Logo
< Partimizin düşünen önderleri savaşan neferleri -II

26 Eylül tarihe bir faşist katliam günü olarak geçecek


Yargılananlar yargılıyor!..

Hatice Yürekli’nin Ulucanlar Davası’nın 5 Aralık ‘00 tarihli duruşmasında yaptığı savunma...

 

26 Eylül tarihe bir faşist katliam günü olarak geçecek

 

Hesap soracak olan birileri varsa o da bizleriz

İleride tarihe dönülüp bakıldığında, 26 Eylül 1999 tarihi iki temel yanıyla birlikte hatırlanacak. Birincisi, insanlık onurunun, insanlığın geleceğinin ve bunların güvencesi olan devrimci siyasal kimliğin ve değerlerin ölümüne savunulduğu destansı bir direniş. Diğeri, çürümüş düzen ve çeteleşen devletin tüm kirli yöntemleriyle barbarlığını ortaya koyarak gerçekleştirdiği planlı bir faşist katliam. Gerçek tarih ve tarihin gerçek yapıcıları, gelecekte bu tarihsel günün hükmünü vereceklerdir. O yanıyla bugün, benim burada yapacağım gerçek tarihe mütevazi tanıklıktan başka bir şey değildir. Kuşkusuz ki katliamı yaşamış bir devrimci olarak da sözümü söyleyeceğim.

Ben 29 Aralık ‘98’de TKİP’ye,  Türkiye Komünist İşçi Partisi’ne üye olmak iddiasıyla tutuklanarak Ulucanlar Cezaevi’ne getirildim. O günden bu yana da Ulucanlar’da tutuluyorum. 28 Kasım ‘00 tarihinde yapılan duruşmada hakkımda TKİP’ye üye olduğuma dönük karar alınarak, 12.5 yıl hüküm verilmiş oldu.

Bilimsel sosyalist siyasal kimliğe sahip bir devrimciyim. Bu düzende böyle bir kimliğin taşıyıcısı olmamız, koğuşturmaya uğramamız, işkence görmeniz, 10 yılları bulan hapsedilmeyi yaşamanız ve bir gece yarısı katledilmeniz için fazlasıyla yeterli bir “gerekçedir”.

Tüm gizleme çabalarınıza rağmen 26 Eylül ‘99 tarihe bir faşist katliam günü olarak geçecek. O gün devletin yüzlerce kolluk gücü kana susamış bir biçimde üzerimize  salındı. Copları, kalkanları, gaz bombaları, çeşitli ateşli silahları, kalas, demir çubuk, çengelli demirler ve benzeri değişik işkence aletleri, robokopları, işkenceci timleri, özel timleri, polisi, askeri, jandarması ve işkenceci cezaevi müdürleri, gardiyanları ile kalleşçe bir saldırı düzenlediler.

Bu planlı faşist katliamda ON’umuz katledildi, onlarcamız da ağır yaralı olarak tesadüfen hayatta kalabildi. Katledilen arkadaşlarımız ateşli silahlarla yaralanmalarına rağmen, saatlerce süren ağır işkence seanslarından geçirildiler. 26 Eylül günü Ulucanlar’ın hamamı, hızarhanesi önündeki avlu ve biz bayan tutsakların konulduğu görüş yeri, birer işkencehane haline getirildi. İşkenceli sorgularda istenen sözde tünel ve silahtı. Birileri için amaç katletmek olunca gerekçe bulmak da zor olmuyor.

Ve bugün katledildiğimiz için yargılanıyoruz. Öncelikle söylemek gerekir ki, biz bu yargılamayı meşru görmüyoruz. Katledilen biziz, ağır işkencelerden geçirilen biziz, yine katliam sonrası ağır yaralı olarak zorla sürgüne gönderilen ve hücrelere atılan biziz. Bu yanıyla hesap soracak olan birileri varsa o da bizleriz. Düzenlenen raporlar, sözde ifadeler, tutunaklar ve düzenlenmiş belgeler, Adli Tıp Kurumu’nun uyduruk raporları bile bu kaliam operasyonunu gizlemeyi başaramamıştır. Bilmelisiniz ki: “Güneş balçıkla sıvanmaz!” Gerçekler inatçıdır ve gelir yakanıza yapışır. Hiçbir çaba 26 Eylül Ulucanlar katliamını gizlemeye yetmeyecektir. En başta bu sözde dosyanın kendisi tersten kanıttır yaşanılanlara. Ne kadar gerçekleri gizleme çabasıyla hazırlanmışş olsa da bu böyledir.

