Logo

ABD, Türkiye ve Kürt sorunu


ABD, Türkiye ve Kürt sorunu


Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni durum


Son dönemin en önemli olayı tartışmasız biçimde Türkiye-ABD ilişkileri alanında yaşanan gelişmelerdir. Şu günlerde üzerine büyük fırtınalar koparılan türban sorunu bile gerçekte bu gelişmenin yarattığı yeni durum içinde bir yere oturmaktadır ve özel bir ayrıntı olmaktan öteye gidememektedir.

5 Kasım’da Washington’da gerçekleşen görüşmenin simgelediği ve içeriği doğal olarak henüz bilinmeyen bir yeni ve elbette kirli anlaşmaya dayalı gelişmeler, Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir dönemi başlatmış bulunmaktadır. Halihazırda bunun ilk kurbanı Güney’i ve Kuzey’i ile Kürtler olmuştur. Fakat bu, daha genel planda Kürt sorunu, sağlanan yeni mutabakatın yanlızca ön plandaki çözücü halkasıdır. İlişkilerdeki göreli sıkıntının oluşturduğu düğüm Kürt sorunu üzerinden çözülmüştür, fakat bu çözümü sağlayan kapsamlı anlaşmanın sonuçları, Türkiye’nin iç politik yaşamı kadar onu çevreleyen tüm bölgeleri etkileyecek kapsam ve önemdedir. ABD emperyalizmi yılları bulan bir terbiye operasyonunun ardından gelinen yerde Türk burjuvazisinin Kürt sorunundaki hassasiyetlerini belirli sınırlar içinde gözetmek yoluna gitmiştir. Bu kadarı açıktır ve gözler önündedir. Asıl önemli olan, bunun karşılığı olarak aldıklarıdır ve halen bilinmeyen, fakat hiç değilse genel mahiyeti ile tahmin edilmesinde bir güçlük de bulunmayan asıl konu budur. Kürt sorunu üzerinden sağlanan anlaşma ile Türkiye halklarının olduğu kadar tüm bölge halklarının geleceğini de derinden etkileyecek bir yeni durum yaratılmıştır, gelişmenin asıl önemi buradadır.

Türkiye yönünden 60 yılı bulan bir kölece sadakatin ve uşakça hizmetin karakterize ettiği Türkiye-ABD ilişkilerinde bazı dönemlerde belli sıkıntılar yaşanagelmiştir. Geçmişte, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda, daha çok Kıbrıs sorunu üzerinden kendini gösteren bu türden geçici sıkıntıların yeni vesilesi Güney Kürdistan’daki gelişmeler oldu. 1 Mart tezkere kazasının beklenmedik biçimde gerdiği ilişkiler, Irak’taki emperyalist işgalin dolaysız sonuçlarından biri Güney Kürdistan’da fiili bir Kürt devletinin oluşması olunca ve bunun resmen de gerçekleşmesi riski büyüyünce, daha da sorunlu hale geldi. Gerçekte sıkıntıya giren Türk burjuvazisinin kendisi idi ve çıkışı arayan da o oldu. ABD-İsrail dayatmalarına boyun eğme ve burun sürtme operasyonunu sineye çekme sayesinde, daha 2005 yılı ortalarında ilişkiler yeniden normalleşti ve ABD’nin istediği yeni biçimi aldı. (Ekim’in Haziran 2005 tarihli 242. sayısının başyazısı, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” başlığı altında bu yeni durumu tarihsel bir çerçeve içinde çeşitli yönleriyle ele almaktadır. Bkz. Parti Değerlendirmeleri- 2, s.340-354).

İlişkilerin yeniden bir dengeye oturduğunun ve dünyanın bugünkü koşullarında Türk burjuvazisi ve devleti için farklı bir yol da bulunmadığının aynı dönemdeki bir başka teyidi, tam da aynı günlerde güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerinden geldi. Devletin gerçek anayasası sayılan bu gizli belge güncellenmiş yeni biçimiyle, “ABD ile ilişkiler tarihseldir ve çok yönlüdür” diyor ve bunu şu temel önemde stratejik saptama ile birleştiriyordu: “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır.” Emperyalist efendiye tarihsel sadakati ve hizmeti yineleyen bu sözler, NATO’ya hizmet gerçekte ABD’ye hizmet anlamına geldiği için, “NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı” saptamasıyla daha da pekiştirilmiş oluyordu.

Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin bu kritik saptamalarından çıkan iki önemli sonuç vardı. Bunlardan ilki, Güney Kürdistan’daki gelişmelerin yarattığı sıkıntılar ne olursa olsun, Türk burjuvazisi ve devleti ABD emperyalizmi ile çıkar ve kader birliğini sürdürecek ve elbette bunun gereklerini de sadakatle yerine getirecekti. İkincisi, bizzat devletin gerçek ve hükümetler üstü kalıcı siyasetini içeren bir belgede dile getirildiğine göre, bu stratejik politika ve tercih, gerçekte tüm kesimleriyle bir bütün olarak Türk burjuvazisinin kollektif iradesini ve çıkarlarını dile getirmekte idi.

ABD emperyalizminin Kürtlere üçüncü ihaneti


Daha 2005’te bu noktaya ulaşıldığına, tezkere kazası sonrasında oluşan sorunlar böylece geride bırakıldığına göre, 5 Kasım’la birlikte yeni olan, ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelebilen gelişme nedir peki? Yanıt kısaca ve basitçe, emperyalist efendi olarak ABD’nin Türk burjuvazisinin Kürt sorunundaki hassasiyetlerini, tam onun beklentilerine denk düşecek düzeyde olmasa da, yeniden gözetmeye başlamış olmasıdır. Ve elbette bu denli önemli bir tutum değişikliğinin karşılığı olarak da Türk burjuvazisinden ve devletinden emperyalist planları ve girişimleri çerçevesinde istediklerini alabilmesidir. Özellikle İran ve Irak konusunda, aynı ölçüde Afganistan ve krizdeki gelişmelere bağlı olarak muhtemelen Pakistan konusunda. Sudan’dan ve Filistin’den iç Asya’ya uzanan politik-dipolomatik taşeronluğun ise sözünü bile etmiyoruz.

