Logo

Ortadoğu’da mücadele dinamikleri birikiyor


Ortadoğu’da mücadele
dinamikleri birikiyor

Arap dünyasındaki halk hareketleri, özellikle diktatörleri alaşağı eden Tunus ve Mısır isyanları bölge ve dünyada büyük bir heyecan yarattı. Kahire’deki Tahrir Meydanı emperyalizme ve gericiliğe karşı direnişlerin simgesi haline geldi.

Halk isyanları beklenmedik bir biçimde patlak verdi ve büyük bir hızla gelişti. Zira yıllardan beri neoliberal politikalar izleyen zorba polis rejimlerine karşı işçilerin, emekçilerin ve genç kuşakların biriken öfkesi, bir kıvılcımla tutuşacak noktaya varmıştı. Muhammed Buazizi’nin bedeninden yükselen alevler, dramatik bir şekilde bu işlevi gördü.

Emperyalistler ile bölgedeki işbirlikçileri, şaşkınlığı atlatır atlatmaz karşı saldırıya geçtiler. Saldırı, işgalci Suudi ordusunun Bahreyn’e girmesi ile başlamış, emperyalist savaş aygıtı NATO’nun Libya’yı yerle bir etmesi ile pervasız bir hal almış, Suriye’ye karşı dört koldan yıkıcı bir savaşın başlatılması ile doruğa çıkmıştır.

Bahreyn’de halk hareketini ezmek için uygulan faşist zorbalığı “medya karartması”yla gözlerden uzak tutmaya çalışan emperyalistler ve gerici odaklar, “halkların özgürlük taleplerini destekliyoruz” söylemi ile saldırıyı başlattılar.

Tunus ve Mısır’da karşı-devrimci saldırı, devrilen diktatörlerin mesai arkadaşları ve Müslüman Kardeşler koalisyonu eliyle uygulanıyor.

İşçi sınıfının örgütlülüğündeki yetersizlik, sol/sosyalist hareketin onyıllardır yoğun faşist baskı altında zayıflaması, emperyalistlerle işbirliği yapan dinci-gerici akımların, özel planda Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketinin isyanları istismar etmesini mümkün kıldı. 

İsyanlar sonrası oluşan bu siyasal koşullar, bazı çevrelerin halk isyanlarını sorgulamasına, hatta baştan itibaren emperyalist-siyonist güçlerin bir “komplosu” olarak değerlendirmesine yol açtı. Libya’nın ardından Suriye’de başlayan ve halen devam yıkıcı savaş, komplo değerlendirmelerini daha da yaygınlaştırdı. Halk hareketlerini kimileri “Arap kışı”, kimileri ise “emperyalist-siyonist komplo” olarak tanımlar oldular.

Sonuçta, yaygın bilgi kirliliği, siyasal İslamcıların iktidara ortak olmalarına ilişkin sığ değerlendirmeler, hem halk isyanlarının yarattığı heyecanın zayıflamasına hem “Arap baharı zemheri bir kışa dönüşüyor” değerlendirmelerinin kabul görmesine zemin hazırladı. Oysa, 2.5 yıl aradan sonra Taksim Meydanı’ndaki direniş ile Tahrir Meydanı direnişi arasında paralellikler kurulması, halk isyanlarının bilinçlerde yarattığı etkinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.

 

Halk isyanları belli toplumsal süreçlerin üzerinde yükselir

Tunus-Mısır isyanlarının yarattığı heyecan dalgası, Bahreyn’den Libya’ya, Yemen’den Suriye’ye uzanan emperyalist müdahalenin yarattığı olumsuz sonuçlar ve dinci-gerici Müslüman Kardeşler’in yönetime gelmelerinden dolayı kısmen geri çekildi. Son dönemde ise, “halk isyanı oldu, dinciler iktidara geldi, bunun neresi iyi” türünden söylemler daha sık duyulur oldu. 

Suriye’deki yıkıcı savaşın vardığı nokta ve cihatçı katillerin sürece dahil olması bu olumsuz etkiyi daha da güçlendirdi. ABD, İngiltere, Fransa emperyalistleri ile Türk devleti ve Körfez şeyhlerinin aynı anda Suriye’ye karşı saldırıya geçmeleri ve ardından onlarca ülkeden cihatçı katilleri toplayıp savaşa sürmeleri, halk isyanlarını kimileri nezdinde “şüpheli” duruma düşürdü. “Emperyalist müdahale planı Tunus’ta başladı, oradan Mısır’a sıçrayarak Suriye’ye ulaştı” söylemi, toplumun bazı ilerici kesimleri nezdinde de kabul görmeye başladı. 

Bir diğer uç değerlendirme, emperyalist saldırıya maruz kalan Kaddafi ile Esad’ın “anti-emperyalist liderler” olarak ilan edilmeleridir.

Bu savrulmalar, olayların yüzeysel ve mekanik değerlendirilmesinden kaynaklanıyor.

