Logo

Burjuva devrimleri, cumhuriyet ve “piyasa” 1- H. Fırat


Burjuva devrimleri ve piyasa

Kasım 2010 tarihli 90. Yıl Tezleri, “Kapitalizm, Cumhuriyeti on yıllar boyunca kemirmiştir” tespitinde bulunuyordu. Ekim 2017 tarihli parti yayını aynı tespiti evrensel tarih çerçevesine yerleştirerek derinleştiriyor:

“Fransız Devrimi bir özgürlük hareketidir, vurgusu özgürlüğedir. Ancak piyasa tarafından teslim alınmıştır, tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi. Piyasaya teslim olan bir cumhuriyet ölmeye mahkûmdur.” (Boyun Eğme, sayı:97, 27 Ekim 2017)

Yalnızca üç kısa cümlede tarihsel gerçeğin ve teorinin canına okunduğunun resmidir bu düşünceler. Olup biteni daha yakından görelim.

Christopher Hill 1640 İngiliz Devrimi’nin ve Albert Soboul 1789 Fransız Devrimi’nin dünyaca ünlü birinci sınıf marksist tarihçileridir. İlki İngiliz Devrimi’ni ve ikincisi Fransız Devrimi’ni, ayrıntılara inen bir tarihsel malzeme eşliğinde sunmakla kalmıyorlar, konularının ufuk açıcı ve yol gösterici bir marksist çözümlemesini de yapıyorlar. Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi başlıklı kitabının bu devrimlere ayrılmış bölümlerinde, ağırlıklı olarak bu iki usta tarihçiye dayanır. Aşağıdaki tarihsel bilançoyu adı geçen kitaptan aktarıyoruz:

“Kendinden önceki Hollanda, İngiliz ve Amerikan devrimleri gibi Fransız Devrimi de, tam anlamıyla piyasa temelli bir toplum için, geçmişten miras kalan büyük engelleri temizlemişti.” (Yordam Kitap, 5. Basım, s.295)

Bu, burjuva devrimlerine ilişkin marksist tarihsel bakışın temeli ve aynı zamanda alfabesidir. Tarih içinde burjuva devrimleri, feodal toplumun bağrında yeşeren ve gelişen piyasa dinamiklerinden doğdular. Temel tarihsel rollerini de piyasayı sınırlayan ilişkileri ya da engelleri yıkarak oynadılar. Burjuva devrimlerinin yarattığı toplum tam da piyasa ilişkilerine dayalı bir toplum, yani klasik biçimiyle kapitalizmdi. Klasik burjuva devrimleri kırda feodal toprak mülkiyeti tekelini, kentte feodal sanayinin hapsolduğu lonca tekelini parçaladılar. Monarşi tarafından dağıtılan özel imtiyazlı ticari, sınai ve mali tekelleri ortadan kaldırdılar. İç gümrük duvarlarını yıktılar, böylece iç pazardaki parçalanmaya son verdiler. Modern ulusların doğuşu, ulusun tek bir ulusal pazar etrafındaki birliği, bu yolla sağlanmış oldu.

Tüm bunlar bir arada piyasanın egemenliğinin fiilen kurulması ve resmen ilan edilmesi anlamına geliyordu. Piyasanın yüzyılları bulan evrimi, birbirini izleyen burjuva devrimlerinin yarattığı sıçramalarla da birleşince, sonunda onun egemenliği ile taçlanmıştı. Daha yükselişi içindeki evrimi boyunca insanlığa ödettiği bedeller çok ağır olsa da, tarihteki en büyük ilerlemelerden biriydi bu.

Klasik burjuva devrimlerinin zaferi gerçekte piyasanın zaferidir. Elbette burjuva devrimlerinin “vurgusu özgürlüğedir.” Ama bunun her şeyden önce tam da “piyasanın özgürlüğü” demek olduğunu bilmeyen biri marksist değildir. Fransız Devrimi bir “özgürlük hareketi”ymiş, “vurgusu özgürlüğe” imiş! Yazık ki “piyasa tarafından” teslim alınmışmış. Üstelik “tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi”!

Fransız Devrimi konusunda konunun uzmanı Albert Soboul’u dinleyelim:

“Feodalizmin kaldırılmasında ortaya çıkan ekonomik ve sosyal uzlaşmada, Anayasa koyucu Meclisin eseri tam olarak tespit edilebilir: ilkeler merasimle ilan edildiler ama mülk sahiplerinin çıkarları yararına eğilip bükülüp uygun hale getirildiler. Bu esas olarak burjuvazinin istediği biçimde bir özgürlüktü. 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nin hiçbir yerinde rastlanmasa da, anlaşılması gereken ekonomik özgürlüktür.”

Yani kapitalist “piyasa”nın özgürlüğü! Devam ediyor Soboul:

“Laisser faire, laisser passer, (bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler) 1789’dan beri, ne de olsa yeni kurumların temelini oluşturuyordu. Mülkiyet özgürlüğü, feodalizmin kaldırılmasından ortaya çıkmıştı. (...) Üretim özgürlüğü, tekellerin ve loncaların kaldırılmasıyla daha da genişletildi: 2 Mart 1791 tarihli Allarde Kanunu, tüm lonca kurumlarını ve tüm ayrıcalıklı manifaktürleri kaldırdı.”

