücretlerinin dayatılması vb. saldırılar kesintisiz bir biçimde hayata geçirildi. Bunu özellikle 2000’lerin ortasından başlayarak siyasal hak ve özgürlüklere yönelik yeni faşizan yasal düzenlemeler ve fiili saldırılar tamamladı. Bu dönem aynı zamanda 1999 İmralı süreci ile birlikte kısmen gölgede kalan Kürt sorununun sermaye devletini zorda bırakacak tarzda yeniden gündeme gelmesine sahne oldu. 2005 Newroz çıkışı ve sonrası süreçte Kürt halk kitlelerinin yeniden mücadele alanlarına çıkması, bugüne uzanan sürecin yolunu açtı.

Aynı dönemde sermaye iktidarı dış politika alanında da ciddi sorunlarla yüzyüze kaldı. Irak’a yönelik ABD işgali ve savaş, önce “çuval geçirme” krizine, ardından bütün kırmızı çizgilerin çökmesine yol açmıştı. Dış politikada 2007’den itibaren işler tekrar yoluna konulmuş gibi görünüyordu ki, Suriye’deki kirli savaşın en etkin tarafı olunmasıyla işler tekrar sarpa sarmaya başladı.

2007 aynı zamanda, ABD ile varılan mutabakat üzerine ordu başta olmak üzere devletin geleneksel politikada direnen kesimlerine “Ergenekon”, “Balyoz” vb. adlar altında darbelerin vurulmaya başlandığı, medya, yargı, eğitim vb. alanlarda dinsel gericilik hesabına önemli mevzilerin elde edildiği bir dönemdir. AKP iktidarı bu dönemden itibaren faşist baskı ve terör politikalarını daha yoğun bir şekilde gündeme getirdi ve bunu topluma kendi zihniyetini dayatmanın bir olanağı olarak da kullandı. İşçi sınıfına ve emekçilere yönelik sonu gelmeyen sosyal yıkım saldırılarını, bunların biriktirdiği büyük toplumsal enerji ve öfkeyi bir yana koyuyoruz. Kadın haklarına müdahaleden kürtaj yasağı girişimlerine, keyfi tutuklamalar ve göstermelik yargılamalardan RTÜK sansürlerine ve gazeteci kıyımlarına, Alevileri aşağılayan ve inciten sayısız adımdan özellikle seküler orta sınıfları huzursuz edecek düzeyde yaşam biçimi müdahalelerine, bu arada Cumhuriyet döneminin ilerici kazanımlarına karşı rövanşist meydan okumalara kadar, bir dizi alanda girişilen pervasız saldırılar çok farklı toplumsal kesimlerde tepki, öfke ve gerilimler biriktirmeye başladı. Kentsel rantlar üzerinden yandaş sermaye gruplarına sağlanan büyük vurgunlara eşlik eden hoyratlık ölçüsündeki büyük çevre kıyımı ve yağması tüm bunların tuzu biberi oldu.

Emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin yıllardır süren tam desteğine, seçimlerde peş peşe elde ettiği başarılara, devlet iktidarı düzeyinde kazandığı sayısız mevzilere güvenen ve bununla adeta başı dönen gericilik odağı AKP ile onun en berbat özelliklerini kendinde cisimleştirmiş olan Tayyip Erdoğan, toplumun geriye kalan kesimlerine karşı bu denli ölçüsüz ve pervasız bir saldırganlığın sonuçlarıyla elbette yüzyüze kalacaklardı. 31 Mayıs toplumsal patlaması bunun bir ürünüdür ve Gezi Parkı’na yönelik saldırı bunun sadece fitilini ateşlemiş, adeta bardağı taşıran son damla işlevi görmüştür.

Taksim’i kazanma mücadelesinin büyük birikimi

31 Mayıs halk hareketinin öncesine bakıldığında, karşımıza ikinci bir olgu daha çıkıyor. Bu, AKP’nin özellikle 2007’den itibaren yoğunlaştırdığı polis devleti uygulamalarına, sokakları kaplayan polis vahşetine karşı ilerici-devrimci hareket ile sınıf ve emekçi kitlelerin ileri kesimlerinin sürüp gelen direnişinin yarattığı moral birikimlerdir. Bu yanıyla 2007 1 Mayıs’ı başlangıç olarak alınabilir. Taksim o dönemden bu yana toplumsal mücadeleye taze bir soluk kazandıran bir direnç noktası olmuştur. Üç yıllık çatışmanın ardından kazanılması ve tüm dünyada yankılar yaratan 1 Mayıs kutlamalarına sahne olması, tüm toplumsal mücadele dinamiklerine büyük bir moral kaynağı işlevi görmüştür.

