Logo

Düzenin apolitizmine karşı devrimci politizasyon


Düzenin apolitizmine karşı devrimci politizasyon…

Yaşamı her alanda politikleştirelim!

Devrimcilik herşeyden önce politik bir duruş, politik bir kimliktir. Bununla birlikte apolitizm yalnızca sıradan insanların yaşadığı bir sorun değildir. Devrimci saflarda da kelimenin farklı anlamında bir apolitizasyon yaşanabiliyor. Yığınların politik ilgisizliği ile devrimcilerde karşılaşılan apolitizm arasında görünürde derin bir fark var. Nihayetinde biri siyasetin kıyısından geçmemeyi anlatırken, diğeri en ileri politik düzeyi kimliğe dönüştürmesi gereken devrimcinin sıradanlaşmasını anlatır. Daha yakından baktığımızda ise, her iki durumda da düzenin insan yaşamında kendini üretmesi ve sürdürmesi gerçeğini, bunun yol yöntemlerini görürüz.

Düzenin uyuşturma çabası süreklidir

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kendi siyasetlerinden kopukluğu ya da siyasete tümüyle ilgisizliği burjuva düzenin başlıca güvencelerinden biridir. O yüzden insan kişiliğinin şekillendiği ilk anlardan başlayarak iki boyutlu kesintisiz bir müdahale örgütler. Bunun bir boyutu, hangi sınıftan olursa olsun kişinin burjuva ideolojilerine, dolayısıyla politik çizgilerinden birine bağlanmasıdır. Geçmişten bugüne bu alanda hayli geniş görünen, gerçekte ise düzen sağı ve solu diye kolayca ikiye ayrılabilen seçeneklere yaslanılmaktadır. Sınıf mücadelesinin seyri açısından aralarındaki fark (örneğin faşizm ile burjuva sınırlarda en ileri parlamenter cumhuriyet) önemli olsa da, burjuva politik çizgileri, dolayısıyla temsilcileri son tahlilde düzenin devamlılığında ortaklaşırlar. Sınıf ve emekçi kitleler burjuvazinin bu ideolojilerinden birine yedeklendikleri koşullarda kendi siyasetlerinden uzaklaşır, böylece düzenin kendini yeniden ve yeniden üretmesine hizmet etmiş olurlar.

Düzenin topluma müdahalesinin diğer boyutunu ise insanların tümden apolitikleştirilmesi oluşturur. “Siyaset yapma”, “siyaset bulaştırma”, “siyasetle ilgimiz yok” gibi klişeler daha aileden, çocukluktaki çevreden başlayarak hayatın tüm evrelerinde insanların en doğal tepkisine dönüştürülür. Bu yaklaşım özellikle işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde kolay kabul görür ve alabildiğine yaygınlaştırılır. İşçi ve emekçilerin iktisadi ve sosyal hak mücadelesinin başını çektiğini iddia eden sendikal bürokrasi bile siyasetle ilişkisini düzenin isteğine uygun tarif etmeye çalışır. Politik müdahale ve tutumlara yönelik tepkisini son derece meşruymuş gibi savunur: “Siyaset yapmıyoruz, ekmek kavgasındayız”!

Aslında bu yaklaşım burjuva siyasetinin kaba bir dışavurumudur. Gerçekte insanın “siyaset”ten uzak duruşu da dahil her toplumsal davranışı mutlaka siyasi bir nitelik taşır. Bu anlamda siyasal olmayan ya da onunla kesişmeyen neredeyse hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla sıradan apolitizm telkini, en bayağı burjuva politikalarından biri olarak damgalanmayı fazlasıyla hak eder. Yarattığı sonuçlar bakımından elbette burjuvazinin belli başlı gerici politikaları (faşizm, dincilik vb.) kadar hissedilir değildir. Fakat son kertede apolitizasyon da diğer gerici politikalar gibi düzenin ayakta kalması içindir.

