H. Fırat
Ölümünün hemen ardından, 2011 Eylül’ünde, Mihri Belli üzerine bir konferans vermiştim. Konferansın asıl konusu Mihri Belli değildi; ama ölümünün sonrasına denk geldiği için, genel çizgiler içinde siyasal yaşamını ve özellikle Türkiye sol hareketi içindeki kendine özgü yerini ele almak gerekmişti. Konu ele alınırken 1967-71 dönemi üzerinde özellikle durulmuştu. Zira bu, Mihri Belli payına yerine getirebileceği önderlik misyonu bakımından tüm siyasal yaşamının benzersiz bir kesitiydi. Öncesinde böyle bir şansı olmamıştı, sonrasında da olmayacaktı. Ortaya konulan temel düşünce, Mihri Belli’nin o özel tarihsel evrede kendisinden bekleneni devrimci açıdan veremediği, böylece o yıllarda etrafına kümelenmiş dönemin gençlik önderlerini büyük hayal kırıklığına uğrattığı ve kaçınılmaz olarak başka arayışlara ittiği idi.
Mayıs 2012’de bu kez Deniz Gezmişler’in asılmasının 40. Yılı üzerine bir konferans vermiştim. Bu, ‘60’lı yılların devrimci örgüt ve önderlik boşluğuna ilişkin yönleriyle, Mihri Belli konulu konferansın bir devamı ve tamamlayıcısı gibiydi. Vurgulanan temel düşünce, ‘60’lardaki toplumsal uyanışın ve sol kabarışın ortaya çıkardığı yeni devrimciler kuşağının dönem boyunca devrimci bir önderlik ve örgüt olanağından yoksun kaldığı, sözkonusu boşluğu dönemin sonuna doğru bizzat kendilerinin doldurmaya yöneldiği ve anlaşılır nedenlerle bunda başarısız kaldıklarıydı.
Teslim Demir üzerine ölümünü izleyen günlerde verilen konferansın temel teması da bir bakıma aynı oldu. Bu kez aynı temel düşünce, ‘74 sonrası devrimci yükselişin ortaya çıkardığı yeni devrimciler kuşağı üzerinden ele alındı. Buradaki temel fikir partimiz için bir yenilik taşımıyordu. Hareketimizin iki temel çıkış belgesinin ilkinde, ‘70’li yılların ikinci yarısında devrimci parti ve örgütlerin hızlı büyümesine işaret edilirken şunlar söyleniyordu: “… Doğal olarak bu sağlıksız bir büyüme idi. Baş küçük gövde büyüktü. Baş küçük olarak kalıyor, gövde sürekli büyüyordu. O zamanların popüler deyimiyle, nicel gelişim ile nitel gelişim arasında bir uçurum vardı. Baş gövdeyi yönetip yönlendirip geliştirmiyor, bilakis gövde başı sürüklüyordu. Bu tipik bir kendiliğindencilik, bir arkadan sürüklenişti.” (Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış, 1987)
Mihri Belli’nin ölümü ve Denizlerin idamının 40. Yılı konulu konferansların kayıtları aradan geçen yıllara rağmen henüz yayınlanamadı (Tarihsel TKP’nin 100. Yılı bu yayına anlamlı bir vesile olabilir). Burada üç ana bölüm halinde yayınlanan metin, Teslim Demir yoldaşa ilişkin konferansın elden geçirilmiş ve birçok özel ayrıntıdan arındırılmış kayıtlarıdır. Bölümleme konferansın üç ayrı oturumuna göredir. Yer yer kaçınılamayan ve bağlamları nedeniyle ayıklanması güçlükler taşıyan tekrarlar bunun sonucudur. Tüm başlıklar yayın vesilesiyle konulmuştur…
Partimiz Teslim Demir’i “Türkiye devrimci hareketinin yarım asırlık çınarı” olarak tanımladı ve bir partinin sınırlarına sığmayacak türden devrimcilerin az bulunur örneklerinden biri olduğunu vurguladı. Onun 1968’den 2018’e uzanan devrimci siyasal yaşamının devrimci hareketimizin bu aynı tarihsel zaman dilimindeki seyri ve sorunları üzerinden anlamlandırılması, bu tanım ve vurgunun özüne uygun bir tutum olmuştur.