Bu kazanım 2013 1 Mayıs’ında yeni bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Taksim’de kutlama yapılamadı ama onu çevreleyen bütün bir bölge, 2007, 2008 ve 2009’da olduğu gibi, yine kitlesel düzeyde militan sokak çatışmalarına sahne oldu. Keyfi ve yasakçı zorbalığa karşı bu kitlesel direniş tüm toplumun gündemine oturdu ve böylece İstanbul’da 1 Mayıs bir kez daha büyük yankılar yaratan bir mücadele günü olarak geride kaldı.

AKP iktidarı, Kürt hareketiyle başlattığı sözde “çözüm” sürecinin toplumda yarattığı atmosfere ve kendisi payına oluşan avantajlı koşullara yaslanarak, 1 Mayıs saldırısını kalıcılaştırabileceğini, kentin belli başlı meydanlarını kitle gösterilerine tümüyle kapatabileceğini düşünüyordu. Bu çerçevede Taksim yasağı, İstiklal Caddesi ve Galatasaray Lisesi önünü de kapsayacak şekilde genişletilerek, 1 Mayıs’tan sonraki irili ufaklı kitle eylemlerine de kapatılmaya çalışıldı. 31 Mayıs’a kadar geçen son bir ayda polis vahşetinin kol gezdiği Taksim sokakları, tersinden de birer direniş alanına dönüştü.

31 Mayıs Gezi Parkı direnişi tüm bu direnişlerin bir devamı olarak gündeme geldi ve tüm toplumda Taksim duyarlılığının bir sonucu olarak geniş bir sahiplenmeye konu oldu. Fakat patlamaya yol açan temel etken, tanınmış sanatçı ve aydınları hedefleyen polis vahşetinin ölçüsüzlüğüydü. Toplumun duyarlı kesimleri bu vahşet nezdinde AKP iktidarının gerçek yüzünü, Tayyip Erdoğan despotizmini en açık haliyle görmüş oldular. Tepki de dolaysız olarak bu odağa yöneldi.

Çatışmaların en önünde yer alanlar, dünden bugüne Taksim direnişlerine imza atmış bulunan sol hareketin güçleriydi. Hareketin düne kadar mücadeleye mesafeli duran ve son gelişmelerin etkisi altında kendiliğinden ayağa kalkmış bulunan esas gövdesi, dizginsiz polis terörüne karşı inatla direnme güç ve iradesini esasta onların yarattığı birikimden ve sergilediği örnek pratikten aldı.

Toplumsal heterojenlik, kadınlar, gençlik...

Halk hareketine dair üçüncü bir önemli olgu ise, toplumsal bileşim bakımından heterojen bir kitleye dayanmasıdır. Başından itibaren küçük-burjuva ara katmanlar ağırlığı belirgin olsa da, hareket içinde işçi ve emekçi kitlelerin de önemli bir yer tuttuğu bir gerçektir. Hareketin direnme gücü ve soluğu biraz da bunun bir göstergesidir. Bu gerçeği hareketin şiarları üzerinden de görmek mümkündür. “Direne direne kazanacağız!”, “Her yer Taksim, her yer direniş!”, “Faşizme karşı omuz omuza!” gibi hemen her yerde ortak atılan sloganlar, geçmişten bu yana sınıf ve emekçi kitle mücadelelerinin içinden süzülüp gelen ve son birkaç yıldır bu tür eylemlere malolan sloganlardır.

31 Mayıs halk hareketine dair tüm değerlendirme ve gözlemlerin döne döne işaret ettiği dördüncü olgu ise, kitle bileşiminde kadınların ve gençliğin belirgin bir ağırlık oluşturmasıdır. Bunun şaşırtıcı bir yanı yoktur; zira kadınlar ve gençlik, dinci-gericiliğin saldırılarından en çok zarar gören iki toplumsal kesim durumundadır. Kadınlara yönelik şiddet ve cinayet vakalarında yaşanan artış, dinci-gerici iktidarın kadını hor gören, kaç çocuk doğuracağından kürtaj yasağı girişimine kadar kadın bedeni üzerinde hak iddia eden politikalarından bağımsız değildir. Bugüne kadarki uygulamaların kadınların önemli bir kesiminde büyük bir tepki biriktirmesi kaçınılmazdı.

Gençlik ise gerici eğitimin cenderesine mahkum edilmiş, gelecek kaygıları büyütülmüş, ikide bir altüst edilen sınav sistemine, sınav hırsızlıklarına, internet yasaklarına vb.’ne karşı kendiliğinden bir şekilde dönem dönem kitlesel tepkiler göstermiş bir kesimdir. Özellikle de liseli gençlik 2007’den bu yana yaşanan toplumsal-siyasal süreçlerde hatırı sayılır düzeyde bir sol yönelim sergilemiştir.