Asıl suçlu ve yargılanması
gereken katliamcı devlettir

Bu dosya gerçekler karşısında hükümsüzdür, iptali gerekmektedir. Çünkü siz 26 Eylül’de işkence ve katliamla başlatılan bir suça ortak oluyor, bilinçleri ve yüreklerinden başka silahları olmayan, işkence gören, katledilen biz tutsakları suçlu göstermeye çalışıyorsunuz. Biz de iddia ediyoruz ki, asıl suçlu ve yargılanması gereken; işkenceci kolluk güçleri, katliamcı timleriyle, operasyona katılan tüm odaklar ile onları kollayan yargı kurumu ile katliamı en üst  düzeyde planlayan bu devletin kendisidir.

Dosyada yer alan birkaç numune asker ifadesi, tutanaklar vb., bizim direndiğimiz gerekçesiyle işkenceleri ve katliamı meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Evet direndik! Çünkü zulmün karşısında direnmek meşrudur, onurlucadır, insancadır. En başta devrimci siyasal kimlik olmak üzere insan kimliğine, onuruna sahip çıkmak, ancak değerlere tutunmak ve onu kıskançlıkla savunmakla mümkündür. Bu bakımdan diz çökmedik, boyun eğmedik.

Geceyarısı arama yapmak için gelindiği söyleniyor. “Tünel vardı”, “sayım vermiyorlardı”, “arama yaptırmıyorladı” gibi gerekçeler, katliamın planlı bir saldırı olduğunu gizlemeye yetmiyor. Yüzlerce kolluk gücü, silahlarınız, bombalarınız, çeşitli işkence aletlerinizle gelin, ondan sonra da aramaya gittik deyin. Buna kimseyi inandıramazsınız. Erkek arkadaşlarda silah olduğu başka bir yalanınız. Kamuoyuna yansıtıldığı kadar silah olsaydı, durum çok daha farklı olurdu. Evet cezaevlerinde silah bulunduğu doğru, ama kimde? Çete reislerinde, mafyalarda vb. bolca bulunmaktadır. Bu silahların ve cep telefonlarının içeriye nasıl sokulduğu da artık sır değildir.

Yakın zamanda İstanbul ve Adana cezaevlerinde af ve sevk sorunları ile ilgili sözde “cezaevleri olayları” gündeme getirildi. Sonrasında Uşak Cezaevi’nde, yine devletin bilgisi, kamuoyunun gözü önünde Nuriş’in başını çektiği çete bir provokasyon gerçekleştirdi. (Bunun zamanlamasının açlık grevlemizle aynı süreçte olmasını da tesadüf saymıyoruz). Nuriş kardeşler olaylardan sonra cezaevi iç ve dış güvenliğinin “denetiminden” geçerek kalacakları cezaevlerine “uğurlanırlarken”, üzerlerinde silahları ve cep telefonlarıyla gittiler.

Oysa 26 Eylül akşamı değişik cezaevlerine sürgün edilen arkadaşlarımız, yoğun işkencelerden sonra, neredeyse üzerlerindeki giysiler paramparça olarak ve yarı çıplak bir biçimde gönderildiler.

Katliam nasıl gerçekleştirildi?