***
Sol hareketimizin Cumhuriyeti de önceleyen bir tarihi var. ‘60’lı yıllara kadar neredeyse sadece TKP’de temsil edilen bir tarihtir bu. TKP tüm tarihi boyunca sınırlı sayıda aydın ve işçiden oluşan, kitle tabanından yoksun, alabildiğine dar bir kadro partisi olarak kaldı. 1951 tevkifatının ardından ise tümüyle tasfiye oldu. ‘60’lı yıllarla başlayan yeni döneme az sayıda kadro ve tartışmalı bir düşünsel-politik miras bıraktı. Geriye kalan ve onun gerçek temsilcisi sayılan kadrolar bu yeni dönemde TKP’nin yeniden inşasını gündeme getirmediler. Böylece tarihsel TKP tarihe karışmış oldu. ‘70’li yıllarda Leipzig eksenli olarak aynı isimle sahneye çıkan partiyse tümüyle farklı bir oluşumdur.
‘60’lı yıllar modern Türkiye’nin tarihinde sol ve sosyal mücadele açısından tümüyle yeni bir dönem oldu. Hızlanan kapitalist gelişmenin ürünü modern sınıflaşma, sosyal, siyasal ve kültürel sonuçlarını ülke düzeyinde göstermeye başladı. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi katmanların istemleri, bunun ürünü mücadeleler ve bu mücadelelerden güç alarak serpilen bir sol hareket gerçeği vardı artık Türkiye’de.
Bu yeni dönemde birbirini izleyerek ortaya çıkan birden fazla sol akım görüyoruz. Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği Yön Dergisi’nde temsil edilen ve kendini Kemalizm’in yeni koşullara uyarlanmış temsilcisi sayan darbeci bir burjuva solu, zamanlama olarak bunlardan ilk ortaya çıkanıydı. Farklı eğilimlerden karışık kafalı sendikacıların kurduğu, altından kalkamadıkları için de çok geçmeden yönetimini ilerici aydınlara devrettikleri TİP ise sosyalist solu temsil etmek iddiasındaydı. Çok geçmeden TİP bünyesinde yaşanan bölünmeyle birlikte, tarihsel TKP kökeninden gelen ve geleneği temsil eden Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetlerin önderlik ettiği eğilimler, esas olarak da Mihri Belli önderliğindeki MDD Hareketi, dönemin bir öteki önemli sol akımı oldu. 1970 başına, yani ‘71 Devrimci Çıkışı’nın hemen öncesine kadar, solun tablosu kabaca böyleydi.
TİP’in ve MDD Hareketi’nin lider kadroları, tarihsel TKP’den arta kalanlardan oluşuyordu. Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı için bu dolaysız olarak böyleydi. Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran ise 1940 sonrasının TKP sempatizanı sol aydınlarına mensuptular. Bu ikinciler, ‘60’lı yıllarda ve daha somut olarak da TİP yönetimi dönemiyle birlikte, tümüyle reformist-parlamentarist bir çizginin temsilcileri oldular. Mücadeleyi ileriye götürmek değil fakat dizginlemek ve düzenin icazet sınırları içinde tutmaktı esas rolleri. Ama tarihsel TKP’den gelen, dahası onun direnişçi kanadını oluşturan Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi liderlerin de, dönemin sosyal uyanışına ve bunun beslediği sol dalgaya önderlik edebilecek bir devrimci program, çizgi ve örgüt ortaya koyamadıklarını, tam tersine hareketi başka biçimlerde sakatladıklarını, böylece sonraki parçalanmalara da kolaylaştırıcı bir zemin hazırladıklarını biliyoruz.
‘60’lı yıllar, düzen sınırlarını aşamayan bir burjuva sosyalizmi dönemi oldu. İzlenen çizgi kadar, bunun gerçekleşmesi için temel alınan ya da umut bağlanan araçlar yönünden de bu böyleydi. Ya parlamentarizme bel bağlanıyordu, ki Aybar-Boran liderliğindeki TİP şahsında olan buydu. Ya da sözümona sol bir askeri darbeden hiç değilse o konjonktürde yarar umuluyordu, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı şahsında olansa buydu. Bu ikincilerin ilk gruptan önemli bir farkı, demokratik devrim düşüncesinin farklı versiyonları üzerinden ortaya kendilerince devrim stratejileri koymalarıdır. Ama bu hiç de devrime yönelen bir politik çizginin temsilcileri oldukları anlamına gelmiyordu. Hiç değilse o evrede öncelikli beklentileri, sözde sol Kemalist bir askeri darbenin “kapitalist olmayan yol”dan yolu açmasıydı. Bu konum ve tutum, düzenin icazet sınırlarını esas alan pasifist TİP yönetiminden farklı olarak, MDD Hareketi’nin dönem içinde ve daha çok da gençlik hareketi üzerinden izlediği militan mücadele çizgisini gölgeliyordu.