Kitle hareketi fırtınası sınamadan geçiriyor

31 Mayıs halk hareketi toplumdaki tüm siyasi özneleri büyük bir sınavdan geçirdi/geçiriyor. Hareket öncelikle dinci-gerici iktidar bloğunun kendi içinde yaşamakta olduğu çatışmanın bir kez daha dışa vurmasına ve daha da derinleşmesine yol açtı. MHP aldığı tutumla, gerçekte AKP iktidarının muhalefetteki uzantısı olduğunu bir kez daha açık seçik bir biçimde ortaya koydu. CHP ise ilk günden itibaren sosyal demokrasinin klasik misyonuna uygun olarak itfaiyeci rolünü oynamaya çalışıyor. Bu arada tabanından gelen basıncı hafifletebilmek için de kontrollü bir destek tutumuyla hareket ediyor. Hem parti olarak dar siyasal hesapları, hem de yangın daha da büyüdüğünde itfaiyeci rolünü daha kolay, daha inandırıcı ve daha etkin bir biçimde oynayabilmesi ihtiyacı bunu gerektiriyor.

Büyük halk hareketi sadece düzen partilerini değil, medya başta olmak üzere, belediye, il yönetimleri, kapitalist şirketler vb.’ni de sınamadan geçirmiş oldu. Özellikle medya hiçbir dönem olmadığı kadar teşhir oldu. Bu aynı zamanda dönemin teknolojik imkanlarının da yarattığı bir sonuçtu. “Sosyal medya” artık her bir insanın kendisini ifade edebileceği bir kanal olduğunu bir kez daha gösterdi. Tunus-Mısır üzerinden iddia edildiği gibi elbette “devrimleri doğuran” değil ama devrimciler tarafından en iyi biçimde değerlendirilmesi gereken güçlü bir iletişim ve propaganda aracı olduğu bir kez daha görüldü.

Sınama elbette solun tüm kesimleri için de geçerlidir. Örneğin Kürt hareketi, KCK’nin bir hafta sonraki açıklaması ve Öcalan’ın mesajına kadar, pek de iyi bir sınav veremedi. Oysa kendisine karşı derin önyargılar besleyen ulusalcı kitle, ilk günlerde büyük bir anlayış ve kabullenme ruh haliyle alanlara çıkmıştı. BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in hareketin başlangıcında oynadığı etkin rol bunu kolaylaştırmıştı. Bu, şovenizme bizzat eylem alanlarında büyük bir darbe indirmenin çok önemli bir olanağıydı. Yazık ki bu olanak zamanında ve gereğince değerlendirilmedi.

Halk hareketinin asıl sınamadan geçirdiği güçler ise doğal olarak ilerici-devrimci parti ve gruplar oldu. Değişik parti ve grupların süreç boyunca sergiledikleri etkinlikler arasında çeşitli farklılıklar olsa da, bu aşamada hiçbirinin önderlik iddiası ileri sürecek bir kapasiteye sahip olmadığı görüldü. Tüm sol siyasi güçler hareket içinde en militan, en direngen ve en kararlı özneler olarak yer almak sınırlarında bir pratik sergileyebildiler.

Yine de toplamında ilerici-devrimci hareket 31 Mayıs patlamasından en büyük kazanımı sağlayan kesim olmuştur. Hem direnişin yaslandığı mirasın politik-moral temsilcisi olarak öne çıkılmış, hem de işçisi, emekçisi, genci ve kadınıyla sola açık önemli bir kitle politizasyonu yaşanmıştır. Bunun direniş ve çatışmalar içinde yaşanmış olması, önümüzde uzanan mücadele dönemi için son derece önemli bir kazanımdır.

Önderlik boşluğu ve devrimci önderlik sınavı

Gerek toplumsal bileşimi ve gerekse politik eğilimleriyle heterojen nitelikte olan halk hareketinin halen belirgin bir önderlik boşluğu yaşadığı açık bir olgudur. İlerici-devrimci güçler bu boşluğu doldurmaya aday olmakla birlikte bu alanda rakipsiz de değiller. Bunu 11-12 Haziran saldırısına kadar süren kirli düzen propagandasından bile çıkarmak mümkündür. Hareket içinde sol ve devrimci güçlere yakın kitle kadar ulusalcı çevrelerin de üzerinde hakimiyet kurabileceği önemli bir kitle var. Devlet güçleri, burjuva medyayı etkin bir şekilde kullanarak, hem örgütsüzlük propagandasına yüklendiler, hem de ulusalcı-kemalist kitleyi soldan ayrıştırmaya, daha doğrusu marjinal gruplar ve masum siviller söylemiyle solu yalnızlaştırmaya çalıştılar. Dolayısıyla iktidar güçleri ister istemez ulusalcı-kemalist akımların hegemonyasını genişletmeye oynadılar.