Açık olarak görülmektedir ki, Ulucanlar katliamını devlet, en üst düzeydeki organları tarafından planlamıştır. Bunun böyle olduğunu gösteren birçok veriye sahibiz. Haftalar hatta aylar öncesinden medyada cezaevlerindeki devrimci tutsakları hedef gösteren yayınlardaki yoğunlaşma (zaten her saldırı öncesi, -bugün de olduğu gibi-, böyle bir kampanya başlatılır). Katliam gününe gelindiğinde ise Ecevit’in ABD yolculuğu öncesi söyledikleri de, aslında planlanmış bir operasyonu teyid eden vurgulardır. Katliam sonrası hükümlü arkadaşların götürüldükleri sürgün yerlerinin önceden belirlenmiş olması, o gün koğuşlardan çıkarıldıktan sonra işkence yapılmak üzere götürüldüğümüz yerler (görüş yeri, hamam, hızarhane vb.), akşama kadar gördüğümüz sistemli işkenceler, erkek arkadaşların sorgulu işkencelerinde kullanılan aletler vb., bütün bunlar herşeyin önceden planlandığını gösteren olgulardır.

Katlimın planı çerçevesinde seçilmiş kolluk güçleri 26 Eylül sabaha karşı 04:00’de saldırıyı başlattılar. Gaz bombasının etkisi ve silah sesleriyle uyandık. Bu düzende insanlık onurunu koruyarak yaşamanın ancak bedeller ödeyerek mümkün olduğunu biliyorduk. Bu yanıyla da içeride veya dışarıda can güvenliğimizden yoksun yaşadığımızı da... Bizleri katletmeye geldikleri çok açıktı. Böyle sinsice ve kalleşçe gelmelerinden başka bir sonuç beklenemezdi.

Bu kalleş saldırı devrimci siyasal kimliğimize ve insanlık onurumuza leke sürdürülmeden karşılanacaktı, öyle de oldu. 4 saate yakın koğuşumuza girmeyi başaramadılar. Oysa ellerinde en modern silahlar, gaz bombaları, copları, kalkanları, kalasları, üzerlerinde maskeleri ve robokop giysileri ile ve yüzlerce özel tim, asker, gardiyan vb. oluşan işkencecileri ile koğuşa kükürt, tazyikli su, gaz bombaları attıktan sonra girdiler.

Birbirimize kenetlenmiştik, teker teker koparıp aldılar, bizi birbirimizden. İşkencelerle cop, tekme, yumruk darbeleriyle dışarıya çıkarıldık. Arkadan kelepçelediler hepimizi ve bütün gün öylece kaldık. Norrmalde görüş yapılan yer, bizim için bir işkencehaneydi şimdi. Teker teker sürülenerek getirildik oraya, her birimiz birer kabine atıldı ve akşama kadar sürdü işkenceler. Asker, polis, gardiyanlar sürekli başımızdaydılar. Göstermelik bir iki kadın polis getirerek onlarca asker, polis ve gardiyanın önünde iç çamaşırlarımıza kadar zorla onur kırıcı bir aramaya tabii tutulduk. Bu aşağılık uygulamaya tepki gösterdiğimizde, yüzümüze biber gazı sıkarak sesimizi susturmaya çalıştılar.

İşkencelerden kafalarımızın birçok yeri yarılmış, vücudumuzun hiçbir yeri tutmaz olmuştu. Darbelerden her tarafımız morluk içindeydi. Adli Tıp ancak iki hafta sonra gelmesine rağmen bu izler hala duruyordu, kısmen tesbit edildi.

Sürekli silah sesleri duyuyorduk. Arkadaşlarımızdan ölmüş olanlar olduğunu düşünüyor, merakla her gelen doktora soruyor, yanıt alamıyorduk. Akşam üzeri hükümlü arkadaşlar zorla sürgüne, biz kalanlar ise Ulucanlar’ın hücrelerine atıldık. Sürgüne götürülen arkadaşların, mahkemeleri bittikten sonra defalarca sevk dilekçe yazmalarına rağmen sevkleri çıkartılmamıştı. Ama şimdi ağır yaralı olmalarına rağmen, hiçbir tedavi yapılmadan yeni işkencelerle sürgün ediliyorlardı.