Oysa bu aynı yıllar, 1960’lı yılların ikinci yarısı, solun gelişip serpilmekte olduğu dinamik bir özel evreydi. Sosyal uyanışın tazeliği ile, işçi sınıfı hareketinin diriliği ile, genel olarak solun toplum içerisinde umut vadeden bir güç olarak öne çıkması ile ayırt edilen, tümüyle yeni bir dönemdi sözkonusu olan. Bu, başta işçi sınıfı olmak üzere alt sınıflar yönünden sosyal uyanış ve mücadelenin gelişip serpildiği, sol açısındansa tarihinde ilk kez olarak kitleselleşmenin ve toplumun gündemine girmenin başarılabildiği bir tarihi evredir. Ama yazık ki bu gelişmeye devrimci açıdan yanıt verebilen herhangi bir parti, örgüt ya da önderlik ortaya çıkamadı bu yıllar içinde. Geçmişten kalan ve sürekliliği temsil edenler, Mihri Belliler ve Hikmet Kıvılcımlılar, hiç değilse o günkü çizgileri üzerinden burjuva sosyalizmini aşamayan bir perspektifin içinde kaldılar. Çevrelerinde yüzlerce genç militan varken, bunların tümü de devrime ve sosyalizme gönül vermişken, bunlarla bir parti kurmak yoluna bile gitmemeleri bu açıdan yeterince açıklayıcıdır. Oysa devrimci partinin inşası gerçek bir devrim mücadelesinin ilk ve olmazsa olmaz koşuludur. Ama biz o yıllarda bunu açık bir hedef olarak tanımlayan ve somut bir süreç olarak yönelen herhangi bir girişim göremiyoruz. Mihri Belli ve arkadaşları, tarihsel TKP’nin temsilcileri olmak iddialarını koruyorlar, ama 1951 tutuklamalarıyla tümden yıkıma uğramış bulunan bu partinin yeniden inşası için kıllarını kıpırdatmıyorlardı.
Mihri Belli’nin o dönem için sorumluluğu özellikle ağırdır. Zira dönemin gençlik hareketini sürükleyen çok sayıda devrimci genci ve aydını kendi çizgisine kazanmış lider kişilik konumuyla, bu asıl olarak onun dönemi ve dolayısıyla da göreviydi. (Hikmet Kıvılcımlı’nın öne çıkışı dönemin sonuna doğrudur). O yıllarda Mahir Çayanlar, Deniz Gezmişler ve İbrahim Kaypakkayalar şahsında simgelenen devrimci gençlik büyük bir bölümüyle Mihri Belli önderliğindeki MDD Hareketi saflarındadır. Genç devrimcilerin ezici bölümü “Mihrici”dir. Bu büyük ve nitelikli bir kadro potansiyelidir, dolayısıyla devrimci bir partileşme süreci için bulunmaz bir imkan ve kaynaktır. Oysa Mihri Belli’nin devrimci bir parti girişiminden çok geçmeden boşa çıkan oportünist hesap ve kaygılarla uzak durduğunu biliyoruz. Dönemin sonuna (1970 yılı ortalarına) doğru nihayet buna yönelmiş görünmesiyse, ciddi bir adımdan çok, MDD Hareketi bünyesindeki büyük kanamayı durdurmaya yönelik göstermelik, yüzeysel ve sonuçsuz bir manevradır.