Apolitikleştirme sistemli ve hissedilmeyen bir süreç olarak işler. Burjuvazi bunun için tüm olanaklarını seferber etmiştir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan burjuvazi, doğal olarak insani gelişim araçlarını da tekeline almıştır. Bu durum işçi sınıfı ve emekçi kitleleri ilkin zaman ve enerji yönünden gelişim koşullarından yoksun bırakır. Zamanı ve fiziki gücü üretim sürecinde tüketilen işçi kendini geliştirmek için ne zaman bulabilir, ne de takat... İkinci olarak, burjuvazi işçi ve emekçileri gelişme araçlarından da yoksun bırakarak ilerlemelerini engeller. İlkokuldan üniversiteye, tiyatrodan edebiyata, sinemadan basın-yayına, basım işletmelerinden etkinlik alanlarına hemen her şey sermayenin elinde ya da “piyasa”nın hizmetindedir.

Kısacası her araç kitlelere apolitizm yaymanın hizmetine koşulur. Sınıf ve emekçi kitlelerin sürekli apolitik bir edilgenlik içinde tutulmaları ideolojik, kültürel, estetik, ahlaki tüm silahlar kullanılarak sağlar. Günümüzde bunun için içi boş sayısız “edebi eser”, çeşit çeşit görsel ve yazılı “sanat” ürünü “piyasa”ya sürülür. Gelinen yerde özellikle de yazılı ve görsel burjuva medya ile sanal alem apolitik edilgenliği sürekli kılmanın en temel araçları olarak iş görmektedirler. Haberler, filmler, diziler, yazılar vb. üzerinden tüm toplum sürekli bir uyuşturulma operasyonuna maruz kalır.

Bu yoğun çaba yine de toplumsal ilerleme dinamiklerine çarpmaktan kurtulamaz. Toplumun bağrında yatan çelişkiler ve bu çelişkilerin tarafı olan sınıflar sürekli bir şekilde egemenlerin denetimlerini aşan kimlikler üretir. Bunlar bağlı oldukları ya da yöneldikleri sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlar, bu çıkarları gerçekleştirmeye çalışırlar. İnsanlığın gelinen evresinde bu çabanın en ileri ifadesi proleter devrimcilikte karşılığını bulur. Varoluşu bu nesnelliğe dayanan devrimcilik, bu zemin üzerinde egemenlerin tüm uyuşturma, kendi ideolojisi ekseninde bir politizasyon ya da apolitizasyon çabalarına karşı bilinçli bir iradenin vücut bulması demektir.

Devrimci harekette apolitizm

En başta da belirttiğimiz üzere, buna rağmen devrimci saflarda apolitizasyon yaşanabilmektedir. İlk akla gelenin aksine, bu apolitikleşme yalnızca kadro ve sempatizanların sorunu değildir, örgütleri de kesmektedir. Özellikle devrim mücadelesini, kitleleri devrimci çizgide politikleştirmek, eyleme çekmek ve devrim davasına kazanmak olarak değil de öncü vuruşma olarak gören örgüt ve çevrelerde yaşanan bir sorundur.

Şüphesiz sorunun kaynağında sınıfsal konum ve ideolojik çizgi yatmaktadır. Bu tür yapılara küçük-burjuvaziye özgü dogmatik sosyalizm anlayışı hakimdir. Toplumsal-siyasal süreçlere ilgisizlik, ona yönelik sistemli müdahaleden çok alabildiğine subjektif, bu nedenle de gelip geçici iç ihtiyaçlar önplandadır. Kimi zaman ülkedeki veya dünyadaki gelişmelere ya da sınıf saflarındaki bir gelişmeye ortalama bilinçli işçi-emekçileri dahi şaşkına çevirecek denli uzak kalabilmektedirler. Bazıları kendi kurgusal dünyalarının dışına çıkamazken, bazıları da takvimsel eylemler dışında bir yaşam belirtisi gösteremeyebilmektedir.

