Logo

7 Haziran seçimleri ve siyasal tablo


Sermaye düzeninin hesapları ve seçimler

Türkiye yeni bir genel seçim sürecinde. 7 Haziran seçimleri düzen siyasetine egemen bugünkü kararsız dengenin nasıl ve ne yönde değişeceğine açıklık getirecektir.

Birçok kimse bu seçimin Türkiye’nin kaderi bakımından taşıdığı özel önemden sözediyor ve bunu da ne edip edip AKP’nin önünün kesilmesi hedefine bağlıyor. Devrimci ya da sosyalist olmak iddiasındaki solun ezici çoğunluğuna egemen oportünist seçim politikaları da esasen bu aynı kaygıya ve hedefe dayandırılıyor. Bunun gerisinde AKP’yi hala da yükselen, gücünü ve canlılığını koruyan, düzenin dış ve iç egemenleri tarafından herşeye rağmen tercih edilen ve dolayısıyla desteklenen bir parti olarak görmek yanılgısı var. Oysa karşı karşıya bulunduğumuz çürüyüp kokuşmuş, moral üstünlüğünü çoktan yitirmiş, toplumsal-siyasal meşruiyeti fazlasıyla tartışmalı, dünkü baş destekçileri için bile gelinen yerde soruna dönüşmüş, bütün bunların bir sonucu olarak kendi içinden de çatlama potansiyeli alabildiğine yüksek bir AKP gerçeğidir.

Dolayısıyla gerçekte sözkonusu olan, onüç yılı bulan bir süredir hükümet eden ve 2009’dan beri de iktidar dizginlerini ele almış bulunan, fakat buna rağmen istediği türden bir rejimi topluma dayatmakta ciddi biçimde zorlanan, gerçekte artık bu olanağı yitirmiş de olan, bu arada boğazına kadar yolsuzluğa, hırsızlığa, suça batmış, toplumun önemli bir kesimi nezdinde öfke ve nefret konusu, keyfiliği ve kuralsızlığı bir yönetim biçimi haline getirerek rejimin tüm dengelerini bozmuş, bu nedenle sermaye düzeninin uzun vadeli çıkarları için de artık bir tehdide dönüşmüş dinci iktidarın kaderidir. Gelinen yerde ne emperyalist efendiler, ne onlarla kader birliği içindeki büyük sermaye çevreleri, ne önemli ve etkili bir bölümüyle toplum, ne de özel olarak ilerici toplumsal muhalefet, dizginlerini Tayyip Erdoğan’ın tuttuğu bir iktidar gücü olarak AKP’ye katlanacak durumdadır.

Öte yandan, emperyalizmin bölgesel çıkarları ve ihtiyaçları için bir “ılımlı İslam” projesi olarak gündeme getirildiği çoktandır ayyuka çıkmış bulunan AKP, gelinen yerde bu açıdan da herhangi bir ihtiyaca yanıt vermek bir yana, tersine aşılması gereken bir engele dönüşmüştür. Sözkonusu proje Ortadoğu’nun toplamında iflas etmiş, sahipleri tarafından bir yana itilmiş, emperyalist dünya çıkarlarının gerektirdiği yeni tercihlere ve yollara yönelmiştir. Bu, Türkiye için zaten bir soruna dönüşmüş bulunan AKP’nin, emperyalizmin bölgesel çıkar ve tercihleri için de artık amaca uygun bir araç olmaktan çıktığı anlamına gelmektedir.

Bütün bunlardan çıkan sonuç, önümüzdeki dönemde Tayyip Erdoğan’ın belirleyici konumda bulunduğu bir AKP iktidarının bir biçimde son bulacağıdır. 7 Haziran seçimleri tam da bunun nasıl, ne yönde ve ne yolla olacağına açıklık getirmek bakımından önem taşımaktadır.