Aynı ‘60’lı yıllar, dünyada devrim dalgasının sürmekte olduğu bir tarihsel evreyi işaretlemektedir. Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik bozulma ve ideolojik yozlaşmaya, bununla bağlantılı olarak dünya komünist hareketindeki bölünmelere ve sorunlara rağmen, dünya ölçüsünde yaygın sosyal hareketlilikler ve devrimci mücadeleler var. Devrim dalgasının dünya ölçüsünde yükseldiği bir dönemdir sözkonusu olan. Dünya ölçüsündeki bu sürece de tanıklık eden genç devrimciler marksist klasikleri inceledikçe ve devrimler tarihi konusunda bilgi edindikçe, doğal olarak güven veren bir devrimci önderlik bekliyorlardı. Buna yanıt veren liderler, partiler, örgütsel yönelimler yoksa, sonuçta bu kaçınılmaz biçimde yeni arayışlar yaratırdı. Nitekim ‘60’lı yılların sonuna doğru Türkiye’de yaşanan da bu oldu.
Sonradan 1971 Devrimci Çıkışı’nın öncülüğünü yapan tüm kadrolar, 1967-70 döneminde Mihri Belli liderliğindeki MDD Hareketi bünyesinde yer alıyorlardı. Ama öte yandan bu aynı genç kadrolar devletin, dolayısıyla o günlerde “zinde güçler” cilasıyla oportünist ham hayallere dayanak yapılan ordu ve bürokrasinin ne anlama geldiğini, devrimin kurulu düzen ile onu devleti karşısında nasıl davranması gerektiğini hararetle inceledikleri klasik marksist eserlerden biliyorlardı. Yanı sıra Rusya, Çin ve Küba gibi başarılı devrim örneklerini inceliyor, bunların tuttuğu yoldan, izlediği gelişme çizgisinden etkileniyorlardı. Bu süreç çok geçmeden genç devrimcilerin devlet darbeciliği peşinde koşanlardan kopmasıyla sonuçlandı.
Dönemin devrimci gençliği devrim istiyordu. Ama izlenen çizginin, savunulan görüşlerin, girilen yolların hiç de buraya götürmediğini de görüyordu. TİP’in varı yoğu parlamentarizmdi. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren gibileri bütün umutlarını kurulu düzenin anayasasına ve parlamentosuna bağlamışlardı. Dönemin egemenlerine güven vermek ve böylece onların şerrinden korunmak için, söylemlerini ve eylemlerini anti-komünizme vardırdıkları bile oluyordu. Bunların karşısında ise büyük itibarı olan ve bununla da başlangıçta genç devrimcilere güven ve umut veren Mihri Belli gibi tarihi kişilikler vardı. Oysa bunlar da, hiç değilse o konjonktürde, çıkış için bir ordu darbesinden medet umuyorlardı. Bu umut kırıcı tablo, teorik birikim ve pratik mücadele deneyimi bakımından henüz çok yeni ve dolayısıyla yetersiz bu genç devrimcileri çıkış yolunu bizzat bulmaya yöneltti. Devrimci bir önderlikten yoksun kalanlar, büyük bir cüret ve cesaretle bunu bizzat inşa etmeye giriştiler. Başka bir alternatifleri yoktu ve bu, dönemin yeni devrimci kuşağının büyük şansızlığı idi.
Böylece Teslim Demir yoldaşın anısına altını çizmek istediğim temel önemde olguya da gelmiş oluyorum. Uzun yıllar boyunca kitle desteğinden yoksun kalan sol, 1960’lardan itibaren nihayet toplumsal düzeyde bir güç olarak ortaya çıktı. ‘60’lardaki sosyal uyanışın beslediği kitle hareketi bunun bir ilk kaynağıydı. ‘74’de patlak veren yeni devrimci dalga bunun daha ileri düzeyde yeni bir örneği oldu. Ama yazık ki sol hareket bu dönemlere her seferinde bir ön hazırlıktan yoksun olarak girdi. Ne devrimci bir düşünsel birikim, ne devrimci bir program, ne iyi kötü hazırlığını önden yapmış devrimci bir parti vardı. Yani bu dalgayı karşılayacak, omuzlayacak herhangi bir ön politik-örgütsel birikim, dolayısıyla hazırlık yoktu. Olduğu kadarıyla da sorunluydu, yararlı olmaktan çok sorun kaynağı idi.
