1 Kasım seçimleri kendisi de dahil hiç kimsenin beklemediği bir biçimde AKP’nin açık üstünlüğü ile sonuçlandı. Tayyip Erdoğan 7 Haziran seçimleri sürecinde başkanlık sistemi adı altında saltanat özentili bir tek adam diktatörlüğüne yolu açmak için varını yoğunu ortaya koymuş ve sonuçta hüsrana uğrayarak giriştiği kumarı kaybetmişti. 7 Haziran ertesinden başlayarak ise bu kez kaybettiği tek başına hükümet olanağını yeniden elde etmek üzere toplumsal faturası hayli ağır yeni bir kirli oyuna girişti ve herkesi şaşkınlık içinde bırakarak sonuçta amacına ulaştı. Üstelik beklediğinden de fazlasını elde etmiş olarak.
Bu beklenmedik sonucun nedenleri üzerine halen yoğun tartışmalar sürüyor, değerlendirmeler yapılıyor, çok çeşitli gerekçeler ileri sürülüyor. Fakat biz ortaya çıkan tablonun öyle fazlaca karmaşık ve derin tahliller gerektirdiğini sanmıyoruz. 8 Haziran’dan başlayarak herşey neredeyse apaçık bir biçimde yaşandı; çözüm süreci aldatmacasının tüm olanaklarını yıllar yılı cömertçe kullanan ve tüketen AKP iktidarı bu kez tam tersini denedi. Çok kullanılan ifade ile “masayı devirdi”, şoven milliyetçi söylemler eşliğinde Kürt halkına karşı dizginsiz bir yeni kirli savaş saldırısı başlattı. Bu büyük bir kumardı, ters de tepebilirdi, ama sonuçları üzerinden gördüğümüz gibi, umulanın da üstünde bir başarı sağladı.
Oynanan kumarla çelişik gibi görünen ikili bir sonuç elde edildi. Bir yandan şoven milliyetçilikle zehirlenmiş MHP seçmeninin dikkate değer bir kısmının desteği elde edildi. Öte yandan, Rojava’daki gelişmelerle kabaran ulusal duyguların etkisiyle ve çözümün kolaylaşacağı inancıyla, bu arada seçim barajını da aşabilmesi için 7 Haziran’da ilk kez olarak HDP’ye oy veren dinci-muhafazakar Kürt seçmeni, başlatılan kirli savaşın yarattığı korku ve dehşetin de etkisiyle gerisin geri kazanıldı. Kuşkusuz bu ikili temel faktörü, seçmen kitlelerinde geniş ve köklü bir karşılığı olan ölçüsüz din istismarı, “istikrar” ya da “kaos” üzerinden topluma yapılan ve konumu sallantılı bazı toplum kesimlerinde etki yaratan sistematik şantaj, artık alışılagelmiş bir uygulama olan ve yoksul seçmen katmanlarında karşılık bulabilen seçim rüşvetleri, muhtemeldir ki 7 Haziran’da HDP’yi destekleyen bir kısım aşiret reisinin satın alınması ve elbette ki seçim hileleri vb. tamamladı.
***
Sözkonusu olan, dinci-milliyetçi ideolojilerin etki ve denetimindeki tutucu seçmen kitlelerinin desteğinin önemli ölçüde bir partide birleştirilmesidir. Bu Türkiye’de birçok kez olmuştur. ’50’li yıllarda Menderes’in DP’si, ’60’lı yıllarda Demirel’in AP’si, ’80’li yıllarda Özal’ın ANAP’ı bunu başarmışlardı. Yeni dönemde ise bunu Tayyip Erdoğan’ın AKP’si başarabilmektedir. Ve bu tablo ancak sağ oylardaki parçalanmayla değişebilmektedir, 1970’li ve ’90’lı yıllarda olduğu gibi.
Bu temel önemde olguya eklememiz gereken iki başka temel önemde olgu var.
Bunlardan ilki, Türkiye’nin ilerici-devrimci hareketinin bu gerici seçmen ağırlığının yarattığı boğucu siyasal atmosferi her zaman ancak parlamento dışı mücadelelerle, sınıf ve kitle hareketinin yarattığı olanaklarla göğüsleyebildiğidir. ’60’lı ve ’70’li yıllarda böyle oldu. Her iki dönemin devrimci yükselişleri toplumsal-siyasal yaşamda sola geniş bir alan açtı ve özellikle ikincisi düzenin dengelerini bir süreliğine de olsa ciddi biçimde sarstı. ’90’lı yıllarda ise önden sınıf hareketinin kitlesel canlılığı, ardından Kürt uyanışının özel katkısıyla aynı şey kısmen başarıldı. Düzen siyasetindeki parçalı tablo da kendi yönünden bunu bir ölçüde kolaylaştırdı.