Kolayca akla gelebileceği gibi, Türk burjuvazisi payına ABD’ce gözetilen hassasiyetlerin öncelikli alanı hiç de Türkiye’nin içi değil fakat dosdoğru Güney Kürdistan’dır. Türk gericiliği Irak’ın işgalinden beri Güney Kürdistan’daki gelişmeleri, Türkiye’deki Kürt sorununu da azdıracak ve kontrol edilemez bir boyuta vardıracak bir büyük sorun, mevcut durumda Kürt sorunundaki asıl ve acilen önlenmesi gereken stratejik bir tehlike olarak değerlendirmekte idi. Fakat Güney Kürdistan’daki süreç ABD’nin denetimi ve desteği altında yürüdüğü sürece bu konuda yapabileceği bir şey yoktu, hoşnutsuzluğunu ve beklentilerini yineleyip durmak dışında. Kerkük referandumu burada en kritik halka idi. Bu referandum gerçekleşir ve federe Kürt devletinin beklentilerine uygun biçimde sonuçlanırsa, bu, yarının bağımsız Kürt devleti için yolun açılması anlamına gelecekti. Türk gericiliğinin Türkiye’deki Kürt sorununun gelecekte yaratabileceği tehlikeleri bugünden bertaraf edebilmek için öncelikle bu gelişmeyi durdurması gerekiyordu. Yineliyoruz, bu onun için stratejik önemde bir sorun ve asıl büyük tehlike idi.

Irak’ın ABD için bir batağa dönüşmesi ve emperyalist dünya hegemonyasının korunması ve pekiştirilmesi hedefi çerçevesinde hayati önemi bulunan Büyük Ortadoğu Projesi’nin gelinen yerde bir çıkmaza saplanması, Türk burjuva gericiliğine bu şansı beklenmedik biçimde sunmuş bulunmaktadır. ABD, Irak’ı kontrol altına almak ve Büyük Ortadoğu Projesi’yle hedeflenen amaçlarına ne edip edip ulaşmak kararlılığındadır. Bu hedefler onun için hayati önemdedir; zira buradaki her başarısızlık, emperyalist dünyada halen zaten sorunlu olan hegemonik konumunun daha da sarsılması ve giderek çözülmesi anlamına gelecektir. İran’a yönelik saldırı şimdilik geri plana düşmüş görünse de, Amerikan emperyalizminin yeni hamlelere yönelik somut planlar ve hazırlıklar yaptığından kuşku duyulmamalıdır. İşte bu planların içinde, İsrail bir yana bırakılacak olursa, bölgedeki en önemli ve en sadık işbirlikçi olarak Türk devletine çok önemli roller düşmektedir. O bu alanda politik-pratik yönden Amerikan emperyalizmi için İsrail’den bile önemlidir. Kürt halkının özgürlük umutlarının boğulmasına dayalı pazarlıkların kirli ve maceracı zemini işte budur. Kapalı kapılar ardında bir sonuca bağlanan bu kirli pazarlıkların somut içeriği hakkında şu an için elbette ki bir bilgimiz yok. Şu an bunun bir önemi de yok; zaman çok geçmeden bunların neler olduğunu peyder pey nasılsa açığa çıkaracaktır. Şimdilik önemli olan, ABD gibi Türk burjuva gericliğinin yularını sağlam tutan bir emperyalist efendinin, Türk burjuvazisi için en hayati değerde olan bir konuda karşılığını fazlasıyla almadan bir şey vermeyeceğini bilmektir.

Son 30 yıl içinde Güney Kürtleri’nin ABD tarafından üçüncü bir kez satılışı işte bu çerçevede gerçekleşmiştir. Güney Kürtleri’nin gerçekleşmesi için tüm umutlarını ABD’ye bağladıkları o bağımsızlık rüyası böylece gömülmüş bulunmaktadır. Kerkük referandumunun ertelenmesi bunun ifadesidir. Bu erteleme siyasal bir karar ve tercihin ifadesidir. Somut anlamı, Kerkük’ün Kürdistan’a bağlanmayacağıdır. Bu durumda Güney Kürdistan Kerkük’süz, dolaysıyla güçsüz ve çaresiz, dolayısıyla da kolayca denetlenip idare edilebilecek bir federe devlet olarak kalmaya mahkumdur. Türk burjuva gericiliğinin Kürt sorunundaki en azgın kesimleri dahi gelinen yerde bu kadarını dünden razıdırlar ve bu kadarını memnuniyetle karşılamaya hazırdırlar. Zira onlar Irak’taki gerçekler düşünüldüğünde başka türlü olamayacağını herkes gibi gayet iyi bilmektedirler. Irak’ın işgalinden beri onlar için sorun, Güney Kürdistan’ın federe devlet olarak varlığı değil, fakat bağımsızlık potansiyeli ve bunu olanaklı kılacak temel önemde bir sorun olarak Kürkük’ün geleceği idi. Yeni durum bu açıdan onların beklentilerini fazlasıyla karşılamaktadır ve bu ABD’nin Kürtlere üçüncü bir kez ihaneti sayesinde gerçekleşmiştir.

Yanlış bir anlamaya mahal vermemek için şunu da kısaca ekleyelim. ABD’nin Güney Kürtleri’nin üçüncü bir kez satışı anlamına gelen bu tutum değişikliğinin gerisinde, özellikle Kerkük kararının gerisinde, hiç de yalnızca Türk burjuvazisinin hassasiyetlerini gözetmek yoktur. Her ne kadar ABD karşılığında Türk devletinden alabileceklerini fazlasıyla almak için böyle gösterilmesinden yarar umuyor olsa da, gerçekte bunun kadar önemli olan, belki bundan da önemli olan, Şii ve Sünni kesimleriyle Arap burjuvazisinin hassasiyetleridir. Bu türden hassasiyetler gözetilmeden ABD’nin Irak üzerinde denetim kurma şansı zaten olamazdı. Bu gerçek daha Baker-Hamilton raporunda açık biçimde ortaya konulmuş, Kerkük referandumundan vazgeçilmesi de daha o zamandan istenmişti.