Hücrelerde 25 gün

Gün boyu süren işkencelerden sonra ağır yaralı ve sakatlanmış olarak hücrelere atıldık. Katliam yaparak hızını alamayanlar, bu sefer bizleri hücrelere atarak sözde cezalandırıyorlardı. Devrimci tutsaklar olarak bugüne kadar hiçbir onursuzca uygulamayı kabul etmedik. Katliamla bükemedikleri devrimci irademizi hücrelere atarak bükeceklerini sananlar yanılıyorlardı.

Hücrelere atılmamız meşru değildi. Onurumuzu kırmayı hedefliyordu. Buna izin vermedik. Bu nedenle 25 gün boyunca sabah akşam gardiyanların saldırısına maruz kaldık. En temel insani gereksinmelerimize kadar tüm haklarımız gaspedildi. Mektup, faks, dilekçe vb. engellenerek ileşitim ve haberleşme hakkımız gaspedildi. Açlık grevinde olmamıza rağmen günlerce şeker, tuz, hatta sigaralarımızı yakmak için ateş bile vermediler. Katliam sonrası günlerce ağır yaralı, ıslak elbiselerle ve battaniyesiz olarak kaldık.

Hücrelerden 4. koğuşun havalandırmasını görebiliyorduk. Katliamı izleyen günlerde basına gösterilmek üzere havalandırmaya müdürlerin emriyle bir sözde tüne kazıldı. Sahibinin sesi medya bile bunun inandırıcılıktan uzak bir iş olduğunu yazmak zorunda kaldı. Ayrıca koğuş ve havalandırmadaki tüm ateşli silah izleri yoğun bir çalışma ile ortadan kaldırıldıktan sonra heyet, basın vs. içeri alındı.

Katliam ne için ve hangi
koşullarda gerçekleştirildi?

Ulucanlar katliamı, rejimin tahkim operasyonu çerçevesinde planlanmış faşist bir operasyondur. Bu açıdan katliam öncesi sürecin iktisadi ve siyasi Türkiye tablosuna bakılmalıdır.

AB’ye adaylık ve uyum süreci içinde, uluslararası sermayenin hazırladığı ekonomik-politik programları hayata geçirme adımlarının atıldığı Türkiye tablosu, bağlı olduğu emperyalist sistemin efendilerine güven verebilmesi açısından kararlı bir siyasi görünüm çizmek durumundaydı. Kriz içindeki bir ülke ekonomisinin ihtiyacı olan kredi desteğini görebilmesi, belli şartların yerine getirilebilmesi ile mümkündür. Bunun için de, İMF üzerinden hazırlanan programların yaratacağı iktisadi, sosyal ve siyasal saldırıların faturasını işçi ve emekçilere yükleneceğine dair bir kararlılık gösterilmeliydi. Bu süreçte uluslararası tahkim ve sosyal güvenlik reformu yasalaştı. Özelleştirme ve tarımda liberalizasyon politikalarında mesafe alındı.

Kuşkusuz ki emperyalist güç odakları kısa vadede atılan bu adımlardan fazla bir sonuç bekleyemezlerdi. Onların kısa vadede işbirlikçi Türk burjuvazisi ve devletinden esas beklentisi, rejimin tahkim edilmesiydi. Bunun için de bir siyasi kararlılık görmek istemekteydiler.

Ulucanlar katliamı, tam da bunlar üzerine, uluslarlarası sermayeye uşaklık temelinde bir kararlılık gösterisi olarak planlanmış ve yaşama geçirilmiştir. Bu kararlılık, mücadele dinamiğinin bugün için en güçlü olduğu yere, cezaevlerine yönelmiş, Ulucanlar’da planlı bir faşist katliam gerçekleştirilmiştir. Ecevit’in ABD gezisinin katliam gününün sabahına denk getirilmesi ve gider ayak yaptığı açıklama tesadüfü sayılmamalıdır. “Devlet otoritesi her ne pahasına olursa olsun sağlanacaktır” demesiyle o, aslında katliamın çok önceden planlandığını da dolaylı olarak ifade etmiştir.