Toplumsal süreçlere devrimci konumdan müdahale etme çabasında olmayan hiçbir devrimci yapı uzun vadede devrimci kimliği koruyamaz. Böyle bir apolitizme düşenlerin gerekçeleri, ister hazırlık aşamasında olmak, ister kadro yetiştirmek, ister teoriyi geliştirmek, ister örgütsel eğitim, ister teknik-örgütsel zorluklar olsun, bunların yozlaşmaları kaçınılmazdır. Kimisinde kendini tekrar bir kuraldır, kimisinde mezhepleşme belirgindir, kimisinde sosyal çevre haline gelip tükenme yaşanır. Ve hepsinin tipik ortak özelliği, iktidar perspektifinin olmayışı ya da yitirilmiş olmasıdır. Ülkemizde devrimin hiç de azımsanmayacak güç ve imkanları yazık ki bu tür anlayışların elinde heba olup gitmiştir ve gitmektedir.

Bu durum doğal olarak tek tek bireylerin kimliğinde de dolaysız yansımalarını bulur. “Düşünen teorisyenler, uygulayan militanlar” ayrımının yaygın kabul görmesi ya da kanıksanması, sözkonusu küçük-burjuva örgütsel yapılardan bağımsız değildir. Devrimci hareketin kadrosal yapısında giderek daha çok yaygınlaşan ve büyüyen ideolojik-politik gerilik de, örgütsel düzeyde yaşanan apolitizasyon süreçlerinin vardığı boyutu göstermektedir.

Partinin yöntemsel çizgisi ve politik etkinliği

Geleneksel akımlardan farklı olarak partimiz, kendini neredeyse yoktan var etme gücünü ideolojik çizgisinin yön verdiği politik kapasitesine ve canlılığına borçludur. Teoriyi, politikayı, maddi temel olarak sınıf hareketini ve örgütü organik bir bütünlük içinde ele aldığı için, bu onun doğal bir özelliği olageldi. Kadrolarını sürekli olarak ileri bir politik kapasiteyle donatmaya, sınıf zemininde sürekli bir politik üretime yöneltti. Bu, parti inşa hareketi olarak EKİM’in en temel yöntemsel tutumlarından biri oldu. Daha ortaya çıkışının ilk yıllarında kendi saflarında da karşılık bulabilen yanlış eğilimlere karşın, sınıfı eksen alan etkin bir siyasal faaliyet yürütülmeden yol yürünemeyeceği bilinciyle hareket etti. İdeolojik-teorik düzey ve kapasitenin ancak bu çabayla birlikte korunup geliştirilebileceğine, diğer türlü gerileyip çözülmenin, en iyi durumda aydın bir çevre olarak yozlaşmanın kaçınılmazlığına işaret etti. Nitekim Türkiye devrimci hareketinin saflarında ayrışma ve yeniden saflaşmaların yaşandığı, irili ufaklı birçok grubun sahneye çıktığı aynı dönemde bu değerlendirmesini doğrulayan örnekler yaşanmaktaydı.

TKİP’nin yaklaşımının ne denli isabet olduğu bizzat kendi deneyimi ile de doğrulandı. En zor süreçlerinde, özellikle Kuruluş Kongresi’nin ardından karşılaştığı kapsamlı saldırı süreci sonrasında bile yüzü dışa dönük etkin bir politik faaliyet örgütleyerek zor dönemleri göğüslemeyi başarabildi. Bilinmektedir ki, düşmanın böyle saldırıları bir yanıyla da ideolojik-politik kırılmaya yol açmayı, temel ilke ve değerlerde tahribatlar yaratmayı ve stratejik doğrultudan saptırmayı amaçlamaktadır. '90’ların ikinci yarısından bugüne yaşanan deneyimler bu politikanın hiç de yabana atılır olmadığını düzenin tatlı sularına süzülen çok sayıda örnek şahsında gösterdi. Yakın geçmişin deneyim ve sonuçları orta yerde duruyor. Tablonun bir tarafında kendini neredeyse yoktan var edip devrimci cephedeki en etkin öznelerden biri haline getiren TKİP yer alıyor. Diğer tarafta ise hatırı sayılır güç ve olanağı bir tür apolitizm içinde tüketen geleneksel devrimcilik var.  