“İç ticaret özgürlüğü; yol vergisi ve iç gümrüklerin kaldırılması, aynı şekilde gümrük duvarlarının geriye alınması yoluyla gerçek dış vilayetlerin ilhak edilmesi sonucu oluşan ulusal pazarın birleştirilmesi ile el ele yürüyordu. Ticaret şirketlerinin ayrıcalıklarının kaldırılmasıyla dış ticaretin özgürce gelişmesi güvenlik altına alındı.”

Tüm bunlar tarihin gördüğü en görkemli burjuva devrimi tarafından yapılmaktadır. “Vurgusu özgürlüğedir”; ama bu, her şeyden önce kapitalist piyasanın özgürlüğüdür. Mülkiyet özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, girişim özgürlüğü, “özgür işgücü”, yani “emek piyasası”, ve elbette, tüm bunların birleşik ifadesi olarak sömürü özgürlüğüdür.

Bıraktığımız yerden şöyle devam ediyor Soboul:

“Nihayet, girişim özgürlüğüne ayrılmaz biçimde bağlı olan çalışma özgürlüğü: 14 Haziran 1791 tarihli Le Chapelier Kanunu birlik ve dernek özgürlüğünü tanırken, aynı zamanda işçilerin örgütlenme özgürlüğünü ve grevi yasakladı. Özgür kişi, yaratmakta ve üretmekte, kâr amacı gütmekte ve onu dilediği gibi kullanmakta da özgürdü. Toplumsal olarak eşit bireyler soyutlaması üzerine kurulu olan liberalizm, gerçekte zenginlerin çıkarına uygun sonuçlandı: ve Le Chapelier kanunu, grev hakkı konusunda 1864’e kadar, sendikal birleşme hakkı konusunda 1884’e kadar serbest rekabetçi kapitalizmin asıl temel direğini oluşturdu.” (Fransız Devrimi’nin Kısa Tarihi, İnter Yayınları, s.60-61)

Tarihin gördüğü en büyük burjuva devrimi, “çalışma özgürlüğü” (sömürü özgürlüğü diye de okunabilir) adına işçilerin örgütlenme özgürlüğünü ve grev hakkını daha baştan yasaklamıştır. Ve bu yasak, grev hakkı konusunda 1864, sendikal örgütlenme özgürlüğü konusunda ise 1884 yılına kadar, yani büyük devrimin neredeyse 100. yılına kadar, yürürlükte kalmıştır. Ne adına? Büyük Devrim’in girişim ve çalışma özgürlüğü, dolayısıyla piyasa özgürlüğü adına!

Soboul tüm bunları Büyük Devrim’in bilançosunu çıkardığı bölümde şöyle özetliyor:

“Fransız Devrimi’nin sınırsız girişim ve kâr özgürlüğünü ilan ettiği ve bunları kabul ettirerek kapitalizmin yolunu düzlediği muhakkaktır. Ondokuzuncu yüzyılın tarihi, onun bir efsane olmadığını gösterdi.” (s.139)

Elbette “özgürlük”, “kamusal ve siyasal özgürlük anlamına da geliyordu”. Soboul bunu, Haklar Bildirgesi’nin maddeleri üzerinden örnekler. “Kişi özgürlüğü”ne, “masumiyet karinesi”ne, düşünce ve düşünceyi açıklayıp yayma özgürlüğüne, inanç özgürlüğü kapsamında dinsel hoşgörüye vb. işaret eder. (s.61)

“Eşitlik” bahsinde ise burjuva devrimlerinin tarihsel sınırlarıyla ilgili çok iyi bilinen o gerçeği yineler: “Tabii ki burada söz konusu olan sadece burjuva eşitliğidir. Kanun herkes için eşittir, onun önünde tüm vatandaşlar eşittir.”

 Ya sosyal eşitlik? “Sosyal eşitlik sözkonusu bile değildi”! (s.62)

Yine de tüm bu gerçekler, Büyük Fransız Devrimi’nin tarihin gördüğü en devrimci olaylardan biri olduğu gerçeğini bir nebze olsun değiştirmez, onun tarihsel değerinden hiçbir şey eksiltmez. Ama bir koşulla: Onu kendi çağının sınırları içinde kavramak koşuluyla! Fakat sorunun can alıcı noktası da zaten budur. Zira bu koşul, siyasal planda burjuva cumhuriyeti için olduğu kadar ekonomik planda da kapitalist piyasanın kendisi için geçerlidir. Dolayısıyla burjuva devrimleri çağının en büyük devrimini, onu bizzat doğuran ve gerisin geri onunla büyüyüp egemen hale gelen kapitalist piyasanın karşısına koymak, seçmeci bir tutumun, kaba bir eklektizmin ifadesidir. Burada tarihsel materyalizmden eser yoktur.

Albert Soboul’un Fransız Devrimi’ne ilişkin bütün bu süreçleri 1789 Fransız İnkılabı Tarihi başlıklı temel eserinde (Cem Yayınevi, 1969) ayrıntılarıyla ortaya koyduğunu da burada bir not olarak ekleyelim.

Aydınlanma ve piyasa

Burjuva devrimler çağının kapitalist piyasa dinamiği, tıpkı egemenliğini borçlu olduğu burjuva devrimi gibi, tarihsel olarak büyük ve köklü bir ilerlemedir. Zira iktisadi gelişmenin önündeki her türden feodal ilişki, işleyiş ve kurumlaşmanın aşılmasının bir ifadesidir. “Marksizmin üç kaynağı” arasında saydığımız o ünlü “İngiliz ekonomi-politiği”nin baş temsilcileri, Adam Smith ve David Ricardo, tam da bu piyasanın açıklamasını ve dolayısıyla teorisini yapan insanlardır. Bugünün sol Kemalistleri tarafından övgülere konu edilen o ünlü “Aydınlanma Çağı”nın ekonomi bilimi alanındaki temsilcileridir. Onların bıraktığı mirastan en iyi biçimde yararlanan ve elbette bu mirası köklü bir eleştiriyle aşan Karl Marx’ın yeri geldikçe bu insanlardan saygıyla söz etmesinin nedeni de budur.