Ulucanlar katliamı bir rastlantı değildir. Katliam, faşist devletin, sermayenin krizini yönetme ve çözme programının kanlı bir sahnesi olmuştur. Bir yandan devrimcilere yönelik fiziki tasfiye kararları alınırken, diğer yandan da sınıfın öncü kesimlerine, diri kesimlerine gözdağı verilmeye çalışılmıştır.

Dosyadaki çelişkiler üzerine

Bu dosya hazırlanırken, esasta tarihsel bir suçu gizleme çabasıyla hareket edilmiştir. Tutanaklar, gardiyan, itirafçı ve asker ifadeleriyle güçlendirilmeye çalışılan dosya, tersten bir çelişkiler malzemesi haline gelmiştir. Sıralanabilecek birçok çelişki ve tutarsızlıklar içinde öne çıkan, devrimci tutsakların birbirlerini öldürdükleri iddiasıdır. Örneğin, Cemal Çakmak’ın silahla vurarak öldürdüğü iddia edilen arkadaşlar, saldırı timlerinin açtığı ateşle yaralanmalarından sonra, asıl olarak işkence yapılarak katledilmiştir. Öyle ki, İsmet Kavaklıoğlu yapılan işkencelerden tanınmaz hale getirilmiş, önce onu Feyzullah Koca diye teşhis etmişler, daha sonradan İsmet olduğu anlaşılmıştır. Habip de koğuştan sağ çıkarılmasına rağmen, ağır işkencelerden  geçirilerek katledilmiştir. Yani katledilen birçok arkadaşımız, söylendiği gibi kurşunla değil, fakat işkenceyle katledilmiştir. Bunun karşısında ON’larımız diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğ tuttular.

Ayrıca kolluk güçleri ile ilgili görevlerini “başarıyla” yerine getirdiler. Emniyet binaları, kont-gerilla merkezleri, JİTEM karargahları ve Hizbullah evleriyle, işkence ve adam öldürmeyi toplumsal yaşamın önemli bir bileşeni haline getiren devletin, kendi verdiği emirle cezaevlerinde devrimci kanı döken askerlerini suçlu bulması elbette beklenemez. Bu akıl dışı olurdu zaten. Suçun sınırı, “görevini yapan” askerlerde değil, onları bu planlı operasyonda kullanan devletin en etkin ve yetkin güçlerine kadar uzanmaktadır.

İşkencecilerin ve katillerin cezalandırılmaları tabii ki gerekmektedir. Ama bizler bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini de biliyoruz. Sistem bir toplumsal alt üst oluşla değişmeden, gerçek adaletin yerini bulmayacağı açıktır.

Bu hukuk dışı ve gayrı-meşru yargılamaya son verilmeli, bizler değil Ulucanlar katliamında rolü olan tüm asker, polis, cezaevi müdürü ve gardiyanlar ile bu katliamın emrini verenler yargılanmalıdır.

Yeni katliamlar demek olan hücre (F tipi) saldırısı

F tiplerine, yani hücrelere atılmanın politik anlamı bizler açısından yeterince açıktır. Zindanlara atılan devrimci tutsaklar sermaye egemenliğinin, onun adaletsizlikler üzerine kurulu sömürücü sisteminin karşısında, toplumun en ileri, en bilinçli, en direngen kesiminin ifadesidirler. Devrimcilere yönelen şiddetle onların tasfiyesi hedeflenmekte ve bununla birlikte toplumun ezilen kesimlerine gözdağı verilmeye çalışılmaktadır. Öncüyü ezmek demek, işçi ve emekçileri önderliksiz ve bilinçsiz bırakmak demektir. Bu da sınıf ve emekçi kitlelere yönelik iktisadi, sosyal, siyasal saldırıların daha pürüzsüz yaşam bulması anlamına gelmektedir.