Emperyalistler ve büyük bir bölümüyle işbirlikçi büyük burjuvazi süreci düzenin dengelerin çok sarsmadan, bu arada toplumsal muhalefetin önünü kontrolsüzce açacak boşluklara ya da zaafiyetlere meydan vermeden yönlendirmek istemektedirler. Göründüğü (ve bazı sermaye kalemleri tarafından daha şimdiden dile getirildiği) kadarıyla bunun yolu, seçimlerden nispeten zayıflayarak çıkmış bir AKP’yi seçimlerden nispeten güçlenerek çıkmış bir muhalefetle dengelemek, bu arada olanaklı olduğunca bir AKP-CHP koalisyonunu zorlamaktır. Burada sorun, hala da önemli bir seçmen desteğine sahip ve herşeye rağmen düzenin egemenlerine hizmette kusur etmeyen AKP’yi tümden gözden çıkarmak değildir. Aşırı yıpranmışlığı ve seçmen desteğindeki nispi zayıflama ne olursa olsun, bugünün koşullarında AKP’yi dışlayacak çözümlerin henüz olanaklı olmadığı konusunda emperyalist dünya ve Türk burjuvazisi yeterince gerçekçidir. Bu nedenle sözkonusu olan dışlamak değil fakat denetim altına almak, yeniden “limitlerin içi”ne çekmek, bu koşulla ondan hala da yararlanmaya devam etmektir. Bu yararlanmaya bizzat bozduğu toplum ve devlet düzeni dengelerini onarmak da dahildir. Bunun olabilmesi ise bir yandan AKP’nin seçmen desteğindeki hissedilir bir zayıflamayı, öte yandan Tayyip Erdoğan’ın parti üzerindeki bugünkü türden kesin kontrolünü kırmayı gerektirmektedir. 7 Haziran seçimlerinin sonuçları bunun olanaklarına ve ne biçimde gerçekleşeceğine açıklık getirecektir.

Bu çerçevede gündemdeki seçimlerin sonucu en çok merak edilen konularından ilki AKP’nin alacağı oy oranıysa, ötekisi de HDP’nin barajı aşıp aşamayacağıdır. AKP’nin oy desteğinde ciddi bir azalma ve HDP’nin barajı aşması bir arada gerçekleşirse, emperyalizm ve büyük bir bölümüyle işbirlikçi büyük burjuvazinin arzuladığı bir seçim sonucu tablosu ve dolayısıyla parlamento aritmetiği oluşmuş olacaktır. Burada HDP’nin barajı aşması özellikle kritik önemdedir ve TÜSİAD eksenli büyük sermaye çevrelerinin, onların denetimindeki medya organlar ile hizmetindeki kalemlerin HDP konusundaki son derece pozitif tutumlarının gerisinde, kuşkusuz Kürt sorununu denetim altında tutmak arzusunun yanısıra, aynı zamanda bu vardır.

Fakat kuşkusuz bu türden bir parlamento aritmetiğinin oluşması, arzulanan türden bir hükümet biçiminin bundan kolayca çıkabileceği anlamına gelmemektedir. Buradaki zorluk AKP’den çok CHP’nin konumundan kaynaklanmaktadır. Uzun yılların iktidar saltanatı sürecinde alabildiğine yıpranmış, büyük tepkilerin ve öfkelerin hedefi haline gelmiş, suç dosyası alabildiğine kabarık bir AKP, hele de hükümet kurabilecek bir çoğunluğu yitirdiği bir durumda, düzenin efendilerinin arzuladığı bu türden bir “büyük koalisyon”u pekala kendisi için yumuşak, kazasız belasız bir geçiş imkanı olarak görebilir. Fakat ona bu imkanı verecek, böylece gerçekte ona payandalık yapacak olan bir CHP, bunun altından kolay kolay kalkamaz. Kendi iç dengeleri bakımından olduğu kadar, tabanı ve seçmeni bakımından da. Bu nedenle de bu türden bir hükümet ortaklığına kolayca cesaret etmesi beklenemez. (Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumunun da gösterdiği gibi, bugünkü CHP’den herşey beklenebileceğini de unutmamak kaydıyla...)

Dolayısıyla bahsi geçen “büyük koalisyon” çok arzulansa da öyle kolay gerçekleşecek bir iş değildir. Yine de bu türden bir çözümün mantığına, dolayısıyla düzenin egemenleri için amaca uygunluğuna, halen sermaye düzeninin karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunlardan giderek bakmak yararlı olacaktır. Zira emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin acil ve öncelikli ihtiyaçlarını bilmek, siyasal sürecin seyrini anlamak bakımından her zaman için önemlidir.

Bu çerçevede aciliyeti yönünden başlıca dört temel sorundan sözedilebilir:

Bunlardan ilki, belirtileri gitgide çoğalan muhtemel bir ağır ekonomik kriz durumudur. Böylesi bir krizin gerektirdiği önlemleri nispeten kolayca almak ve bunun yol açabileceği toplumsal sonuçları aynı kolaylıkla göğüslemek, işbirlikçi büyük burjuvazi için en öncelikli sorun olacaktır. Emekçi kitlelerin ileri, sola, dolayısıyla da eyleme açık kesimlerini tutabilecek bir koalisyon ortağı olarak CHP’nin oynayabileceği rol öncelikle bu sorun üzerinden belirmektedir. Emperyalizmin ve uluslararası finans çevrelerinin güvenilir adamı Kemal Derviş ile şimdiden yapılan görüşmeler ve gerektiğinde “dışarıdan görev alma” konusunda varılan mutabakat, CHP’nin bu misyona bugünden hazır ve hevesli olduğuna bir gösterge sayılabilir.