Chris Harman’ın andığımız eserinden aktarıyoruz:

“Bugün Adam Smith’in Ulusların Zenginliği, genellikle muhafazakârlığın İncil’i olarak ele alınır. Ancak ilk ortaya çıktığında, Avrupa’daki mevcut düzene ve Britanya’da hâlâ o düzenin hasretini çekenlere radikal bir meydan okumayı temsil ediyordu.

“Smith, aralarında Adam Ferguson ve David Hume’un da bulunduğu bir grup düşünürün, ‘İskoç Aydınlanması’nın bir parçasıydı. (...) Bu onları, dönemin İngiliz düşünürlerine kıyasla Avrupa Aydınlanması ile daha sıkı bir ilişkiye yöneltti. Smith, Ansiklopedi’nin hayranıydı ve Voltaire, d’Holbach, Helvetius ve Rousseau ile dosttu. Ulusların Zenginliği, Aydınlanma’nın dünyayı feodal ‘irrasyonellikten’ temizleme girişiminin bir parçasıydı.”

“18. yüzyılda Avrupa’daki devletler, saraylardaki ve hükümetlerdeki asalakların lüks içinde tembelce yaşamasına olanak veren bir sürü arpalık –hiçbir gerçek iş yapmayan iyi maaşlı görevler– yaratıyorlardı. Smith’in doktrini onlara karşı bir saldırıydı. Bu ayrıca, tarıma yatırım yapmadan elde ettikleri rantlarla yaşayan toprak sahiplerine de bir saldırıydı. Gelişmekte olan piyasa sisteminin, onu sınırlandıran yüklerden kurtarılması yolunda bir talepti. Bu, Britanya için bir reform programıydı; ama aynı kolaylıkla Avrupa’da devrim için bir program olarak da yorumlanabilirdi.” (Halkların Dünya Tarihi, s.256-58)

Kemal Okuyan, Türkiye soluna sızmış cumhuriyet düşmanlığı ile sürekli olarak mücadele etmiş bir partiyiz diye övünürken, hemen ardından ekliyordu: “Bir olay, bir gelişme tarihsel olarak devrimci, ilerici bir karakter taşıyorsa bunu söylemekten çekinmeyiz, tersine sahip çıkarız.” Güzel! Ama bunu aynı biçimde “piyasa” için de yapmak zorundasınız. Avrupa tarihinde 16. yüzyılın başından 19. yüzyılın son çeyreğine (1871’e!) kadar “tarihsel olarak devrimci, ilerici bir karakter taşıyan” bir gelişme olan o kapitalist piyasa için de. Oysa bu iddialı söylemin yalnızca iki hafta sonrasında dönüp bu kez Fransız Devrimi iyi idi, ama ah bir de o “piyasa” olmayaydı diyorsunuz. Ama işte o zaman da tarihte bildiğimiz nitelik, kapsam ve misyonuyla bir Fransız Devrimi’nden söz etmek olanağı olmazdı.

Eklektizm aldatıcı bir tatmin sağlar, ama bilimsel bir açıklama değeri taşımaz. Lenin bu türden bir seçmeciliği diyalektiğin yerine safsatanın geçirilmesi olarak nitelerken tümüyle haklıdır. Burada tarihsel materyalizmden eser olmadığına ilişkin yargımızı yineliyoruz. Piyasanın kapitalizmin yükselişini temsil ettiği dönem ile tarihsel gelişmenin önünde bir engele dönüştüğü, böylece çürüme ve kokuşmanın kaynağı haline geldiği dönemi birbirinden ayıramamak, ya da bu ayrımı bilmezlikten gelmek, bunun bir göstergesidir.

Piyasa ve cumhuriyet

Kasım 2010 tarihli 90. Yıl Tezleri’ni derinleştiren Ekim 2017 tarihli parti yayınından aktardığımız üç cümlelik pasajın son cümlesi şöyleydi: “Piyasaya teslim olan bir cumhuriyet ölmeye mahkûmdur.” Bu, SİP-TKP’nin temel metinlerde farklı biçimlerde en sık yinelenen vecizelerinden biridir. Buna burada 1789 Fransız Devrimi değerlendirmesi vesilesiyle rastlamış oluyoruz. Daha önce 1923 Türk Devrimi üzerinden Kemalist Cumhuriyet’in “kemirilmesi”, yani Cumhuriyet’in yozlaşma süreci tespiti üzerinden rastlamıştık. Aynı vecizenin daha özgün bir biçimine ise, aynı 90. Yıl Tezleri’nin Cumhuriyet’in 12 Eylül ile başlatılan “çöküş süreci” tespiti üzerinden rastlıyoruz:

“12 Eylül, sınıf temeli belirsiz bir asker vesayetinin değil, piyasanın önünü açmıştır. Dengeler de o gün değişmiş̧, Cumhuriyet altmış̧ yıla yakın süren tarih dilimini kapatarak otuz yıllık bir çöküş sürecine girmiştir.” (1.5 nolu tezden...)