İkinci önemli olgu ise bu ilkinin uzantısıdır. Sol adına elde edilen ve sağ seçmen bloklaşmasında belli gedikler açan parlamenter başarılar da, tam da parlamento dışı sosyal-siyasal mücadelelerin bir ürünü ve yansıması oldular. Bunun ’60’lı yıllardaki örneği, TİP’in sınırlı ama etki ve yankı yaratan çıkışıydı. ’70’li yıllardaki örneği, devrimci dalganın en canlı döneminde ve onun sağladığı sol siyasal atmosfer sayesinde, 1977 seçimlerinde %41’lik oy desteği elde edebilen Ecevit CHP’si oldu. ’90’lı yıllardan itibaren yeni dönemdeki örneği ise, Kürt ulusal uyanışı üzerinden çeşitli isimler altındaki Kürt partileri ve gelinen yerde HDP oldu. Uzun yıllar ulusal devrimci bir bayrak altında sürdürülen, sahip olduğu güçlü kitle desteğinin temellerini de böylece yaratan Kürt özgürlük mücadelesi olmasaydı bu türden bir parlamenter başarı da olamazdı.
Kürt hareketinin parlamenter olanakları ve başarılarından başı dönerek kendilerini parlamenter budalalığa kaptıran çokça tasfiyeci sol parti ve grubun olduğu bir ülkede, kitlelerin devrimcileşmesi süreci ve bunun yan ürünlerine ilişkin marksist bakış açısını tam olarak doğrulayan yukarıdaki tarihsel olguları gözönünde bulundurmak özellikle gereklidir.
Toplamından çıkan temel önemde kısa ders şudur: Devrimci mücadele adına, dahası genel olarak sol adına, parlamenter alanı eksen alarak gidilebilecek yol, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kazanılması planında varılacak bir yer yoktur. Fabrikaları, işyerlerini, sanayi havzalarını esas almak, inatçı ve sabırlı bir çalışmayla sınıfsal dinamikleri harekete geçirmek, biricik çıkış yoludur. Günümüz Türkiye’sinin sanayi havzaları halen yazık ki AKP’nin ve MHP’nin oy depoları durumundadır. Bunu görebilmek için İstanbul’a, Bursa’ya, Manisa’ya, İzmit’e, Gebze’ye bakmak yeterlidir. Buralardan gidilmedikçe ve sınıf mücadelesi dinamiklerini harekete geçirmek için gerekli çaba gösterilmedikçe, bugünkü can sıkıcı tablo da temelde değişmeyecektir. Belki AKP de gidecek, ama yerini onunla aynı kumaştan bir başkası doldurmaya, sınıf ve emekçi kitleler gericiliğin oy depoları olarak kalmaya devam edecektir. Sol da o aynı geleneksel sol taban içinde dönenip duracaktır.
Bu çerçevede TKİP IV. Kongresi’nin şu tespitleri bugün çok daha günceldir:
“Bugünün Türkiye’sinde mevcut gerici dengeleri altüst edebilecek biricik toplumsal güç işçi sınıfıdır. Gericilik atmosferini dağıtmak, kent ve kır yoksullarının hoşnutsuzluğunu düzen karşıtı bir mecraya taşımak, böylece devrimci süreci ilerletmek, devrim davasını büyütmek ancak bu sınıfa dayanmakla olanaklıdır. Kürt sorununu bugünkü kısır döngüden kurtarmak, ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini devrimi büyütmenin bir olanağına çevirmek de ancak işçi sınıfı hareketinin devrimcileşmesiyle, toplumda etkin bir güç olarak öne çıkmasıyla olanaklıdır. Bu kuşkusuz kolay değildir; ama başka bir yol, başka bir çıkış, başka bir çözüm yoktur. “Ulusal cumhuriyet” ya da “demokratik cumhuriyet” projeleri, toplumsal temelden yoksun, devrimin potansiyellerini düzenin çatlakları içinde eritmekten başka bir sonuç vermeyecek olan gerici ütopyalardır.” (TKİP IV. Kongresi Bildirisi, Kasım 2012)
***
1 Kasım seçimlerine dönelim. Ortadaki tablo, seçmen bloklaşması bakımından 7 Haziran sonuçlarıyla esaslı bir değişiklik göstermiyor gerçekte. Değişen yalnızca dinci-milliyetçi seçmen bloklaşmasının AKP, MHP ve öteki dinci-milliyetçi partiler (SP, BBP, Hüda Par) arasındaki oransal dağılımıdır. AKP 12 Haziran 2011 seçimlerinde %50’yi bulan seçim başarısını da temelde buna borçluydu. Güçlü bir iktidar odağı haline gelmiş olmanın sağladığı imkanlarla hemen seçimler öncesinde SP’yi bölerek ve DYP’yi genel başkan bile bulamaz duruma düşürerek, her iki partinin genel başkanlarını satın alıp kendisine eklemleyerek, sağcı seçmen bloklaşmasını önemli ölçüde kendinde toplamış, böylece %50’yi bulmuştu.