 İkincisi dış politikada, özellikle de Ortadoğu politikasındaki büyük çöküntüdür. Kendi öz ihtiyaçlarının yanısıra ABD önderliğindeki batılı emperyalist blokun bölgedeki yeni hamleleri, Türk burjuvazisi için bu çöküntünün bir an önce onarılmasını, yeni duruma hızla uyumu olanaklı kılacak politikaların gündeme getirilmesini gerektirmektedir. Bu ise sözkonusu çöküntünün dolaysız sorumlusu ve ağır suçlusu olan AKP ile başarılabilecek türden bir iş değildir. CHP, bu konuda da amaca ve ihtiyaca son derece uygun bir koalisyon ortağı olarak durmaktadır orta yerde. AKP’nin diz boyu iflasla sonuçlanan maceracı politikalarına karşı Mısır, Suriye ve Irak konusunda izlediği farklı politikalar ve bu doğrultuda bu ülkelerle ilişkilerde sergilediği pratik inisiyatif, CHP’nin böyle bir misyonu üstlenmesini ayrıca kolaylaştırmaktadır.

Üçüncü temel konu, Kürt sorunudur. Gelinen yerde tıkanan ve fiilen beklemeye alınan “Kürt açılımı”nı yeni adımlarla ileriye taşımak artık AKP’nin gücünü aşmaktadır. “Kürt açılımı” bir AKP tercihi olarak değil, fakat işbirlikçi burjuvazinin tam desteğine sahip bir ABD politikası olarak gündeme gelmişti. Bu politikanın taşıyıcısı olarak AKP’nin yaptığı ise kendi payına da bundan en iyi şekilde yararlanmak oldu. Bu sayede bir yandan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin desteğini bir de bu nedenle alırken, öte yandan çatışmanın sürdüğü bir durumda doğabilecek hızlı yıpranmanın sonuçlarından kendini yıllar boyunca korumuş oldu. Dahası toplumu fazlasıyla yormakta olan bir sorunu çözebilecek parti imajı yaratarak bunun üzerinden ayrıca prim yaptı, toplumsal ve bu arada seçmen desteğini buradan da güçlendirdi.

Fakat AKP bu konuda artık tüm imkanlarının ve de manevralarının sonuna gelmiş durumdadır. Bu alanda atılmayı bekleyen adımları kendi başına atmak gücünden, cesaretinden ve dahası niyetinden yoksundur. Oysa sorunun denetim altında tutulması ve belli tavizlerle bir biçimde yatıştırılması, gelinen yerde emperyalizm ve sermaye düzeni için her zamankinden daha büyük bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaca bugün için çok olanaklı görünmeyen bir “milli koalisyon” değilse bile (zira Kürt sorununda dizginsiz bir şoven çığırtkanlık MHP’nin bugünkü varlık nedeni ve olanağıdır), meclisin iki büyük partisine dayalı bir “büyük koalisyon” pekala yanıt verebilir. CHP, son yıllarda bu konuda da bir rol üstlenmeye, dolayısıyla sorumluluğu paylaşmaya hazır olduğunun sayısız işaretini zaten vermiş durumdadır ve muhtemel bir büyük koalisyona işin bu cephesinden de hazırdır.

Dördüncü bir temel önemde konu ise, AKP’nin toplum ve özellikle de devlet düzeninde yarattığı tahribatın düzenin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda bir ölçüde olsun onarılmasıdır. AKP’nin bizzat yarattığı bir tahribatın onun büyük ortak olarak bulunacağı bir hükümetle onarılması düşüncesi kuşkusuz fazlası ile tuhaftır. Ama durum budur ve bu düzenin efendileri payına bir açmazın da ifadesidir. Yine de Tayyip Erdoğan’ın etkisizleştirildiği bir durumda (ki “büyük koalisyon” tam da bu anlama gelecektir, dahası ancak bu durumda olanaklı olabilecektir), bu alanda hiç değilse topluma bu izlenimi verebilecek belli manevralar yapılabilecektir. CHP’nin topluma kendi yönünden pozitif misyon olarak sunmaya çalışacağı en önemli malzeme de bu alanda yapılacaklar olacaktır. Fakat bu aynı zamanda AKP payına bir yandan, yarattığı durumun ve elde ettiği kazanımların hiç değilse bir süre daha önemli ölçüde korunması ve öte taraftan, sayısız ağır suçun hesabından yine hiç değilse şimdilik kurtulması anlamına gelecektir.