Altmış yıl boyunca (“on yıllarca”) kapitalizm tarafından kemirilen Cumhuriyet, 12 Eylül darbesiyle birlikte piyasanın önü hepten açılınca, böylece “otuz yıllık bir çöküş sürecine girmiş” ve kabaca 2010 yılında da ruhunu teslim etmiştir. Söylenen budur. 90. Yıl Tezleri’nin kendi sözleriyle: “Bağımsız bir birim olarak Türkiye Cumhuriyeti devleti geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir.” “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan süreç AKP iktidarının ikinci dönemi sona yaklaşırken nihayete ermiştir.” (2.2 ve 2.5 nolu tezlerden...)

Fransız Devrimi bağlamı, piyasa ile cumhuriyet arasındaki karşıtlığı evrensel tarih çerçevesine oturtuyordu. Türk Devrimi bağlamında bunun daha özgün bir milli örneğini görmüş oluyoruz. Bu iki örnekte “piyasa” tam olarak kapitalizmin kendisidir. Altmış yıllık Cumhuriyeti otuz yıllık çöküşe götüren sürecin başlangıç noktası olarak saptanan son örnekte ise daha özel bir durum dile getirilmektedir. Bu kez söz konusu olan, 1980’lerin başından itibaren dünya ölçüsünde gündeme getirilmiş neo-liberal saldırıyla belirlenen özel bir tarihi evredir. Kapitalist dünya ekonomisinde 1970’lerin ortasında patlak vermiş bunalımdan çıkış reçetesi olarak her şeyin, bu arada hemen tüm kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasına yönelik politika ve uygulamalardır. Dolayısıyla söz konusu edilen, sosyal kazanımlarla bir ölçüde sınırlanmış bir kapitalist piyasanın sermayenin karşı saldırısıyla başıboş bırakılmasıdır. Bu arada özelleştirme politikalarıyla devlet işletmelerinin yerli ve yabancı tekelci gruplara peşkeş çekilmesidir.

Örneklediğimiz üç tarihsel olayın tarihsel bağlamları birbirinden belirgin biçimde farklı olsa da tümünün ortak paydası aynıdır: Piyasa-cumhuriyet karşıtlığı! Daha tam bir ifadeyle, kapitalist piyasa ile burjuva cumhuriyeti karşıtlığı! Bu karşıtlığın karşısına konulan pozitif sonuç cumhuriyet-kamuculuk (“yani devletçilik”!) uyumu olduğu için, konu özellikle önemlidir. Bugünkü SİP-TKP’yi 1930’lardaki Kadroculuğa bağlayan en temel noktalardan biri, belki de birincisi işte budur. “Altı Ok” yüceltmesine eşlik eden o “Devletçilik, tüm bunların iktisadi temelidir” vecizesini hatırlayınız. Devletçiliğe bu övgü şöyle devam ediyordu: “Üreten bir halk, çalışan bir ulusun varsayımıdır devletçilik.” Yazık ki bu da tam olarak Kadrocu bir “varsayım”dır. Kadrocular Kemalistlerin “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” biçimindeki propaganda savının sözde teorik dayanaklarını işte bu türden “varsayım”lar üzerinden oluşturuyorlardı.

SİP-TKP için bir başka temel önemde programatik belge olan “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde” metni de “devletçilik”ten aynı övgüyle söz eder. İşi devletçiliğin “daha önceki burjuva devrimlerine içkin” olduğu iddiasına kadar götürür. Öte yandan devletçilik der, 1923 Cumhuriyeti’nden miras alınması, “piyasacı AKP”ye karşı savunulması ve nihayet insanlık adına yarınlara taşınması gereken temel bir ilkedir, bir “büyük değer”dir. Bütün bunlardan “devrimci çıkış” adına çıkarılan sonuç ise şudur: “Toplumsal çıkarlar, kamu mülkiyeti ve onun bugün temel somutlanış biçimi olan devletçilik savunulmaksızın insanlık ayağa kalkamayacaktır.” (Broşür dizgi, Temmuz 2008, s.9 ve 17)

Toplumsal çıkarlar, kamu mülkiyeti ve “onun bugün temel somutlanış biçimi olarak devletçilik”! Bu eklektik formül, tam olarak Kadrocu bir argümandır. Fakat “devletçilik savunulmaksızın insanlık ayağa kalkamayacaktır” tezi, ulusal alandan evrensel alana bu büyük sıçrayış, Kadroculuğun da aşılmasıdır.

Burjuva devrimleri, cumhuriyet ve piyasa

Yanıtlanması gereken soru şudur: Burjuva devrimleri sürecinde kapitalist piyasa ile burjuva cumhuriyeti arasında sözü edilen türden bir yapısal karşıtlık gerçekten var mıdır? Sorunun yanıtı öncelikle tarih içinde aranmalıdır.

Hollanda Cumhuriyeti

Ortaçağ ilişki ve kurumlarıyla iç içe olan İtalyan kent devletleri bir yana bırakılırsa, tarihin gördüğü ilk modern burjuva cumhuriyeti, zamanında “Birleşik Eyaletler” olarak da bilinen Hollanda Cumhuriyeti’dir. Hollandalılar, İspanya tacının iki yüzyıldır sürmekte olan hükümranlığına karşı ve “Seksen Yıl Savaşları” (1568-1648) olarak bilinen uzun soluklu mücadeleler içinde, ulusal egemenliklerini bağımsız bir cumhuriyet olarak kazandılar. Hollanda Cumhuriyeti, yaklaşık bir yüzyıl (kabaca 17. yüzyıl) boyunca ticaret, sanayi ve finans alanında olduğu kadar bilim ve sanat alanında da Avrupa’nın en ileri ve güçlü ülkesi oldu. (Tarihçiler bunu “Hollanda Altın Çağı” olarak nitelendirirler).