Bu, kabaran dalganın esası yönünden kendiliğinden dinamiklerle ilerlemesi, bunun sonucu olarak da bir yerde bir yerlere çarpıp kaçınılmaz biçimde kırılması demekti. ‘60’ların ikinci yarısını kaplayan dalgada da bu böyle oldu. Düzen cephesi, egemen bir sınıf olarak burjuvazi, her düzeyde ve her bakımdan örgütlüydü. Arkasında da tüm imkanları ve muazzam deney birikimiyle emperyalizm vardı. Daha ‘60’lı ilk yıllardan itibaren Amerikalı uzmanlar Türkiye’deki sosyal uyanışı görüyor, Türkiye’yi yönetenlere sürekli akıl veriyor, yol yordam gösteriyorlardı. Bu dalganın önünü nasıl alabilecekleri üzerine politikalar ve planlar sunuyorlardı. Nitekim örgütlü bir güç olarak dinsel gericiliğin önü böyle açıldı. Komünizmle Mücadele Dernekleri böyle yaratıldı. Faşist paramiliter güçler Alparslan Türkeş eliyle böyle örgütlendi. Yani bir tarafta bilinçli ve alabildiğine örgütlü bir sınıf, bu sınıfın arkasında ise muazzam imkanları ve tarihsel deneyimiyle emperyalizm var. Emperyalizmin toplumsal uyanışları dizginlemeye ve saptırmaya, sosyal mücadeleleri ve sol akımları ezmeye dayalı bütün bir tarihsel deneyimi var. Beri tarafta ise kendiliğinden kabaran bir sınıf ve kitle hareketi dalgası ile devrimci parti ve önderlikten yoksun deneyimsiz bir genç devrimciler kuşağı...
‘60’lı yıllarda Türkiye toplumu hareketleniyor. Sola o güne dek görülmemiş türden bir yöneliş var. Toplumun kültürel bakımdan gelişkin kesimlerinin bir bölümünü de kapsıyor bu. Belki niceliği abartılmayabilir ama büyük kentlerde aydınlar, sanatçılar, sendikacılar, öncü işçiler sola yöneliyorlar. Sol kendiliğinden hareketlenen emekçileri dolaysız girişimlerle destekliyor, buluşma kolaylaşıyor. Toprağı işgal eden köylülerin desteğine Dev-Gençliler yetişiyor. Fabrikayı işgal eden işçilerin yanına sol sendikacılar ya da yine devrimci gençler koşuyor. Bu, buluşmayı, birbirini anlamayı, kaynaşmayı kolaylaştırıyor. Dalga var, mücadele giderek sertleşiyor. Fabrika işgallerinin yaşandığı, çatışmanın giderek sert biçimler aldığı bir tarihi dönem... 15-16 Haziran gibi hala da aşılamayan bir büyük işçi başkaldırısı, tam da bu dönemde, aynı ‘60’ların sonunda yaşandı ve onun tepe noktasını oluşturdu.
Mücadele sertleşiyor, hareketin devrimcileşme potansiyeli güçlü ama buna önderlik edecek devrimci bir parti, akım, önderlik yok. Solun o güne kadarki birikimi devrimci değil. Tarihsel olarak nedenleri incelenebilir ama sonuçta TKP devrimci bir parti olamadı. Saflarındaki bir kısım kadroların komünizm idealine samimi bağlılıkları ne olursa olsun TKP devrimci bir parti değildi. ‘60’lı yıllara TKP’den kalan elbette sol bir mirastı ama bunun devrimci niteliği hayli tartışmalıydı. Oysa sınıf mücadelesi sertleşiyordu ve bunu kucaklayacak dinamik devrimci bir partiye şiddetle ihtiyaç vardı. Bu parti için o günün Türkiye’sinde önemli bir devrimci genç kadro potansiyeli de vardı. Ama bu gücü birleştirecek, örgütleyecek, partileştirecek ve böylece örgütlü bir şekilde seferber edecek bir öznel irade yoktu ‘60’lı yıllar Türkiye’sinde. Üniversiteli genç insanların farklı arayışlara girmesi ve dolayısıyla da tartışmalı yollara düşmesi, bu tarihsel durumun bir ürünüdür. Marksizm “sol” sapmayı, sağ oportünizmin bir kefareti sayar. Bizde olan da tam olarak budur.