 Irak Arap burjuvazisinin Kerkük konusundaki tutumu tarihsel bir temele dayalıdır ve Kürt sorununun bu ülkedeki uzun dönemli çözümsüzlüğünü belirlemektedir. Kerkük sorunu olmasaydı, Irak’taki Kürt sorunu geniş kapsamlı bir özerklikle daha 1970 yılında belli bir çözüme bağlanmış olurdu. ABD’nin yarattığı ve işbirlikçi Kürt liderliğinin sineye çekmekten başka bir şey yapmadığı son oldu bitti, Güney Kürtleri’ni işin özünde, 1970 tarihli özerklik anlaşması ile elde edebilecekleri ile başbaşa bırakmıştır. Şu farkla ki, o zaman bunu kendi özgüçleriyle, soluklu bir silahlı halk direnişi ile kazanmışlardı, oysa şimdi bu kadarını bile ABD sayesinde kazanmış görünüyorlar. Karşılığında ise, ABD’ye kölece sadakatlerinden ve emperyalist işgale hizmetlerinden dolayı, bölgenin hemen tüm halklarının güvensizliğini ve yer yer düşmanlığını kazanmış bulunarak. Dargörüşlü işbirlikçi bir burjuva-feodal liderlik altında mazlum Kürt halkı için gerçekten trajik bir yeni sonuç olmuştur bu.

Baker-Hamilton raporundan beri bu konuda özellikle umutlanan ve sabırla bekleyen Türk burjuvazisi sonuçta istediklerini almış bulunmaktadır. Kandil’deki gerilla kamplarına yönelik saldırı da, gerilla kuvvetleri için yaratacağı geçici sıkıntılar dışında, gerçekte Güney Kürdisan konusunda aldıklarının örtüsü olmaktan öteye bir işlev taşımamaktadır. Hatta denebilir ki bu saldırıların sembolik stratejik anlamı bile gerçekte yine Güney Kürdistan’a yöneliktir. Böylece Kürt federe devletinin hükümranlık haklarının gerektiğinde nasıl kolayca ayaklar altına alınabileceği tüm dünyaya gösterilmiş olmaktadır. Güney Kürt liderliğinin, ABD rıza gösterdi diye bir şey yapmaktan aciz biçimde bu saldırılarıları sineye çekmesi ve Kuzeyli kardeşlerini hedef alan bir yoketme harekatını boş gözlerle izlemesi, devlet olma iddilarına vurulmuş bir başka ağır politik ve moral darbedir. Bu utanç verici tablo, işin özünde, Talabani-Barzani liderliğinin politik ve moral çöküşünü de belgelemektedir. Bölge halkları nezdinde Irak işgalinden beri bu zaten böyleydi, artık Kürt halkı nezdinde de bu böyledir, yeni olan budur.

Bütün bu sonuçlarda gerçekte şaşırtıcı olan hiçbir yan yoktur. Olup bitenler işbirlikçi Kürt liderliğinin tüm geleceğini emperyalistlere ve siyonistlere bağlama startejisinin iflasını ortaya koymaktadır. Son gelişmelerle birlikte özellikle işgali izleyen günlerde dönek Kürt solcularının sözcülüğünü yaptığı Kürt amerikancılığı da çökmüş bulunmaktadır. ABD’nin bölgede özgürlük ve demokrasi değil, fakat emperyalist egemenliğini pekiştirme peşinde olduğu artık en kör gözlerin görebileceği bir açıklıkta ortaya çıkmıştır. Siyasal geçmişlerindeki nispi bilimsel aydınlanma sayesinde emperyalizmin özgürlük değil fakat her zaman egemenlik peşinde olduğunu bilen, bilmesi gereken bu Kürt dönekler kitlesi, Kürt halkına tüm Ortadoğu halklarının güvensizliğini ve düşmanlığını getireceğini bile bile, sözde özgürlük ve bağımsızlık umuduyla emperyalist işgale alkış tutmuş, amarikancılığın bayraktarlığına soyunmuşlardı. Şimdilerde derin bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık içinde, Ortadoğu’daki büyük emperyalist nüfuz mücadeleleri ortamında ve koşullar öyle gerektirdiğinde, Kürtlerin Amerikan emperyalizmi için önemsiz bir ayrıntıdan öte bir anlam taşıyamayabileceği üzerine pek derin gerçekleri yeniden keşfediyorlar!

Irak’a yönelik emperyalist işgalin hemen sonrasına ait (Temmuz 2003)  Dünya Türkiye ve Sol Hareket başlıklı kitabın üç ana bölümü (s.66-123) emperyalist işgali sıcağı sıcağına Kürt sorunu açısından ele almakta ve eski solcu Kürt dönekler kitlesinin yaydığı amerikancı hayallere saldırmaktadır. Sözkonusu bölümleri bugün yeniden okumanın, Kürt sorunu çerçevesinde son zamanlarda olup bitenleri değerlendirmek bakımından fazlasıyla yararlı olacağı inancındayız. Dönek Kürt solcuları arasında amerikancığın dorukta olduğu o günlerde söylenenler arasında aşağıya aldığımız şu pasajın özetledikleri de vardı:

ABD Irak’ta batağa batmış durumda ve zaman içinde bu batak derinleşecektir. Böyle olunca, kirli savaşta eğitimli ve halk hareketlerini bastırmanın gereklerine uygun biçimde ileri düzeyde donanımlı bir NATO ordusu olarak Türk ordusunun desteğine ihtiyacı olacak, nitekim bu daha bugünden seslendiriliyor da. Peki ABD ne yapacak, bunun Kürtler için sonucu ne olacak dersiniz? Bu sorunun yanıtı henüz açıkta, ama kesin olan bir şey var: ABD, Kürtlere şu veya bu biçimde üçüncü bir kez ihanet etmeden Türk ordusunu Irak’taki hesapları için gereğince kullanamaz. Demek ki ABD emperyalizmini Kürtlerin en temel ulusal haklardan yoksun mazlum bir ulus olması değil, fakat yalnızca kendi sefil emperyalist çıkarları, hesapları ve bunun gerektirdiği politikalar ilgilendiriyor. Demek ki ABD Kürtleri özgürleştirmek değil fakat yalnızca çıkarlarına uygun düştüğü sürece kullanmak peşinde. Ortadoğu’daki çıkarları için ve elbette Ortadoğu halklarına karşı.” (Dünya Türkiye ve Sol Hareket, Eksen Yayıncılık, s.90).