Hollanda Cumhuriyeti iktisadi alandaki başarılarını yükselmekte olan “piyasa” düzenine, bilim ve sanat alanındaki başarılarını burjuva bir cumhuriyet olmasına borçlu idi. İkisi arasında bir çelişki ya da çatışma değil, az görülür türden bir uyum vardı. Hollanda, “piyasa” alanındaki egemenliğini 17. yüzyılın sonunda, 1640 Devrimi sayesinde büyük bir atılım gerçekleştirmiş olan İngiltere’ye kaptırmış olsa da, bu arada savaş ve istilalar nedeniyle başından belli badireler geçse de, 19. yüzyıl başına kadar, yani iki yüzyıl boyunca, iyi kötü bağımsız bir burjuva cumhuriyet olarak kaldı.

İki yüz yıllık bu ilk modern burjuva cumhuriyetinin yerini krallığa bırakması, “piyasa”nın değil fakat istilacı Napolyon savaşlarının eseri oldu. Napolyon dönemi çabuk geride kaldı ama Hollanda bir daha cumhuriyet yönetimine resmen dönemedi. 1848’den itibaren artık bir anayasal monarşi, ya da aynı şey demek olan meşruti monarşiydi. Biçim olarak halen de öyledir. Ama bu biçim aldatıcıdır. Kraliyet Hollanda için biraz masraflı olsa da bugün artık yalnızca bir dekordur. Gerçekte o piyasa ile son derece uyumlu bir burjuva cumhuriyetidir. Devlet hiyerarşisinin tepesinde hala bir taç parıldıyor görünse de, devleti yönetenlerin seçimle iş başına geldiği, yasama meclisinin genel oy ile oluşturulduğu, yürütmenin de yasama meclisi içinden çıktığı ve onun tarafından denetlendiği kapitalist bir ülke, resmi adı ne olursa olsun, gerçekte bir burjuva cumhuriyetidir. Günümüz dünyasında burjuva cumhuriyetinin bunu aşan bir tanımı ve anlamı da yoktur. Dolayısıyla aynı şey benzer konumdaki bir dizi başka Avrupa ülkesi için de geçerlidir.

1640 İngiliz Devrimi

Modern tarih içinde Hollanda Cumhuriyeti’ni 1649’da İngiltere’de devrimin en keskin safhasının ürünü olarak kurulan bir başka cumhuriyet izledi. 1640 İngiliz Devrimi’nin bu son safhası, devrimin gerçek doruğuydu: Kralın idam ve Cumhuriyet’in ilan edilmesi. Bu, İngiltere’de “piyasa” egemenliğinin de dönüşsüz bir ilanıydı. Nitekim aradan daha birkaç yıl ancak geçmişken fiilen, on bir yıl ancak geçmişken de resmen cumhuriyet tarihe karıştığı halde, “piyasa” egemen olarak kaldı.

Cumhuriyetin bu hızlı tasfiyesi hiç de “piyasa”nın değil fakat sınıflar mücadelesinin bir ürünüydü. Cumhuriyetin ölümünün önkoşullarının bizzat cumhuriyetin kurucu lideri Oliver Cromwell tarafından hazırlanması bile bunu doğrulamaya yeter. Cumhuriyet’in ilanından yalnızca dört yıl sonra, fiilen egemen olan artık bir askeri diktatörlüktü ve Cromwell de onun başıydı. İzleyen yıllarda bu resmiyet de kazandı. Cumhuriyet Cromwell’in “tek adam” rejimi halini aldı. O artık taçsız bir “kral” ya da seçilmiş bir “monark”tı. Parlamento tam olarak onun emrindeydi.

Sorun siyasal bir biçim olarak cumhuriyet ile piyasa arasındaki çatışmadan değil, fakat devrimin akışının getirdiği hassas sınıfsal güç ilişkilerinden ve “aşağıdan” gelebilecek bir toplumsal devrim korkusundan doğuyordu. Alt sınıfların gücünü etkin bir biçimde harekete geçiren Cromwell liderliği, tam da bu sayede monarşiyi ezmiş ve cumhuriyeti kurmuştu. Fakat hemen ardından bu kez kendi soluna, devrimi daha da ileriye götürmeye çalışan alt sınıflara, onların “eşitlikçi” siyasal temsilcilerine (ünlü Düzleyiciler’e ve Kazıcılar’a) döndü. “Düzen”i sağlamak adına onları dizginlemeye ve ezmeye yöneldi. Cumhuriyeti askeri bir diktatörlük olarak hızlı bir yozlaşmaya ve ardından yeni bir devrim korkusu içinde eski düzen güçleriyle uzlaşmaya sürükleyen de bu oldu.