Zira hiçbir plan veya komplo bir halkın isyan etmesini sağlayamaz. Tunus ve Mısır’daki halk isyanları işsizliğe, yoksulluğa, zorbalığa, yolsuzluk ve rüşvete karşı biriken öfkenin patlaması ile başlamıştı. Kitlelerin talepleri, demokratik-siyasal özgürlükler, sosyal adalet ve onurlu bir yaşam şeklinde somutluk kazanıyordu.

Olayların bu toplumsal-sınıfsal özü yeterince kavranmadan yapılacak değerlendirmelerin şu veya bu uç noktaya savrulması kaçınılmazdır. 

 

Emperyalist-dinci koalisyonun müdahaleleri

Tunus’ta diktatörü alaşağı eden halk isyanında dinci-gerici Nahda hareketinin kayda değer bir rolü olmamıştır. İhvan’ın Tunus kolu olan Nahda grevlere, direnişlere, militan kitle eylemlerine uzak duran bir harekettir. Baştan beri emperyalistlerle dirsek teması olan, Bin Ali’ye muhalefet eden, dinci gerici bir burjuva siyasal akımdır. ‘80’li yılların sonunda Bin Ali yönetimine yaklaşmış, ancak umduğunu bulamayınca tekrar muhalefete geçmiştir. 

Mısır’ın İhvan hareketi ise, Hüsnü Mübarek diktatörlüğü döneminde bile grevlere ve işçi eylemlerine düşmanca yaklaşan gerici bir akımdır. Mısır burjuvazisinin bir kesiminin siyasal temsilcisi olan İhvan, Tahrir Meydanı’ndaki eylemlere, ancak olayların halk isyanına sıçradığı dördüncü gün katıldılar. İlk üç günde demeçler veren İhvan şefleri, eylemlerde yer almadıklarını özellikle vurguladılar. Ancak İhvan hareketinin sürece dahil olmaması siyasal intihar anlamına geleceği için, eylemlerde yer almak zorunda kaldılar. Böylece hem gençlik tabanlarındaki kayıpları sınırladılar, hem isyan hareketini belli bir aşamadan sonra geri çektiler, hem de oluşan yeni koşulları istismar ederek iktidardan önemli bir pay alabildiler. Tüm bunları, İhvan şefleri ile Washington’daki akıl hocaları birlikte yaptılar, elbette Mübarek rejiminin artıklarıyla birlikte. 

Tunus’ta Nahda’nın başa geçmesi ise farklı bir sürecin sonunda mümkün oldu. Bin Ali kaçtıktan sonra rejim artıkları, bazı liberaller ve Nahda tarafından oluşturulan koalisyonun kurduğu hükümetler, adeta yap-boz tahtasına dönüştü. Zira sokaklarda isyan dalgaları devam ediyordu. Ancak altıncı girişimde hükümet kuran bu koalisyon hep kitlelerin baskısı altında kaldı.

Sol/sosyalist muhalefetin henüz hazırlığını yapamadığı bir süreçte gerçekleştirilen seçimleri kazanan Nahda, dinci-gericiliğin diğer kolu olan selefiler ve liberallerle işbirliği yaparak iktidara yerleşmeye başladı.

ABD, AB ve siyonist İsrail’e güvenceler vererek iktidara ortak olan dinci akımlar, isyana neden olan emekçilerin taleplerini bir kenara bırakarak, devleti İhvanlaştırma hamlesini başlattılar. Bu süreç her iki ülkede çatışmalı bir şekilde devam ediyor.

Bölgede devrimci önderlik boşluğu koşullarında, emperyalistlerle işbirliği içindeki gerici akım iktidara yerleşme imkanı buldu. Ancak süreç devam ediyor. Dinci-gerici akımın bugün için baskın hale gelmesi, halk isyanlarının tarihsel önemini hiçbir şekilde azaltmıyor.

 

Dinsel-mezhepsel çatışma tuzağı

Ortadoğu’da toplumsal hareketlerin karşı karşıya bulunduğu temel handikaplardan biri etnik, dinsel, mezhepsel çatışma riskinin son yıllarda artmış olmasıdır. Kaddafi yönetiminin yıkılmasından sonra kendini göstermeye başlayan cihatçı katiller, emperyalistler ve bölgesel işbirlikçileri tarafından özellikle Suriye’ye yönlendirildi. Yanı sıra Tunus, Mısır, Irak, Lübnan ve Ürdün’de de kimi zaman cihatçıların uğursuz varlığı hissediliyor.

ABD ile AKP iktidarı başta olmak üzere bölgedeki işbirlikçilerin cihatçılara alan açmaları, Sünni-Şii eksenli bir çatışma yaratma planının bir parçasıdır. Böylece hem halk isyanları dalgası amacından saptırılarak kırılacak, hem de “esas düşman” İsrail değil İran olacaktır.

Tunus’ta selefilerle-selefi olmayanlar, Mısır’da Müslüman-Hıristiyan, Irak’ta Sünni-Şii, Suriye’de ise hem Müslüman-Hıristiyan hem Sunni-Alevi çatışması yaratmak için, selefi cihatçılar kullanılıyor. Son dönemde AKP iktidarının mezhepçi söylemi belirgin bir şekilde öne çıkarması da bu kirli planın bir parçasıdır. 