Sermaye düzeni payına burada sıralanan bu dört temel sorunun oluşturduğu acil ihtiyaca yanıt verebilecek en uygun hükümetin bir AKP-CHP koalisyonu olduğuna kuşku yoktur. Emperyalist odakların ve işbirlikçi büyük burjuvazinin tüm çabasını buna yönelteceğinden de kuşku duyulmamalıdır. Öte yandan, “açılım”ın sürdürülmesi ve Kürt sorununda tatmin edici bazı tavizlerin verilmesi durumunda, böylesi bir koalisyona dışardan Kürt hareketinin (dolayısıyla HDP’nin) destek vermesi de ihtimal dahilindedir.

Bütün bunlarla, bugünkü koşullarda emperyalizmin ve büyük burjuvazinin çıkar ve dolayısıyla arzularına en uygun bir alternatiften sözettiğimizi yineleyelim. Gerçekte ise, oluşacak parlamento bileşimine da bağlı olarak, bir dizi başka alternatif olanak dahilindedir. Gelinen yerde AKP, hele de Tayyip Erdoğan’ının denetimindeki bir çıkar şebekesi olarak AKP, emperyalizmin ve burjuvazinin öncelikli ihtiyaçlarından çok artık kendi derdindedir. Bu nedenle de yılları bulan kazanımlarını korumak ve ağır suçlarının hesabından kurtulmak için her yolu deneyecektir. Bunun için MHP ile olduğu kadar HDP ile de işbirliğinin yollarını arayacaktır. Kendi konumunu korumak ve yeni bazı hedeflere ilerleyebilmek için muhtemel muhataplarına önemli tavizler vermekten de geri durmayacaktır.

Fakat tüm bunların şimdiden kesin olan sonucu, halihazırdaki siyasal krizin yeni bir düzeyde ağırlaşmasından başka bir şey olmayacaktır. AKP’nin tek başına hükümet olmak olanağını elde ettiği ve Tayyip Erdoğan’ın da AKP üzerinde bugünkü türden bir denetimi koruyabildiği bir durum ise, kesin olarak büyük toplumsal çalkantılara kapının ardına kadar aralanması anlamına gelecektir. Bundan da, bir yandan büyüyerek daha inatçı bir biçimde sokaklara taşacak bir toplumsal muhalefet, öte yandan ise tam da bu durumdan yararlanarak emperyalizmin ve büyük burjuvazinin bizzat özendirip tezgahlayacağı bir askeri darbe de dahil herşey çıkması ihtimaller dahilindedir.

 

Kürt sorunu, Kürt hareketi ve seçimler

Gündemdeki seçimlerde konumları, çıkarları ve hedefleri birbirinden alabildiğine farklı kesimlerin ortak umudu, arzusu ve dolayısıyla hedefi, HDP’nin barajı aşmasıdır. Denebilir ki bu 7 Haziran seçimlerinin en dikkate değer yönlerinden biridir. Fakat bu öylesine sıradan sayılacak, olağan karşılanacak bir durum da değildir. Muhakkak ki gerisinde önemli bir toplumsal-siyasal mantık vardır. Görünürdeki nedene bakılırsa bu ortaklığı sağlayan, AKP’nin şerrinden artık nihayet kurtulabilmek ortak arzusudur. Kuşkusuz bu doğrudur da. Ama bunu da olanaklı kılan daha temelli nedenlerle birlikte ele alınmazsa eğer, bu yüzeysel gözlem temel önemde bazı gerçeklerin üstünü örtmek işlevi görür.

Kürt sorunu son on yılda bölgesel planda çok büyük mesafeler katetti. Sorun tam olarak uluslararasılaştı ve Kürtler Ortadoğu’nun örgütlü etkin bir gücü haline geldiler. Güney Kürdistan’da fiilen bağımsız devlet oldular. Batı Kürdistan’da devletleşme doğrultusunda önemli kazanımlar elde ettiler. Türkiye’de ise “çözüm süreci” üzerinden fiilen ve gelinen yerde artık bir biçimde resmen de devletin muhatabı durumundalar.

 Bütün bunları kolaylaştıran gelişmeler emperyalizmin Irak işgali ile başladı. İşgale tam destek veren Güney Kürtleri bunun karşılığı olarak fiilen bağımsız bir devlet olmak olanağı elde ettiler. Aynı gelişme Türkiye’deki Kürt hareketinin İmralı teslimiyetiyle oluşmuş büyük moral yıkımı atlatmasını, hızla toparlanıp etkin bir güç olarak yeniden sahnede yer almasını kolaylaştırdı. Bir yandan bu gelişme, öte yandan Irak’taki gelişmeler ve dolayısıyla Güney Kürdistan gerçeği, ABD’nin de özel bir biçimde özendirmesi ve desteğiyle, Türk burjuvazisini Kürt sorununda bazı adımlar atmaya yöneltti. “Kürt açılımı” böylece gündeme geldi.