Güçlü tarihi kişiliği sayesinde Cromwell yaşadığı sürece devrimin ürünü düzenin istikrarı iyi kötü korunuyordu. Ama ölünce tüm dengeler bir anda bozuldu. “Aşağıdan” gelen tehlikeye karşı eski düzenin bir dönemdir geri plana itilmiş güçleriyle uzlaşma bir ihtiyaç haline geldi. Uzlaşma biçim olarak monarşiye dönüş üzerinden gerçekleşti. Bizzat Cromwell’in “cumhuriyetçi” adamlarının daha uygun bir çözümü yoktu. 1640 İngiliz Devrimi’nin marksist tarihçisi Christopher Hill durumu şöyle özetliyor:

1660’ta bütün kürsülerde pasif boyun eğiş vaaz ediliyordu; bir kral ‘vücuduna bol bol kutsal yağ sürülerek’ geri getirildi. Çünkü bu, aşağıdan toplumsal devrimle tehdit edilen parlamento için, mülk sahibi sınıflar için gerekliydi.” (1640 İngiliz Devrimi, Kaynak Yayınları, s.83)

Elbette bu eski düzenin de geri gelişi demek değildi. Olguları sunan Hill, şu temel önemde noktanın altını çizer:

“O halde Restorasyon hiç de eski rejimin restorasyonu değildi. O burjuvazi ve eşrafın zayıflığının değil, gücünün kanıtıdır. Bürokraside, yargı organlarında çalışanlar ve hükümetin maliyecileri 1660’tan sonra çok az değişikliğe uğrayarak işlerini sürdürdüler. II. Charles geri geldi ve Whitehall’daki darağacında babasının kafasının kesilmesinden beri Tanrısal miras hakkı dolayısıyla kralmış gibi davrandı. Ama babasının eski durumuna sahip olamadı.” (s.80)

Olamazdı da; zira feodal ilişkilerin ve kurumların beli geriye dönüşsüz biçimde kırılmıştı. Artık “piyasa” güçleri egemendi ve tarihin akışı onlardan yanaydı:

“İş dünyasında, tekeller ve sanayi ve ticaretin saray tarafından denetlenmesi bir daha geri gelmemek üzere ortadan kalkar. Ara dönemde loncalar ve çıraklık yasaları bozulmuştu ve onları yeniden canlandırmak için hiçbir etkili girişim yapılmadı. Serbest ticaret ve sanayi hızla yayıldı...” (s.82)

Yaklaşık bir otuz yıl sonra (1688) kral artık maaşı parlamento tarafından saptanan bir tür en üst düzey “memur”dan öte bir şey değildi. “Memur” olarak gerçek ayrıcalığı, en yüksek rütbeden olması ve hanedanlık üzerinden bu konumun sürekliliği idi. Gelinen yerde ise durum zaten artık tümüyle başkadır. Günümüz Hollanda’sı için söylediklerimiz günümüz İngiltere’si için de geçerlidir. Krallık yalnızca şatafatlı, dolayısıyla da kamu bütçesi için masraflı bir dekordur. Bugünün İngiltere’si fiilen bir cumhuriyettir ve bu cumhuriyet kapitalist piyasa ile halen de tam uyum içindedir.

1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşı

Tarih içinde modern burjuva cumhuriyetinin üçüncü bir büyük örneği, 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın ürünü olan ABD’dir. Hollanda’ya benzer bir biçimde ABD’de de cumhuriyet, yabancı bir ülke (İngiltere) tacının hükümranlığına karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin bir ürünü oldu. Piyasa güçleriyle en uyumlu siyasal biçim olarak da bugüne kadar süregeldi. Kolonileşmenin ürünü olan ve toprak bolluğu içinde bulunan ABD’de, özgürlük isteyen toprağa susamış bir köylülük olmadığı gibi kapitalist piyasanın önünü inatla tıkayan bir soyluluk da yoktu. Dolayısıyla “aşağıdan” gelen tehlike karşısında uzlaşılacak eski feodal güçler olmadığı gibi burjuvaziyi bu türden bir uzlaşmaya itecek nitelikte ve güçte bir alt sınıf hareketi de yoktu. Bütün bunlar, 1776 Bağımsızlık Savaşı’nın dolaysız ürünü ABD cumhuriyetinin piyasayla tam bir uyum içinde bugüne kadar yaşamasının bir açıklamasını da verir.

Albert Soboul, 1848 Devrimi döneminin önemli figürlerinden, ünlü burjuva tarihçi ve politikacı Alexis de Tocqueville’den önemli bir görüş aktarır. Buna göre Tocqueville, “neden benzer ilkeler ve benzer siyasi teoriler Birleşik Devletler’de sadece bir hükümet değişikliğine, buna karşılık Fransa’da toplumun tam bir altüst oluşuna götürdü” diye soruyor. Soruyu kısaca yanıtlamış bulunuyoruz. Fransa yüzyıllardan kök alan bir soylular ve köylüler ülkesiydi. Fransız mutlak monarşisi aynı zamanda gelişmekte olan burjuvazi ile düzenin egemeni soylular arasında kurulmuş hassas bir dengenin ifadesi olsa da, sonuçta soyluların iktidarını temsil ediyordu. İngiliz kolonileşmesinin ürünü olan Amerika’da ise bunların hiçbirisi yoktu. 1640 Devrimi sonuçlarını doğal olarak koloniler üzerinde de göstermişti. Piyasanın önünde Ortaçağdan kalan engeller yoktu. Tek gerçek engel, İngiliz tacının dışardan keyfi dayatmaları ve bu yolla ülke zenginliklerini İngiltere’ye ölçüsüzce aktarmasıydı. Bağımsızlık mücadelesi Amerikan kapitalizmi için bir engele dönüşen bu yabancı egemenliği aşmak içindi. Başarısı ise aynı zamanda krallığa karşı cumhuriyetçi ideallerin yüceltilmesine bağlıydı. Bağımsızlık mücadelesinin liderleri bunu yaptılar. Geniş halk kitlelerini yurtsever duygular ve cumhuriyetçi ideallerle birleştirip harekete geçirdiler. Ama öte yandan mücadeleyi yalnızca bu sınırlar içinde tutmayı da başardılar.