Bugün olanların özü özeti budur, demekle yetiniyoruz.

Türkiye-ABD ilişkileri yeni durum ve Türkiye’de Kürt sorunu

 

Pazarlıklar Güney üzerinden yapılıyor, ilk adımlar buradan atılıyor, stratejik önemde görülen önlemler burası üzerinden gündeme getiriliyor ama tüm bunların asıl hedefinin Kuzey, yani Türkiye’deki Kürt sorunu ve hareketi olduğunu da herkes biliyor. Ortadoğu’daki Kürt sorununun asıl alanı her açıdan Türkiye’dir ve buradaki düğüm çözülmeden, bölgede Kürt sorunu için kalıcı bir çözüm olanağı yoktur.

Eğer batı emperyalizminin Ortadoğu’daki en önemli üssü olan Türkiye gibi bir ülkede Kürt sorunu gibi kapsamlı bir sorun bulunmasaydı, amerikancı Kürtlerin emperyalizmden beklentileri hiç değilse halen Kosova’da olduğu türden kuşkusuz gerçekleşebilirdi ve böyle bir Kürt devletini, tıpkı Kosova örneğinde olduğu gibi, ilk tanıyacak ülkelerden biri de ABD ile birlikte kuşkusuz Türkiye olurdu. Ama işte gelin görün ki Türkiye’de görkemli bir Kürt sorunu var; Kürtlerin nüfus olarak ve Kürdistan’ın toprak olarak yarısı bu ülkenin hükümranlığı altındadır ve bu ülkeye egemen amerikancı burjuva sınıf düzeni Kürtlerin inkarında, her türlü özgürlük ve eşitlik umutlarının boğulmasında kesin bir tutum ve kararlılık içindedir. Bu katı gerçek hesaba katılmadan Kürt sorununda doğru bir strateji izlemek olanağı bulunamaz. Sadece Türkiye’de de değil fakat son gelişmelerin bir kez daha kanıtladığı gibi, gerçekte bölgenin bütününde de...

Böylece Türk burjuvazisi ve devletinin Güney Kürdistan’a yönelik tüm girişimlerinin gerisinde kendi bünyesindeki Kürt sorununu kontrol altında tutmak niyeti ve hesabı bulunduğu açık gerçeğine gelmiş oluyoruz. Kuzey’e yönelik acil adım ve önlemlerinden ilki, Güney’deki bağımsızlık umutlarının kırılması idi. Buna paralel olarak gündemleştirilen ikincisi, devrimci bir geçmişten gelen, etkili bir halk hareketi dinamiğini hareket geçirmeyi başarmış bulunan ve sorunu şu veya bu şekilde ama devletle pazarlık yoluyla bir sonuca bağlamak isteyen bir Kürt hareketinin devre dışı bırakılmasıdır. Türk burjuva gericiliğinin 5 Kasım görüşmesinin simgelediği kirli pazarlıklar kapsamında elde etiği ikinci önemli başarı budur ve o bu konuda ABD emperyalizmiyle birlikte AB emperyalizminin de tam desteğini almıştır. Kuşkusuz bu iki batılı emperyalist odak yıllardır seslendirdikleri sınırlı bir Kürt reformu ile sorunun yatıştırılması politikasından vazgeçmiş değildirler. Fakat bunun önce PKK’nin temsil ettiği mevcut Kürt hareketinin olanaklıysa ezilmesi, değilse marjinalize edilerek etkisizleştirilmesinin ardından yapılması gerektiği konusunda da gelinen yerde Türk burjuvazisi ile açık bir anlaşmaya varmış durumdadırlar.

Halen yapılmakta olan budur. PKK’nin döne döne “ortak düşman” ilan edilmesi, hava harekatları, kara harekatları, DTP’nin çok yönlü olarak kuşatılması, PKK etkisindeki Kürt halk kitlelerinin terörize edilmesi, bunların tümü moda deyimle bu yeni “konsept” kapsamındadır, onun ilk uygulama örnekleridir. Önce Kürt sorununun tüm görkemiyle ortaya çıkmasını sağlayan ve Kürtleri örgütlü bir taraf haline getiren hareket ezilecek, ya da hiç değilse etkisizleştirilecek, ancak bunun ardından Türk burjuva gericiliği ihsan edebileceklerini “Kürt reformu” adı altında gündeme getirecektir. Verebileceklerinin kapsamını ve sınırını kendisi belirleyecek, ve elbette bu sayede, gerektiğinde de kendisi ortadan kaldırabilecektir. ‘90’lı yılların ortasında eski MGK Genel Sekreterlerinden bir generalin kamuoyu önünde açıkça dile getirmekte sakınca görmediği bu politika, ‘90’lı yılların başından beri Türk devletinin Kürt sorunundaki değişmez temel çizgisidir. Yeni olan ve son gelişmelerle tüm açıklığı ile ortaya çıkan, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bu politikaya yeni bir düzeyde ve sonuç alıcı bir tarzda tam destek vermeleridir. Türkiye’deki Kürt hareketinin çok yönlü olarak kuşatılmasına, güçten düşürülmesine ve tecrit edilmesine emperyalist odakların da kendi cephelerinden katılmalarıdır.