Devrimci öznelerin sınavı bu koşullarda ağırlaşarak devam etmektedir. Bu düzeyde bir hareketin düzen güçleri tarafından kontrol altına alınıp politik ve moral bir yenilgiye sürüklenmesini engellemek sol hareketin ortak sorumluluğudur ve ancak ortak bir iradeyle, güçlerin ortak seferberliğiyle bunun üstesinden gelinebilir. Hareketin ulusalcı-kemalist çevreler eliyle saptırılıp yozlaştırılmasının, şovenizmle kirletilmesinin önü de ancak solun birleşik mücadele ve müdahalesiyle kesilebilir.

Bu nedenle ortak iradeyi sakatlayacak dargrupçu tutumlara hiçbir biçimde prim verilmemelidir. Düzen güçlerinin hareketi çekmek istediği geri düzey üzerinden politika yapmak bir yana bırakılmalıdır. Bu hem talepler yanıyla, hem de mücadele araç ve biçimleri üzerinden gözetilmesi gereken bir sorundur. Polisle, devlet güçleriyle çatışma kendi araç ve biçimlerini kendisi üretmektedir ve en uç sayılanına bile hızla meşruluk kazandırabilmektedir. Kitle hareketinin kendi içinden çıkardığı tüm devrimci mücadele araç, yol ve yöntemlerini düzenin demagojik saldırılarına karşı savunmak tüm devrimcilerin görevidir.

Aynı sorun örgütlülük üzerinden de geçerlidir. Düzen güçleri ısrarla hareketi geri sınırlara ve taleplere indirgemeye, bunu da marjinal gruplar söylemi ve örgütsüzlük propagandasıyla birleştirmeye çalışmaktadırlar. Buna karşı etkin bir örgütlülük propagandası yapmak, belli başlı sendikalar ile demokratik kitle örgütlerini bu konuda aktif hale getirmeye çalışmak, hareketin iç örgütlenmesini güçlendirmek için zorunlu bir görevdir. Her alanda ve her bakımdan örgütlü egemenlerin karşısına örgütlü bir güç olarak çıkmanın meşruiyetini her zeminde savunamayanların kitlelere önderlik iddiasının da bir karşılığı olamaz.

Sol hareketin en önemli müdahale sorumluluklarından biri de işçi sınıfı ve emekçi kitleleri örgütlü mevzileri üzerinden sınıf kimliğiyle hareketin içine çekmektir. Öyle ki, sınıfın örgütlü katılımını sağlamak, başta fabrikalar olmak üzere üretim birimleri üzerinden sürece dahil etmek, hareketin geleceği payına büyük bir hassasiyet gösterilmesi gereken en yakıcı ve acil ihtiyaçtır. Bu doğrultuda atılan adımların devamının getirilmesinde devrimci güçlerin ortak tutumu, ideolojik-politik basıncı belirleyici olacaktır.

***

Tüm bunlar partimize de temel önemde sorumluluklar yüklemektedir. Devrimci hareket payına söylenenler en başta partimizi bağlamaktadır. 31 Mayıs patlamasının sarsıcı etkisinden en iyi biçimde yararlanarak kanıksanmış tarzımızı köklü bir biçimde aşmayı, alışıldık kalıplarımızı parçalayıp atmayı başarabileceğimiz günlerdeyiz. Böylesi dönemler, hiçbir zaman olmadığı kadar, bireysel ve kolektif planda devrimci eğitimden geçmenin, yetkinleşmenin olanaklarını sunmaktadır. Bugün ajitatör, propagandist, örgütçü ve savaşçı yanlarımızı geliştirmede, örgütsel gelişmemizi, kadrolaşmamızı ve kitle desteğimizi büyütmede sıçramalı bir gelişme yaşayabilmenin muazzam olanaklarına sahibiz. Bunlardan en iyi biçimde yararlanmak, kitle hareketinin kazanımlarını devrime kanalize etmek, direnişin mevzilerini her alanda ve her düzeyde daha da büyütmek sorumluluğu ile yüzyüzeyiz. Partimiz, tüm parti örgütlerimiz, tek tek her partili militanımız, bu sorumluluğun hakkını en iyi bir biçimde vermekle yükümlüdür.


Üste