Saflarımızda görülen apolitizm

Fakat bu kadarı partimizin saflarında çeşitli biçimleriyle apolitizmin yaşam alanı bulmasını engellemiyor. İdeolojik-politik donanım zayıflığını uzun süre gidermeyen güçler zaman içinde tek düze bir yaşamın ve çalışmanın taşıyıcılarına dönüşebiliyorlar. Teori, politika, sınıf ve örgüt bütünlüğünü-diyalektiğini özümseyemeyen güçlerde, örneğin memur zihniyeti, örneğin iki parçalı yaşam, örneğin burjuva dünyaya özgü eğilim ve alışkanlıkların taşınması, örneğin proleter kültür, sanat, estetik, ahlak değerlerine yabancılık vb. çok da sorun olarak algılanmayabiliyor. Kökeninde teorik birikimsizlik, buna paralel olarak sınıf intiharının gerçekleştirilmeyişi, bu temelde düzenle tüm köprülerin atılmaması, devrimciliğin esas olarak duygusal boyutta sürdürülmesi, demek oluyor ki bilimsel esaslarıyla kavranıp bilinçli bir iradeye dönüştürülmemesi ve tüm bunlar üzerinden iktidar perspektifinden yoksunluk yatıyor.

Apolitizmin karşımıza çıkan biçimlerinden biri genel olarak politik gelişmelere, dünyada ve ülkede yaşanan süreçlere ilgisizliktir. Bu ilgisizlik gündemin göz ucuyla dahi olsa izlenmemesi, toplumsal yaşama yön veren gelişmelerden bihaber olunmasına varabiliyor. Dahası giderek kendi süreli yayınlarından kopmaya, haftalık, hatta aylık yayınların dahi okunmamasına dönüşebiliyor. Bunun bir parçası da doğal olarak örgütsel sürece ve gelişmelere yönelik ilgisizliktir. Burada daha çok “memur zihniyeti” rol oynar. Bu tür apolitizmin varacağı yer örgütsel yaşamda öldürücü bir edilgenliktir. Oysa bırakalım dünyayı, ülkeyi ve toplumu, kendi saflarında dahi ne olup bittiğiyle ilgilenmeyen, süreçlere müdahil olmayan birisi, dava insanı değil olsa olsa yalnızca “görev” insanı olabilir.

Apolitizmin bir diğer biçimi gündelik yaşam alanında ortaya çıkıyor. Devrimciliği bütünlüklü bir kimlik, yaşamın esası olarak kavramayan güçler, yine süregiden faaliyetin bir tarafından tutsalar dahi parçalanmış ikili bir yaşam sürebiliyorlar. Böylelikle bir tarafta siyasal faaliyete ayrılan bir zaman, diğer tarafta “özel” yaşam zamanı oluşuyor. Bu özellikle henüz devrimci kimliği özümsememiş, düzen-devrim ikilemini aşamamış, köklü bir hesaplaşma yaşamamış güçlerde karşımıza çıkan bir sorundur. Lakin tekdüze bir faaliyet ve yaşamın yıllar içinde öğüttüğü insanlar nezdinde daha ileri örnekleri de az değildir. Devrimciliğin bir meslek değil de bizzat bir yaşam biçimi, bir adanmışlık olduğunu kavramayan biri için “özel yaşam zamanı”nında apolitik olmak, bir devrimci gibi yaşamamak hiç de garip gelmeyecektir. Oysa devrimcilik yaşamın 24 saatinde, her eylemde, her tutumda, her harekette politik olduğunun bilincinde olmak, bunu duyumsayarak yaşamaktır.