Biz devrimci tutsaklar için yeniden gündemleştirilen hücre tipi cezaevleri, bu temel politikanın bir uzantısı olarak karşımızdadır. Esasta bu saldırının amacı, devrimcilerin tecrit ve imhasıyla toplumun suskunluğa gömülmesidir. Ulucanlar katliamında da bir biçimde bu mesaj verilmeye çalışıldı. Başkentin göbeğindeki bir cezaevinde, 10 devrimci tutsak katledilerek, onlarcası da ağır işkencelerden sonra yaralı olarak tesadüfen ayakta kalabildi. Ama devlet bir hesap hatası yapmıştı. Katledilen insanlarımız büyük bir öfke ve sınıf kiniyle sahiplenildiler, kitleler tarafından. Buna tahammü edemeyen devlet cenaze törenlerine saldırdı, onlarca insanı gözaltına aldı, tutukladı, yargılıyor vb...

‘90’ların başında Eskişehir tabutluğu ile gündemleşen hücre tipi saldırısı, devrimci tutsakların kararlı karşı duruşlarıyla on yıldır yaşama geçirilememiştir. Bugün bu saldırıyı acilleştiren, sermaye devletinin yaşadığı iktisadi siyasi krizin daha da derinleşmiş olmasıdır. Bu krizi hafifletme programlarının faturası da işçi ve emekçilere kesilecektir. Gelişme potansiyeli olan bir işçi-emekçi hareketliliğinin önü faşist katliam, provokasyon ve yeni yeni saldırılarla kesilmeye çalışılacaktır.

F tipi,  yani hücre tipleri, hiç de iddia edildiği gibi “koğuş sisteminin sakıncalarını ortadan kaldıracak bir iyileştirme programı” değildir. Birçok kesim ne yazık ki bu saldırının gerçek hedef ve kapsamını anlamadan “cezaevleri sorunu” üzerine bir tartışma yürütmektedir.

Devletin cezaevleri politikasının özü şudur: Siyasi tutsağın kendi dünya görüşünden ve değerlerinden arındırarak siyasi kimliğini tahrip etmek; tutsakları dışarıdan ve birbirlerinden tecrit ederek kolektif yaşamayı, dayanışmayı ve sosyal ilişkileri ortadan kaldırmak; bununla baskı ve keyfi uygulamalar karşısında kimliğini ezmek ve teslim almaktır. Bunun adı da rehabilitasyondur.

Bu politika adli tutuklularda, onların siyasal bilinç zayıflıkları üzerinden bir karşılık bulmaktadır da. Siyasi tutuklularda devlet bunu yıllardan beri başaramamıştır. Devletin bu temel yaklaşımı üzerinden ortaya çıkan yeni yeni uygulamalar kabul edilir değildir. Örneğin hücre tipi uygulamasının temelinde devrimcilerin toplumsal kimliğine bir saldırı yatmaktadır. Bilinmelidir ki insan toplumsal bir varlıktır. Birlikte üretmek, sosyal, politik, kültürel etkinlikte bulunmak onun en doğal ihtiyacıdır. Hiçbir yasa ve yasak bunların üzerinde olamaz. Devrimcilerin komünal yaşamı; eşitliğe, paylaşıma, birlikte üretmeye dayandığı için, sistemin yalnızlaştırma ve kimliksizleştirme saldırısı karşısında da toplumsal duruşu anlatır. Bu aynı zamanda sistemden kaynaklı kötülüklere, haksızlıklara ve baskılara ortak karşı duruşu da getiren bir niteliktir.

Oysa sistemin ve onun egemeni kapitalistlerin istediği gelişkin bir toplumsal yapı değil; yabancılaşan ve gittikçe çürüyen tek tek bireylerin toplamından oluşan bir toplum yapısıdır. Bireysel düşünen, bireysel yaşayan, edilgen, pasif, boyun eğen, kişiliksiz bir insanlar toplamıdır. Devrimci kimlik bunun tam tersini verdiği için, egemenler tarafından kabul edilmezdir ve her ne pahasına olursa olsun ezilmelidir. Tüm yasaklar, yasalar, genelgeler, protokoller, devrimci kimliği ezmek temel hedefi ile ele alınır, düzenlenir ve koşulları yaratıldığında da yaşama geçirilmeye çalışılır.