Bu arada Suriye’de iç savaş ve emperyalizmin buna aktif müdahalesine yol açan gelişmeler yaşandı. Bu Kürtlere bu cepheden de önemli fırsatlar yarattı. Durumu başarıyla değerlendiren PKK eksenli Kürt hareketi, Kürdistan’ın bu bölgesinde de önemli fiili mevziler elde etti. Bunu ise IŞİD’le bağlantılı gelişmeler izledi. ABD emperyalizmi liderliğindeki emperyalist koalisyonun IŞİD’e karşı birleşik savaş ilan ettiği bir dönemde, PKK eksenli Kürt hareketi IŞİD’e karşı etkili bir direniş odağı olarak öne çıktı. Böylece de emperyalist koalisyonla yolları kesişmiş oldu. Önce Şengal ve ardından Kobane direnişleri, PKK’nin emperyalist batı dünyasındaki imajını hızla düzeltti. PKK, PYD üzerinden de olsa emperyalist dünyada resmen muhatap alınır konuma ulaştı. Halen resmen değilse bile fiilen bizzat PKK’nin kendisi ile de bu türden ilişkilerin kurulmuş olduğundan kuşku duyulmamalıdır. Süreç bu ilişkilerin aleni ve resmi ilişkiler halini alması yönünde ilerlemektedir.

IŞİD’le bağlantılı bu son gelişmelerin öncesinde, 2012 sonbaharında, TKİP IV. Kongresi, Kürt sorunu ve hareketi ile ilgili olarak genel bir bilanço çıkarttıktan sonra, şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“Bütün kazanımlarına ve çoğalan avantajlarına rağmen bölgenin toplamında Kürt sorununun akibeti henüz belirsizliğini korumaktadır. Bunun gerisinde bölgenin yeni altüst oluşlara gebe olması gerçeği ile birlikte bölge gericiliğinin halihazırdaki gücü vardır. Belirsizliklerle dolu bu istikrarsızlık ortamında Kürt halkı kendi gücüne dayandığı ve bölge halklarıyla devrimci kader birliği çizgisinden kopmadığı ölçüde süreçten en iyi kazanımlarla çıkmayı başarabilecektir. Emperyalizmin bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirme çabalarından yarar umduğu ve daha da kötüsü buna alet olduğu ölçüde ise bölge halklarıyla birlikte bunun acısını çekmek akıbetiyle yüzyüze kalacaktır.

“Hâlihazırdaki Kürt ulusal hareketlerinin devrimci bir konum ve kimlikten yoksun olmaları Kürt özgürlük mücadelesinin en büyük sorunudur. Yine de mevcut Kürt hareketleri arasında konum ve kimlik bakımından temel önemde farklılıklar vardır. Güney Kürdistan’ın Kürt partileri tümüyle emperyalizmin hizmetinde hareket ediyorlarken, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt partileri, kuşkusuz büyük ölçüde pkk sayesinde, cepheden mücadeleye konu etmeseler bile emperyalizme karşı mesafeli durmakta, emperyalist planlara alet olmayı reddetmekte, tersine bölge halklarıyla yakınlığa ve dayanışmaya önem vermektedirler.” (TKİP IV. Kongresi Bildirisi, Ekim 2012)

Bu değerlendirme temelde hala da geçerlidir. Fakat IŞİD’le bağlantılı gelişmelerin ortaya yeni bir durum çıkarmakta olduğu da bir gerçektir. PKK’nin bu alandaki başarısı, onu emperyalist dünya nezdinde meşrulaştırmaya başladığı ölçüde, onun emperyalist dünyaya bakışı da hızla değişmektedir. Bu süreç, özellikle Kobane’den beri hız kazanmıştır ve sonuçları Türkiye’ye de aynı hızla yansımaktadır.