Doğrudan veya dolaylı olarak emperyalist-siyonist güçler adına tetikçilik yapan cihatçı çeteler, bölge halklarının geleceği açısından risk oluşturuyorlar. Kökten dinci katillerin Suriye ve Irak’ta gerçekleştirdikleri vahşi katliamlara rağmen, her iki ülkenin halkları tuzağa düşmemek için direniyorlar. Bu belanın defedilmesi ve halkların kardeşliğinin pekiştirilmesi, toplumsal hareketin sakatlanmasını önlemek açısından kritik bir önem taşıyor.

 

Müslüman Kardeşler-emperyalist güçler ittifakının açmazları

ABD ve AB ile işbirliği yapan Tunus ve Mısır’daki İhvancı güçler, isyan sonrası oluşan koşulları istismar ederek, eski rejimlerin artıklarıyla iktidara ortak oldular. Ancak bu koalisyon hem kendi içinde sorunlu hem işçi ve emekçilerle çatışmalıdır. Dolayısıyla istikrarlı olmaktan uzaktır.

İhvan ile eski rejim artıkları arasındaki iktidar çatışması tüm şiddetiyle devam ediyor. Bu koalisyonun dışında bırakılan ve liberal akımlar şahsında temsil edilen burjuva kesimler ise, iktidara ortak olmak için yoğun bir çaba sarf ediyor. Yani egemen blok arasındaki çatışma çözülmedi, sadece biçim değiştirdi.

Esas çatışma ise, egemen sınıflar ile toplumsal hareketin temel dinamikleri arasında yaşanıyor. Dinci-gerici akım, halk isyanlarının temel güçleri olan işçi sınıfı, emekçiler ve genç kuşakların hiçbir sorununa çözüm üretebilecek durumda değil. Dolayısıyla emekçilerin desteğini alma şansından yoksun olan bu iktidarların istikrarlı bir sürece girmeleri mümkün görünmüyor.

 

Dinci-gerici akımlar emekçilerin beklentilerini karşılayamaz

Ortadoğu’daki toplumsal-siyasal süreçler, dinci-gerici akımın şu veya bu şekilde iktidara ortak olmasını kaçınılmaz kılıyordu. Arap dünyasında bir dönem baskılara maruz kalan dinci-gerici akımın “muhalif” bir kimliği var. Kuşkusuz burada söz konusu olan emperyalist-kapitalist sisteme karşı değil, iktidara ortak olmalarını engelleyen şu veya bu rejime karşı olmakla sınırlı bir muhalefettir. Dolayısıyla emekçilerin bu gerçeği deneyimle görebilmeleri için dinci akımın iktidara ortak olması gerekiyordu. Nitekim siyasal İslamcılar hem Tunus hem Mısır’da iktidara yerleşir yerleşmez işçi sınıfı ve emekçilerle çatışmaya başladılar.

Bu çatışma kaçınılmazdır. Zira burjuva gericiliğinin en berbat temsilcilerinden biri olan dinci akım, emekçilerin hiçbir sorununu çözebilecek durumda olmadığı gibi, demokratik hak ve özgürlüklere tahammül sınırları ise diktatörlerinkinden daha dardır.

Bunun birkaç temel nedeni vardır: İlkin siyasal İslamcılar burjuva bir akımdır. İkincisi, ekonomide neo-liberaldir. Üçüncüsü, siyasette gerici ve zorbadır. Dördüncüsü, dış politikada emperyalizme bağımlıdır. Beşincisi, bölgesel politikalarda siyonist İsrail’e dosttur.

Siyasal İslamcı akımların bu karakteristik özellikleri, onları, Arap işçileri, emekçileri ve emperyalist-siyonist zorbalığa karşı direnen Filistin halkıyla karşı karşıya getirmektedir.  

 

Toplumsal muhalefet dinamikleri birikiyor

İsyanlar sonucu Tunus ve Mısır diktatörleri devrildi. Bu süreçte yaşananlar, tarihsel önem taşıyan olaylardır. Zira korku duvarlarını parçalayarak alanlara inen kitlelerin kararlı direnişiyle neler yapılabileceğini bir kez daha göstermiştir. İsyanların ardından siyasal İslamcı akımların başa geçmiş olması, bu ülke işçi ve emekçilerinin önemli kazanımlara ulaştıkları gerçeğini değiştirmiyor. Öte yandan, isyanı tetikleyen ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar özü itibarıyla yerli yerinde duruyor.

Dinci gerici yönetimlerin bu toplumsal sorunlara çözüm üretme yeteneği, gücü ve niyeti bulunmuyor. Bu durum, toplumsal mücadele dinamiklerini daha da güçlenmesine yol açacaktır. İşçi sınıfıyla emekçilerin dinci-gerici rejimlerle karşı karşıya gelmesi, çatışmanın sınıfsal boyutunun belirgin hale gelmesini sağlayacaktır. Zira burjuvazinin temsilcisi ve emperyalizmin işbirlikçisi, artık doğrudan doğruya bu dinci akımlardır. Sınıfsal konumların netleşmesi, emekçilerin bilincini bulandırmak için dini inancın istismar edilmesini zorlaştıracaktır.


Üste