Kürt halkı için yarattığı yeni sorunlar ve acılar ne olursa olsun bu gelişme gerçekte her açıdan hayırlı olmuştur. Böylece mazlum bir halkın içerde ve dışarda gerçek dostlarını ve düşmanlarını görebilmesi kolaylaşmış, amarikancı ve avrupacı liberal hayaller ölümcül bir darbe almıştır. Açık biçimde ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’deki burjuva gericiliğini, onu her yoldan ve koldan destekleyip yaşatan emperyalistlerden ayrı düşünmek olanağı yoktur. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesinin karşında yalnızca Türk burjuva gericiliği değil fakat aynı zamanda emperyalizm durmaktadır. Bu iki engel bir arada aşılmak zorundadır. Türk burjuva gericiliğine vuran emperyalizme de vurmak zorundadır. Bu tarihsel olarak zaten böyleydi ve en iyi dönemlerinde devrimci Kürt akımlarının hemen tümü bunu kendi programlarına böyle de yazmışlar, devrimci stratejilerini de buna göre oluşturmuşlardı. Fakat zaman değişti, dünya değişti, bu görüş ve değerlendirme eskidi diyerek hemen tümü de emperyalizme karşı mücadeleyi bir yana bırakmakla kalmadılar, daha bir de emperyalizmden özgürlük umacak denli gerçeklerden koptular. Bugün katı gerçek kendini tüm görkemiyle yeniden duyuruyor. Tarihsel olarak doğru olanın güncel olarak da tüm geçerliliğini koruduğu son gelişmelerle bir kez daha tüm açıklığı ile ortaya çıkmış bulunuyor.

Burjuva gericiliği Kürt halkına karşı bütünleşmiş durumda


ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni gelişmeler ve bunun Kürt sorunu için sonuçları, burjuva gericiliğinin kendi iç ilişkilerine de hiç değilse şimdilik yeni bir görünüm kazandırmış durumda. Dolu dizgin ilerleyen AKP kadrolaşmasının şimdilik sineye çekilmesi, türban düzenlemelerinin beklenen krize yolaçmaması, tümüyle Kürt sorunu üzerinden ABD’ye karşı çatlak sesler çıkaran bazı yıpranmış kontrgerilla mensuplarının Ergenekon’un tasfiyesi aldatmacası eşliğinde harcanması, tüm bunlar 5 Kasım’ın yarattığı yeni durumdan ayrı değildir. Son olaylar bütün açıklığı ile bir kez daha göstermiştir ki, sermaye devletinin Kürt halkı üzerindeki köleci egemenliğini şu veya bu biçim altında ama her koşulda korumak ve sürdürmek, tüm kesimleriyle burjuva gericiliğinin ortak kaygısı, ortak paydası ve en önemlisi de ortak önceliğidir. İç çelişkilerin şu dönem için geri plana düşmesi ve ordu ile hükümetin uyum içinde hareketi bunun ifadesidir. Bugünkü koşullarda onlar payına öteki herşey şimdilik buna tabidir, bu alanda istenen ortak hedeflere varıldıktan sonra nasılsa dönüp kendi iç dalaşmalarını yeni biçimler altında sürdürmeye gerekli zamanı ve olanağı bulabileceklerdir. Ama önce bölgesel çapta Kürt halkının özgürlük ve eşitlik umutlarına etkili bir darbenin vurulması ve son 20 küsur yıllık mücadelenin kazanımlarının bertaraf edilmesi gerekiyor.

Bu elbette Kürt sorununun üstesinden nasıl gelineceği konusunda burjuva gericiliği saflarından zaman zaman görüş ayrılıklarının, buna dayalı siyasal çatlakların çıkmadığı ve yarın da çıkmayacağı anlamına gelmez. Geçmişte, ‘90’lı ilk yıllarda, mücadele devrimci bir çizgide ve tempolu bir biçimde gelişiyorken, bunun burjuva gericiliğini kendi içinden nasıl böldüğünü biliyoruz. Ama İmralı teslimiyeti ile birlikte tüm kesimleriyle gericiliğin hızla aynı politika ekseninde nasıl birleşip bütünleştiklerini de biliyoruz. Demek ki ayrılığı yaratan Kürt halkının özgürlük mücadelesinin gücü ve zorlamasıydı. Teslimiyetçi politika bu zorlamayı ortadan kaldırınca olay bir anda tüm kesimler için “terör” sorununa indirgendi ve Kürtlere verilebileceklerin sınırı burjuva gericiliğinin tüm kesimleri için bir anda “bireysel kültürel haklar” sınırına indi. Yani o bildiğimiz kısır ve aldatıcı AB reformlarının kendiliğinden sonuçlarına. Oysa ‘90’lı ilk yıllarda “federasyonun bile tartışılabileceği”ni dönemin cumhurbaşkanı bile söyleyebiliyordu, sonuçta bu onun hayatına malolsa da.

Kürt sorunu konusunda yeni bir görüş ayrılığı Irak’a emperyalist müdahalenin ve bunun Güney Kürdistan’da yolaçtığı gelişmelerin ardından geldi. Tezkere kazasının ardından ABD’nin Güney Kürtleri ile ilgili olarak Türk devleti karşısında kazandığı özel inisiyatif ve böylece devletin “kırmızı çizgileri”nin fiilen çökmesi, özellikle TÜSİAD’ın temsil ettiği büyük sermaye çevrelerinde yeni fiili durumun kabullenilmesi, Güney Kürdistan’la normal ilişkilerin kurulması eğilimine yolaçtı. Türkiye’nin kendi bünyesinde de bireysel hakları aşan bazı sınırlı reformlar olmadan bu sorunun yükünden kurtulma olanağı bulunmadığını düşünen ve ABD-AB tarafından desteklenen bu kesimler ile devletin geleneksel politikasını temsil eden ordu odaklı kesimler arasındaki bu görüş ayrılığı, son birkaç yıldır bir sorun alanı, yer yer önemli bir gerilim konusu idi.