Genç ve deneyimsiz devrimciler çıkış yolunu kendileri aradılar. Çıkışı nerede gördüklerini biliyoruz. Ama değerlendirmelerimizde vardır; burada kalıcı olan sol sapma değil, devrim yapmak isteği, iradesi, cesareti ve pratiğidir. Bu pratiğin gerektirdiği bedeli ödeme tutumu, yaşamını devrime adama kararlılığıdır. ‘71 Devrimci Çıkışı’nda kalıcı olan budur, öteki herşey geçici olmuştur. Bilimsel bir tanım olarak “sol maceracılık” olarak tanımladığımız davranış, çok kısa bir dönemin geçici bir olayı olarak kaldı. ‘74’ü izleyen yeni devrimci dalga döneminde marjinal birkaç çevre dışında “sol maceracılık” diye bir şey kalmadı. Ana akımlar yönünden sol çizgi, yani dar insan gruplarına dayalı öncü savaş çizgisi, ‘74’den itibaren hızla aşıldı. Üstelik yerini devrimci hareket bünyesinde, özellikle de onun önderlik kademelerinde, güçlü sağ eğilimlere bırakacak denli.
‘71’den kalıcı olan devrim yapmak iradesiydi ve bu çok önemliydi. Kurulu düzeni yıkmak üzere devlete başkaldırmak, bu yeni bir durum, yeni bir tutumdu. Devrimciliği de temelde buradan geliyordu. İdeolojik konumu tartışmalıydı, ama bu yönelimiydi asıl kalıcı olan. Devlete başkaldıran bu genç insanlar, bunu bir devrim anlayışına dayandırıyorlardı. Sonuçta kendilerince bir devrim teorileri vardı ve bu kendince özgün öğeler de içeriyordu. Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’nın yazıları buna tanıklık etmektedir. Ortaya konulan çizgi elbette tartışmalıydı, ama bu yeni dönemde hızla aşıldı. Onlarda kalıcı olan devrim yapmak arzusu, iradesi ve yönelimi oldu. Aradan neredeyse bir yarım yüzyıl geçtiği halde unutulmamalarının ve unutturulamamalarının gerisinde bu var. Öncü savaş yürüttükleri için değil, fakat kendilerini bir davaya adayıp kurulu düzenin karşısına devrimci olarak çıktıkları için kalıcı olabildiler. ‘71 devrimciler kuşağının tarihimizde buradan gelen çok ayrı bir önemi var.
Bugün ‘60’lı yılların TİP liderlerini yalnızca solun reformist kanadı sahipleniyor. Devrimcilerse onları en fazla ilerici politik kimlikleri üzerinden ve bu sınırlarda bile ciddi kayıtlarla sahipleniyorlar. Türkiye solunda reformist liderleri sahiplenmede bir ortaklık yok ama Deniz Gezmişler’e ayrımsız tüm kesimler sahip çıkıyorlar. Deniz Gezmiş’in simgelediği devrimciler kuşağının solun ortak değerleri haline gelmesi rastlantı değildir ve son derece anlamlıdır. Devrim yapmak isteği, iradesi, cesareti ve bu uğurda kendini ortaya koyma pratiğidir bunu sağlayan. Onları kalıcı kılan budur.
Teslim Demir yoldaş türünden devrimcilere ruh ve ilham veren işte bu kuşaktı. Bu kuşağın adanmışlığı, 12 Mart’ın en karanlık dönemlerinde birçok genç insanın bilincinde derin izler bıraktı, ruhunda büyük fırtınalar estirdi. Bu genç devrimciler, Teslim Demir yoldaşa ilişkin parti açıklamasında da söylendiği gibi, o karanlık dönemde devrime inanç ve kurulu düzene hınç biriktirdiler. Karanlık bir dönemdi ve geçmeyecekmiş gibi görünüyordu, ama yalnızca üç yılın ardından geride kaldı. Toplum yeniden hareketlendi, sınıf ve kitle hareketi çok geçmeden çığ gibi büyümeye başladı. Tüm kesimleriyle sol hareket yükselen bu dalga içinde bir önceki dönemle kıyaslanmayacak bir büyük kitle desteğine ulaştı.