ABD bu konuda Hollanda’dan da kıyas kabul etmez ölçüde avantajlıydı. Sonuçta Hollanda’nın soylusu da köylüsü de vardı. İspanyollara karşı bağımsızlık mücadelesi burada da önemli bir sol kanat, dinsel biçimler içinde sosyal eşitlik talep eden ve bir kısmı daha sonra zorla ezilen akımlar ortaya çıkardı. Elbette Amerikan Bağımsızlık savaşının da alt sınıflardan beslenen bir sol kanadı oldu, ama hiçbir biçimde olayların gidişini, dolayısıyla Amerikan siyasal sistemini etkileyecek düzey ve mahiyette değildi. ABD burjuvazisinin bu türden bir engeli aşmak için kimseyle uzlaşması, bunun için de örneğin cumhuriyeti feda etmesi ya da onu zayıflatacak tavizler vermesi gerekmedi. Cumhuriyet ABD örneğinde piyasayla çelişmek bir yana, neredeyse bir tam yüzyıl boyunca, işçi sınıfı da içinde kitleleri piyasa düzenine gönüllü olarak bağlamanın en etkili aracı oldu. Bunun üzerinde daha sonra ayrıca duracağız.

ABD ile ilgili olarak son bir not: Kurulduğu dönemde devrimci bir nitelik taşıyan burjuva cumhuriyeti neredeyse son yüz elli yıldır özü itibariyle artık tümüyle gericidir. Bu gericiliğin iktisadi temeli, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği ABD kapitalizminin 19. yüzyılın sonunda ulaştığı tekelci aşamadır. Sosyal temeli, bu gelişmenin dolaysız ürünü olan ve cumhuriyet biçimi içinde egemenliğini sürdüren emperyalist Amerikan burjuvazisidir. ABD, piyasa ile cumhuriyetin uzun süreli bir uyumunun olduğu kadar, tarihsel süreç içinde birlikte bozulup çürümelerinin de iyi bir örneğidir. Bu konuda, Lenin’in devlet ya da burjuva cumhuriyet söz konusu olduğunda hep yaptığı gibi, ancak Fransa ve İsviçre ile kıyaslanabilir.

1789 Fransız Devrimi / 1792-94 Fransız Cumhuriyeti

Tarihsel zaman içinde 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın hemen ardından gelen 1789 Büyük Fransız Devrimi örneğini ise daha baştan görmüş bulunuyoruz. Gördüğümüz, Fransız Devrimi’nin, piyasanın önündeki her türden engeli en köklü biçimde silip süpüren özelliğiyle, tarihin gördüğü en büyük burjuva devrimi olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla Fransız Devrimi ilkeler yönünden kendisini hemen önceleyen Amerikan Devrimi’nden esinlenmekle birlikte temelde ondan tümüyle farklıdır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu fark iki ülkenin tarihsel-toplumsal koşullarının temelden farklı olmasından kaynaklanır.

1789 Fransız Devrimi’yle kıyaslanabilir tek devrim olan 1640 İngiliz Devrimi bile birçok bakımından onun çok çok gerisindedir. Nitekim Albert Soboul’un aktardığına göre, Büyük Devrim’in bir başka ünlü tarihçisi olan Fransız reformist sosyalisti Jean Jaures, İngiliz Devrimi’ni “dar kafalı burjuva ve tutucu”, buna karşılık Fransız Devrimi’ni “en geniş anlamda burjuva ve demokratik” olarak değerlendirmektedir. 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin bu köklü demokratik niteliği, onun klasik burjuva devrimleri içinde en devrimci cumhuriyeti ortaya çıkarmasında ifadesini bulmaktadır.

O bu açıdan gerçekten benzersizdir. Gerçi İngiliz Devrimi’nin monarşiyi yıkması ve bunu da tarihte ilk kez devrim adına bir kralın kafasını keserek yapması, Fransız Devrimi’ni yüz elli yıl öncelemektedir. Fakat Fransız Devrimi’nin temel önemde farkı, İngiliz Devrimi’nin mücadelenin akışı içinde pratik bir zorunluluk olarak yaptığını ve çok geçmeden de terk ettiğini, bir ilke düzeyine yükseltmesi ve evrensel bir eğilim haline getirmesidir. Monarşinin yıkılarak yerine burjuva cumhuriyetin kurulmasından söz ediyoruz.

Hemen tümüyle alt sınıfların gücüne dayanan bu cumhuriyet Fransa’da çok kısa ömürlü olmuştur. Gerçek ömrü yalnızca üç yıldır. 1792 Ağustos’unda patlak veren yeni halk ayaklanmasının dolaysız bir ürünü olarak Eylül’de ilan edilmiş, Kasım 1795’te Direktuvar (örtülü bir askeri diktatörlük!) yönetiminin kurulmasıyla fiilen son bulmuştur. Napolyon Bonaparte’ın ünlü 18 Brumaire (9 Kasım 1799) darbesiyle de resmen sona ermiştir. Bu darbenin ardından tam elli yıl boyunca Fransa bir daha cumhuriyet yüzü görmemiştir. 1848 Şubat Devrimi’yle başlayan yeni cumhuriyet dönemi de aynı şekilde yalnızca birkaç yıl sürmüş, bu yeni dönem ise Marx’ın o ünlü alaycı ifadesiyle “amcasının yeğeni” tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle, bu kez “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” ile sona ermiştir. Fransa’da “İkinci Cumhuriyet”in yerini alan bu ikinci imparatorluk dönemi 1870’e, Fransa’nın Prusya karşısındaki utanç verici yenilgisi ve teslimiyetine kadar sürmüştür.