Fakat gelinen yerde bu konudaki görüş ayrılığı da geride kalmıştır. ABD ile kirli pazarlıklar temelinde varılan yeni mutabakat, Türk burjuva gericiliğini bir anda yeni “konsept” ekseninde birleştirip bütünleştirdi. Şimdi artık farklı ses yok ortalıkta. Güney’deki oluşumun hadım edilmesi ve Kuzey’deki direniş odağının ezilip etkisizleştirilmesi, tüm kesimleriyle burjuva gericiliğinin artık ortak politikası durumundadır. O güne kadar kudurgan bir şovenizmin sözcüsü olan CHP’nin 5 Kasım’ın ardından Güney Kürdistan’la normal ilişkilere artık geçilebileceğini dile getirmesi, aynı şekilde Genelkurmay Başkanı’nın Irak’ta adam gibi bir federasyona bizim bir itirazımız olamaz açıklaması, gericilik bünyesindeki politik bütünleşmenin öteki yüzüydü. Sonuçta Güney Kürdistan’a ilişkin gelişmeler ABD ile varılan yeni anlaşma çerçevesinde istenen çizgiye çekilince, onu bu yeni haliyle kabullenmek bir sorun, dolayısıyla da gericilik cephesi için bir görüş ayrılığı alanı olmaktan kolayca çıkmış oldu.

Yineliyoruz; burjuva gericiliği kendi bünyesindeki her türden soruna ve iç dalaşa rağmen Kürt sorunu sözkonusu olduğunda tek cephe halinde birleşebilmektir, son olaylarla bu yeniden kanıtlanmıştır. Bunun bir uzantısı olarak hükümet-ordu uyumunun bir dönem daha sürmesi beklenmelidir. Varsın bu arada AKP cumhuriyetin güdük ve güdümlü laikliğinin altını oymayı sürdürsün, Kürt halkının özgürlük umutlarını boğmak ve Kürdistan üzerindeki köleci egemenliği ne edip edip sürdürmek en öncelikli görevdir ve öteki herşey şimdilik ona tabidir. Özellikle de laiklik şampiyonu amerikancı generallerin soruna bakışı halen budur. Tam da bu nedenle özellikle de yerel seçimlere kadar AKP’nin cömerçe rahat bırakılacağından kuşku duyulmamalıdır. Çünka AKP onlar için Kürt halkınının kazanımlarına siyasal ve moral darbeler vurabilmenin en etkili silahıdır şu sıralar. “Diyarbakır’ın düşürülmesi”ne ilişkin hesaplar ve hedefler salt AKP’nin değil, fakat AKP üzerinden asıl olarak devletin hesap ve hedefleridir. AKP de bunun çok iyi bir biçimde bilincinde olduğu için, Kürt halkına karşı zalimlerin kılıcı olmayı bilinçli bir tutumla seçerek konumunu güçlendirmeye, toplum ve devlet yaşamında dinci gericiliğe yeni mevziler kazandırmaya bakmaktadır. Türban düzenlemesini sorunsuz sancısız geride bırakması, denebilir ki ona bir 5 Kasım hediyesi olmuştur.

Çıkış ve çözüm için devrimci strateji bir zorunluluktur


Türk burjuvazisi tüm kesimleriyle blok halinde Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesinin karşında durmaktadır ve bunun tarihsel-sınıfsal mantığı burada hiçbir özel açıklama gerektirmemektedir. Emperyalizmin konumunun ve tutumunun ne olduğunu ise gelinen yerde olaylar (taşınan tüm ham hayalleri de yerle bir ederek) bütün açıklığı ile yeniden ortaya koymuştur.

Türkiye dünya hegemonya mücadelesinin düğümünü oluşturan bir bölgede Amerikan emperyalizminin en önemli dayanağı, saldırı ve savaş üssü, ve elbette vurucu gücü olarak durmaktadır. Irak savaşı ile birlikte yaşanan geçici krizi izleyen tüm gelişmeler, kendileri yönünden gerçekte Türk devleti ve burjvazisinin Amerikan emperyalizmi için vazgeçilmezliğini yeniden kanıtlamışlardır. Halen çıkarları Amerikan emperyalizmi ile uyumu gerektiren Avrupalı emperyalistler için de durum farklı değildir. Dolayısıyla yalnızca Türk burjuvazisi değil fakat onun gerisindeki asıl güç olarak emperyalizm de Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önünde aşılması gereken temel önemde bir engel olarak durmaktadır.

Ne iyi ki gelişmeler Kürt burjuvazisi hakkında taşınan hayalleri de aynı katılıkla yıkmaktadır. Tüm gelişmeler, onun kaderinin ve çıkarının Türk burjuvazisinin kaderi ve çıkarı ile sağlam biçimde içiçe geçtiğini göstermektedir. AKP’nin Kürdistan’daki siyasal gücünü ve etkisini, Kürt burjuvazisinin, büyük toprak sahiplerinin, aşiret reislerinin, tarikat ağalarının bu partide birleşmesini borçlu olduğu bilinmektedir. Bu birleşik güç Kürt orta burjuva katmanlarının asıl ağırlığını da bu partiye kaydırmıştır. İmralı’yı izleyen dönem içinde Kürt sorunu kapsamında yaşanan temel önemde bir başka gelişme de işte budur. Bu, Kürdistan’daki güç dengelerini değiştirmiş, Kürt burjuvazisi halk hareketinin yarattığı ağırlığın etkisinde kurtularak sınıf çıkarlarına uygun biçimde mevziye girmiş ve bölgede inisiyatifi yeniden etkin biçimde ele almaya başlamıştır. AKP’nin kazandığı güç bunun yansımasıdır, bu gerçekte Kürt burjuvazisinin gücüdür. AKP şu an Kürt kanadıyla Kürdistan’ın en büyük partisidir ve Kürt burjuvazisi şimdi ülkeyi yöneten bu partinin bünyesinde önemli bir ağırlığa, yönetici düzeyde (partide olduğu kadar hükümette de) önemli bir inisiyatife sahiptir. Dolayısıyla Kürt halkına karşı işlenen tüm suçlara o da aktif biçimde katılmaktadır. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik umutlarının boğulması, demokratik Kürt hareketinin ezilmesi ve etkisizleştirilmesi için kurulan cephenin içinde tüm varlığı ve inisiyatifi ile o da yer almaktadır.