Kürt sorununun bölge düzeyinde aldığı yeni boyutlar, Kürtlerin son on yılda bölgesel düzeyde elde ettikleri son derece önemli mevziler, buna bağlı olarak PKK’nin bölgesel düzeyde önemli ve etkin bir güç olarak öne çıkması gerçeğin bir yanıdır. Gerçeğin öteki yanında ise İmralı ile birlikte girilen yeni yol var. Bu yola gerçekte daha ‘90’lı ilk yıllarda “siyasal çözüm” çizgisi üzerinden girilmiş olmakla birlikte, köklü bir konum ve kimlik değişimi İmralı ile birlikte gerçekleşti. Devrime dayalı stratejik amaçlar, kategorik olarak devrimin kendisi, tümüyle terkedildi. Kürt sorununun çözümü için emperyalist dünya sistemi ve Türkiye’nin kurulu toplumsal düzeni esas alındı. İmralı’dan beri ulusal mücadele artık bu çerçevede sürdürülmekte, kendini emperyalist dünya sistemine ve Türkiye’nin kurulu düzenine kabul ettirmek ve ulusal istemleri zaman içinde büyüyen tavizler olarak elde etmek çizgisi izlenmektedir.

Amacımız burada konunun ayrıntılarına girmek değildir, bu komünistler tarafından birçok vesileyle ve yeterince yapılmıştır. Burada bizi ilgilendiren sonuç, bizzat emperyalist merkezler ve onlarla işbirliği içindeki büyük burjuvazinin Kürt sorununda olduğu kadar Kürt hareketiyle ilişkilerde bunca yumuşamasının, bu denli hoşgörülü davranır hale gelebilmesinin gerisindeki mantıktır. Kürt hareketi emperyalizme karşı mücadeleyi çoktan bir yana bırakmıştır; artık kendi konumu ve çıkarları üzerinden onunla uyumlu bir işbirliğinin yollarını aramakta ve zorlamaktadır. Aynı şekilde Türkiye’nin bugünkü sınıf düzeniyle de esaslı bir sorunu yoktur, tüm çabası onu esas olarak da Kürt sorunu üzerinden siyasal bir reforma zorlamaktır. “Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesi” ya da “demokratik cumhuriyet” hedefi bu anlama gelmektedir.

Bu, Türkiye’nin demokratikleşmesi çabası içinde Kürt sorununu çözmek olarak da formüle edilmektedir. Fakat bu kadarında bile tutarlı davranıldığını söylemek yazık ki mümkün değildir. AKP’nin Türkiye’yi her alanda adım adım karanlığa sürükleyen iktidarı döneminde alınan tutumlar bunu göstermektedir. Yıllar boyunca bir aldatmaca ve oyalamaca olarak kalan “çözüm süreci”nin selameti adına, AKP’nin dinci-faşist bir polis devleti yaratma çabalarına gerekli tutumlar alınamamıştır. Gerçeğe cesaretle ve dürüstçe bakan herkes, “çözüm süreci”nin öteki yüzünde Türkiye’nin demokratikleşmesini değil, tam tersine, sınırlı demokratik kazanımlarını bile yitirmesini görecektir. “Çözüm süreci”nin nihayet bazı somut adımlara dönüştürüldüğü izleniminin yaratıldığı son iki yılda bu özellikle böyle olmuştur. Kürt hareketi bu son iki yılı kendi cephesinden çok iyi değerlendirmiş, “çözüm süreci” oyalamasından kendi de en iyi biçimde yararlanmış, bu sayede Kürdistan’daki konumunu birçok bakımdan daha da güçlendirmiş, fakat aynı dönem içinde Türkiye’nin geri kalanında ilerici-devrimci güçler ile emekçiler çok şey kaybetmişlerdir. Burada sorun, Kürt hareketinin dar anlamda kendi çıkarlarını ve tercihlerini öne almasına hakkı olup olmadığı sorunu değildir. Sorun buna rağmen kendi stratejik tutumunu “Türkiye’nin demokratikleşmesi çabası içinde Kürt sorununu çözmek olarak” olarak formüle etmesinin inandırıcı olamamasındadır.

AKP süreci kendi dinci-faşist iktidarını kurup pekiştirmenin bir olanağına dönüştürmüş olsa bile, “Kürt açılımı” onun değil fakat emperyalizmin ve büyük burjuvazinin bir tercihi ve politikasıdır ve gündemde kalmaya devam edecektir. Sorunun bölgesel düzeyde aldığı yeni boyutlar, Kürt hareketinin bölgesel düzeyde elde ettiği imkanlar ve avantajlar bunu dışardan, Kürt halkının büyüyen ulusal özlemlerinin ve bu doğrultudaki örgütlü mücadelesinin gücü ise bunu içerden zorlamaktadır. Fakat bunlar hiç de kendi başına sorunun kaynağını oluşturanları sorunu çözmeye yöneltmez. Buna rağmen bu doğrultuda belli bir eğilim ortaya koyuyorlarsa eğer, işte bunun gerisinde düşünülen türden bir çözümün emperyalist dünya sisteminin ve Türkiye’nin kurulu düzeninin temellerine dokunacak bir yanı olmadığı inancı yatmaktadır. Emperyalistlerde ve Türkiye’nin sermaye kodamanlarında bu inancı ve güveni yaratan ise bizzat yaşadığı değişim ve dönüşümlerle Kürt hareketinin kendisidir.