Son yıllardaki yıpranması, özellikle de boğazına kadar hırsızlığa ve yolsuzluğa batmış bulunduğunun ayyuka çıkmış olması, bu arada Kobane Direnişi’ne karşı sergilediği düşmanca tutumun Kürt seçmenlerinde yarattığı tepki, onu 7 Haziran’daki tabloyla yüzyüze bıraktı. Seçmenin bir kısmını başta MHP olmak üzere öteki dinci-milliyetçi partilere, daha az bir kısmını ise muhafazakar Kürtler üzerinden HDP’ye kaptırdı. 7 Haziran sonrasında gündeme getirilen yeni kirli savaş birbirlerine zıt bu iki partinin seçmenini bir arada hedef alan bir operasyondu ve umulan sonucu sağladığını görüyoruz.
Esas başarı gerek oy oranı ve gerekse milletvekili sayısı bakımından MHP üzerinden gösterilmiştir. Fakat bunun esaslı bir siyasal sonucu yoktur. MHP AKP’nin başta olduğu bütün bir dönemde onun payandası idi, en kritik anlarda onun eksiğini tamamlayan bir tutumla hareket etti. 7 Haziran sonrasında da yaptığı bu oldu. Hükümet çoğunluğunu ve Meclis başkanı seçmek olanağını yitirmiş AKP’ye bu olanakları gerisin geri sağladı. Kirli savaşı ve bunun bir parçası olarak toplumun terörize edilmesini tam olarak destekledi. AKP ile koalisyon kurmuş olsaydı, bir dizi temel konuda ondan aşağı kalmayacak, yalnızca onunla iktidar koltuklarını ve olanaklarını paylaşmış olacaktı.
Dolayısıyla 1 Kasım seçim sonuçları tablosuyla birlikte değişiklik dinci-şoven milliyetçi gericilik tablosunda değil, bunun bir kez daha AKP’de toplanmasındadır. Özellikle Haziran Direnişi’ni izleyen dönemde hızla yıpranan ve 7 Haziran seçim sonuçlarıyla sarsılan AKP 1 Kasım ile birlikte özgüvenini önemli ölçüde yeniden kazanmıştır. Bunun kuşkusuz önemli siyasal sonuçları olacaktır. AKP bir dizi alanda iyice pervasızlaşacak, denetim ve hakimiyetini yeni alanlara yaymaya çalışacak, yeni Anayasa ve başkanlık sevdası doğrultusunda yeni hamleler deneyecektir.
***
1 Kasım seçim sonuçları sonrasında Borsa önemli bir sıçrama gösterdi. Düzen yorumcuları bunu piyasanın siyasal istikrar beklentisine olumlu tepkisi olarak değerlendirdi. Tekelci burjuvazinin farklı kuruluşları bu yönde benzer açıklamalar yaptılar ve başta ekonomik reformlara yeniden bir an önce yoğunlaşma olmak üzere beklentilerini dile getirdiler. Görüntü bu olmakla birlikte gerek emperyalist odakların, gerekse önemli bir bölümüyle büyük burjuvazinin ortaya çıkan sonucu çok rahat karşıladıklarını sanmıyoruz. Nitekim daha seçimin ikinci günü ABD sözcüleri onlar adına “endişe”lerini ifade etmekten geri durmadılar. Aynı endişeyi seçim sonuçlarını memnuniyetle karşılamış gibi görünen büyük burjuvazinin farklı örgütlerinin açıklamalarında “ortak akla” ve “uzlaşma”ya yapılan vurgularda daha dolaylı biçimde görüyoruz.