Teslim Demir kuşağı daha ilk gününden itibaren bu dalganın içinde oldular ve dahası önüne düşmeye çalıştılar. 1974’ten itibaren ve daha ortada örgütler yokken, bu taze genç güçler mücadelenin yükünü cesaret ve inisiyatifle omuzlamaya giriştiler. Bu kuşağın bazı öğeleri, Teslim Demir örneğinde olduğu gibi, ‘71 çıkışı dönemine ancak yetişebilen ama katılma olanağı da bulamayan, 12 Mart karanlığında inanç ve sabırla bekleyen, yeni dalga patlak verir vermez kendini o dalganın önünde bulan insanlardı. Denebilir ki birçok yerde ve elbette esas olarak da öğrenci gençlik alanında, dalgayı bizzat ateşleyen de bunlardı. Dalgayla birlikte safları hızla kalabalıklaşan bu yeni devrimciler yığını, bütün parti ve örgütlerde ‘70’li yıllardaki mücadeleyi sürükleyen kuşak oldu.
Bu dönemin kuşağı kendini zorlu bir mücadelenin içinde buldu, ama bu mücadeleye dayanak oluşturacak bir program ya da netleşmiş bir çizgi henüz yoktu. Bağlandıkları hareketler vardı, bu hareketlerin bir mücadele mirası, herşeyden öte ‘71 devrimcilerinin mücadele ve fedakârlık ruhu vardı. Güç aldıkları kaynak esasında buydu. Bunun beslediği devrimci mücadele ruhu onları Marksizmin klasik kaynaklarına da yöneltiyordu. O dönem bir parça okumayı başaranlar, bu sayede bazı temel doğruları edinmeyi de başardılar.
1975 sonuna kadar sürdü bu. 1976 başından itibaren birtakım yayınlar çıkmaya başladı, ama bunlar açık bir çizgiden yoksundu. Örneğin Halkın Kurtuluşu 1976 Şubat’ında çıktı, ama açık ve net bir çizgisi yoktu. Yüzeysel bir genel siyasal ajitasyonu vardı yalnızca. Faşizme ve emperyalizme verip veriştiriyordu. Samimiyetle ve heyecanla direniş ajitasyonu yapıyordu. Ama hareketin bir programı, açık olarak tanımlanmış bir siyasal çizgisi henüz yoktu. Daha en az iki yıl da olmayacaktı. Ama bu da 1978 yılı demekti ve hareket bu arada ulaşabileceği genişliğe zaten ulaşmıştı. Aynı şekilde dönemin tartışmasız en büyük hareketi olan Devrimci Yol’un da açık bir çizgisi yoktu. Yıllardır temel önemde bir dizi konuyu belirsizlik içinde bırakarak işleri götürüyordu. Mahir Çayan’ın çizgisini resmi planda reddetmiyordu, ama uygulamada tümüyle farklı bir yol tutmuş durumdaydı. Bunu başka gruplar üzerinden de örneklemek mümkün. Genel ideolojik belirsizlik ve bulanıklık dönemin ortak özelliği idi.
‘70’li yıllarda hareket, ‘60’lı yıllarla kıyaslanmayacak denli genişledi, kitleselleşti, Türkiye’nin dört bir tarafına yayıldı. Binlerce, onbinlerce militanı içine aldı. Bu insanlar devrim için kendini feda etmeye hazır bir büyük güçtü. Ama tıpkı ‘60’lı yılların ikinci yarısında olduğu gibi, bunu kucaklayacak, birleştirecek, eğitecek, belirgin bir doğrultuda ve amaca uygun bir şekilde seferber edebilecek güç ve yeterlilikte bir önderlik ya da parti yine yoktu. Farklı devrimci parti, örgüt ya da gruplar elbette vardı. Bunlar içinde örgütsel biçim olarak kendini iyi kötü şekillendirmiş olanlar da vardı. Ama en büyük kitleyi temsil ettikleri halde, tirajı yüzbini aşan bir yayına sahip oldukları halde, 12 Eylül mahkemelerinde “yazık ki örgüt olamadık” diyenlerin önderlik ettikleri parti ya da örgütlerdi bunlar.