1789’dan 1870’e, bu seksen yıllık tarihi dönemde, Büyük Devrim’in ülkesi Fransa, üstelik iki parça halinde ve en iyi durumda toplamda yalnızca on yılı bulan bir cumhuriyet dönemi yaşamıştır. Dolayısıyla piyasaya teslim olan ve bunun için de zamanla çürüyüp çöken bir cumhuriyet iddiası, Fransa söz konusu olduğunda tümden temelsiz bir efsanedir. Tarihsel gerçeklerle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur demek istiyoruz. Böyle olunca, doğal olarak buradan Türk Devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti için çıkarılabilecek herhangi bir paralellik de olamaz. Ne de olsa bizdeki burjuva cumhuriyet kesintisiz ve bir hayli uzun ömürlü olmuştur. SİP-TKP teorisyenleri bitti deseler de dönüşüme uğramış haliyle hala da yaşamakta ve halen iki yıl sonraki 100. Yılı’na hazırlanmaktadır. (Bu yılın Şubat ayında yayınladığı bir çağrıyla, SİP-TKP de bu hazırlık sürecini kendi yönünden başlatmış bulunmaktadır).

Fransız Devrimi’nin ürünü o çok kısa ömürlü cumhuriyet gerçeğine dönelim. Fiilen üç yıl sürdüğünü söylediğimiz bu benzersiz cumhuriyetin ömrü gerçekte daha da kısadır. 9 Thermidor (27 Temmuz 1794) darbesi olarak bilinen karşı-devrim, gerçekte hem devrimin ve hem de bu son derece kendine özgü Cumhuriyet’in sonudur. Bu ise iki yıldan bile az bir süredir.

Halk kitlelerinin, özellikle de Paris’in Baldırıçıplaklar’ının, yeni bir fırtınalı ayağa kalkışının ürünü olan devrimci cumhuriyetin iki taşıyıcı sütunu vardı. Burjuvazinin alt kesiminin en devrimci kanadı olarak Jakobenler ve Paris’in heterojen emekçi katmanları. Jakobenler Jakoben kulüplerinde, Baldırıçıplaklar olarak da bilinen Paris’in emekçileri ise ünlü Seksiyonlarda örgütlü idiler ve sosyal eşitlik talep eden çeşitli devrimci akımlar tarafından temsil ediliyorlardı.

Fransız Devrimi’nin kısa ömürlü o benzersiz cumhuriyeti işte bu türden bir ittifakın ürünüydü. Tam da bundan dolayı kısa ömürlü olmaya mahkumdu. O günün tarihsel koşulları ve dolayısıyla o günün Fransa’sı bu türden bir alt sınıflar ittifakına dayanan bir Cumhuriyeti uzun süreli olarak taşıyamazdı. Kendi içinden çözülmesi ve ardından düşmanları tarafından tasfiyesi kaçınılmazdı. Olan da bu oldu. Her şey devrimin fırtınalı akışı içinde sürekli değişen sınıflar arası güç ilişkileri üzerinden ve sert biçimde cereyan eden sınıflar mücadelesi sahnesinde olup bitti.

1793 yazını izleyen olaylar, 1789’da başlamış devrimci sürecin en ileri aşamasını, dolayısıyla tepe noktasını işaretler. Devrimin dört yıllık kazanımlarının tehlikede olduğunu gören Jakobenler, bu tehlikeyi savuşturmak ve onu yaratan Jirondenleri ezmek için bir kez daha Paris’in emekçi kitlelerine başvurdular (Mayıs sonu). Devrim sürecinde örgütlü bir güç olarak yer alan Parisli emekçiler bu desteği esirgemediler. Ama karşılığında kendi çıkarları doğrultusunda tavizler istediler ve kısmen de aldılar. Bu, devrimin doruğu ve cumhuriyetin de neredeyse doğrudan demokrasiye yaklaşan en devrimci safhasıydı. Fakat çıkarların, istemlerin ve dolayısıyla devrimin seyrine bakışın bağdaşmazlığı nedeniyle bu ittifak uzun ömürlü olamazdı. 1794 Mart’ı bir dönüm noktası oldu. O güne kadar her öne geçenin kendi sağını ezerek bir ileri aşamaya sıçrattığı devrim sürecinde bu kez tersinden bir hareket söz konusuydu. Artık her başa geçenin kendi solunu biçtiği bir süreç başlıyordu. Bu, devrimin ve dolayısıyla cumhuriyetin baş aşağı gidiş süreciydi.

Bunun ilk adımı, Robespierre önderliğindeki Jakobenlerin kendi solundaki güçleri ezmeye ve Parisli emekçilerin örgütlü gücünü kıran adımlara yönelmesi oldu. Bu, çok geçmeden kendi düşüşlerini de hazırladı. Sonrası belli safhalardan geçerek devrimin gücünün gitgide kırılması ve sonunda cumhuriyetin tümden tasfiyesi oldu. Yinelemiş olalım: Her şey değişen sınıfsal güç ilişkileri içinde ve sınıflar mücadelesi sahnesinde, yani siyasal alanda ve baş döndürücü bir hızla yaşandı.

Başlıca klasik burjuva devrimleri üzerinden cumhuriyet-piyasa ilişkilerine tarihin tanıklığını görmüş bulunuyoruz. Teorinin tanıklığı ile devam edeceğiz.

(Devam edecek...)


Üste