Kürt hareketi bugünkü kuşatılmışlıktan başarıyla kurtulmak ve özgürlük mücadelesini halk hareketinin gücüyle gerçekten ileriye taşımak istiyorsa, tüm bu gerçekleri hesaba katmak, gerçek dostlarını ve düşmanlarını sınıfsal ve siyasal olarak yeniden tanımlamak, ve buna dayalı bir yeni devrimci strateji ile ortaya çıkmak zorundadır. İmralı ile birlikte seçilen strateji olayların ağırlığı altında çoktan çökmüş bulunmaktadır. Bu strateji, Cumhuriyetin demokratikleşmesi temelinde Türk burjuvazisi ile bütünleşmeyi hedefliyordu ve bu arada emperyalizmin egemenliğini hiçbir biçimde sorun etmiyordu. Bu strateji içinde emperyalizm engel ya da düşman olmak bir yana, çözümü kolaylaştıracak etkili bir güç odağı idi. Tüm bunların gelinen yerde iler tutar yanı kalmamıştır. Türk burjuvazisi ile barışıp bütünleşerek, emperyalizmi kabullenerek Türkiye ve Kürdistan’ı demokratikleştirmeyi ummak, bilimin ve tarihin gerçeklerini bir yana bırakmaktır. Çünkü gerçek bir demokrasi, onun ürünü olabilecek gerçek bir özgürlük ve eşitlik, ancak bu güçlere karşı mücadele içinde, onlar aşılarak elde edilebilir. Bütün bunlar daha en baştan belli idi, olaylar bunu yalnızca bir kez daha doğrulamaktan başka bir şey yapmadı.

Dün olduğu gibi bugün de Kürt özgürlük mücadelesinin tüm yükünü Kürt emekçileri taşımaktadır. Fakat dünden farklı olarak bugün onlara bu mücadelede kılavuzluk edecek bir devrimci strateji ve onun taşıyıcısı olan bir önderlik yok ortada. PKK’nin mevcut stratejisi, objektif içeriği ve mantığı yönünden, tümüyle burjuva bir karakterdedir. Oysa sınıf olarak Kürt burjuvazisi özgürlük mücadelesinin karşısındadır ve açık bir sınıfsal tutumla Türk burjuvazisinin yanındadır. Kürt hareketinin halen en büyük açmazı budur, mevcut tablo içinde Kürt sorununda yaşanan en büyük anormallik buradadır. Olayların netleştirdiği mevcut sınıfsal-siyasal tablonun ardından bu daha da göze batan bir çelişki olarak durmaktadır orta yerde.

Devrimci strateji, özgürlük mücadelesinin gerçek yükünü çeken sınıf ve katmaların sınıfsal çıkar ve ihtiyaçlarına da uygun düşen strateji demektir. Ulusal davanın sınıfsal mantığını zaman içinde adım adım unutmak ve giderek terketmek, Kürt hareketinin tarihsel nitelikte bir büyük hatası oldu ve bu onu bugünkü çıkmaza getirip sapladı. Bundan ancak son 30 yıllık mücadelenin bu en temel dersini hesaba katan yeni bir değerlendirme ve strateji ile çıkılabilir, ortada başka hiçbir gerçek çıkış yolu görünmemektedir. Doğal olarak bu halen burjuva öğelerle bulaşık olan mevcut hareket içinde bir iç ayrışmayı göze almayı da gerektirir. Bu elbette kısa vadede belki geçici bir güç kaybı anlamına da gelir. Fakat orta ve uzun vadede bu, benimsenecek yeni strateji sayesinde fazlasıyla telafi edilebilecektir. Önce Kürt emekçilerinin açığa çıkarıldığında muazzam bir kuvvet olduğu görülebilecek olan sosyal enerjisiyle ve ikinci olarak da, tam da bu sayede Türk işçi ve emekçileri ile yaşanacak yakınlaşma ve bütünleşme sayesinde... Bu yakınlaşma ve bütünleşme devrimci stratejinin öteki yönüdür ve yalnızca Türkiye’de değil bütün bir Ortadoğu’da Kürt düğümünü çözebilecek biricik gerçek olanaktır. Türkiye’deki sorunun çözüm yönünden tüm bölgeyi kilitlediğinin bu vesileyle yeniden altını çizmek istiyoruz.

Kürt sorunundaki tarihi düğümlenmeyi açacak yol budur, tercih buradan yapılmak zorundadır. Bunun dışında ortada şimdiki kısır döngüyü sürdürmekten başka bir alternatif görünmüyor. Bu ise hem Kürt halkının enerjisini anlamlı hiçbir sonuca yolaçmadan tüketip duruyor ve hem de işbirlikçi burjuvazinin elinde bir bütün olarak Türkiye toplumunu gericilikle zehirlenmenin etkili bir aracı işlevi görüyor. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, iki halk arasındaki ilişkiler de sürekli olarak zehirleniyor. Burjuva milliyetçi bir dargörüşlülük bu zehirlenmeden yarının kolay kopuşu için belki bir yarar umabilir, ama ilkin bu tür bir kopmadan Kürt halkının gerçek bir çıkarı olamaz ve ikinci olarak Kürt halkının işin aslında bu türden bir kopuş olanağı da yoktur. Türkiye’nin Yugoslavya ve Kürdistan’ın Kosova olmadığını, olamayacağını herhalde son olaylar daha açık ve anlaşılır hale getirmiş olmalıdır. Kosovalar ancak emperyalizmin çıkarları gerektirdiğinde ve onun özel çabaları ile yaratılabilir. Oysa bu coğrafyada emperyalizmin kimin yanında olduğu ve yüzyıldan beridir bu bölgede Kürtlere nasıl yaklaştığı iyi bilinmektedir. Sadece Türkiye’nin değil tüm bölgenin tarihsel deneyimi, Kürt halkının acılarından ve köleliğinden emperyalizmin dolaysız olarak sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Güney Kürdistan’daki gelişmeler bu yüzyıllık dersi bir süreliğine unutturdu dargörüşlü Kürt milliyetçisine, ama aynı Güney Kürdistan’daki yeni gelişmeler de gerisin geri en dumura uğramış bilinçlere yeniden kazıyor bunu.