Boyun eğmek insan olmaktan
 çıkmak anlamına gelir

Sistemin cezaevi politikası esasta bu temel üzerinde şekillenir. Türkiye cezaevlerindeki devrimci tutsaklar, yıllardan bu yana ölümüne bir direniş ve mücadeleyle bu politikanın karşısında olmuş, kabul etmemiş ve boyun eğememişlerdir. Boyun eğmek insan olmaktan çıkmak anlamına gelmektedir çünkü. Bu nedenle biz, cezaevlerinde en basit bir hakkın-kazanımın bile nice bedellerle elde edildiğini biliyoruz. Özellikle ‘80’den sonra Türkiye cezaevlerinde birçok açlık grevleri yapılmış, onlarca devrimci yaşamını yitirmiş ve yüzlercesi sakat kalmıştır. Sonuçta da beli kısmi kazanımlar ede edilmiştir. En son ‘96 Ölüm Orucu ve SAG eylemlerinde, 12 devrimci tutsak yaşamını yitirmiştir. Bu yanıyla cezaevleri sürekli bir mücadee alanı olagelmiştir.

Bugün de açıktan yürütülen bir saldırı dalgasıyla karşı karşıyayız. Sahibinin sesi medyanın borazlanlığında, devletin alandan sorumlu bakanı H. S. Türk’ün neredeyse her gün verdiği demeçler, peş peşe yayınlanan genelgeler, 12 Ocak protokolü ve Ulucanlar davasının kendisiyle süreç işlemeye devam ediyor. Bunların yanısıra tek tek cezaevlerinde bir gerilim politikası eşliğinde gündeme getirilen hak gaspları ve saldırılarda hücre sistemine geçişin adımları olarak atılıyor. Devletin amacı hiç de kamuoyuna yansıttığı gibi “cezaevleri sorununu” çözmek değildir. Özellikle medyada çeteler, mafyacılar, Hizbullah operasyonlarıyla birlikte daha genel bir sorunmuş gibi yansıtmaları, gerçek amacı gizlemek için yaratılan bir manüplasyondan başka bir şey değildir.

Altında Adalet Bakanlığı, İçişleri ve Sağlık bakanlıklarının imzası olan 17 Ocak protokolü, yeni saldırı sürecinin kapsam ve hedeflerini de ortaya koymaktadır. Protokolün amacı hücre tipi cezaevlerini yaşama geçirmek için zemin düzlemektir. Protokol tutukluyu tamamen tecrit ve insanlık dışı koşullara mahkum eden bir anlayışla ele alınmıştır.

Bu aynı zamanda üstü örtülü bir askeri yönetime geçişin de adımı sayılmalıdır. Cezaevi yönetiminde askerin belirleyiciliği öne çıkmaktadır. Önceden görüntüde de olsa dış güvenlikten sorumlu olan asker, protokolle birlikte, ilan edillmektedir ki bütün alanlarda tek söz sahibi güç durumundadır. 12 Eylül faşist cunta döneminin daha da ağırlışmış bir hali olan bu tablo, kuşkusuz ki bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bununla da, devrimci tutsakların ezilmesi, kırılması, sindirilmesi temel hedefi çerçevesinde, toplumsal muhalefetin de kontrol edilebilir sınırlarda tutulacağı öngörülüyor. Yani tutsak devrimcileri hücre tipi cezaevi eksenli saldırı dalgasıyla ezerek topluma gözdağı verilmesi planlanıyor.

Bugün ise tek tek cezaevlerinde gündeme gelen hak gaspları, baskılar ve keyfi uygulamalar bu protokole dayanarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Tedavilerimizi askerin muayene odasından çıkmaması nedeniyle yaptıramıyoruz. İhtiyaç maddelerinin içeriye alımı engelleniyor. İletişim, haberleşme hakkımız gaspediliyor, adımıza gelen kitap, dergi vb. el konuluyor. Onursuz üst aramasını kabul etmediğimiz için saldırıya uğruyoruz.