Belirgin bir ideolojik açıklıktan, bunun ürünü bir çizgiden, buna uygun bir pratik yönelimden, bunun doğasına uygun bir örgütleme ve kadro yapısından yoksunluk dönemin genel özelliği idi. Örneğin TDKP 1978 yılı başında nihayet bir çizgiye kavuşmuş oldu. Ama bunun mevcut gidişata esasa ilişkin bir etkisi olmadı. Hareket çoktan şekillenmiş, yapısını, karakterini, yönelimini ve kadrosunu bulmuştu. O güne kadar yapılmakta olan, artık çizgimiz var moral ve heyecanıyla kuşkusuz daha güçlü bir şekilde yapılıyordu. Ama bu esasa ilişkin bir yenilik sayılmazdı. İdeolojik boşluk döneminde yapılanlar ile, bir çizgiye kavuştuktan sonra yapılanlar arasında esaslı bir farklılık yoktu. Kültürü, insan tipi, çalışma tarzı, yönelimleri çoktan oluşmuştu ve işler aynı minvalde sürüyordu. Bunu değiştirmeye yönelik anlamlı bir müdahale yoktu. Çok da sürmedi zaten, çok geçmeden herşey faşist karşı-devrim tarafından darmadağın edildi.
Teslim Demir yoldaş üzerinden söylemeye çalıştığım nedir? Kendini bu yeni devrimci dalganın içinde, önünde, en büyük heyecanlarla, en büyük inançlarla bulan bir insan kuşağı var, ama bunların kendi enerjilerini, inançlarını gerçekleştirebilecekleri sağlam bir parti ya da örgütleri yok. Bunu TDKP için olduğu kadar dönemin önplandaki hareketleri olan Devrimci Yol, Kurtuluş, TKP-ML/TİKKO ve Devrimci Sol, hatta o dönemin yeni kuşak TKP’lileri için de söylemiş oluyorum.
‘68 devrimci kuşağı için altını çizmiş bulunduğum temel önemde noktaya böylece bu kez ‘74 sonrası mücadeleyi omuzlayan kuşak bakımından gelmiş oluyorum. ‘74 sonrası devrimci kuşak da tıpkı ‘68 kuşağı gibi, mücadele isteği ve enerjisine yanıt verebilen bir önderlikten yoksun kaldı.
Örneğin Devrimci Yol’un başında böyle önderler yoktu. Ama saflarında çok sayıda değerli devrimci vardı. Mustafa Özenç, Hıdır Aslan, İlyas Has, Veysel Güney gibi darağaçlarında ölümü yiğitçe göğüslemiş olanlardan da bildiğimiz gibi... Her hareketin saflarında böyle çok değerli devrimciler vardı. Ama otobiyografisi sayabileceğimiz kitapta, Oğuzhan Müftüoğlu’nun samimiyetle verdiği bilgilere baktığımızda, bu değerli devrimcilerin hak ettikleri bir devrimci önderlikten yoksun kaldıklarını açıklıkla görüyoruz. Oğuzhan Müftüoğlu, daha henüz ne yapacağıma karar verememişken, yeni dönemin genç devrimcileri beni tutup başlarına oturttular diyor. Durum gerçekten buydu ve bu özü bakımından, hiç de Devrimci Yol’a özgü bir durum değildi.
‘71 devrimcilerinden geride kalanlar, büyük bir bölümüyle, 12 Mart’ta yenilgi ruh halini şu veya bu ölçüde yaşamış insanlardı. Sonradan Kurtuluş’a önderlik edecek olanlar, Mamak zindanındayken büyük bir hayal kırıklığı ve yenilgi ruh hali içerisinde olduklarını açıkça (ve elbette dürüstçe) söylüyorlar. Daha örtülü bir biçimde bunu Devrimci Yol’un bir nolu lideri de söylüyor. TDKP’nin başındakiler bunu dile getirmek açık yürekliliğini hiçbir dönem gösteremediler. Ama 12 Eylül sınavı durumun onlar için farklı olmadığını, farklı olmak bir yana, daha da beter olduğunu tüm açıklığı ile ortaya koydu. 1974’den itibaren patlak veren yeni devrimci dalga muhakkak ki ‘71 Devrimci Hareketinden geriye kalanlar için de etkileyici, sarsıcı, yenileyici, güç ve moral verici olmuştu. Ama bunun köklü bir devrimci yenilenme için yeterli olamadığını da zaman gösterdi. Bunlar dönemin kuşkusuz daha deneyimli kadrolarıydı ama hiç de daha iyi devrimcileri değillerdi.