Bunu bilince çıkarmayan devrimcilerde aynı zamanda devrimci kıstasların yerini çok doğal şekilde burjuva ölçütler alabiliyor. Çağımızda toplumsal ilerlemenin önünde tepeden tırnağa her şeyiyle kokuşmuş bir engele dönüşen burjuvazi, ancak topluma kendi çürümesini dayatarak varlığını sürdürebiliyor. Onun ölçütleri insani bir görünümde iken dahi, altında bu çürütmenin gerçek yüzünü taşıyor. Durum böyle iken, burjuva dünyanın beğenilerini, değerlendirmelerini, tercihlerini devrimci saflarda mücadele ederken benimsemek yalnızca parçalanmış bir kimliğin sonucu olabilir. Tersinden yaşamı bütünlüklü sürdürmek ise, gündelik yaşamın akışını, tüm ölçü ve değerler sisteminde, en sıradan gündelik ayrıntıda bile bir devrimciye yakışır hale getirecektir.

Apolitik kişiliğin kendini sergilediği alanlardan biri de insan ilişkileridir. Örneğin aile ve eski sosyal çevre ile ilişki bunun göründüğü en belirgin alandır. Genelde aile kazanılmak üzere hesaplaşılması gereken ilk düzen barikatıdır. Düzen ilkin burjuva aile yapısı üzerinden bireyin karşısına çıkar. Burjuva dünyanın bu minyatür hücresinde düzenin envai çeşit suretine rastlamak mümkündür. Bazılarında mülkiyet ve çıkar ilişkileri en doğal insani duygular tarafından örtülebiliyorken, kapitalizmin yabancılaştırma süreci derinleştikçe çoğunda düzen ilişkileri çıplak biçimde göze çarpar. Bunların örneklerini en rafine haliyle, solcu geçinen, hatta bir şekilde devrimci siyasal mücadelenin bir yerinde olan ailelerde bile görmek mümkündür. Dolayısıyla devrimcileşmek genelde aileden itibaren düzenle bir savaşım süreci olarak gelişmeye başlıyor. Devrimcileşme sürecinde aile ile kurulan ilişki genelde devrimcinin sonraki yaşamını belirleyen çok temel bir etkendir. Apolitik tavır, ya ailenin huyuna suyuna gitmek ya da herhangi bir mücadele yürütmeksizin köprüleri tümden atmak olarak ortaya çıkar. Burada devrimci kimliği geliştiren bir tavır alamayan kişi, akraba ilişkilerinde, sosyal çevresinde, hatta kitle ilişkilerinde, daha da kötüsü yoldaşlar arası ilişkide bile devrimci bir özne (yani devrimci X) olmaktan çok, sıradan bir birey (yani arkadaş, ahbap X) olarak davranmaktan kendini alamaz. Devrimci bir birey insan yaşamının en sıradan sorunlarını dahi politik bir perspektifle ele alırken, gündelik hayatın her ayrıntısına politik bir kişi olarak yaklaşırken, apolitik bir devrimci boş sohbetlerin eklentisi-sürükleneni olmaktan öteye geçemez.

Burada belli görünümleri üzerinden tanımladığımız apolitizm, sermaye düzeninin çabalarından aldığı sonucu gösterir. Yaşamlarının her anında düzenin sistematik uyuşturma saldırısıyla yüzyüze olanları buna karşı bağışık hale getirmesi gerekenlerin apolitizmi ise en acı sonuçtur. Deneyimlerimiz de göstermektedir ki, kesintisiz siyasal faaliyet ya da bir organ içinde yer almak kendi başına apolitizme çare değildir. Hatta kendi özgülümüzde yoğun siyasal pratik azımsanmayacak sayıda yoldaşın apolitik kimliğinin örtüsüne bile dönüşebilmektedir. Oysa hangi düzeyde olursa olsun, zorluk derecesine, risklerine, ağırlığına bakmaksızın her tür pratik faaliyeti omuzlamak bir kadroyu ne denli yüceltiyorsa, buradan aldığı manevi doyumla apolitizmini meşru görmek ya da yoğun koşturmacasını apolitikleşmenin dayanağına dönüştürmek de o denli geriye savurur. Üzerine gidilmesi gereken önemli sorunlarımızdan biri de budur.


Üste