Tayyip Erdoğan’ın tam denetimindeki bir AKP iktidarının, gerek emperyalist odaklar gerekse başta TÜSİAD olmak üzere büyük burjuvazinin önemli bir kesimi için taşınması zor bir yük haline geldiğini birçok vesileyle, son olarak da 7 Haziran seçimleri üzerine değerlendirmelerimizde genişçe dile getirdik. Bu çevrelerin asıl umudu, tercihi ve dolayısıyla beklentisi, AKP-CHP ortaklığına dayanan bir “büyük koalisyon” idi. Böylece hem Tayyip Erdoğan dizginlenmiş olacak ve hem de sözünü ettiğimiz değerlendirmelerimizde başlıca dört madde halinde ortaya koymuş bulunduğumuz sorunların güçlü bir “ulusal mutabakat”la nispeten kolayca şu veya bu ölçüde çözülebilmesi olanaklı olacaktı. Tek başına AKP iktidarı uzun yıllar için düzenin iç ve dış egemenleri payına paha biçilmez bir olanak olmakla birlikte, gelinen yerde bu artık böyle değil. Birikmiş ve ağır bir çöküntüye yol açmasından korkulan ekonomik sorunlara çözüm bulunması, çivisi çıkmış devlet ve hukuk düzeninin restore edilmesi, dış politika çöküntüsünün bir ölçüde olsun onarılması ve elbette Kürt sorununun denetim altında tutularak yatıştırılması, tüm bu sorunların amaca uygun ve nispeten kolay çözülebilmesi için “büyük koalisyon” onlar için artık tek başına AKP iktidarından çok daha tercih edilebilir bir seçenekti. Ama kuşkusuz hiç değilse bir süreliğine 1 Kasım ile birlikte ortaya çıkmış sonuca uyum sağlayacak ve işlerin gidişatını izleme yoluna gideceklerdir.
***
Buradan HDP ve sol harekete geçebiliriz. “Çözüm süreci”nin çöküşü ve bu aldatıcı süreç boyunca Kürt hareketinin izlediği çizginin bugünkü tablo ışığında değerlendirmesini başka vesilelere bırakıp, kendimizi yalnızca 1 Kasım seçimleri üzerinden HDP ile sınırlayacağız.
7 Haziran seçimleri solda ne denli abartılı bir sevince ve iyimserliğe yol açtıysa, tersinden 1 Kasım seçimleri de aynı ölçüde abartılı bir hayal kırıklığına ve kötümserliğe yol açmış görünüyor. 7 Haziran’da HDP beklenenin de üstünde bir oy oranıyla barajı aşmış, AKP’yi tek başına hükümet olanağından yoksun bırakmış ve Tayyip Erdoğan’ın başkanlık heveslerini böylece gemlemişti. Sevinci, ferahlamayı ve dolayısıyla iyimserliği yaratan buydu. 1 Kasım’da HDP yine önemli sayılabilecek bir oy oranıyla barajı aşmış bulunuyor. Farklı olarak AKP, önemli bir oy sıçramasıyla yeniden tek başına hükümet olanağı elde etmiş ve ulaşılan oy oranı sayesinde Tayyip Erdoğan’ın başkanlık heveslerinin önü de yeniden açılmıştır. Derin hayal kırıklığı, tedirginlik ve kötümserliğe yol açan da budur.
Gerçekleşmesi halen de öyle kolay olmayan başkanlık hevesleri bir yana bırakılırsa, geriye AKP’nin tek başına yeniden hükümet kurabilmek olanağı kalıyor. Fakat AKP her halükarda, dolayısıyla 7 Haziran benzeri bir tabloda da hükümetin esas ortağı olarak kalacak ve son 12 yılda yarattığı düzenin esaslarına dokunmak öyle kolay da olmayacaktı. Hele de MHP ile kurulacak bir koalisyonda bu hemen hiç olmayacaktı. MHP’nin Kürt sorunundaki tavrı düşünüldüğünde, ortaya bugünkünden daha beter bir tablonun çıkması da büyük ihtimal dahilindeydi.
7 Haziran benzeri bir 1 Kasım tablosu, bu durumda geriye ya bir AKP-CHP koalisyonu ya da AKP-HDP koalisyonu ihtimallerini bırakırdı. İlki ifade etmiş bulunduğumuz gibi emperyalizmin ve tekelci büyük burjuvazinin umudu, beklentisi ve tercihidir. Böyle bir koalisyonla düzenin birikmiş tüm sorunlarına çok daha elverişli koşullarda müdahale edilmiş olacaktı. Bu herhalde reformist kimliğe dayalı olsa bile solun olumlu ya da hayırhah bir tutumla karşılayabileceği bir seçenek değildi. Bu solun kendini inkarı olurdu ve onun gelişmesini hepten zora sokardı. Olaylara kısa dönemli bakılmadığı sürece, Tayyip Erdoğan’lı bir AKP iktidarının sınıf ve kitle mücadelesinin geliştirilmesi bakımından çok daha fazla imkan ve fırsat yaratacağından kuşku duymamak gerekir. Kısa dönemli olarak sola, emekçilere ve Kürt halkına ödeteceği toplumsal-siyasal fatura büyük olsa bile.
Geriye AKP-HDP koalisyonuna dayalı bir hükümet seçeneği kalıyor. Bunu sol adına savunmak bir yana düşünmek bile sol değerlere tümden ihanettir. 1 Kasım tablosu Kürt hareketinin yedeğinde kümelenmiş çok çeşitli sol çevreleri böylesi bir muhtemel utançtan bir bakıma korumuştur.
EKİM