Böylece başladığımız yere, HDP meselesine dönmüş oluyoruz. Kürt sorunu ve hareketi üzerinden özetlemeye çalıştığımız tablo tam da HDP meselesinin yerli yerin oturtulması, dolayısıyla doğru anlaşılması içindi. Herşeyden önce HDP’nin, ideolojik-politik bakımdan bağımsız çizgide alışılmış türden bir parti değil, fakat Kürt hareketinin “çözüm süreci”nin bir parçası olarak gündeme getirdiği kendine özgü bir proje partisi olduğu gerçeğini gözönünde bulundurmak gerekir. Bu projenin bizzat Kürt hareketi tarafından öne çıkarılan yönü “Türkiyelileşme”ye yapılan vurgudur. Bu vurgu, düzen cephesinden bu adıma gösterilen ilgi ve sempatinin de asıl nedenidir. Fakat burada sorun hiç de yalnızca dar anlamda Kürt sorununun Türkiye’nin bütünlüğü içinde çözülmesi niyeti ve yönelimi değildir. Bundan da önemli olan, kurulu düzenin meşruiyetinin esas alınmasıdır. Başka bir ifadeyle, “Türkiyelileşmek” yalnızca “bölücülük”ten değil, fakat aynı zamanda “yıkıcılık”tan da uzak kalmak demektir. Üstelik yalnızca Kürt hareketini değil, Türkiye solunun dikkate değer bir bölümünü de kapsayacak biçimde.

İşte kurucu mimarları tarafından “radikal demokrasi” çizgisinde bir parti olarak tanımlanan HDP’nin asıl özelliği ve misyonu da budur. “Radikal demokrasi” burjuva demokrasisinde derinleşme ya da bildiğimiz liberal demokrasinin “radikalize” edilmesi çizgisi ve programıdır. Daha da somut olarak, Kürt sorununun çözümü ekseninde bir “demokratik cumhuriyet” çizgisi ve programıdır. Burada düzenin iktisadi-toplumsal temelleri esas alınmakta, fakat onun radikal bir siyasal reformdan geçirilmesi talep edilmektedir.

Kürt hareketi, HDP şahsında, bu çizgi üzerinden kabul edilmek koşuluyla, mevcut düzenin meşruiyeti içinde yer almak niyetini ortaya koymaktadır. Düzenin egemenleri tarafından ilgi ve sempati ile karşılanan asıl olarak bu yönelimdir. Kontrolden çıkmış ve soruna dönüşmüş AKP’yi 7 Haziran seçimleri üzerinden dizginlemek üzere HDP’nin barajı geçmesini arzulamak, bunun yanında tali bir neden olarak kalmaktadır.

 

Sol hareket ve seçimler

Büyük bir bölümüyle artık açıkça reformist bir çizgiye oturmuş bulunan Türkiye solu, seçimler ve burjuva temsili kurumlar konusunda bilinen kaba oportünist tutumunu 7 Haziran seçimleri vesilesiyle bir kez daha yinelemektedir. Devrimci açıdan temel sorun, bu özel politizasyon dönemini en iyi biçimde değerlendirerek, devrimin programını işçi ve emekçi kitlelere taşımak ve bunu burjuva temsili kurumların içyüzünü kitleler önünde sergilemekle birleştirmek iken, reformist solun farklı kesimleri bu temel görevden bir kez daha kategorik olarak uzak durmaktadırlar. Onlar için asıl sorun düzen siyasetinin seyrini güncel durum üzerinden etkilemenin en uygun yolunu bulmaktır. Hedef AKP’yi geriletmektir ve sorun bunun en iyi biçimde nasıl başarılacağında karar kılmaktır. Kimisi için bunun yolu HDP çatısı altında yer almak, kimisi için açıkça değilse bile örtülü biçimde CHP’ye destek vermek, kimisi içinse sözümona “Haziran ruhu” adına belirsiz bir tutum sergilemek, böylece sonuçta sözkonusu iki kapıdan birine çıkmaktır.