Kürt ve Türk emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesi için!


TKİP tüm milliyetlerden işçi sınıfının devrimci partisidir. Onun saflarında kadın-erkek, Kürt-Türk ve öteki milliyetlerden komünistler omuz omuza mücadele ediyorlar. Onun ulusal sorunda kendi teorisi, programı ve taktiği vardır. O başta Kürtler ve Türkler olmak üzere tüm milliyetlerden işçilerin ve emekçilerin omuz omuza mücadelesinden yanadır ve Türkiye’deki Kürt sorununun gerçek ve kalıcı bir çözümünün de ancak bununla olanaklı olduğuna inanmaktadır. Bu soyut bir inanç değil fakat tarihin ve bilimin temel dersleri ışığında ve elbetteki işçi sınıfının çıkarları ekseninde sorunu ortaya koymanın bir ürünüdür. TKİP, gündelik faaliyetinin her alanında Kürt halkının meşru ulusal haklarını tüm açıklığı ile tam bir kararlılıkla savunmaktadır. Şovenist zehirlenmenin Türk işçi ve emekçilerinin bilincinde yarattığı kirlenmeyi gidermeye, her vesile ile onları Türk burjuvazisine karşı mazlum Kürt halkının yanında yer almaya, onun haklı ve meşru istemlerini, bu istemlera dayalı mücadelesin desteklemeye, bunun için de bizzat mücadele etmeye çağırmakta, bu mücadeleyi pratik olarak da örgütlemeye çabalamaktadır. Kuşkusuz Türkiye’nin herşeye rağmen devrimci çizgide ısrarlı tüm öteki devrimci parti ve grupları da benzer bir çaba içinde bulunmaktadır.

Fakat bu çabanın başarısı, halen Kürt emekçilerinin önemli bir bölümünü etki ve denetim altında tutan Kürt hareketinin izleyeceği çizgiye de sıkı sıkıya bağlıdır. Bugüne kadar bu çizgi Türkiyeli devrimcilerin işini kolaylaştırmadığı gibi esası yönünden zora da soktu. Sosyal mücadeleye etkili bir biçimde katılmak ve bu mücadele içinde Türk işçi ve emekçileri kaynaşmak gibi temel önemde bir boyutu içermedikçe sonuç başka türlü de olamazdı. Umut edelim ki, bu son gelişmeler, Türkiye’den öteye bölgesel düzeydeki gerici ve emperyalist kuşatma Kürt hareketinin kendi gerçek dostlarına yönelmesini kolaylaştırmaya bir vesile olsun.

Sosyal mücadelede reformistler ve ulusal mücadelede milliyetçiler, devrimcilerin karşısına, devrimini uzun ve zor bir iş olduğu, oysa sorunlara hızlı ve kolay çözümler gerektiği türünden çoğu kere açıkça dillendirilmeyen bir mantıkla çıkarlar. Biz komünist devrimciler de diyoruz ki, gerçekte devrim işin özünde en kısa ve kolay yoldur. Reformist çizginin ya da uzlaşmanın kısa ve kolay yol olduğunu sananlar tarihe ve bugünün gerçeklerine baksınlar. Reformizm ya da uzlaşma nerede hangi sorunu nasıl çözmüştür? Örneğin Filistin’de olup bitenin anlamı nedir? Ya Güney Kürdistan’da? Güney Kürdistan’da sorun (kaldı ki gerisinde yüzyıla yaklaşan bir mücadele var!) tam da ‘90’lı yılların başında Talabani’nin Kürt devrimcilerine önerdiği gibi, “piyasa ekonomisi ve burjuva demokrasisi” yolu ile çözülebildiyse, halen Kürtlerin üçüncü kez satılışı anlamına gelen olaylar neyin nesi?

Reformizm sorunları çözmez sadace süründürür, bu ulusal sorun da içinde tüm siyasal sorunlar için olduğu kadar sosyal sorunlar için de geçerlidir. “Sosyal refah” Avrupası adım adım tarihe karışıyor demek yeterlidir, buna kanıt göstermek için. Öte yandan, devrim yolu reformları dışlamadığı gibi gerçek reformlar da ancak devrim mücadelesinin yan ürünleri olarak elde edilebilirler. Buna ister aynı “sosyal refah” Avrupası üzerinden bakın, ister örneğin son 20 küsur yıllık Kürt özgürlük mücadelesi üzerinden, sonuç aynıdır, reformlar devrim mücadelesinin basıncı altında elde edilmişlerdir. Devrim mücadelesinin güç kaybettiği yerde de burjuva gericiliği tarafından adım adım ortadan kaldırılmışlardır.

Kürt hareketi ve halkı halen bugünün Türkiye’sindeki tüm gücünü, kazanımlarını, mevzilerini devrimci dönemine borçludur. İmralı sonrası çizgi buna hiçbir şey eklemediği gibi kazanımların bir kısmının yitirilmesine de yolaçmıştır. Buna Türk burjuva gericiliği saflarında yaratılan ve zamanında mücadeleye hizmet eden çatlaklar da dahil. Aynı şekilde Kürt burjuvazisinin ara katmanlarının bir kısmını yanına ve yedeğine çekme de dahil.

Reformizm sosyal mücadelede olduğu gibi ulusal mücadelede de bir çıkmaz yoldur. Hele de Ortadoğu gibi bir coğrafyada ve hele de Türkiye gibi bir ülkede. Çıkış devrimci mücadelede, bunu esas alan devrimci bir stratejide, bunun gereği olarak da Kürt, Türk ve öteki milliyetlerden tüm Türkiyeli emekçilerinin birleşik devrimci mücdelesindedir. Melanetli 5 Kasım anlaşması ile başlayan yeni dönemin olayları bunu günden güne herkese daha açık bir biçimde ve daha katı bir gerçeklik olarak gösterecektir.

EKİM

(Ekim, Sayı: 250, Şubat 2008)


Üste