Avukatlarımız da üst arama sorunu nedeniyle baro düzeyinde cezaevlerine gitmeme kararı aldılar. Doğallığında savunma hakkımız da gaspedilmiş oluyor. Görüşçülerimiz birinci dereceden akrabalarla sınırlandırılıyor. Bilinmektedir ki bir insanın sosyal çevresi anne ve babalarıyla sınırlı değildir. Normal görüş hakkının engellenmesini getiren protokol, tutukluyu toplumsal yaşamdan uzaklaştırıp tecritle yalnızlaştırmayı hedefliyor.

Tüm bunların özcesi, politik tutsakların devrimci siyasal kimliğinin ezilmesi, düşüncesi,idealleri ve amaçları olmayan kimliksiz bireyler haline getirilmesidir. Rehabilitasyon denilen uygulama ve amaç başka nasıl açıklanır? Elbetteki tüm bunların karşısında durmak meşrudur, haktır.

Hiçbir koşulda hücrelere girmeyi
 kabul etmeyeceğiz!

Biz devrimci tutsaklar Ulucanlar katliamını, hücre saldırısını yaşama geçirmede bir adım olarak değerlendirdik. O günden bu yana işleyen süreç haklı olduğumuzu gösterdi. Sonrasında yayınlanan “Üçlü Protokol”, genelgeler, birçok cezaevinde gündeme gelen katliam girişimleri ve saldırılarla bugüne kadar gelindi.

Bugün F tipi (hücre) cezaevlerinin açılması konusunda sözde bir kararlılık içinde görünüyor devlet.

Bizler de hiçbir koşulda hücrelere girmeyi kabul etmeyeceğimizi, bunun devrimci siyasal kimliğimize dönük kapsamlı bir teslim alma projesi olduğunu söylüyor, ölmeyi tercih ederek, diri diri o tabutluklara girmeyeceğimizi ilan etmiş bulunuyoruz.

Bu çerçevede tüm cezaevlerindeki TKİP, DHKP-C ve TKP(ML) davalarından tutuklu ve hükümlüler olarak, 20 Ekim tarihinden itibaren Süresiz Açlık Grevi’ne başladık. Açlık grevimizi otuzuncu günden itibaren de Ölüm Orucu’na çevirmiş bulunuyoruz.

Taleplerimiz:
- F tipi hücre hapishanelerinin kapatılması,
- 3713 sayılı anti-terör yasasının tüm sonuçlarıyla kaldırılması,
- Üçlü Protokol’ün iptal edilmesi,
- DGM’lerin kapatılması,
- Değişik tarihlerde Buca, Ümraniye, Diyarbakır, Ulucanlar, Burdur hapishanelerinde arkadaşlarımızın ölümlerinden ve ağır yaralanmalarından sorumlu olanların yargılanması,
- Rahatsızlıkları sabit olan, ‘96 Ölüm Orucu sonrası rahatsızlıkları süren, çeşitli saldırılarda yaralanan ve tedavi edilmeyen arkadaşlarımızın salıverilmesi,
- İşkencecilerin yargılanması,
- Halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesi önündeki tüm anti-demokratik yasalar iptal edilmeli, baskılara son verilmelidir.

Bizler hücre tipi cezaevlerine girmemekte kararlıyız. Bunun için bedenlerimizi ölüme yatırmış bulunuyoruz.

Ölümüne direnişin ilk gönülleri olma
 bizim için bir onurdur

Ben gönüllü bir Ölüm Orucu direnişçisiyim. Bizim Ölüm Orucu’na “örgüt baskısıyla” gittiğimiz söyleniyor. Bu çok çirkin/çaresiz bir yalandır. Bizler siyasi kimlikleri, gelecek idealleri olan ve bu idealler doğrultusunda yaşayan insanlarız. Devletin bizleri teslim alıp/imha etmeye dönük planlarına karşı en önde durmak, ölümüne direnişin ilk gönülleri olmak bir onurdur. Bizim için kuşku duymuyorum ki tüm arkadaşlarımız ilk gönüllüler içinde olmayı istemektedirler.


Üste