‘70’li yılların devrimci demokratik hareketi bağımsızlık ve demokrasi hedeflerine dayalı bir programa sahipti. Bu program organik bir bütünlüğe sahipti ve hiç değilse teorik kurgusu yönünden devrime dayalı idi. 12 Eylül yenilgisinin yarattığı ağır tasfiyeci yıkım devrimci konumun ve dolayısıyla devrime dayalı programın terkedilmesiyle sonuçlandı. Terkedilen bağımsızlık ya da demokrasi temaları değil, fakat onların organik bütünlüğü ve devrime dayalı bir program içinde ele alınmaları idi.

Solun sonraki zaman içindeki tasfiyeci evrimi, bu iki temadan birinden birini esas alan ve ötekini geri plana iten bir sol akımlar kümelenmesi ortaya çıkardı. Yakın dönem gelişmeleri üzerinden ve özetle söyleyecek olursak, Kürt hareketinin girdabına kapılanlar için bağımsızlık sorunu geri plana düştü, demokrasi konusu liberal bir içerikle esas platform haline geldi. Böyleleri şimdi HDP çatısı altında yer alıyorlar ve “radikal demokrasi”, yani liberal burjuva demokrasisinin radikal yorumu programında birleşiyorlar. Öteki bir kesim, özellikle de AKP hükümetleri döneminin “Cumhuriyet’in kazanımları”nı hedef alan koşulları içinde, demokrasi sorununu geri plana iterek, bağımsızlık adı altında (ki onlar için “Cumhuriyet’in kazanımları” ile özdeşti bu) ulusal liberal bir çizgiye kaydılar.

Reformizm ve bunun bir uzantısı olarak parlamentarizm, her iki kümenin ortak paydası durumundadır. Devrimden ve devrimi olanaklı kılacak biricik sınıftan kaçış, bu ortak paydanın bir başka ifade şeklidir. Çözüm olarak sundukları projeler devrimci sınıf mücadelesini dışlamakta, tersine özünde sınıf işbirliğine açılmaktadır. HDP, programının özü üzerinden olduğu kadar 7 Haziran seçimleri aday bileşimi üzerinden de, açıkça bir sınıf işbirliği tablosu sergilemektedir. Ulusal liberal sol da, bu kez Türkiye’nin bağımsızlığı ve “Cumhuriyet’in kazanımları” adına, sonuçta aynı yola çıkmaktadır. İlk bakışta daha masum görünen “Birleşik Haziran Hareketi” için de sonuç farklı değildir. Zira asıl kitlesini emekçiler oluştursa da Haziran Direnişi toplumsal yapısı yönünden heterojen bir hareketti ve burjuva katmanlardan gelen öğelerin harekete rengini vermekte belirgin bir ağırlıkları vardı. Hareketin emperyalist merkezlerde olduğu kadar TÜSİAD eksenli büyük sermaye çevrelerinde de belirli bir sempati ile karşılanmasını olanaklı kılan da buydu. Sınıf bilincine sahip devrimci işçiler tarafından yönetilen 60 günlük Greif işgali gibi devrimci sınıf eylemlerinin kapısına bir kez olsun uğramak ihtiyacı duymayanların “Haziran ruhu” güzellemelerinde ifadesini bulan tutumu, bir sınıfsal eğiliminin, özünde tam da sınıf işbirliğine dayalı bir eğilimin yansımasından başka bir şey değildir.

Reformist çizgideki Türkiye solu özellikle 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri belirgin biçimde parlamentarizm çizgisindedir. Komünistler o zamandan beri bu eğilimi çeşitli görünümleri içinde tekrar tekrar ele aldılar ve yer yer ayrıntılara inen eleştirilere konu ettiler. 7 Haziran seçimleri vesilesiyle alınan tutumlar bize ele alınmaya değer farklı bir görünüm sunmamaktadır. Temelde tümünün ortak hareket noktası AKP’nin geriletilmesi kaygısıdır. Buna ilişkin söylenebilecekleri ise daha baştan kısaca söylemiş bulunuyoruz.

Yineliyoruz; burjuva düzen koşullarında seçimler ve bu vesileyle öne çıkan burjuva temsili kurumlar, burjuva siyaset sahnesinde işlerin gidişatını etkilemek bakımından değil, fakat tam da kitlelerin karşısına devrimin programıyla çıkmak ve bunu burjuva temsili kurumların etkili bir teşhiri ile birleştirmek bakımından bir anlamı ve önem taşırlar. Komünistler her seçim döneminde bu temel marksist tutum üzerinde özenle durdular ve buna uygun bir pratik tutum sergilediler. Burada sözkonusu olan konjonktürel koşullardan bağımsız bir ilkesel tutumdur ve partimiz 7 Haziran seçimleri vesilesiyle de bu aynı ilkesel tutuma bağlı olarak hareket etmektedir.

EKİM


Üste